Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma
İstanbul’un hızlı yaşamı Yaşlı Tarihçi’yi öylesine bunaltmıştı ki, neredeyse, yazdıklarının ahengini sürdüremeyecek, okuduklarını anlayamayacak hâle gelmişti. Ne var ki o, hem okumalıydı, hem de yazmayı hayal ettiği birkaç yazıyı da yazmalıydı. Kâinatı yaratmış olan Allah, son peygamberinin şahsında okumayı emretmemiş miydi bütün insanlara?... Onun için okumalıydı…
Bu okuma, arının, bir gram bal için sayısız çiçekleri koklaması,
öpmesi ve benliğindeki dağarcığına bir katre bal koyması için, ulaşabildiği en
nadide nergislerden, menekşelerden, güllerden, şebboylardan, lalelerden, gevenlerin,
kendisi gibi küçük tomurcuklarından; pınarların en derinlerindeki sularından
bal özü devşiren arının, cehdi gibi olmalıydı…
Okumak, böylesi bir sevda olmalı… Yoksa cümleler gözümüzün önünden
kayıp geçerken, bu sevda dolaşmıyorsa beynimizde, hem dimağımızı, hem gözlerimizi,
hem de altından da değerli olan zamanımızı, Okyanus dalgaları arasında
kaybetmiş oluruz… Sahifeler bitmiş, dimağımız yorgun, hayaller gerçeklere
karışıp benliğimizi Dicle şelalelerinde taşlara çarparken görürüz…
Gözlerin gördüğü, aklın aklettiği müddetçe… Çünkü yıllar, başını
almış, ha bire kilometreler kat ediyordu ömründen… Ve ömür yolu öyle bir yoldur
ki, nerede başlayıp, nerede duracağını sadece onu yaratmış olan Allah bilir!
Peki, ne yapmalıydı?
Hayat grafiği, buna kader de denebilir; onunla o kadar oynamış ve
onu sevdiği atmosferden/atmosferlerden o kadar çok uzaklaştırmıştı ki, okumayı,
okumayı sevmeyi yitirmemek için yine seyahate, İmâm Şafi’înin dediği
gibi, gurbete çıkmalıydı…
ما في المَقامِ لِذي عَقلٍ وَذي أَدَبِ
مِن راحَةٍ فَدَعِ الأَوطانَ وَاِغتَرِبِ
سافِر تَجِد عِوَضاً عَمَّن تُفارِقُهُ
وَاِنصَب فَإِنَّ لَذيذَ العَيشِ في النَصَبِ
إِنّي رَأَيتُ وُقوفَ الماءِ يُفسِدُهُ
إِن ساحَ طابَ وَإِن لَم يَجرِ لَم يَطِبِ
وَالأُسدُ لَولا فِراقُ الأَرضِ مااِفتَرَسَت
وَالسَهمُ لَولا فِراقُ القَوسِ لَم يُصِب
وَالشَمسُ لَو وَقَفَت في الفُلكِ دائِمَةً
لَمَلَّها الناسُ مِن عُجمٍ وَمِن عَرَبِ
وَالتِبرُ كَالتُربِ مُلقىً في أَماكِنِهِ
وَالعودُ في أَرضِهِ نَوعٌ مِنَ الحَطَبِ
فَإِن تَغَرَّبَ هَذا عَزَّ مَطلَبُهُ
وَإِن تَغَرَّبَ ذاكَ عَزَّ كَالذَهَبِ
Yaşlı Tarihçi, seyahati, İmâm Şafi’î’nin “Gurbet Şiiri”ni
aklından geçirirken, parmakları çoktan anahtarı çevirmiş, kapıyı kapatmıştı
bile…
Evinin kendisi gibi yaşlı olan merdivenlerinden inip sokağa
çıkınca, kendisini okumayla ilgili düşüncelere öylesine kaptırmıştı ki, neredeyse
sokakta olduğunu fark etmeyecekti… Sırt çantalarından en küçüğünü almış
olmasına rağmen, o bile ağır geliyordu kalsiyumu bitmek üzere olan kemiklerine
ve ipliğe dönmüş damarlarına… Ve sadece kendisinin duyacağı şekilde:
-
Bismillah!
Ver elini Uludağ! Ver elini Uludağ! deyip yürümeye başladı.
Yeni Kapıya gitmek için Sofular yokuşundan inerken,
birilerinin, “Hoca nereye böyle?” gibi sorularına muhatap olmamak için,
yaşlılığın el verdiği nisbette hızlı yürüyordu. Onun derdi birileriyle
konuşmamak değil, lafı uzatıp Mudanya’ya gidecek vapuru kaçırmamaktı…
Ama bütün bu konuşmaktan kaçış manevralarına rağmen, manav Osman, “Hoca
nereye böyle?” diye sormasın mı?
Tarihçi fazla uzatmadan:
-
Sağ
dönersem anlatırım Osman! dedi ve Sofular’dan inişine devam edip, terler
içerisinde, zorbelâ rıhtımda bekleyen vapura yetişti.
Hava rüzgârlı olduğu için, vapur ine-çıka dalgaları yarıyor, âdeta
yolcularına tahterevalli oynatıyordu…
Vapur Mudanya kıyısına vardığında, yağmur ve rüzgâr durmuş, yerini
tatlı bir bahar havası almıştı.
Diğer yolcular gibi yaşlı Tarihçi de vapurdan inip, Bursa
otobüsüne bindi ve yarım saat içinde Bursa’ya vardı. Kimseye görünmemek için,
köşedeki çay ocağına girip, buram buram kokan “Bursa simidi”nden bir
tane alıp, şekersiz çayıyla yemeğe başladı. Kendisine göre hem simit hem de çay
gayet güzel olduğundan, onlarla iktifa etti ve dışarı çıkıp sağa sola bakınmaya
başladı. Onun dalgın dalgın sağa-sola baktığını gören bir taksi şoförü:
-
Amca
nereye gidiyorsun? Götüreyim; fazla paranı da almam! Aslında ben taksici
değilim; bu işi emekli maaşıma destek olması için yapıyorum, dedi.
Tarihçi de, taksi ücretlerini öğrenmek için sordu:
-
Uludağ’a
kaça gidersin?
Böyle bir soruyu beklemeyen taksi şoförü, şaşkın şaşkın sordu:
-
Uludağ
mı dediniz, Uludağ’ın neresini soruyorsun?
Tarihçi, “Ayı Çeşmesi!” deyince taksi şoförü iyice şaşırdı
ve sormadan edemedi: Amca susadıysan, sana su alayım; bunun için dağa gitmeye
gerek yok! dedi.
Tarihçi, “ben oraya gitmek istiyorum. Gitmişken, tabi suyunu da
içerim. Sen söyle bakayım, beni kaça götürürsün?
Derken, bir fiyatta anlaştılar ve yola çıktılar.
Taksici;
-
Amca,
sen arkada otur; rahat edersin! dedi. Tarihçi de, taksicinin dediğini yaptı ve
arka koltuğa oturdu.
Taksici hem Uludağ’a doğru tırmanıyor; hem de bu garip yolcuyu
anlamaya çalışıyordu… Öyle ya! Sabahın bu vaktinde ne işi ola ki “Ayı Çeşmesi”nde?
Taksici merak ediyor amma, fazla soru da soramıyordu. Ya müşterisi huysuz ve
sinirli birisiyse? Onun için susmayı tercih edip yoluna devam etti. Neticede
yolcunun ne istediği, Ayı Çeşmesi’ne neden çıkmak istediği, onu
ilgilendirmiyordu. Kaldı ki, lüzumsuz sorularla müşterisini neden kızdırsın ki?
Onun için sadece kendisine bir şey sorulmadan konuşmamayı tercih etti ve bir an
önce “Ayı Çeşmesi”ne varmak için yoluna devam etti…
Derken, “Ayı Çeşmesi”ne vardılar…
Onlardan önce gelmiş olanlar, ellerindeki bidonlara, şişelere su
doldurmak için kuyruğa girmiş, sıralarını bekliyorlardı.
Bizimkiler de, yani Yaşlı Tarihçi’yle taksi şoförü de, su
içmek için bekleyenlerin arkasından kuyruğa girdiler.
Bu şekilde birkaç dakika geçince, kuyruktaki gençlerden birisi
sormadan edemedi ve Yaşlı Tarihçi’ye:
-
Amca,
kabınız falan yok; suyunuzu nereye koyacaksınız?
Zaman zaman espri yapmaktan hoşlanan Yaşlı Tarihçi, eliyle
karnını göstermesin mi?!
Tarihçinin bu cevabına şaşıran genç ve onun önündekiler;
-
Amca!
Mademki su almayıp sadece içeceksiniz, gelin için ve beklemeyin…
Tarihçiyle taksici su almak için gelmiş olan bu nazik insanlara
teşekkür edip, sularını içtikten sonra arabaya gidince, Tarihçi taksiciye:
-
Kardeşim,
şehre inmek için başka bir yoldan inmemiz mümkün mü? diye sordu. Taksici,
-
Evet
efendim mümkün deyince; Tarihçi, “hadi o zaman oradan gidelim!” dedi.
İniş yolunun, Bursa’yı da gören bir tümseğinden geçerken, hiç
beklenmedik bir şekilde taksici,
-
İsterseniz
biraz inip şu ağaçlara, çiçeklere, güllere bakalım… Hem biraz da kuş seslerini
dinleriz. İstanbul’da özlemişsinizdir kuş seslerini, ağaçları, çiçekleri,
tabiatı…
Artık Tarihçiyle taksici birbirini tanımaya, anlamaya başlamışlardı...
Meğer taksici de, Tarihçi gibi, yeni emekli olmuş bir öğretmenmiş! Artık
taksici-müşteri muhabbeti bitmiş; yerini iki meslektaşın sohbeti almıştı…
Derken, taksicinin
gözleri, bir ara bir çam ağacının tepesinde henüz bitmemiş olan karlardan
eriyen suların damlalarına ilişti ve Tarihçiye:
-
Hocam!
Ağacın tepesinde henüz bitmemiş olan o kardan eriyip şu gül çiçeğine düşen
gümüş gibi su damlalarını görüyor musunuz? diye sordu.
Karlardan eriyip gül ağacına düşen su damlacıklarını süzmekte olan
Tarihçi, yutkundu, cevap veremedi ve su damlacıklarının düştüğü yere iki
gözyaşı düştü.
Erimekte olan kar damlalarıyla
Tarihçinin gözyaşları birbirine karışıp gülün yapraklarından süzülerek gül
ağacının dibine düşüp toprakları arasında kaybolunca, Tarihçi titrek sesiyle
konuşmaya başladı:
-
O
gördüğün damlalar, kar damlaları değil, tarih dile gelmiş geçmişine ağlıyor…
Tarihçinin söylediklerinden hiçbir şey anlamayan taksici, bir şey
sormaktansa susmayı tercih etti.
Taksici susuyor, gözü yaşlı Tarihçi, meslektaşı olan “öğretmen
taksici”ye anlatmaya devam ediyordu:
-
Evet
Hoca! O gördüğün damlalar, eriyen karın damlaları değil, tarihe ağlayan
Uludağ’ın gözyaşlarıdır!
Tarihçi, eriyen karın gül ağacına dökülen kar damlacıklarına eşlik
eder gibi ağlıyor, gözyaşları akıyor ve avucu içerisinde sıktığı şoförün elini
daha da sıkarak, konuşmaya devam ediyordu:
-
Uludağ,
tarihine ağlıyor Hoca… Gördüğün damlacıklar, kar suyunun damlaları değil, eteklerinde
kurulmuş olan ve asırlarca Yüce Yaratıcının ahkâmını dünyaya duyurma uğruna
cihad cephelerinde can veren şehitlere ağlayan Uludağ’ın gözyaşlarıdır… Uludağ,
cihad uğruna er meydanında şehid olan Sultan Murad Hudâvendigâr’a
ağlıyor… Uludağ, eteklerinde, zamanının en güçlü devletini kurup İstanbul’u[1]
fetheden büyük uygarlığın âkıbetine ağlıyor… Uludağ, saltanat uğruna ağabeyi Sultan
Beyazıt’la savaştıktan sonra yenilen ve Rodos şövalyelerine sığındıktan
sonra, Avrupalılar tarafından ülkeden ülkeye sürülüp Fransa’nın kuzey-batısında,
Bourganeuf köyündeki zindana konan Cem Sultan’ın akıbetine
ağlıyor… Dünyanın en büyük devletlerinden birisi olduktan sonra, rehavete
kapılan ve zaman zaman küçük çocukların saltanatı altında gücünü yitiren
Devletin, çapsız devlet adamlarının idaresi altında satvetini yitirmesine
ağlıyor… Bir zamanlar “i’lây-ı Kelimetullah” uğruna cihad edip, kendinden
sonraki nesillere miras bırakanların, o yüce ilkeyi terk edip başka ilkelere bağlanmalarına
ağlıyor… Anlayacağın Hoca, Uludağ, eteklerinde kurulmuş olan uygarlığın
günbegün yok oluşuna ve bu yok oluşun serencamına ağlıyor… Koca “Devlet-i Aliyye-yi
Osmaniyye”nin varisleri, geçmişlerinin mirasını öylesine unuttular ki, atalarının
tarihlerini okuyup anlamamaları için, Arapça harfleri yasaklayıp, Latin harflerini,
yazılarının alfabesi gibi benimseyip, dedelerinin kitaplarını okuyamaz hâle
geldiler. Okuyamadıkları için de, “tarihlerinin cahili” oldular…
Tarihçi akan gözyaşlarını sildikten sonra taksiciye dönüp, devam
etti:
-
Olanları
görüyor musun Hoca? Tarihimizle ilgili içimi yakan öyle çok şeyler var ki,
hangisini anlatayım, ve hangisine ağlayayım? Benim Uludağ gibi bitmez, kurumaz
gözyaşlarım yok ki! İyisi mi Uludağ’ı serbest bırakalım ve o, makûs tarihimiz
için ağlasın ve döksün gözyaşlarını…
Tarihçiyle taksici, Bursa’ya inen tali yoldan yaslı yaslı yol
alırlarken, çam ağacının tepesinde eriyen son karın damlacıkları da akmaya
devam ediyor, Uludağ’ın gözyaşlarına ortak oluyorlardı…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder