UZZÂ
Prof.
Dr. Adem APAK
Sözlükte “çok yüce, azize” manasındaki uzzâ kelimesi, azîzin mübalağalı şekli olan eazze kelimesinin müennes halidir. Bu isim özellikle Kureyş ve Kinâne kabilelerine ait bir put, aynı zamanda da Gatafânlılar tarafından tapınılan dikenli bir ağaç (semüre) karşılığında da kullanılmıştır.[1] Bilhassa Gatafanlılarla yakın alâkası olan bu putun asıl mekanı ise Taif’ten Mekke’ye ulaşan yol üzerinde Batn-ı Nahle vadisinde bulunuyordu.[2] Bu mabed birinde dişi tanrının (şeytane) tecelli ettiği üç semure (yayvan akasya) ağacının içindeydi.[3] Bu durumda Uzzâ’nın iki puta tekabül ettiği anlaşılır: Bunlardan birincisine göre Uzzâ Kureyş ve Benî Kinâne kabilelerinin taptıkları put olup, ikincisi ise Gatafan kabilesinin taptığı bir ağaçtır.[4]
Uzzâ’ya tapınmanın kökeni hakkında farklı
görüşler ileri sürülür: Uzzâ eski Mısır’ın bereket tanrıçası İsis, eski Yunanlıların
gök tanrıçası Afrodit, Venüs gezegenini temsil eden eski Mezopotamya’nın
bereket tanrıçası İştar / Astarte’nin yanı sıra, ay kültüyle bağlantılı görülen
ve İslâm öncesinde Kuzey Arabistan kabileleri tarafından tapınıldığı bilinen
tanrı(ça) Rudâ ile özdeşleştirilmiştir. Uzzâ’nın kitâbelerde yer alan tek
temsiline Nabatîler’de de rastlanmaktadır. Burada Uzzâ sade ve dikdörtgen bir
sütun şeklinde ve biçimlendirilmiş gözlerle tasvir edilmiştir. Bu temsil tarzı,
Arabistan yarımadasının batısında kutsal semboller ve mezar taşları için
kullanılan yaygın bir tarz olup, aynı zamanda Nabatîlerin başşehri Petra’da
Kutbâ (Nabatîler’in kâtip ve kâhin tanrısı), İsis ve Atargatis (Suriye menşeli aşk,
bereket ve hayat tanrıçası) gibi tanrı ve tanrıçaları temsilen de
kullanılmıştır. [5]
Milâdın
ilk yüzyıllarında Petra dışında Suriye’nin güneybatı bölgesinde yer alan
Havran’da, Vâdiiram’da, Sînâ’da ve Medine ile Tebük arasındaki Dedân’da Uzzâ
tapınmasına rastlanmıştır.[6] Nitekim V.
yüzyılda yaşayan Süryânî şair-papaz Antakyalı Aziz İshak, Arapların Uzzî diye
adlandırılan bir tanrıçaya ibadet ettiklerini söylemiştir. VI. yüzyılda bu
tanrıçaya, günümüzde Irak bölgesinde bulunan Hîre ve civarında krallık kuran
Arap kökenli Lahmîler tarafından hürmet gösterildiği, Uzzâ’ya sabah yıldızı
olarak kurban sunulduğu, özellikle son Hîre kralı Münzir b. Nu‘mân’ın Lât ve
Uzzâ adına yemin edip göreve başladığı ve Uzzâ adına çok sayıda esir rahibeyi
kurban ettiği nakledilmiştir.[7]
Câhiliye döneminin önde gelen putlarından olan Uzzâ’ya
Lât ve Menât’la birlikte Allah’ın kızları ve aracıları olarak tapınılmıştır.[8]
Taberî, eski Araplar’da putlara Allah’ın isimlerini verme âdetine uygun şekilde
el-Lât’ın, Allah (el-Lâh) lafzından, Uzzâ’nın da azîz isminden türetilmiş
müennes kelimeler olduğunu söylemiş, Uzzâ’nın beyaz bir taşla veya bir ağaçla
yahut Tâif ya da Nahle’deki bir mâbedle özdeşleştirildiğini kaydetmiştir.
Ayrıca bu gerek Lât, gerek Uzzâ, gerekse Menât’ın Kabe’nin içinde bulunan ve
ibadet edilen taştan putlar oluğu da rivayet edilir.[9]
Wellhausen de bilhassa Lât ve Uzzâ’nın adlarına birlikte yemin edilen iki ilâhe
sayıldığını, el-Lât’ın ilâhe sıfatıyla Allah’ın müennes yönüne, “çok güçlü”
mânasındaki el-Uzzâ’nın da Allah’ın azîz sıfatına karşılık geldiğini
belirtmiştir.[10]
İbnü’l-Kelbî,
Arapların Lât ve Menât putundan sonra üçüncü olarak Uzzâ putuna taptıklarını,
dolayısıyla Uzzâ’nın tarihi açından diğerlerinden sonra geldiğini, Abdüluzzâ
adının da en eski Arap isimlerinden biri olduğunu zikreder. Nitekim pek çok
Kureyşli çocuklarına bu ismi vermişlerdir. Ona göre bu putu ilk edinen kişi
Zâlim b.Es’ad’ olup, kendisi Suriye Nahle’sinin kuzeyinde el-Ğumayr denilen
yerde, Mekke-Irak yolunun sağ kısmında Hûrâz denilen yerde bu put için bir ev
yapmıştır.[11]
İbnü’l-Kelbî’nin verdiği başka bir bilgiye
göre ise, Uzzâ Kureyş kabilesi mensuplarının en büyük putlarından biri olup bu
kabile mensupları bu putu tazim ederler, ona hediye sunar ve kurban takdim
ederlerdir. Ayrıca onlar, Kâbe’yi tavafları sırasında da şu şekilde dua ederlerdi:
“el-Lât, el-Uzzâ ve diğer üçüncüsü Menât hürmetine; çünkü bu üçü yüce
kuğulardır ve şüphesiz şefaatleri umulan varlıklardır”.[12] Onların
bu iddialarına karşılık Kur’ân’da şu şekilde cevap verilmiştir: “Gördünüz mü
Lât ve Uzzâ’yı ve üçüncüleri olan diğerini, Menât’ı? Demek erkekler sizin,
kızlar Allah’ın öyle mi?”.[13] Bu
âyetin nâzil olması hadisesi kaynaklarda Garânîk olayı olarak bilinir. Garânîk,
sözlükte beyaz su kuşu, kuğu, turna, beyaz tenli genç ve güzel kız anlamlarına
gelen gurnuk kelimesinin çoğuludur. Kureyş müşrikleri putlarının Allah’ın
kızları olduklarına inanmışlar ve Kâbe’yi tavafları esnasında “Lât, Uzzâ ve
diğer üçüncüsü olan Menât hürmetine. Bunlar ulu kuğulardır ve şefaatleri umulan
varlıklardır” sözlerini tekrarlamışlardır. İslâm literatüründe ise bu
kavram Hz. Muhammed’in (sav) müşriklerin gönlünü İslâm dinine ısındırmak
istediği bir sırada, şeytanın telkiniyle vahiylere Allah kelâmı olmayan bazı
sözler karıştırdığını ve daha sonra da ilahî ikazla bunlardan vazgeçtiğini
iddia eden rivayetler münasebetiyle kullanılmıştır. Bu hadise özellikle Necm (53/19-20)
ve Hac (22/52-54) âyetlerinin nüzul sebebiyle alakalı tartışmalarda gündeme
gelmiştir.[14]
Uzzâ putu Kureyş arasında Lât ve Menât’a göre
üçüncü sırada ihdas edilmiş olsa da zamanla onların derecesini aşarak Kureyş
için en önemli put haline gelmiştir. İnsanları puta ilk kez ibadete çağıran
kişilerin Amr b. Rabia ve Hâris b. Ka’b olduğu rivayet edilir. O, Rabbin
Taif’in soğuk havasını Lât ile ısıttığını, Tihame’nin hararetini de Uzzâ ile
serinlettiğini söylemek suretiyle bu bölgelerde yaşayanların adı geçen putlara
ibadet etmeleri gerektiğini ileri sürmüştür.[15]
İbn İshâk ise, Arapları putperestliğe çağıran ilk kişi olan Amr b. Luhay’ın
Nahle’de Uzzâ için bir mabed inşa ettiğini, insanların Hac amacıyla Kabe’yi
tavaf ettikten sonra buraya gelip Uzzâ’yı da tavaf ettiklerini, burada günlerce
ibadete çekildiklerini bildirir.[16]
Kureyş bu put için Hurâz vadisinde Sukâm
denilen dağ yarığında bir mekân inşa etmiş, zamanla burası Kâbe’nin kutsal
bölgesine dahil edilmiştir. Öyle ki kadınlar ile erkekler birbirlerine sadakat
göstereceklerine dair Uzzâ üzerine yemin etmişlerdir. Nitekim şair Ebû Cündüb
el-Huzelî, tutkun olduğu kadına kendisine Uzzâ üzerine yemin ettiğini şöyle
hatırlatır:
“Bütün varlığıyla yemin etmişti, büyük bir
yemin,
Sukâm tepelerini kutlulaştıran tepeye and
içmişti:
Elbisemi göndermezsen, git.
Hayatımızın
sonuna kadar seninle asla konuşmayacağım”.[17]
Diğer bir şair Dirhem b. Zeyd de Uzzâ üzerine
yemin eder:
“Uzzâ’nın kutlu sahibine andolsun,
Evinin önünde Sarif bulunan ilaha and olsun.[18]
Araplar Uzzâ putuna sundukları kurbanları
Gabgab adı verilen meydanda keserler, kurban etlerini burada ihtiyaç
sahiplerine paylaştırırlardı. Gabgab kelimesi Nuhaykatü’l-Fezârî’nin Âmir
et-Tufeyl’e hitaben söylediği şu şiirinde geçer:
“Ey Âmir, eğer mızraklarımız sana
erişebilseydi,
Mina’ya ve Gabgab’a koşan develer hakkı için,
Ya kendini kılıcın dürtüşünden, kaçarak
kurtarırdın,
Keskin ve kana susamış bir kılıcın, ya da
şerefsiz bir şekilde geberirdin”.[19]
Bir kısım tarihçiler Uzzâ’nın Taif’te
Sakiflilerin ibadet ettikleri bir mabet olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ancak bu
bilginin, Uzzâ ile Taiflilerin taptıkları Lât putunun birbirine
karıştırılmasından kaynaklandığı açıktır. Hatta bu karıştırma sebebiyle onlar
Lât putunun bulunduğu mekânın adının Uzzâ olduğunu ileri sürmüşlerdir ki[20],
bu bilgi de hatalıdır. Zira Lât ve Uzzâ birbirinden bağımsız ayrı putlardır.[21]
İbnü’l-Kelbî’nin rivayetine göre ilk defa
Abdüluzzâ adını alan şahıs Abdüluzzâ b. Ka’b’dır.[22]
İbn Düreyd, el-İştikâk’ında bu isimle anılan şahısları zikreder.[23]
Hz. Peygamber’in (sav) Uzzâ’ya bağlılığıyla tanınan amcası Ebû Leheb’in asıl
adı Abdüluzzâ’dır.[24]
Ayrıca Resûl-i Ekrem’in (sav) dedesi Abdülmuttalib’in su kullanım haklarıyla
ilgili bir anlaşmazlığın çözümü için asıl adı adı Seleme olan ve Uzzâ adından
bir şeytanla ilişkisi bulunan bir kâhinine başvurduğu nakledilir.[25]
Kureyşliler ve Mekke’de oturan diğer Araplar,
hiçbir puta Uzzâ’ya gösterdikleri kadar saygı göstermemişlerdir. Saygı açısında
Lât ve Menât daha sonra gelirdi. Öyle ki Kureyşliler diğer putlardan ayrı
olarak Uzzâ’ya özel ziyaret yapar, ona hediye sunarlardı. Nitekim Halid b.
Velid, babasının Uzzâ’ya gerek koyun gerekse deve cinsinden hayvanlar getirip
onun huzurunda bunları kurban ettiğini, ardından da tazim niyetiyle üç gün
Uzzâ’nın yanında kaldığını zikreder.[26]
Lât putuna tapan Sakifliler ile, Menât putuna tapan Evs ve Hazrecliler de
Kureyş gibi Uzzâ’ya özel saygı gösterirlerdi.[27]
Bununla birlikte Kureyş içindeki hanifler, diğer putlarda olduğu gibi Uzzâ
putuna karşı da tepki gösteriyorlardı. Bunlardan Zeyd b. Amr b. Nüfeyl bu
hususu şöyle dile getirir:
“Lât’ı da Uzzâ’yı da hepsini terk ettim,
Kuvvetli ve Sabırlı olan böyle yapar.
Bundan böyle ne Uzzâ’ya ne de onun iki kızına
inanıyorum,
Ne de Ganem oğulları’nın iki putuna giderim.
Hübel’i de ziyaret etmem,
Ki o, aklımın ermediği çağda bize ilahtı”.[28]
Uzzâ’ya ibadet edenler, onu anne olarak kabul
ederlerdi. Buna göre diğer iki ilahe Lât ve Menât ise onun kızları kabul
edilirdi.[29]
Müşriklerin Uzzâ’yı Lât ve Menât’ın önüne geçirip ona daha fazla saygı
göstermelerinin arka planında bu düşüncenin olduğu akla gelmektedir.
İbn Kelbî’de geçen bir rivayette Hz.
Peygamber’in (sav) kavminin dini üzere olduğu zamanda Uzzâ’ya boz renkli bir
koyun kurban sunduğu söylenirken[30]
İbn Hazm ise, onun oğullarından birine Abdüluzzâ adını verdiği, daha sonra bu
ismi Abdullah’a dönüştürdüğü ifade eder.[31]
Her şeyden önce Hz. Peygamber’in (sav) Uzzâ’ya kurban kestiğine dair İbnü’l-Kelbî’den
gelen bu bilgiyi destekleyecek başka bir rivayet yoktur.[32]
Kaldı ki, Allah Rasulü (sav) böyle bir faaliyette bulunmuş olsaydı,
peygamberliğinden sonra putlarını savunan müşrikler mutlaka bu hususu kendisine
hatırlatırlardı. Üstelik bu hususta Ahmed b. Hanbel’den gelen rivayet ise son
derece açıktır”: “Rasûlüllah (sav) Hz. Hatice’ye şöyle demiştir: Ey Hatice,
Allah’a yemin ederim ki ben ne Lât’a, ne de Uzzâ’ya tapmam. Allah’a yemin
ederim ki asla da tapmayacağım”.[33]
Diğer taraftan onun oğullarından birine
Abdüluzzâ adını verdiğini “denilir” ifadesiyle Cemhere isimli eserine
alan İbn Hazm, siyere dair kaleme aldığı Cevâmiü’s-Sîre isimli kitabında
zikri geçen haberin yanlışlığına şu şekilde açıkça işarette bulunur:
“Hişam b. Urve’nin babası tarikiyle bize gelen
bir haber ise, şu şekildedir: Onun nübüvvetten önce ismi Abdüluzzâ olan bir
diğer çocuğu daha vardı. Ancak bu bilgi uzak bir ihtimaldir. Bu haber mürsel
olup, mürsel haberle delil getirilmez”.[34]
Bir kısım kaynaklarda Hz. Peygamber’in (sav)
oğluna Abdüluzzâ ismini vermesi şeklinde geçen rivayetler, bazı müsteşriklerin Hz.
Peygamber’in (sav) müşrik olduğuna dair imalarda bulunmalarına sebebiyet
vermiştir. Bu konuda bir eser kaleme alan Ali Osman Ateş, onların görüşleri
hakkında şu düşünceler serdeder:
“Güveniler sened ve kaynaklardan mahrum,
rivayet edeni mechul, kendi içinden bile ittifaktan mahrum, mezkûr ismi Hz.
Peygamber mi koydu, Hz. Hatice mi koydu? Bu isim Abdüluzza mıydıydı? Yoksa
Abdümenaf mıydı? Abdüşşems miydi? Kâsım’a mı, Tahir’e mi, yoksa Abdullah’a mı
verilmişti? Şeklinde birçok şüpheler arz eden bu haberler reddedilmekten başka
bir değeri haiz değildirler. Fakat bunları gerekli titizlik ve ciddiyetle
tenkid süzgecinden geçirmeden eserine alıp, nakleden bazı İslam tarihçileri
sayesinde müsteşrikler İslam’a ve onun Peygamber’ine hücum etmek için fırsat ve
malzeme bulmuşlardır”.[35]
“Bütün bu bilgilerden çıkartacağımız sonuç, Peygamberimizin çocuklarına Abdümenâf,
Abdüluzzâ, Abdüşşems diye ad konulduğuna dair gelen ve müsteşrikler tarafından
dört elle sarılınan bu haberler, yalancılığıyla meşhur ve metruk, Iraklı
kimseler tarafından uydurulmuş ve Hişam b. Urve ile başlayan bir rivayetler
zinciri eklenmiştir. Bu konuda gelen diğer rivayetler ise, uydurma bir sened
bile yoktur”.[36]
Burada şu hususa da dikkat çekmek gerekir ki,
Hz. Peygamber’in (sav) oğluna Abdüluzzâ ismini verdikten sonra bu ismi niçin
Abdullah’a çevirdiği hususu izaha muhtaçtır. Şayet Abdullah risâlet dönemine
kadar ulaşmış olsaydı, adının değiştirilmesinin bir anlamı olurdu. Onun risâletten
önce öldüğü açık iken isminin değiştirilmesine ihtiyaç yoktu. Pekâlâ adının
Allah Rasulü’nün (sav) peygamberliğine kadar Abdüluzzâ şeklinde kalması
mümkündü.
Kureyş kabilesinin harb için yola çıktığında
putlarından yardım talep ettiği görülür. Onlar savaş öncesi ve esnasında
putlarına sığınmışlar ve yardım istemişlerdir.[37]
Nitekim Ebû Süfyan, Uhud savaşı için Mekke’den Medine’ye doğru yola çıktığında
büyük putlarından olan Lât ile Uzzâ’nın timsallerini de yanına almıştı.[38]
Yine o, Uhud savaşı sonrasında Müslümanlardan pek çok kişiyi şehit etmelerinin
verdiği sevinçle Uzzâ’nın Müslümanlarla değil, asıl kendileriyle birlikte
olduğunu ifade etmek suretiyle bu putun Mekke’yi koruduğunu ima etmiştir.[39]
Müşrik kabileler Mekke’ye hacca giderken yolda
telbiye okurlar, bu telbiyelerde Allah’a Lât, Menât ve Uzzâ’nın yüce tanrısı ve
Kâbe’nin rabbi diye yakarırlardı. Bundan da anlaşıldığı üzere Câhiliye
döneminde yerel tanrı ve tanrıçalara tapınılsa da bunların arkasında yüce bir
tanrı anlayışı yer almaktaydı. Bu durum Dirhem b. Zeyd el-Evsî’nin “Mübarek
Uzzâ’nın rabbi olan Allah’a yemin ederim ki ...” şeklindeki yemininde açıkça görülmektedir.[40]
Uzzâ’nın bekçileri Benî Süleym kabilesine
mensup Benî Şeyban b. Câbir idi. Daha sonra bu görevi Dubayye b. Haramî
es-Sülemî aldı. Müşrik Araplar arasında Uzzâ’a ibadet Hz. Peygamber (sav)
gönderilinceye kadar devam etti. Ancak Uzzâ’ya ibadeti terk etmek bilhassa
Kureyş kabilesine zor geldi. Nitekim Mekke müşriklerinden Benî Ümeyyeli Ebû
Uhayha (Saîd b. el-Âs) ölüm döşeğine düşünce Hz. Peygamber’in (sav) amcası Ebû
Leheb onu ziyarete gittiğinde ağlayan Ebû Uhayha’ya niçin ağladığını, yoksa
ölümden mi korktuğunu sordu. Muhatabı ise ölümden değil, kendisinden sonra
artık Uzzâ’ya tapınılmayacağı için üzüldüğünü söyledi. Bunu üzerine Ebû Leheb
“Sen yaşadığınca ona, senin sebebinle tapılmadı, senden sonra da senin ölümün
sebebiyle ona tapılmaktan vazgeçilmez”. Ebû Uhayha, muhatabının Uzzâ’ya tapma
konusunda kararlılığından son derece memnun olarak, “Şimdi anladım ki benden
sonra ona tapacak var” sözleriyle memnuniyeti ifade etti.[41]
İbnü’l-Kelbî’nin rivayetine göre Mekke’nin
fethinden sonra Allah Rasûlü (sav) Halid b. Velid’e Batn-ı Nahle’ye gitmesini
burada üç samura ağacı bulacağını bunlardan birini kesmesini emretti. Geri
döndüğünde Allah Rasulü (sav) ona herhangi bir şeyle karşılaşıp
karşılaşmadığını sorduğunda Halid hayır cevabını verdi. Allah Rasûlü (sav)
bunun üzerine geri dönüp ikincisini de kesmesi talimatını verdi. Yine bir
gelişme olmayınca üçüncüsünü de kesmesini istedi. Bu defa Halid karşısında
saçları karmakarışık, elleri ensesinde, dişlerini gıcırdatıp duran bir cadı ve
arkasında da buranın bekçisi Dubeyye b. Haramî es-Sülemî’yi buldu. Bekçi
Halid’i görünce şu sözlerle Uzzâ’dan yardım talebinde bulundu:
“Ey Uzzâ, bir saldırışla saldır da beni yalancı
çıkarma,
Yürü, Halid’ün üstüne, eteklerini dola örtünü
kaldır.
Çünkü bugün, sen Halid’i öldürmezsen,
Utanç içinde devrileceksin, kendini koru”.
Halid de bu sözlere şöyle cevap vermiştir:
“Ey Uzzâ, seni inkâr gerek, sana övgü değil,
Gördüm ki, Allah Seni alçaltmıştır”.
Halid daha sonra Uzzâ putunun vurarak başını
kopardı. Sonra da bekçi Dubayye’yi öldürdü. Geri dönünce de olanları Hz.
Peygamber’e (sav) anlattı. Allah Rasulü (sav) bunun üzerine şöyle buyurmuştur:
“Artık Araplar için Uzzâ yok, bugünden sonra ona tapılmayacak”.[42]
Ebû Hırâş el-Huzelî, Uzzâ’nın ortadan
kaldırılması ve bekçisi Dubayye’nin öldürülmesini şu şiiriyle terennüm
etmiştir:
“Dubayye’ye ne oldu, o günden beri görmedim
onu,
İçenlerin arasında, çıktığını, tavaf ettiğini
görmedim.
Yaşasaydı sabahın erken saatinde şarap dolu bir
kaseyle çıkardı,
Hatîf oğullarının yonttuğu içki kaplarından bir
kaseyle.
Onun büyür bir kül yığını ve büyük bir
tenceresi vardı,
Çorba kabı, kış mevsiminin suyu sızdıran
yalağına benzerdi.
Sukâm ıssızlaştı, boşaldı; yalnız vahşi
hayvanlar
Ve Ğaraf çalılıklarında hışırdayan rüzgâr orda
barınır”.[43]
Halid b. Velid’in Uzzâ’yı ortadan kaldırdığı
ile ilgili olarak kaynaklarda geçen rivayetler arasında bir karışıklığın olduğu
dikkati çeker. Buna göre Uzzâ’dan kastedilenin bir put olduğu gibi, bunun
semüre ağacı, hatta üç ağacın yanında bulunan şeytan olduğuna dair rivayetler
vardır. Ancak bu rivayetler içinde en tutarlı olanı, Uzzâ’nın bir put (sanem)
olduğudur. Bu put da kendisine mahsus bir evde muhafaza ediliyordu. Halid b.
Velid, Hz. Peygamber’in (sav) emriyle buraya gelmiş, putu parçalamış onun bulunduğu
mekânı da yıkmıştır. Onun kestiği semüre ağacı veya diğer ağaçlar ise, Uzzâ
putunun hareminde yetişmesi sebebiyle zamanla kutsallaştırılmış ağaçlar olarak
kabul edilmelidir.[44]
[1] İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, V, 378-379.
[2] Taberî, Câmiu’l-Beyân an Te’vîli
Âyi’l-Kur’ân, Mısır 1968, XXVII, 59.
[3] Buhl, Fr., “Uzzâ”, XIII, 96.
[4] Cevad Ali, el-Mufassa fî Tarihi’-Arab
Kable’l-İslâm, I-X, Beyrut 1993, VI, 241.
[5] M. C. A. Macdonald - Laila Nehmé, “al-Uzzā”, EI²
(İng.), X, 967-968.
[6] F. V. Winnett, “The Daughters of Allah”, MW,
XXX (1940), s. 118.
[7] M. C. A. Macdonald - Laila Nehmé, “al-Uzzā”, EI²
(İng.), X, 968. Bu konuda bk. Cevad Ali, el-Mufassal, VI, 237-239.
[8] İbnü’l-Kelbî, Kitâbü’l-Esnâm, (nşr.
Ahmed Zeki Paşa), Kahire 1995, s. 19.
[9] Taberî, Câmiu’l-Beyân an Te’vîli
Âyi’l-Kur’ân, Mısır 1968, XXVII, 59-60.
[10] J. Wellhausen, Reste Arabischen Heidentums,
Berlin 1897, s. 44-45.
[11] İbnü’l-Kelbî, Kitâbü’l-Esnâm,s. 17-18.
Hassan b. Sâbit’e atfedilen bir şiirde Uzzâ’nın Batn-ı Nahle bölgesinde yer
alan Ceza’denilen mevkide bulunduğu ifade edilir. (Ezrakî, Ahbâru Mekke,
(thk. Rüşdi Salih Melhas), I-II, Beyrut 1969, I, 129.
[12] İbnü’l-Kelbî, Kitâbü’l-Esnâm, s. 19.
[13] Necm 53/19-21.
[14] Garânîk hadisesi olarak bilinen bu olay için
ayrıca bk. Cerrâhoğlu, İsmail, “Garânik Meselesinin İstismarcıları”, AÜİFD,
c.XXIV, Ankara 1981; Şimşek, Sait, “Garânik Rivayetinin Tarihi Değeri”, Bilgi
ve Hikmet, sy.2, İstanbul 1993, 147-162; Akseki, Ahmed Hamid,
“Hâtemü’l-Enbiyâ Hakkında En Çirkin Bir İsnadın Reddiyesi”, (sad. M. Hayri
Kırbaşoğlu), İslâmî Araştırmalar, Ankara 1992, c.IV, sy. 2, s. 125-141,
sy. 3. s. 199-207; Cerrahoğlu, İsmail, “Garânîk”, DİA, XIII, 361-366.
[15] Ezrakî, Ahbâru Mekke, I, 126.
[16] Ezrakî, Ahbâru Mekke, I, 126.
[17] İbnü’l-Kelbî, Kitâbü’l-Esnâm, s. 19.
[18] İbnü’l-Kelbî, Kitâbü’l-Esnâm, s. 19.
[19] İbnü’l-Kelbî, Kitâbü’l-Esnâm, s. 20-21.
[20] Taberî, Câmiu’l-Beyân, XXVII, 59.
[21] Cevad Ali, el-Mufassal, VI, 236.
[22] İbnü’l-Kelbî, Kitâbü’l-Esnâm, s. 18.
[23] İbn Düreyd, Kitabü’l-İştikâk, (thk.
Abdüsselâm Muhammed Hârûn), Bağdâd 1979, s. 657.
[24] İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, V, 379; Zebîdî,
Tâcu’l-Arûs, IV, 58.
[25] İbn Habîb, Kitabu’l-Münemmak Fî Ahbâri
Kureyş, (thk. Hurşid Ahmed Fâruk), Beyrut 1985, s. 94
[26] Ezrakî, Ahbâru Mekke, I, 128.
[27] İbnü’l-Kelbî, Kitâbü’l-Esnâm, s. 27.
[28] İbnü’l-Kelbî, Kitâbü’l-Esnâm, s. 21-22
[29] İbnü’l-Kelbî, Kitâbü’l-Esnâm, s. 22; Cevad
Ali, el-Mufassal, VI, 237.
[30] İbnü’l-Kelbî, Kitâbü’l-Esnâm, s. 19.
[31] İbn Hazm, Cemheretü Ensâbi’l-Arab,
Beyrut 2001, s. 16.
[32] Bu konuda rivayetler ve değerlendirmeler
hakkında bk. Ateş, Ali Osman, Oryantalistlerin Hz. Peygamber ile İddialarına
Cevaplar, İstanbul 1996, s. 73-99.
[33] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I-IV, İstanbul
1992, IV, 222.
[34] İbn Hazm, Cevâmiu’s-Sîre, (thk. İhsan
Abbas), Mısır 1900, s. 38. İbn Kesîr’de geçen bir rivayette ise Abdullah’ın
asıl adının Abdümenâf olduğu bilgisine yer verilerek, bu bilginin de münker
olduğu kaydedilir. İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, I-XIV, Beyrut 1998,
V, 319-321.
[35] Ateş, Ali Osman, Oryantalistlerin Hz.
Peygamber ile İddialarına Cevaplar, İstanbul 1996, s. 30
[36] Ateş, Ali Osman, Oryantalistlerin Hz.
Peygamber ile İddialarına Cevaplar, s. 33.
[37] Vâkıdî, Kitabu’l-Meğâzî, (thk. Marsden
Jones), I-III, Beyrut 1984, I, 32.
[38] Taberî, Tarihu’l-Ümem
ve’l-Mülûk, (thk. Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim), I-XI, Beyrut ts.
(Dâru’s-Süveydân), II, 508.
[39] Taberî, Tarih, II, 526.
[40] İbnü’l-Kelbî, Kitâbü’l-Esnâm, s. 19.
Uzzâ adına yeminler için bk. Vâkıdî, Kitabu’l-Meğâzî, I, 33, 80, 92,
105, II, 492, 493
[41] İbnü’l-Kelbî, Kitâbü’l-Esnâm, s. 22-23. Vakıdî’de geçen rivayete göre ise Ebû Leheb’in ölüm döşeğinde iken ziyaret ettiği ve kendisinden sonra Uzzâ’ya ibadet edecek kimsenin kalmayacağından endişelenen, ancak Ebu Leheb’in bu işi kendisinin yapacağına dair sözü üzerine memuniyetini ifade eden kişi Uzzâ’nın bekçisi Benî Süleym’den Eflah b. Nadr eş-Şeybânî’dir. Vâkıdî, Kitabu’l-Meğâzî, III, 874.
[42] İbnü’l-Kelbî, Kitâbü’l-Esnâm, s. 25-26; Vâkıdî,
Kitabu’l-Meğâzî, III, 873-874; Ezrakî, Ahbâru Mekke, I, 127-128.
[43] İbnü’l-Kelbî, Kitâbü’l-Esnâm, s. 24.
Ayrıca bk. Cevad Ali, el-Mufassal, VI, 235-245; Georges, Dâvûd, Edyânü’l-Arab
Kable’l-İslâm, Beyrut 1988, s. 301-304; Fehd, Tevfik, “Lât”, DİA,
XXVII, 107-108; Fehd, Tevfik, “Menât”, DİA, XXIX, 119-121; Yavuz,
Şevket, “Uzzâ”, DİA, XXXXII, 268-269.
[44] Cevad Ali, el-Mufassal, VI, 243-244.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder