BİZİM EVDEN
HİKÂYE
CÜBBESİNİ YÜZÜNE
KAPATAN ADAM
Cağfer KARADAŞ
Başında siyah bir kalpak, altındaki yüzü parlak ve yuvarlak; yanaklarından süzülen tel tel sakalı, sırtındaki cübbesiyle görüntüsü vakarlı. Rahvan konuşurken parlak yüzüne bir masumluk yansıyor ama dörtnala kalkınca onu kimse tanıyamıyor. Hele yel değirmenleriyle atışmaları, sağa sola sataşmaları; milletin gözbebeği değerlere saldırışları, havada uçuşan sözleri, fıldır fıldır gözleri; insana hiç güven telkin etmiyor, aksine ürkütüyor, tedirgin ediyor…
Yüzünün edası, dudaklarının alelacele
kıpırdaması olmasa, görüntüsü çelimsiz bir heykel havasında, “en büyük sensin”
diyen aynanın karşısında, kuzeyin yüksek yaylasında, hatta uzayın en tepe
noktasında…
“Uzay mı?” dediniz. Ona sorun. Her şeyi
bilir edasıyla hepsini söylesin; kara delikleri göstersin, yıldızlarla dans
etsin, gezegenler peşinden gitsin… Boştur onun yanında, nasası masası. Her şeye
çalışır onun kafası… Ne dilinde kemik ne kelimelerinde içtenlik ne oturaklı
kişilik, ne zihninde gerçeklik… uçtu gitti hepsi, bize kaldı türküsü.
Kaybolup gitti gerçeklik,
Her şeyler oldu seyirlik,
Bizler hiç böyle değildik,
Sanal âlem meydanında
Hem dönüştük hem değiştik.
*
O istediğinde görülür, istediği gibi
görünür, kimi zaman gizlenir, ama hep izlenir; azıcık unutulmaya yüz tutsun,
hemen bir şeyler bulur, herkesleri susturur, evin gündeminin başköşesine
oturur. Bazen ortalığı toza dumana verir ne üstüne alınır ne ortada görünür,
hemen rahvan ayarlara geçer, kendine yeni elbiseler biçer, yeni ufuklara yelken
açar…
En büyük avantajı, rahvan yürüyüşe
benzeyen konuşması, dudaklarının biteviye tokuşması, yüz mimikleriyle buluşması;
safları kendine çeker, tamahkârları hayran eder. Kimisi dudaklarının
hareketine, kimisi kelimelerin akış ritmine, kimisi de kalpağının uyumlu hareketine
kapılır gider.
Herkes etkilenir bir yerinden, kimse
kalkamaz yerinden, zannederler derinden, okyanusun ta dibinden, alıp getiriyor,
önümüze seriyor, ah neler neler söylüyor!
Hâlbuki söyledikleri incir
çekirdeğiyle boy ölçüşüyor, yatsı vaktinde sönüyor, uyanınca bitiyor, hayal
perdesinde kaybolup gidiyor…
Bir bakıyorsunuz aniden değişmiş, ayağında
olması gerekeni boynuna takıştırmış, bir de bunun tüccarlığına kalkışmış; gönülde
ve gönülden olanı ticari meta yapmış, ekran ekran satışa çıkartmış. Ah, bilseniz
daha neler satmış; dünyayı, ukbayı, cennetteki arsayı, rüyadaki parsayı… Bir uçan
bir de kaçan kurtulmuş satışından, makinalı tüfek gibi atışından… Eh, alıcısı da var neticede, bu kadar safın
ve tamahkârın olduğu yerde, böyleleri prim yapar elbette.
*
Ama görenler görüyor: uyduruk bir
dünya, renkli bir rüya, geçici bir hülya…
Hani bir meddah dinlersin. Standapçı
denilen cinsten. Dinlersin, gülersin; gülersin, gene dinlersin. “Sonuçta ne
oldu?” dersen, cevap: “Hiiiç, güldük işte! Ne var bu işte? Gül ve geç, altı
üstü bir skeç. Meddah eğlendirir, bir mesleği vardır, sürdürür; parasını veren
gelir seyreder, vermeyen geçer gider; herkes bilir ki o sadece güldürür,
mesleğiyle de bir şekilde saygı görür.”
Ama bu meddah değil, onun bir gömlek
altı. Sırtındaki cübbesiyle, göbeğine inen sakalıyla, başındaki kalpağıyla son
derece özgün. Çan çan konuşur her gün. Ekran ekran dolaşır, müşteri bollaştırır,
çokluğa hayran ekran oynatıcılar onun peşinden koşturur. O da hakkını verir, prim
time dilimlerde reytingleri coşturur.
Görenler görür, aklını kullananlar
fark eder; şehrin dip akıntısından beter, lafızlar cafcaflı, manalar heder; görünenin
altında bir şeyler gizler, bunu ancak bilenler ve kaygı duyanlar sezer.
Evet, onlar emindirler, sürekli
uyarı verirler, çünkü gösterdiği yerler, hiç de tekin değiller; kullandığı
malzemeler sahte ve dökük, bastığı zemin çürük, renklendirilmiş bir köpük, gerçeklikten
ve bağlamdan kopuk.
Bu gidiş hayra alamet değil, buna
kim söyleyecek? Bir gün esaslı tökezleyecek, hatta kendini tepe taklak edecek, bir
uçurumdan aşağıya düşecek, kendisi düşmese de etrafındakiler itecek, çünkü “şeyh
uçmaz mürit uçurur” sözü tarihî ve tecrübî bir gerçek.
Nitekim böyle gidenler hep
tökezlemişler, farkına varmadan baş aşağı gitmişler, kafaları değdiğinde yerkürenin
çekim gücünü, taşların sert yanını, ateşin yaktığını ve suyun boğduğunu görmüşler,
iş işten geçtikten sonra da ah vah etmişler.
O bütün bunları bilir, itinayla zihninin
en dip yerine ittirir; üstüne beton döker, onun üstüne de tüy diker.
Ama gerçeklerin istenmeyen ve
beklenmedik zamanlarda ortaya çıkmak gibi, acı ve yakıcı bir tarafı vardır.
Uyanıkken olmasa da uykuda ortaya çıkar, rüyasına girer; insana rüyasını da
dünyasını da dar eder.
İşte böyle onun derinlere itinayla
ittirdiği şeyler bir gün rüyasına girdi, bütün gidişatı hiç istemediği ve
beklemediği bir yöne evirdi.
Düştü bir uçurumun kenarından,
kuzeyin yüksek tepelerinin en zirve noktasından; kayaların sertliğine çarptı,
buzların serinliğinde titredi, korkunç dalgalar içinde nefesi kesildi…
Orada kalsa iyiydi. Bir başka sahneye
atıldı, uçuyordu ha bire; birden bir yanardağ içinde, hem de en dibinde, ateşin
yakıcılığı beyninin içinde; o ateşte değil, ateş onun içinde. İçindeki ateş büyüdükçe
büyüdü, içini kaplayan sanal tortuları eritti; beklemediği bir anda,
hazırlıksız bir halde gerçekle yüz yüze geldi.
Kan ter içinde uyandı, aslında uyandığını
sandı. Hâlbuki rüya devam ediyordu, kor ateşler içinde debeleniyordu; birden durdu,
bir kulpa tutundu, çekti kendine, kulp elinde kaldı; tam o an kavradı, sona
geldiğini anladı, gerçeğin ortasını boyladı; utancının kızıllığı yüzünü kapladı,
bedeninde bir titreme başladı; Bir an düşündü, sımsıkı cübbesine büründü. Her
tarafını örttü, tek yüzü göründü.
Ürkek ve tedirgindi, ansızın yanında
bir yaratık belirdi, bed çehreli biriydi, gözlerini gözlerine dikti, kulağına
dibine eğildi, müstehzi edayla hafiften seslendi: “Cübbeni yüzüne kapat! Herkes
seni orandan tanır.”
Aklına yattı, zaten aklı karışık,
zihni dağınıktı ne düşünecek zamanı ne de hali kalmıştı, hemen davrandı,
denileni yaptı, cübbesini çıkarttı, yüzüne kapattı, şimdi içi rahattı. Her yerini
açmıştı ama hiç değilse yüzünü kapatmıştı, böylece tanınmaktan yırtmıştı.
Sonra itinayla bastırdığı içinin en
mutena yerinden uyarıcı müşfik bir ses geldi: “Ötede cübben olmayacak, bakalım
halin ne olacak?”
23 Safer 1443 /
30 Eylül 2021
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder