Prof. Dr. Adnan Demircan
Ortaçağda şehirlerin imarıyla ilgili bir kurumun mevcut olmadığı
anlaşılmaktadır. Muhtesibin ek bir görev olarak şehrin imarı ile alakalı işlere
baktığı söylenmişse de bu işlerle fazla ilgilenilmediği söylenebilir. Bunun
için şehrin imarı ile ilgili işler siyasi ve dini otoriteleri de pek
ilgilendirmemiş, şehrin planını şehri kuran ve o şehirde yaşayan insanların
sosyal ve kültürel anlayışları belirlemiştir.[1]
Araplar, medeni hayata geçtikten sonra da uzun süre kendilerinin
klan ve kabile hayatlarını korudular. Aynı kabileye mensup olanlar arasındaki
ilişki aynı şehirde olanlar arasındaki ilişkiye nazaran daha sıkıydı. Bir şehir
fethedildiğinde ya da yeni bir şehir inşasında her kabile için ayrı mahaller
inşa ediliyordu. Birçok şehirde, şehrin dış surundan başka ayrı mahalleler,
hatta caddeler arasında kapalı duvarların bulunuşu, Arapların bu hayat
anlayışlarından kaynaklanan bir durumdur.[2]
Hz. Ömer’in şehirler kurulurken Medine ile ulaşımı kolay olan
yerleri seçmeye özen gösterdiğini biliyoruz. Dahası ilk şehirlerin kuruluşunda
Arapların eski yaşantılarına uygun olabilecek yerleri tercih ettiklerini
görüyoruz. Burada İbn Haldun’un şehir kurulurken dikkat edilmesi gereken
hususlarla ilgili görüşlerini maddeler halinde özetlemek istiyoruz:
a) Şehrin etrafı sur ve duvarlarla çevrilmeli, şehir aşılması ve
çıkılması güç bir dağın tepesinde kurulmalı ya da şehir kurulacak yerin etrafı
deniz ve ırmakla çevrilerek şehre ancak köprüden yahut kemerli köprüden
geçilerek girilmelidir.
b) Dikkat edilmesi gereken hususlardan biri şehrin kuracağı yerin
sağlığa elverişli olup olmadığıdır. Şehrin havasının hoşluğu ve sağlığa tesiri
göz önünde tutulmalıdır. Şehrin kurulduğu yer sağlığa elverişli değilse orada yaşayan
insanlar çabuk hastalanırlar.
c) Şehir içmeye elverişli suyun bulunduğu bir yerde kurulmalıdır.
Bunun için şehir ya bir ırmak kenarında kurulmalı ya da yakınında suları tatlı
kaynaklar ve çeşmeler çokça bulunmalıdır.
d) Şehirde oturacak kişilerin hayvanlarını otlatabilecekleri güzel
ve yeterli otlakların bulunmasına dikkat edilmelidir.
e) Şehirler kurulurken etrafında verimli tarımsal alanların
bulunmasına dikkat edilmelidir.
f) Yapı ve yakıt için gerekli kereste ve odunun temin edilebileceği
yerlerde kurulmalıdır.
g) Şehrin deniz ve gemiler işleyen ırmaklara yakın olmasına dikkat
edilmelidir. Ancak bu kural öncelikli derecede önemli değildir.[3]
İbn Haldun’a göre Araplar, İslamiyet’in ilk dönemlerinde Irak ve
kuzey Afrika’da kurdukları şehirlerde bu şartlara riayet etmemişler, ancak
kendi yaşayışları bakımından kurdukları şehirlerin yakınında develerini
otlatmaya yarayan otlaklar ve develerini besleyen ot ve ağaçlar ile tuzlu sular
bulunmasına önem vermişler, şehirlerin yakınında ırmak, deniz, odun ve ağaç
temin edebilecekleri yerleri göz önünde bulundurmamışlardı.[4]
İbn Haldun’un bu sözleri Arapların kurdukları bütün şehirler için değil,
bazıları için geçerlidir. Zira Fustat şehrinin kuruluşunda tabii ve siyasi
şartlara dikkat edilmiştir.[5]
Bağdat şehri de bazı siyasi mülahazalarla kurulmuştur.
Müslümanlar, kurdukları şehirlerde cami ve çarşıyı ihmal
etmezlerdi.[6]
Cami İslam şehirlerinin en önemli fiziki unsurudur. Cami, istisnasız bir
şekilde her zaman şehir merkezinde yer almıştır.[7]
Şehirde ticari faaliyetin büyük bir kısmı camiin etrafında toplanmıştır.
Bununla birlikte fethi takip eden ilk yıllarda, çarşıların şehir merkezindeki
camiden biraz uzak kaldığı, fakat sonraki yıllarda yavaş yavaş cami etrafında
toplanmaya başladığı görülür.[8]
Bundan başka İslam şehir hayatının en önemli görünümlerinden biri olan
hamamları zikretmek gerekir.[9]
İlk asırlarda İslam dünyasında iki çeşit hamam bulunur. Bunlardan birincisi
idarecilere ait olup, sarayların yanında bulunmaktadır. Diğeri ise halka açık
hamamlardır. Bunlar da genellikle şehrin merkezi yerinde yahut çoğu kez camiin
yanında bulunurdu.[10]
Eğer kurulacak şehir bölge ya da devlet merkezi ise idarecinin oturacağı saray
da yapılırdı. Ortaçağda şehirlerin müstahkem kaleleri ve surları bulunurdu.[11]
Ancak İslam’ın ilk yıllarında şehirlerin önemli bir kısmı surlardan mahrumdu ve
şehirlerin savunmasını ise şehrin etrafını kuşatan hendek, kanal veya dikenli
çalı gibi ilkel savunma vasıtalarıyla sağlanmaktaydı. Şehirlerin etrafına sur
yapma işinin Abbasiler döneminden itibaren başladığı görülür.[12]
İslam şehirlerinin çoğunda düzensiz, dar ve çok sayıda çıkmaz
sokakla donatılmış, labirenti hatırlatan bir yol sistemi mevcuttur.[13]
Bağdat gibi birkaç şehirde başta planlı bir yerleşim mevcutken, zamanla bu
planda bozulmalar olmuştur. Bazı araştırmacılar İslam şehirlerinin sahip olduğu
bu yol sisteminin Müslümanların sosyal yapısında aramaktadırlar. Buna göre,
toplumun yapısında mevcut kabileci, grupçu duygular, aile ve aile gruplarının
hayatını güvenli, gizli ve özel kılan bir yol sistemi meydana getirmiştir.[14]
İslam şehirlerinde görülen bu yol sisteminin iklimden kaynaklanan sebeplerinin
olduğu da belirtilmiştir. Yolların dar oluşu, gölgelik alanlar sağlar ve
tozları havaya kaldıran rüzgârları keser.[15]
Resulullah devrinde yeşil alanların korunması için bazı tedbirler
alındığından bahsetmiştik. Ancak daha sonraki dönemlerde şehirlerde yeşil
alanların pek bulunmadığı, bulunan yeşil alanların da sarayların etrafında yer
aldığı görülür. Öte yandan Abbasiler döneminde bazı askeri ve sportif faaliyetler
için meydan ve alanlar düzenlenmiştir. Samarra’da ise büyük bir hayvanat
bahçesinin bulunduğundan söz edilmektedir.[16]
Bir yerleşim biriminin şehir statüsünde olabilmesi için orada
minber bulunması, yani cuma namazı kılınabilmesi gerekiyordu. Cuma namazının
kılınmadığı yerler şehir kabul edilmiyordu. Bununla birlikte çok kalabalık
olması halinde bile şehirlerde namazın bir yerde kılınmasına özen
gösteriliyordu. Bağdat’ta h. III. asırda 27000 mescid bulunmasına rağmen cuma
namazı iki yakada sadece birer yerde kılınıyordu.[17]
Ancak zamanla fırkaların çoğalması üzerine cuma namazının kılındığı camilerin
sayısı da arttı. H. VII. asırda Bağdat’ta altı camide cuma namazı
kılınmaktaydı.[18]
A. Metz’in tespitine göre h. IV. asırda yerleşim birimlerinin
sadece bir tasnifi bilinmekte olup o da siyasi esasa dayanır:
a) Emsar. Halifelerin oturdukları yerler.
b) Kasalabar. Valilerin oturdukları
yerler.
c) Medineler. Kasabadan küçük olup askerlerin ikamet ettikleri
yerlerdir.
d) Nahiyeler. Nihavend ve Ceziretu İbn Ömer gibi yerler.
e) Köyler.[19]
H. İ. Hasan, İslam toplumunun adet olarak havas ve avam olmak üzere
ikiye ayrıldığını söylemektedir. Ona göre havas tabakası, halifenin yakınları,
şerifler, vezirler, komutanlar, kâtipler, kadılar, âlimler ve edipler gibi
yüksek devlet ricalinden meydana geliyordu. Avam tabakası ise, halkın
ekseriyetini teşkil ediyor ve sanatkârlar, ustalar, tacirler, çiftçiler,
askerler ve kölelerden teşekkül ediyordu.[20]
Yazarın bu tasnifine katılmamakla birlikte saraya yakın insanların imtiyazlı bir
hayat yaşadıklarını söylemek mümkündür.
Şehirlerde yaşayan, devlet gelirlerinden istifade ederlerdi.
Şüphesiz bu istifade o seneki varidatın çokluğuna veya azlığına bağlıydı.[21]
Harun Reşid zamanında halktan bin adama ve karısına yılda 300
dirhem yeterdi.[22]
III. asırda sofra ve bazı sofra aletleri tahtadan yapılırdı. Aynı dönemde
eşekler orta tabakanın kullandığı nakliye hayvanlarıydı. Bağdat’ta eşek
sahiplerinin eşekleriyle bekledikleri en büyük yer Kerh kapısının yanındaydı.
Şehrin iki yakası arasındaki ulaşım kayıklarla yapılıyordu.[23]
II. asırda şehir kapılarından giren yabancıların isimleri
yazılmazdı. Azududdevle IV. asırda kapıların murakabe edilmesini ilk defa
başlattı.[24]
Asayişten sorumlu polisler silah olarak uzun bir bıçak taşırlar, onu bellerine
asarlardı. Bekçiler ise fecre kadar beklerlerdi.[25]
Devlet ricalinin ve zenginlerin hanımlarından bazı kadınlar, bayram
ve evlilik törenleri münasebetiyle, öğleden sonrası için hamam kiralayıp kadın
arkadaşlarıyla ve kadın akrabalarıyla birlikte hamam sefası yapmaya
düşkünlerdi. Erkekler da, bilhassa düğün merasimlerinde hamamı birkaç
saatliğine kiralarlar ve o saatte sadece tanıdıklarının gelmesine izin
verilirdi. Zenginler evlerine de özel hamamlar yaptırıyorlardı.[26]
[17] A. Metz,
el-Hadaratu’l-İslamiyye fi’l-Karni’r-Rabi’i’l-Hicri, Çev.: Abdülhadi Ebu Ride,
Beyrut (t.y.), II, 268-269.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder