UHUD GAZVESİ’NDE OKÇULAR TEPESİNİ VE SAVAŞ MEYDANINI TERK EDENLER
Prof. Dr. Mehmet Salih ARI
Hz. Peygamber (s.a.s.)’in gazveleri arasında Uhud Gazvesi’nin ayrı bir önemi vardır. Hicretin 3. yılında (625) meydana gelen gazvede çok sayıda ibret, hikmet ve ders çıkarılması gereken sonuçlar bulunmaktadır. Bu gazve sürecinde Resûlullah’ın savaşa çıkmadan önce ashabıyla istişare edip ona göre hareket etmesi, kararlılığını göstermek için zırhını giydikten sonra savaşmadan çıkaramayacağını söylemesi, ashabıyla birlikte cansiperane savaşması, savaştan hemen sonra sadece bu savaşa katılanlarla düşmanı takip etmesi, çok sayıda sahâbînin bu gazvede şehit olması gibi asla unutulmaması gereken konular bulunmaktadır. Birçok konuda olduğu gibi bu gazvenin sonuçlarını isabetli bir şekilde okuyup yorumlayanların yanı sıra olayı farklı yönlere çekenler de olabilmiştir. Uhud Gazvesi’ni bir yenilgi olarak görüp bu yenilgiyi sahâbîlerin içki içmesine bağlayan yazarlar olduğu gibi bu gazveyi galibiyet veya mağlubiyet olarak gören, olumlu olumsuz yorumlayan yazarlar/araştırmacılar var olagelmiştir. Uhud Gazvesi’nden önce içki (hamr) tam olarak yasaklanmadığından bazı sahâbîlerin savaş gecesi içki içmiş olduğuna dair bazı rivayetler[1] bulunmaktadır. Ancak bu rivayetler doğru olarak kabul edilse bile içki içmenin savaşın sonucunu değiştirecek derecede etkili olduğunu iddia etmek isabetli bir görüş değildir. Zira Uhud Gazvesi ile ilgili tüm rivayetler savaşın ilk aşamasında Müslümanların kesin olarak üstün olduklarını ortaya koymaktadır. Savaşın sonucuna tesir edecek derecede içki içilseydi baştan itibaren bu yenilgi durumu kendisini gösterirdi. Bu çalışmada özellikle savaş stratejisi bakımından savaşın seyrini değiştiren bir olay üzerinde durulacaktır. İlk önce Ayneyn tepesinin Uhud Gazvesi’ndeki önemi, bu tepenin diğer bir adı olan Okçular tepesini (Cebelü’r-Rumât) savunanlar ele alındıktan sonra bu tepeyi ve savaş meydanını terk edenler konu edinilecektir.
Resûlullah
(s.a.s.) Uhud’a vardığında ordusunu savaş stratejisi açısından en uygun yere
yerleştirdi. Medine’yi karşısına alarak arkalarını dağa vererek karargâhını
kurdu. Uhud Dağı ile Ayneyn tepesi arasında bulunan geçit, ordunun sol tarafında
kalıyordu.[2] Bu geçit iyi tutulduğu takdirde,
düşman süvarilerinin İslâm ordusunun arka tarafına sızmaları imkânsızdı. Zira
Ayneyn tepesi, Kanat vadisi ile Uhud Dağı arasında bulunan stratejik bir tepe
idi. Kanat vadisi boyunca gelebilecek düşman birlikleri, ancak bu tepeden üzerlerine
atılan oklarla durdurulabilirdi. Hz. Peygamber stratejik önemi haiz bu geçide,
Abdullah b. Cübeyr komutasında elli okçu yerleştirdi ve beyaz elbisesi ile
dikkat çeken Abdullah b. Cübeyr’e şu kesin talimatı verdi:
“Oklarınızla
bizi koruyunuz. Bize yönelecek atlıları ok yağmuruna tutup püskürtün. Galip de
gelsek mağlup da olsak yerlerinizden asla ayrılmayın. Düşmanın bulunduğunuz
taraftan, arkamızdan gelmelerine imkân vermeyin.”[3] Diğer bir rivayette ise
İmam Buharî, Resûlullah (s.a.s.)’ın okçulara şöyle talimat verdiğini aktarmaktadır:
“Bizleri (yırtıcı) kuşlar kapıyor görseniz de ben sizlere haberci gönderinceye
kadar asla şu yerinizden ayrılmayın. Ve yine sizler, bizim düşman kavmi bozguna
uğrattığımızı ve onları çiğnediğimizi görseniz de size ben haberci gönderinceye
kadar yerinizden asla ayrılmayın.”[4]
Okçular
yerlerine yerleştikten sonra Resûlullah (s.a.s.)’ın onlara daha önce verdiği
emri tekrarladığı ve bu konuda Yüce Allah’ı şahit tuttuğuna dair bir rivayet
ise şöyledir: “Bizi arkamızdan koruyunuz. Biz düşmanın arkadan bize gelip
saldırmasından korkarız. Yerinizde durun, buradan hiç ayrılmayın. Bizim onları
bozguna uğrattığımızı, onların karargâhlarına girdiğimizi görseniz dahi
yerinizden ayrılmayın. Bizim öldürüldüğümüzü görseniz dahi bize yardım etmeyin
ve bizi savunmaya kalkışmayın. Allah’ım bu konularda seni şahit tutuyorum.
Onların atlarını (süvarileri) oka tutunuz. Zira atlar atılan oklara doğru
gelemezler.”[5]
Bundan
sonra savaş mübareze ile başladı ve çarpışmalarla devam etti. Müşriklerin ordusundaki
süvariler Ayneyn geçidine yaklaştıklarında okçular onları oklarıyla geri
püskürttü. Düşman birliğinin sancaktarları öldürüldükten sonra Müslümanlar müşriklere
saldırdılar büyük bir galibiyet sağladılar. Öyle ki düşman karargâhlarına kadar
ilerlediler. Bozguna uğrayan Kureyş askeri ve onları savaşa teşvik eden
kadınlar, dağa doğru kaçmaya başladılar. Ne var ki, Müslümanlar savaşı
tamamıyla kazanmış bir havaya girerek, kaçan düşmanı takip etmek yerine, onların
savaş alanında bıraktığı mal ve eşyaları ganimet olarak toplamakla uğraştılar.[6]
O sırada
Ayneyn geçidini tutan elli okçu da arkadaşlarının ganimet topladıklarını görünce
birbirlerine: “Neden hiçbir şey yapmadan burada duruyorsunuz? Yüce Allah
düşmanı yenilgiye uğrattı. İşte kardeşleriniz onların karargâhını
yağmalıyorlar. Müşriklerin karargâhına girin kardeşlerinizle birlikte siz de
ganimet toplayın.” dediler. Bazı okçular ise onlara şöyle dediler: “Resûlullah’ın
size şöyle dediğini hatırlamıyor musunuz: ‘Bizi arkamızdan koruyun. Yerinizden
asla ayrılmayın. Öldürüldüğümüzü görseniz bile bize yardım etmeyin. Ganimet
topladığımızı görseniz bize katılmayın. Bizi arkamızdan koruyun.’” Diğer
okçular ise: “Resûlullah’ın muradı bu değildir. Hiç kuşkusuz Allah müşrikleri
perişan etmiş ve onları yenilgiye uğratmıştır. Karargâha girin ve
kardeşlerinizle birlikte yağmalayın.” dediler. Okçular bu şekilde ihtilaf
edince beyaz bir elbise içerisinde bulunan komutanları Abdullah b. Cübeyr
onlara bir konuşma yaptı. Allah’a hamd ve sena ettikten sonra Allah’a ve Resûlüne
itaat etmelerini, hiçbir konuda Resûlullah’ın emirlerine muhalefet etmemelerini
onlara emretti. Fakat onlar komutanlarına itaat etmediler ve dağıldılar.
Abdullah b. Cübeyr’in yanında okçulardan sayıları onu geçmeyen küçük bir grup
kaldı. Yerini terk etmeyenlerden biri olan Haris b. Enes, yerlerini terk
edenlere yönelerek: “Ey cemaat! Peygamberinizin size söylediği sözü hatırlayın.
Komutanınıza itaat edin!” dedi. Ancak onlar dinlemediler, geçidi boş
bıraktılar, müşriklerin karargâhına girip yağmalamaya başladılar.[7] Uhud Gazvesi’nin tam olarak
başarıya ulaşmamasının en büyük nedeni bazı okçu sahâbîlerin Resûlullah’ın
emrini sonuna kadar yerine getirmemekten yani Okçular tepesini terk
etmelerinden kaynaklandığı her defasında vurgulanmaktadır.
Kureyş ordusunun becerikli komutanı
Hâlid b. Velid, bu sırada müslümanları arkadan vurmak için fırsat kolluyordu.
Birkaç defa söz konusu geçide saldırmış; ancak okçular tarafından geri
püskürtülmüştü. Hâlid okçuların yerlerinden ayrıldıklarını öğrenince İkrime b.
Ebû Cehil ve süvari birliği ile tekrar saldırıya geçti. Yerlerinden ayrılmayan
ve kendisini durdurmaya çalışan Abdullah b. Cübeyr ve okçular ile çarpıştılar.
Abdullah, okları bitinceye kadar ok atmaya devam etti. Sonra mızrağı
kırılıncaya kadar mızrakla çarpıştı. Mızrağı kırılınca kılıcını sıyırdı. Şehit
oluncaya kadar onlarla çarpıştı. Ayneyn geçidini en son terk edenlerden Cu’âl
b. Süraka ve Ebû Bürde b. Niyar, Abdullah b. Cübeyr’in öldürülmesini
görmüşlerdi.[8]
Hâlid b. Velid ve süvari birliği, Abdullah
b. Cübeyr ile on arkadaşını şehit ettikten sonra İslâm ordusunun arka tarafına
geçmeyi başardılar. Bunu gören Kureyş ordusu da geri dönüp saldırıya geçti. Yeniden
başlayan çarpışmalar savaşın seyrini değiştirdi. İki kuvvet arasında kalan Müslümanlar
paniğe kapıldılar. Hatta farkına varmadan birbirlerini öldürenler oldu. Hz.
Peygamber’in öldürüldüğüne dair yalan bir haber yayıldı. Müslümanlardan bir
kısmı tekrar silâha sarılıp çarpışmaya, bazıları da kaçışmaya başladı. Hz.
Peygamber yanında kalan az sayıdaki sahâbî ile savaşa devam etti. Hz. Peygamber
(s.a.s.)’in mübarek yüzü bir kılıç darbesiyle yaralandı, aldığı darbenin
etkisiyle Hz. Peygamber’in miğferi ikiye bölününce halkaları yüzüne battı. Düşmanın
attığı taşla alt dudağı yarıldı ve bir dişi kırıldı. Diğer bir müşrikin darbesiyle
de alnından yaralandı. Müslümanlardan 70 kişinin şehadetiyle savaş neticelendi.[9]
Okçuların Uhud Gazvesi’ndeki durumunu aşağıda meali verilen
ayet-i kerime çok iyi bir şekilde gözler önüne sermektedir: “Andolsun ki
Allah size verdiği sözü yerine getirdi. Hatırlayın ki O’nun izniyle kâfirleri
öldürüyordunuz, ama Allah size istediğiniz zaferi gösterdikten sonra
gevşediniz, emre itaat hususunda birbirinizle tartıştınız ve emre aykırı
hareket ettiniz; içinizden kimi dünyayı istiyordu, kiminiz de âhireti
istiyordunuz; derken Allah denemek için onların karşısında sizi bozguna
uğrattı. Sonunda yine de sizi bağışladı. Allah, müminlere karşı lütufkârdır.”[10]
Bu ayet-i kerimenin okçular ve onların durumları ile ilgili
olduğu belirtilmektedir. Bazı tarihçi ve müfessirlere göre ayette geçen “tartıştınız
ve emre aykırı hareket ettiniz” ifadesinden maksat, okçuların yerlerini
terk edip etmeme konusunda yaptıkları tartışmadır. “Dünyayı isteyeniniz de
vardı.” ifadesinden kastedilen müşriklerin ordugâhını ve oradaki ganimet
mallarını isteyen okçulardır. “Ahireti de isteyeniniz de vardı.” Ahireti
isteyenler Abdullah b. Cübeyr ve yanındakiler gibi, yerinde sebat edip ganimet
için ayrılmayan okçulardır. Abdullah b. Mes’ud’un, “Bu ayeti işitene kadar, Resûlullah
(s.a.s.)’ın ashabından dünyaya talip olanların olduğunu bilmiyordum.” dediği
rivayet olunmuştur.[11] Bütün bu hareketlere
rağmen ayet-i kerimede, Yüce Allah’ın okçuları affettiği buyurulmaktadır.
Savaşın bu zorlu aşamasında bazı sahâbîler savaş meydanından uzaklaşmış, bazıları Medine’ye, bir kısmı diğer taraflara, çoğu ise Uhud dağının eteğine sığınmışlardır. Savaşın bu sahnesini aşağıda meali verilen ayet-i kerime ana hatlarıyla anlatmaktadır: “O zaman siz dönüp hiç kimseye bakmadan yukarı doğru çekiliyordunuz; peygamber ise arkanızdan sizi çağırıyordu, kaybettiklerinizin ve başınıza gelenlerin üzüntüsüne katlanabilmeniz için (söz tutmamanıza karşılık) Allah size tasa üstüne tasa verdi. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.”[12] Ayet-i kerimede geçen “Allah size tasa üstüne tasa verdi” ifadesinden müfessirler, birinci olarak Hz. Peygamber’in öldürüldüğü iddialarıyla Müslümanların üzüntüye gark oldukları, ikinci olarak ise çok sayıda sahâbînin yaralanıp şehit olmasıyla Müslümanların tekrar tasalandıkları şeklinde yorumlamışlardır.[13]
Yukarıda da işaret edildiği gibi Uhud Gazvesi sırasında Hz. Peygamber’in öldürüldüğü haberi yayılınca bazı sahâbîler savaş meydanını terk ederek Medine’deki evlerine kadar kaçmışlar, savaşın durumu hakkında bilgi vermişler ve bu kişiler hanımları tarafından eleştirilmişlerdi.[14] Hz. Osman da Ukbe b. Osman ve Sa’d b. Osman adında Ensar’dan iki kişi ile savaş meydanından oldukça uzaklaşmış, Medine civarındaki Ca’leb dağına kadar gitmişlerdi. Sayıları az olan bu askerler savaş sona erinceye kadar geri dönmemişlerdi. Bundan dolayı Hz. Peygamber’in onlara “Şüphesiz siz dağın enine doğru uzak bir yere gittiniz” dediği rivayet olunmaktadır.[15] Bu grup hakkında Yüce Allah: “İki ordunun karşılaştığı gün sizden bozguna uğrayanlar var ya, sırf yaptıkları bazı şeyler yüzünden şeytan onların ayaklarını kaydırmıştı. Şüphe yok ki Allah onları affetmiştir, Allah çok bağışlayıcıdır, pek halîmdir.”[16] buyurarak onları affettiğini bildirmiştir. Nitekim bir defasında Abdurrahman b. Avf savaştan yüz çevirdiği için bir vesileyle Hz. Osman’ı eleştirdiğinde o, hatasını kabul etmiş, bu konuda Yüce Allah’ın kendisini affettiğini ifade etmiş[17] ve kendisini savunmuştur.
Sonuç olarak Okçular tepesinde bulunan okçuların büyük bir
kısmı Resûlullah’tan aldıkları emrin sona erdiğini düşünerek komutanları
Abdullah b. Cübeyr’in emirlerini dinlememişler, yerlerini terk etmişler ve
ganimet toplamanın peşine düşmüşlerdir. Bunun neticesinde savaşın birinci
devresinde üstün oldukları halde Müslümanlar bu olaydan sonra zor anlar
yaşamışlardır. Başta Resûlullah olmak üzere savaşa katılan tüm Müslümanlar zarar
görmüşlerdir. Birçoğu yaralanmış ve 70 sahâbî şehit olmuştur. Ayrıca savaşın bu
aşamasında Hz. Peygamber’in öldürüldüğü haberi yayılınca bazı sahâbîler savaş
alanını terk etmiş ve uzak yerlere gitmişlerdir. Medine’ye kadar gidenler
olmuştur. Ancak gerek Resûlullah (s.a.s.) gerekse Müslümanlar bu iki zümreyi
suçlu görüp yargılama veya eleştirme yolunu tercih etmemişlerdir. Resûlullah
(s.a.s.) gazveye katılan tüm Müslümanlara ve bu iki gruba karşı yumuşak
davranmıştır. Kaynaklarda gazvelere katılanların, şehit olanların isimleri
kabileleriyle birlikte birer birer belirtildiği halde birkaç kişinin dışında
yerlerini terk eden okçuların adları zikredilmemiştir. Savaş alanını terk eden
birkaç sahâbînin ismi kaynaklarda yer almış ancak bazı istisnalar dışında eleştiri
konusu yapılmamıştır. Yukarıda zikredilen ayet-i kerimelerden anlaşıldığı gibi
Yüce Allah gerek yerlerini terk eden okçuları gerekse savaş meydanını terk eden
sahâbîleri kesin bir şekilde affettiğini bildirmiştir. Bütün bunlardan Uhud
Gazvesi’ne katılmanın bile başlı başına büyük bir ayrıcalık olduğu
anlaşılmaktadır.
KAYNAKÇA
·
BUHÂRÎ,
Muhammed b. İsmail (256/869), Sahîhu’l-Buharî,
I-VIII, İstanbul ts.
·
İBN HİŞÂM,
Ebû Muhammed Abdulmelik (218/833), es-Sîretü’n-Nebeviyye
(thk. Mustafa es-Sekkâ v.dğr.),
I-IV, Kahire 1336.
·
İBN SA’D,
Muhammed (230/844), Kitabu’t-Tabakâti’l-Kebir
(thk. Ali Muhammed Ömer), I-XI, Kahire 2001.
·
KÖKSAL, M.
Asım, İslâm Tarihi: Hz. Muhammed
(a.s.) ve İslâmiyet, I-XI, İstanbul 198l.
·
KURTUBÎ,
Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed (671/1272), el-Cami’u
li Ahkâmi’l-Kur’ân, I-XX, Beyrut 1965.
·
TABERÎ,
Ebû Cafer Muhammed b. Cerir (310/922), Cami’u’l-Beyân
fî Te’vili’l-Kur’ân, I-XXX, Beyrut 1405.
·
TABERÎ,
Ebû Cafer Muhammed b. Cerir (310/922), Tarihu’l-Ümem
ve’l-Mulûk (thk. Muhammed Ebû’l-Fadl İbrahim), I-XIII, Beyrut 1967.
·
VÂKIDÎ,
Muhammed b. Ömer (207/822), Kitabu’l-Meğâzî
(thk. Marsden Jones), I-III, Beyrut 1966.
[1] Vâkıdî, el-Meğâzî, I,
266.
[2] Vâkıdî, el-Meğâzî, I,
220.
[3] İbn Hişam, es-Sire, III,
70.
[4] Buhârî, “Kitabu’l-Cihad
ve’s-Siyer”, 124 (IV, 26)
[5].Vâkıdî, el-Meğâzî, I,
224-225.
[6] İbn Sa’d, et-Tabakat, II,
38-39.
[7] Vâkıdî, el-Meğâzî, I,
229-230.
[8] Vâkıdî, el-Meğâzî, I,
232-233.
[9] Uhud Gazvesi için bkz. Vâkıdî,
el-Meğâzî, I, 220-225; 229-232; İbn Hişâm, es-Sire, III, 64-112; İbn
Sa’d, et-Tabakat, II, 39-40; M. Asım Köksal, İslam Tarihi, III,
91 ve devamı.
[10] Âl-i İmrân, 3/152.
[11] Vâkıdî, el-Meğâzî, I,
322-323; Taberî, Tefsir, VII, 281-299; Taberî, Tarih, II, 509.
[12] Âl-i İmrân, 3/153.
[13] Taberî, Tefsir,
VII, 304-306; Kurtubî, el-Cami‘u li Ahkâmi’l-Kur’ân, IV, 240.
[14] Vâkıdî, el-Meğâzî, I,
277.
[15] Taberî, Tarih, II,
522.
[16] Âl-i İmrân, 3/155.
[17] Vâkıdî, el-Meğâzî, I,
278.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder