İSLÂM’DA BİR ARADA YAŞAMANIN TEMELLERİ
Prof. Dr. Âdem APAK
Bir arada yaşamanın temelini teşkil eden insan hakları tabiri Batı kaynaklı bir kavram olarak kabul edilmekle birlikte, aslında Hıristiyan kaynaklı değildir. Zira insan hakları başta Katoliklik olmak üzere, Ortodoksluk ve Protestanlık tarafından pek sempatik görülmemiştir.[1] Batı dünyasının bu konuda sicili çok kötüdür. Zira jenosit, engizisyon, otuz yıl savaşları, yüz yıl savaşları Batı tarihine ait kavramlar ve hadiselerdir. Hıristiyanların geçmişiyle karşılaştırıldığında insan hakları bakımından İslâm tarihinin çok olumlu tecrübelere sahip olduğu ise açık bir gerçektir.
İslâmî
öğretiye göre insan hakları, Yaratıcı’nın hiçbir istisna söz konusu olmaksızın
tam bir eşitlikle insanlık ailesinin her ferdine tanıdığı, insanlık onuruna
(değerine) bağlı olan haklardır. İnsanlık onurunda din, dil, cins, renk, ırk ve
millet farkı gözetilmez. İnsanların haklarını kazanabilmek için insan olmaktan
başka bir şart yoktur. Dolayısıyla insan haklarının temeli bizzat insanın
varlığıdır. Temel hakların sebebinin bizzat insanın kendisinin olması ve
doğuştan getirilmesi demek, bu hakların devlet tarafından verilmediği anlamına
gelir. Başka bir ifadeyle doğuştan getirilen haklar, devletle yapılan bir
anlaşmaya değil, doğrudan Allah ile yapılan bir ahde dayanır. Bunun tabiî
sonucu olarak da devlet, vermediği bir hakkı alma yetkisine sahip değildir.[2]
İslâm
hukuku tarafından güvence altına alınan insan hakları bütün insanlığa şamildir.
Dolayısıyla bu haklardan yararlanma konusunda insanlar arasında herhangi bir ayrım
yapılamaz. Bu husus gerek Kur’ân-ı Kerîm’de, gerekse Hz. Peygamber’in (sav)
hadislerinde sarahatle vurgulanmıştır:
“İnsanlar tek bir ümmettir”, (Yûnus, 10/19);
“İnsanlar tek bir candan yaratılmış ve çoğaltılmışlardır” (Nisâ, 4 /1); “Allah sizden cahiliye gururunu, büyüklenmeyi ve
babalarınız ile övünmeyi kaldırmıştır. Bütün insanlar Adem’dendir, Adem de topraktandır”.[3]
“Ey insanlar, sizin Rabbiniz birdir, babanız da birdir. Haberiniz olsun ki,
takva dışında hiçbir Arabın Arap olmayana, hiçbir Acemin Araba, hiçbir siyahın
beyaza, hiçbir beyazın siyaya karşı bir üstünlüğü yoktur. Şüphesiz ki ilahi
huzurda en değerliniz en muttakî olanınızdır”.[4]
İslâm
dini, diğer semavî dinlerde olduğu gibi, beş temel hayat unsurunu korumayı
hedeflemiştir. Bunlar hayat (ismetü’n-nefs), akıl (ismetü’l-akl), din
(ismetü’d-din), nesil ve onur (ismetü’n-nesl ve ismetü’l-ırz) ve maldır.
(ismetü’l-mal). Dolayısıyla bir arada yaşamanın temelinin teşkil eder mahiyette
İslâm’ın sunduğu hak ve özgürlükler, zikredilen hedeflerle doğrudan ilgilidir.
Fukahâ, onurlu bir insanın hayatının olmazsa olmaz, en temel ve devredilemez
haklar olduğunu göstermek için bu haklara zarûriyyât adını vermiştir. Her
insanın vazgeçilmez nitelikte olan bu haklarını korumaması tabiî hakkı, hatta
görevidir. Nitekim bu uğurda hayatlarını kaybedenler Hz. Peygamber (sav)
tarafından şehit kabul edilmiştir.[5]
İslâm
dininin korumayı taahhüt ettiği hak ve özgürlükler içerisinde diğerlerine de
temel teşkil eden en önemli hak hayat hakkıdır. Bu hak diğer bütün hakların
üstünde yer alır. Zira kişinin hak ve özgürlüklerden yararlanabilmesi, her
şeyden önce yaşama hakkına sahip olmasını gerekli kılar. Haklar konusunda bir
çakışma yaşanırsa öncelik yaşama hakkınındır. Bu sebeple bir kimse hayatını
sürdürebilmek için başkasının malını almak zorunda kalırsa bunu alabilir. Çünkü
yaşama hakkı, mülkiyet hakkından önce gelir. İslâm dini, hiçbir ayrım
gözetmeksizin her insana hayat hakkı tanımış, bu hakka yönelebilecek her türlü
ihlâl ve tecavüzü önleyici tedbirler almıştır. Dolayısıyla yaşama hakkının
gerek insanın kendisi gerekse başkaları tarafından ortadan kaldırılmasını
kesinlikle yasaklanmıştır. O kadar ki, ana karnındaki bir çocuğun bile geçim
sıkıntısı ve benzeri endişelerle yok edilmesi yasaklanmıştır. (En’am, 6/151;
İsrâ, 17/31). İslâm’da yaşama hakkına yönelik tecavüzleri önleyici tedbirler
alınmış, cana kıyma yasaklamış, bir kişinin öldürülmesi bütün insanlığın
öldürülmesi olarak kabul edilmiş, buna karşılık bir canı kurtarmanın da bütün
insanları kurtarmak anlamına geleceği belirtilmiştir. (Mâide, 5/32). Hz. Peygamber’in
(sav) Veda hutbesinde geçen “Canlarının her türlü tecavüzden korunmuştur”
ifadesi İslâm’ın can güvenliği konusuna atfettiği önemi ve verdiği teminatı
açıkça ortaya koyar. Buna göre insanın yaşama hakkının tabiî bir hak olduğu ve bu
hakkın, dinin koruması altında bulunduğu hususu bir defa daha ifade edilmiştir. [6]
İslâm
inancında yaşama hakkına dayalı olarak kabul edilen diğer insan haklarına da
ehemmiyet verilmiştir. Bunlar, ifade özgürlüğü, inanma ve inancını yaşama,
mülkiyet, şahsî dokunulmazlık, şahsî özgürlük, sosyal güvenlik, zorbalığa baş
kaldırma, eşit muamele görme, haksızlığı düzeltme, iktisadî güvenlik, seyahat
özgürlüğü, bir ülkeyi terk etme ve ülkeye yerleşme özgürlüğü, emeğin
karşılığını alma, tövbe ve pişmanlık özgürlüğü, şeref ve itibar, ikamet,
evlenme, boşanma, akrabalık, malını dağıtma hakkı olarak sayılabilir.[7]
Temel
hak ve özgürlükler içinde din ve vicdan hürriyeti, insanın sahip olduğu en
önemli haklardan birisidir. Bu anlamda genel insan hakları için ifade ettiğimiz
değerlendirmelerin tamamı din ve inanç özgürlüğü için de geçerlidir. Ayrıca
unutmamak gerekir ki, insanlar diğer hiçbir alanda olmadığından daha çok din ve
inanç özgürlüğü konusunda duyarlı olmuşlar, inançları uğruna, yurtlarını terk
etmeyi, hatta ölümü dahi göze almışlardır. Kur’ân’da geçen peygamber kıssaları
ve bizzat Hz. Peygamber’in (sav) hayatı bunun en büyük delili, tarih de bu ve
benzeri hadiselerin en büyük şahididir. Bu sebeple İlahi Mesaj’ın bu hak ve
hürriyete verdiği önem üzerinde özellikle durulması gerekir.
Hukukçulara
göre her insanın doğuştan kazandığı din ve vicdan hürriyeti kapsamına şu
hususlar girer: İman etme, bağlı bulunulan dinin esaslarına göre ibadet yapma,
dini öğrenme, öğretme, neşir ve tebliğ.[8] Şüphesiz
inanç hürriyetinin en temel unsuru, kişinin kendi hür iradesiyle tercih ettiği
kutsala iman etmesi, başka bir ifadeyle herhangi bir inanç sistemini (din)
kabul etmesidir. Zira din, insanın vicdanıyla ilgili bir husustur ve hiçbir güç
ve zorlama onu etkileyemez. Onu bu bağdan haricî bir kuvvetin rolüyle koparmak
mümkün olmadığı gibi, bu tür bir tavır onun hür iradesine karşı bir saygısızlık
ve haksızlıktır. Hak ile batıl birbirinden ayrıldıktan sonra, karar tebliğinin
muhataplarına bırakılmıştır. Kur’ân bu gerçeği Hz. Peygamber’e (sav) hitaben
şöyle bildirir:
“Ey Muhammed, sen öğüt ver, çünkü sen ancak öğüt verirsin. Onların
üzerine zorlayıcı değilsin” (Gâşiye,
88/21-22). “Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki, biz seni onların üzerine
bekçi göndermedik, sana düşen sadece tebliğdir” (Şûra, 42/48). “Biz bu
kitabı insanlar için sana hak ile indirdik.
Artık kim doğru yola gelirse, kendi yararınadır, kim de saparsa kendi
zararına sapmış olur. Sen onlar üzerine vekil değilsin”. (Zümer, 39/ 41).
“De ki, Hak (bu Kur’ân) Rabb’inizdendir.
Artık dileyen inansın, dileyen inkâr etsin” (Kehf, 18/29). “Peygambere
düşen sadece açık bir şekilde duyurmaktır” (Nûr, 24/54). “De ki, Ey
İnsanlar! İşte Rabbinizden gerçek geldi. Artık yola gelen kendisi için gelir,
sapan da kendisi zararına sapar. Ben
sizin üzerinize vekil değilim” (Yûnus, 10/108)[9].
Hz.
Peygamber’in (sav) din ve vicdan hürriyetiyle ilgili uygulamaları, yukarıda
sunulan teorik esaslar çerçevesinde gerçekleşmiştir. Allah Rasûlü (sav) İslâm’ı
insanlara tebliğ ettikten sonra onları vicdanlarıyla baş başa bırakmış, iman
edenleri din kardeşi olarak kabul etmiş, İslâm’a razı olmayıp eski inançları
üzerinde kalmak isteyenlere karşı herhangi bir menfî tavır takınmayarak onların
inançlarına saygı göstermiş, her şeyden önce gayr-i müslimlere kendi
inançlarını koruma izni vermiştir. Hz. Peygamber’in (sav), Mekke’den Medine’ye
hicretinden sonra tanzim ettiği Medine Sözleşmesi’nin 25. maddesi özellikle bu
konuya hasredilmiştir:
“Benû Avf Yahudileri, müminlerle birlikte olarak
bir ümmet (camia) teşkil ederler.
Yahudilerin dinleri kendilerine, müminlerin dinleri kendilerinedir. Buna
gerek bizzat kendileri gerekse mevlâları dahildir”[10].
Allah
Rasûlü’nün (sav) gayr-i müslimlere tanıdığı din ve vicdan hürriyeti konusunda
en bariz örnekleri onun Necran Hıristiyanlarıyla ilgili uygulamalarında görmek
mümkündür. Hz. Peygamber (sav), Medine’ye gelen Necran heyetini İslâm’a davet
etmiş, ancak onlar cizye ve harac mukabilinde kendi dinlerinde kalma şartıyla
bir barış anlaşması yapmak istemişlerdir. Anlaşmanın konumuzla ilgili kısmında
şöyle denilmektedir:
“Onların mallarına, canlarına, dinî hayat ve
tatbikatlarına, hazır bulunanlarına, bulunmayanlarına, ailelerine, mabetlerine
ve az olsun çok olsun onların mülkiyetinde bulunan her şeye şamil olmak üzere,
Allah’ın himayesi ve Rasûllüllah Muhammed’in zimmeti Necranlılar ve onların
tabileri üzerine haktır. Hiçbir piskopos
kendi dinî vazife mahalli dışına, hiç bir papaz kendi vazifesini gördüğü
kilisenin dışına çıkarılmayacak, hiç bir rahip içinde yaşadığı manastırın
dışında başka bir yere alınıp gönderilmeyecektir...”.[11]
Hz.
Peygamber (sav) Necranlılara benzer şekilde dinleri üzerinde kalmak isteyen bir
kısım Yemenliye de geniş din serbestliği tanımıştır. Nitekim bölge idarecisi
Muaz b. Cebel’e gönderilen talimatnamede Yemenlilere şu şekilde hitap edilmiştir:
“Ben Muaz b. Cebel’i, sizi hikmet ve iyi söz ile
Rabb’inin yoluna davet etmesi için gönderdim. O, Allah’ın razı olduğu şeyi
kabul edecek, olmadığı şeyi reddedecektir. İçinizden her kim Allah’ın birliğini
ve Muhammed’in (sav) onun kulu ve peygamberi olduğunu kabul eder ve tam bir
teslimiyetle İslâm’a girerse, o kişi Müslümanların tüm haklarını elde etmiş ve
onların sorumluluklarını yüklenmiş olur. Kim de cizye vermek suretiyle eski
dini üzerinde kalmak isterse, o kendi dini üzerine bırakılır. Bu halde o kimse
Allah’ın, onun peygamberinin ve müminlerin koruması altındadır; öldürülmez,
esir edilmez, kendisine gücünü aşan sorumluluk yüklenmez ve dinini terk etmesi
için kendisine herhangi bir baskı uygulanmaz”.[12]
Burada
ortaya konulan esaslar sadece Hz. Peygamber (sav) zamanında değil, daha sonraki
İslâm tarihi sürecinde de devlet idarecilerinin aslî görevleri ve dinen
uymaları gereken talimat niteliğinde olmuştur. Gayr-i müslimlere tanınan dinî
ve sosyal haklar aynen korunmaya devam edilmiştir. Dinî eğitim ve öğretim, ayin
ve ibadetler ve mabedler hukukun himayesi altına alınmıştır. Yapılan anlaşmalara
dayanarak onlar gerek ibadet yerlerinde gerekse açtıkları okullarda dini eğitim
ve öğretimi tam bir serbestlik içinde verme imkânına kavuşmuşlardır. Bu
haklarından başka bazı sınırlamalar dışında İslâm ülkelerinde kural olarak
Müslümanlarla eşit bir ikamet ve seyahat hürriyetine sahip olmuşlar, çalışma
hürriyeti bakımından herhangi bir engellemeye tabi tutulmamışlardır. Gayr-i
müslimlerin ticaret hayatının her alanında faaliyet göstermelerine izin
verilmiştir. Sosyal yönü yanında temelde bir ibadet olan zekât gelirlerinden
müellefe-i kulûb dışındaki gayr-i müslimlere harcama yapılamayacağı konusunda
birliği bulunmasına karşılık, fukahânın büyük bir kısmı onlara sadaka
verilebileceğine hükmetmiştir. Sonuç olarak İslam dini teoride ve Hz.
Peygamber’in (sav) bir arada yaşamanın bütün esaslarını göstermiş ve tatbik
etmiştir.
[1] Öztürk, Levent, İslâm Toplumunda Birarada
Yaşama Tecrübesi, İstanbul 1995, s. 49.
[2] Şentürk, Recep, İslâm’da İnsan Hakları ve
Dokunulmazlık, Diyanet Aylık Dergi, sy. 206, Şubat 2008, s. 7.
[3] İbn İshak, Sîre, (thk. Muhammed Hamidullah), Konya, 1981, s. 94. Hz. Peygamber
(sav), “İbadetlerinizi tamamladığınızda atalarınızı
hatırladığınız gibi, daha güçlü bir şekilde Allah’ın hatırlamaya devam edin…”
âyetinin (Bakara, 2/200) nazil olmasının ardından, Allah’ın, kibir ve azameti,
ayrıca babalar ile övünmeyi yasakladığını beyan etmiştir. İbn İshak, Sîre, s. 77.
[4] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I-V, Beyrut
ts., VI, 11.
[5] Buhârî, Mezâlim 33, Müslim, İmân
226; Ebû Dâvud, Sünne 29; Tirmizî, Diyât 22; Nesaî, Tahrîm
22-24; İbn Mâce, Hudûd 21.
[6] Buhârî, Hacc 132; Vâkıdî, Kitabü’l-Meğâzî, (thk. Marsden Jones), I-III, Beyrut 1984, III,
1103; İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebevîyye, es-Sîretü’n-Nebevîyye,
(thk. Mustafa es-Sakkâ-İbrahim el-Ebyârî-Abdülhâfız Şelebî), I-IV, Beyrut ts.,
IV, 250-252; İbn Sa‘d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ,
I-VIII, Beyrut ts. (Dâru Sâdır)., II, 184-186.
[7] Hatemi, Hüseyin, İnsan Hakları Öğretisi,
İstanbul 1988, s. 309-316.
[8] Armağan, Servet, İslâm Hukukunda Temel Hak
ve Hürriyetler, Ankara 1992, s. 105.
[9] bk. En’âm 6/107, Nahl 16/88,125, Yûnus 10/99,
Ahzâb, 33/45-46, Şûrâ 42/48.
[10] Hamidullah, Muhammed, el-Vesâiku’s-Siyasîyye, Beyrut 1985, s. 61; İslâm Peygamberi, I-II (çev. Salih Tuğ), İstanbul 1990, I, 196, 208
[11] Hamidullah, Muhammed, el-Vesâik, s. 176-179.
[12] Hamidullah, Muhammed, el-Vesâik, s. 213.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder