ENDÜLÜS
İSLAM’IN İHTİŞAMI, MÜSLÜMANLARIN MAHZUNİYETİ
Prof.
Dr. Abdulkadir Macit
Mahmut
Derviş’in “onbir yıldız” divanında,
“Beş
yüz yıl geçti ve bitti, lakin kopamadık birbirimizden,
İşte burada, mektuplaşmalarımız bitmedi,
Ve savaşlar, bahçelerini değiştiremedi Gırnatamın,
Elbet bir gün geçerim sokaklarından…” dediği Endülüs’ten geriye ne kaldı
pekiyi?
Derviş
bu soruya da şöyle cevap veriyor:
“Ezgilerinde
geçmezdim şarkıcıların, ezgisiydim
Şarkıcıların, Atina ve Pers antlaşması misali,
Garbın Şark ile sarılması, yek cevhere giderken,
Dükkanlarda satılan Şam kılıçlarından
Yeniden doğayım diye, sımsıkı sarıl bana.
Zira kalmadı benden geriye,
Eski bir zırh, altınla süslenmiş bir eyerden gayrısı.
Kalmadı benden geriye, İbni Rüşd’e ait bir el yazması,
Güvercin Gerdanlığı ve tercümelerden gayrısı” …
İslam’ın tüm insanlık için vahyedilmiş bir din,
Hz. Muhammed’in tüm insanlık için gönderilmiş bir peygamber ve Ümmet-i
Muhammed’in yine tüm insanlık için çıkarılmış en hayırlı ümmet olması bütün
insanlığı hedefleyen bir vizyonun ve misyonun varlığına işaret etmektedir.
Bundan dolayıdır ki Hz. Peygamber ayet-i kerimede işaret
edildiği üzere (A'râf Suresi, 158, Sebe' Suresi, 28), mesajını yerelden
bölgesele, oradan da küresele ulaştıracak şekilde hareket etmiştir. Bu minvalde
kendi döneminde özellikle Medine’ye hicreti sonrasında bir devlet kurmuş ve bu
devletin sınırlarını günde ortalama 830 km fetih gerçekleştirerek 10 senede 3
milyon km mesafeye ulaştırmıştır. Müslümanların ilk üç nesli (sahabe, tabiin ve
tebe-i tabiin) devraldıkları bu nebevî mirası bu vizyon ve misyonla Hz.
Peygamber’in vefatından daha 15 sene geçmeden Hz. Osman döneminde 10 milyon km
mesafeye hükümran olmuş, Emevîlerin son dönemine geldiğimizde ise özellikle
Endülüs, Sind ve Türkistan/Maveraünnehir topraklarının da fethi ile takriben 15
milyon km mesafeye hâkimiyet tesis etmiştir. Mezkûr hakimiyet ile birlikte Müslümanlar Bilad-ı İslam’ı Hz. Peygamber’in
vefatından henüz bir asır geçmeden batıda Endülüs’e, doğuda Çin sınırına,
kuzeyde Anadolu içlerine ve Kafkasya’ya, güneyde ise Hint Kıtası’na kadar
taşımışlardır.
Daha sonraki asırlarda özellikle Selçukluların
Bilad-ı İslam’da sağladığı yeni birlik ve oluşturduğu hareketlilik batıda
Osmanlılar, doğuda önce Timurlular ardından Babürlüler tarafından sonraki
asırlarda sürdürülmüş ve daha da büyütülmüştür. Büyümenin doğal sonucu
Müslümanların önceki satırlarda bahsettiğimiz hakimiyet coğrafyalarından üç kat
daha genişleyerek neredeyse 45 milyon km’ye ulaşması olmuştur. Bu süreçte
önceki havzalara ilaveten Hint Alt Kıtası, Malay Dünyası, Anadolu, Balkanlar,
Kırım, Kafkasya, Afrika içleri Bilad-ı İslam’a dahil edilmiştir.
Mevzubahis ettiğimiz bu geniş alanda Müslümanlar
Sicilya’da 300 sene, Balkanlarda 450 sene, Hint Alt Kıtası’nda ise 800 sene
hakimiyet kurmuştur. Müslümanların batı
toprağında toplamda 923 sene (711-1614) boyunca en uzun süreli hakimiyet ve
etkileşim gerçekleştirdiği havza ise Endülüs olmuştur. Ancak Endülüs tarihi bu
on asırlık zaman diliminde hiçbir zaman sükûna ermemiştir. Bunun en önemli
sebebi Müslümanların fetih hareketleri ile Endülüs’ün önceki sakinlerinin reconquista
idealleri doğrultusunda bitmek bilmez rekabetleri olmuştur. Müslümanların
birlikten uzaklaştıkları dönemlerde birbirleriyle savaşmaları, bölüp
parçalanmaları ise reconquista hareketinin başarıya ulaşmasına sebebiyet
vermiştir. Müslümanlar fetihten itibaren 150 yıllık süreci bölgeye yerleşme ve
orada kalıcı hale gelmeye çalışırken; sonrasında mümtaz bir medeniyet inşa
etmeye girişmişlerdir. Fethi takiben üç asır boyunca İslam medeniyetinin görkemli
yıllarını yaşamışlardır. Tavâif-i mülûk dönemiyle başlayan sıkıntılı süreçlerle
son 150 yıllık dönemi ise var olma mücadelesi ile geçirmişlerdir.
Tarihimizde fetihlerin en önemli sonucu
kalıcı olmasıdır. Fetihlerin kalıcı olmasını sağlayan hususlar arasında
Müslümanların dünya sulhunu temin etme gayeleri, İslamiyet’i temsil ve tebliğ
etme niyetleri ve ilim, kültür ve sanat ile kalıcılığı sağlama gayretlerinin
olduğunu belirtmeliyiz. Zira İslam fetihlerinde kılıcın rolü şüphesiz vardır
ancak İslamlaşmada yoktur. İslamlaşmanın sağlanması ise ilim ve irfanla
olmuştur. Söz gelimi Mısır’ın fethinden sonra uzunca bir süre Kuzey Afrika’da
İslamlaşma olmamıştır. Ömer b. Abdülaziz’in bölgeye gönderdiği alimlerle
İslamlaşma hızla artacak ve Kuzey Afrika’nın fethi tamamlanacağı gibi
Endülüs’ün fethi de gerçekleşecektir. Malum olduğu üzere fetihler siyasi ve
askeri güç olan ile mücadele, cizye ödeme karşılığı boyun eğme veya İslamlaşma
ile gerçekleşmiştir. Kılıç yoluyla fetih yerleri olduğu gibi Malay dünyası ve
Afrika içleri gibi kılıç yoluyla olmayan yerler de vardır. Endülüs ise Müslüman
fatihlere büyük oranda antlaşma ile boyun eğmiştir. İslam fetihlerinden bahsederken
bu konuda evvelemirde Emevîlerin hakkını teslim etmeliyiz. Endülüs’ten Sind’e
koşan bir millet sadece ganimet niyetiyle fetihler yapıyor olabilir mi hiç?
Endülüs Mirası
Endülüs
havzasında Müslümanların oluşturduğu en önemli uygulamalardan birisi Convivencia şeklinde ifade edilen özellikle
Müslüman, Yahudi ve Hristiyan’ın bir arada yaşama kültürünü yansıtan Kültürel
Çoğulculuk/Endülüslülük’tür. Convivencia
diğer havzalarda olduğu gibi Endülüs havzasında da Müslümanların oluşturduğu toplumsal
birliktelik ve etkileşimin adıdır. Bunu sağlayan en önemli etken İslam devletinin
bir hukuk devleti olmasıdır. O kadar ki Müslümanlar hukuk sistemi üzerinden bir
toplumsal düzen oluşturdukları için güçlü olduğu dönemlerde dahi birlikte
yaşamayı gerçekleştirmiştir. Bunu tanımlayan en açık ifade Makasıdü’ş-Şeria’dır. Makasıdü’ş-Şeria
Maverdi, Gazzali ve çeşitli alimlerin açıklamalarında geçmektedir. Ancak en
sistematik halde Endülüslü bir alim olan Şâtıbi’nin el-Muvafakat adlı eserinde geçmektedir. Osmanlı uleması da bunları
detaylı bir şekilde açıklamaktadır. Makasıdu’ş-Şeria kısaca “hıfzu’n-nefs/can, hıfzu’d din, hıfzu’l-mal, hıfzu’n-nesl/tür,
hıfzu’l akl” şeklinde ifade ile insanoğlunun canının, dininin, malının,
neslinin ve aklının korunmasıdır. Bu koruma sadece Müslümanları kapsamamakta
dini, coğrafi, ırki vs. farklı özelliklerine rağmen tüm insanlığı
kapsamaktadır. Nitekim Müslümanlar Endülüs özelinde convivencia şeklinde ifade edilen çoğulculuğu ve bir arada yaşamayı
Hint Alt Kıtası’nda, Malay adalarında, Anadolu’da ve Balkanlarda da uygulamışlardır.
Diğer taraftan Müslümanlar fetihlerle coğrafyalara hakimiyet kurduklarında Allah-Alem-İnsan/Toplum
ahengi ve muhafazasını hedeflemiş ve bunun inşasını gerçekleştirmiştir. O
yüzden Müslümanlar alemlere rahmet, adalet, sulh ve selameti
gerçekleştirebilmişlerdir. Endülüs tecrübesi de bunun nevi şahsına münhasır bir
örneği olarak bizim için
bir toplumla nasıl bir arada yaşamanın, birlikte bir kültür inşa etmenin ve
bunun pratiğini ortaya koymanın veciz bir fotoğrafını sunmuştur.
İdeal Medeniyet Numunesi
Bahsettiğimiz
örneklik Orta Çağ karanlığında olan tüm coğrafyaları ancak hususen Güney
Avrupa’yı aydınlatan bir kandil mesabesinde olmuştur. Bu konuda İslam kültür ve
medeniyetinin convivencia anlayışının
yanı sıra fethin kalıcılığını sağlayan ilim, kültür, sanat ve mimari alanlarındaki
çalışmalar bu kandilin aydınlanmasında etkili olmuştur. Bu bağlamda özellikle Toledo
Tercüme Okulu üzerinden etkiye işaret etmemiz gerekmektedir. Tüm bu çalışmalar İbn
Seb’in, Kurtubi, İbn Hazm, İbn Abdülber, Ebû Velid el-Baci, Süheyli, Ruayni,
İbn Cabir, İbn Dihye el-Kelbi, İbn Tufeyl, İbn Rüşd ve İbnü’l-Arabi gibi yüksek
şahsiyetlerin gayretleri ile kalıcı hale getirilmiştir. Nitekim bu gayretler Hristiyan
Batı dünyasına etki ederek Latin İbn Rüştçülüğü, 12. yy. Rönesansı ve coğrafi
keşifler gibi günümüz Avrupa’sının oluşumun kökenlerini oluşturmuştur.
Avrupa,
Endülüs üzerinden kendini yeniden üretse de “Bir peygamber ilk önce kendi
toplumunda itibar suikastına uğrar.” anlayışı mucibince Müslümanları bu
suikastın ilk kurbanı yapmıştır. Neticede Batı medeniyetinin Müslümanları ilk
tasfiye ettiği havza Endülüs olmuştur. O yüzden Endülüs için 1492-1609
arasındaki tarihler hicret, Hristiyanlık ve ölüm kavramları ile tanımlanmıştır. O yüzden Endülüs tecrübesi Batı Avrupa’nın
kendi dışındaki bir toplumu nasıl yok edebildiğinin (soykırım, tehcir)
fotoğrafını sunması itibariyle bizim için turnusol kâğıdı gibidir. Tıpkı Kudüs
gibi… Avrupalılar daha sonra bu yok etme eylemini Endülüs tecrübesi ile Amerika’daki
İnka, Maya, Kızılderili gibi toplumlar ve Afrika toplumları ile sürdürmüşlerdir.
Bunu 20.
asrın başında Osmanlı’ya karşı işletmişlerdir. Aynı anlayış 20. asrın sonunda Balkan/Boşnak toplumunda uygulanmış ve
bugün de Gazze’de devam ettirilmiştir.
Endülüs’ten
Türkiye’ye Mesaj
Müslümanların Endülüs havzasında asgari
müşterek ortaya koyamaması ve temel meseleleri belirleyememesi felaketin en
önemli sebeplerinden birisidir. Endülüs Müslümanları da 10. asırdan itibaren sanki
“ittifak etmemek üzere anlaşmak” konumunda olmuşlardır. İbn Haldun’un asabiyet
teorisi üzerinden ifade edecek olursak asabiyetin zayıflaması ve özellikle
975-1006 yılları arasında hükümran olan Amiriler döneminde Bedevi-Hadari
mücadelesinde de fark edileceği üzere toplumsal yapıda var olan mücadeleler
felaketin diğer sebebi olarak dikkate alınmalıdır. Dahası kuzeyden gelen
işgaller karşısında güneyden yani Mağrib havzasında husule gelen lojistik
zayıflık düşüşün hızlanmasını doğurmuştur. Müslümanlar cihada yönelmek yerine
kendi din kardeşine bayrak açmış kendi tahtlarını muhafaza etmek uğruna
düşmanlarından destek almışlardır. Birçok alimin yazılarında, hutbelerinde
birlik çağrısı yapmalarının temelinde bu problem yatmaktadır. Bu uğurda alimler
her zaman olduğu gibi Endülüs’te de birleştirici unsur olarak Hz. Peygamber’in
hayatına sarılmışlar, ondan medet ummuşlar ve yakarışlarını ona arz
etmişlerdir.
Bu bağlamda Doğu ve Batı Haçlı Seferleri
ile muhatap olan Endülüs ve Selçuklu Müslümanları arasındaki irtibatı iyi idrak
etmek durumundayız. Selçuklular sonrasında Osmanlılar Endülüs’ü koruyamayan ve
destekleyemeyen Memlük coğrafyası ile Anadolu-Balkan coğrafyasını birleştirmek
zorunda kalmıştır. Osmanlı Devleti’ni buna sevk eden önemli sebep hem bölgeyi korumak
zorunda kalması hem de Avrupalıların Endülüs sonrasında bir cihetten Mağrib diğer
cihetten Akdeniz, Kızıldeniz ve Basra Körfezi üzerinden İslam dünyasında
yaygınlaştırmak istediği işgalin önüne set olmak istemesidir. Neticede
Osmanlılar bu küresel stratejinin sonrasında işgalin sadece Endülüs’ten aşağıya
inmesinin önüne geçmedi aynı zamanda Akdeniz üzerinden İstanbul’un, Kızıldeniz
üzerinden Arap Yarımadası’nın, Basra Körfezi üzerinden de Irak ve İran
bölgesinin işgalinin de önüne geçti. Dahası Viyana’ya kadar ilerleyerek bir
nevi Haçlı Seferleri’nin ve Endülüs işgalinin hesabını sordu, uluslararası hamlelerle
cevap üretti.
20.
yüzyılda bu sefer de Osmanlı, Balkanları ve pek çok toprağı işgalden
koruyamamıştır. 21. yüzyıla geldiğimizde İslam dünyası Endülüs’te olan Tavâif-i
mülûk dönemine benzer bir talihin içine düşmüştür. Hatta Türkiye, bugün,
Endülüs gibi mevziye, cephe konumuna düşmüştür. Bir cihetten Türkiye,
Balkanlarını kaybeden Osmanlı örnekliğinden hareketle, Endülüs’te Kurtuba’sını,
İşbiliyye’sini, Tuleytulası’nı kaybeden Beni Ahmer Sultanlığı gibi olmuştur. Durum
böyle olmakla birlikte çarpıcı bir tablo olarak şunu belirtebiliriz: 1912 ile
1922 yılları arasında Balkan Savaşları ile başlayan mücadele ve devam eden
yoğun savaşlar döneminde Türkiye'deki insanımız gerçek anlamıyla bir demografik
felaket yaşamıştır. Aşağı yukarı nüfus 11 milyondur. Balkanlardan, Kafkaslardan
vs. Bilad-ı İslam’dan milyonlarca göç ve demografik felaketin getirdiği
ekonomik ve kültürel sıkıntılar altındadır. 1930'lu yıllarda Şevket Süreyya
Aydemir diyor ki: “İaşe Müdürlüğü’nde Türkiye'nin farklı coğrafyalarından gelen
ve açlıktan ölen insanların listelerini tutmaktan bileklerimiz ağrırdı.” Bu
dönem herkesin suyu aradığı adam mesabesinde kaldığı bir dönemdir. Merhum
Akif’e Safahat’ı yazdıran atmosfer
böyle bir dönemdir. Şimdi o dönemin insanlarına şu denilse idi acaba ne kadar
inandırıcı olurdu: “Türkiye, biliyor musunuz 100 yıl sonra bütün zorluklara,
bütün eksikliklere rağmen küresel anlamda oyun kuran aktörlerden birisi olacak.”
Evet eksiklerimiz, yanlışlarımız, zafiyetlerimiz var ama artık dünyada hiçbir
sorun ve konu bir cihetiyle Türkiye dikkate alınmadan gündeme getirilemiyor ve çözülemiyor.
La
Galibe İllallah
Küresel
sistem karşısında İslam dünyası şu anda belki 1400 yıllık tarihinde eşine
rastlanmaz bir dönem yaşıyor. 13. asırda bazı ulema kitaplarına şu notu
düşmüştür: “Muhammed ümmetinin de ömrü buraya kadarmış, demek ki bitti.” Durum
böyle olmakla birlikte Yusuf Suresi 21. ayetinde “Allah işinde üstündür. Fakat insanların
çoğu bilmezler.” geçtiği üzere İlahi kattaki plan da bir taraftan işlemektedir:
La Galibe İllallah (Allah’tan başka gelip yoktur). Önemli olan bizim
umutlarımızı, çabalarımızı ve beklentilerimizi İlahi kattaki planla
örtüştürmektir. Nitekim tarihte biz kullar olarak bu iş buraya kadarmış derken
1200'lü yıllarda Söğüt’te yeni bir canlanma başlıyor. O günün şartlarında
eminim ki bir Müslümana denilse ki “100 yıl sonra bu dünyanın en güçlü devletlerinden
birine sahip olacaksınız.” Hiç kimse buna inanmazdı. Ancak Osmanlı tecrübesi
600 yıl bugünkü dünyaya ekonomisiyle, siyasetiyle, kültürüyle, hukukuyla örnek
olan bir devlet olarak doğuyor. O felaketin arkasından işte İlahi planda
sünnetullah yeniden işliyor. Buradan hareketle bugün bizim temel sorumuz şu
olmalıdır: Acaba İlahi planla bizim çabalarımız ne kadar örtüşüyor?
Halihazırda
hala cephede olduğumuzu ve ciddi bir karşılaşma halinde bulunduğumuzu
unutmamalıyız. Tam da bu aşamada hızlı bir şekilde siyasi, iktisadi ve ilmi
bağımsızlığı temin ve ulus/lar üstü yapıları inşa etmek gerekmektedir. Bunun
için çözüm 21. yüzyılda İslamlaşma yani İslam’ı dikkate alarak bütün toplumsal
hayatımızı ve kurumlarımızı ıslah etmek ve İttihad-ı Müslimin’i gerçekleştirmektir.
Zira batı Avrupalılar ittihad ederek ve Haçlı bilinciyle Endülüs’ten Balkanlara
kadar işgal ettiler ve bugün Gazze örneğinde gördüğümüz üzere devam etme çabası
içindeler. Ben bir Müslüman olarak imanım umudu gerektiriyor. Umutsuzluk
imansızlıktır, imansızlık Allah korusun ebedi felakettir. Eğer umut varsa iman
vardır, iman da varsa imkân vardır. Bu zorlukları bu ümmet aşacaktır. Aşma
sürecinde başta Yahudiler ve Hristiyanlar olmak üzere muhataplarımızı ve
rakiplerimizi iyi tanımalı, tahlil etmeli ve ıslah etmeliyiz. Ebu Velid
el-Baci, İbn Hazm ve İbn Abdülber’in Endülüs sultanlarına yaptıkları birlik
çağrılarını bugün Müslüman sultanlara yapmak zorundayız. Aksi takdirde yeni reconquistalar
Müslümanların karşısında duruyor.
Hristiyanlık
ve Yahudilik
Bugünkü Avrupa toplumlarını ifade eden modernitenin
kökenlerine dikkatlerimizi çevirdiğimizde Grek, Roma, Yahudilik ve Hristiyanlık
olduğunu görürüz. Bunlardan Yahudilik ve Hristiyanlık ideolojisi baştan beri
İslam’ın tahribatı için mücadele etmiştir. Bunlar tarihsel süreçte 1200'lü
yıllarda batıdan İslam dünyasının üzerinden kelimenin tam anlamıyla silindir
gibi geçen Haçlı İstilası’nın aktörleri olsalar da önceki satırlarda
belirttiğimiz üzere Müslümanlar tarafından üretilen cevaplarla püskürtülmüştür.
Ancak bunlar kendilerini Batı Avrupa’da yeniden tahkim eden bir süreç
yürütmüştür. Bunlar arasındaki ittihad süreç içinde Endülüs’ü, Balkanları, Hint
Alt Kıtası’nı ve Sicilya’yı İslam toprağı olmaktan yeniden çıkarmıştır. İmam
Gazzali’nin vurguladığı gibi “Bir mezhebin künhüne vakıf olmadan eleştirmeye
kalkmak karanlığa taş atmaktır.” Bu yüzden bugünkü Batı Avrupa toplumlarını ve
küresel sistemlerini doğuran bu ideolojileri iyi bilmemiz gerekmektedir.
Endülüs’ün
Fetih/Zafer ve Felaket Ekseninde Tarih Yazımının Arka Planı
Endülüs
başlangıçta ilk asırlarda Doğu (Maşrık) İslam Dünyasındaki kültür ve medeniyet
ile irtibatlı bir şekilde hareket etmiştir. Teşekkül Dönemi (7.-10. asırlar)
rıhleler ile beslenme, Gelişim Dönemi’nde ise (11.-15. asırlar) kendi
özgünlüğünü ortaya koyacak şekilde zenginleşme ve derinleşme içerisinde
olmuştur. Neticede Endülüs Kadim Maşrik ve Mağrib’in uzlaşma ve sentez mekânı
olmuştur. Daralma ve Dönüşüm Endülüs’te diğer havzalara nazaran daha erken
dönemde (15. yüzyıl) başlamıştır. Bu asır itibariyle İspanyol milliyetçi ve muhafazakâr rahip
tarihçiler, Endülüs’ün sekiz asırlık tarihini Avrupa’yı gerileten,
Müslümanların hakimiyetini İber Yarımadası’nda olmaması gereken bir dönem
olarak tanımlamışlardır. Kaynaklarda seçmeci bir şekilde olayları merkeze
alarak bir kurgu oluşturmuşlardır.
Cahiliye
Mantığı ile İslamî mantık
İspanyol milliyetçi ve muhafazakâr rahip
tarihçilerin mezkûr kurgusu “Haklı da olsa haksız da olsa kabile mensubunu
koruma/kollama” cahiliye mantığının yansıması olarak nitelenebilir. İslam’ın
mantığı ise “Şahitliği dosdoğru yapın” (Meâric 70/33) ayeti gereğince hareket
etmektir. O yüzden gerçek tarihçi tarihin geçmişinin şahitliğini ortaya koyan
kişidir. Bu yüzden tarihçi vicdanlı ve objektif olmak durumundadır. Yani
tarihçi “Vicdana sansür koymamalı”dır. Tarihçi, hakkı araştıran, hakikati
ortaya çıkaran ve ilan eden kişidir. Bizler Endülüs havzası üzerine bir tarih
gerçekliği oluşturmalıyız. Zira bu gerçeklik Batı Avrupalıların etkisiyle
tarihte bozulmuş, kurguya dayalı olarak tahrif edilmiştir. Her şeyden önce
bizler Müslümanız. Nasıl ki yeri geldiğinde akademik üsluba sığmayan, vicdandan
uzak ve çarpıtılmış Batı gerçekliğiyle karşı karşıya kalıyoruz aynı şekilde bir
Müslümana yaraşır şekilde tarihçilik dersi de verebilmeliyiz.
Sonuç ve Değerlendirme
Merhum
Teoman Duralı hocanın tanımladığı üzere Modern İngiliz-Hristiyan-Yahudi
Medeniyeti’ni ve 20. yüzyılda yaşanan tarihi dönüşümü iyi tahlil etmek
durumundayız. Bunu yaparken -Endülüs örneğinden hareketle- tarihin ihtişamına
sığınmanın da ihtişamı ile övünmenin de acziyet olduğunu unutmamalıyız. Bizim meselemiz
Endülüs tecrübesinin hakikatini ortaya koymak, hakikati perdeleyen/örten
kurguyu ortadan kaldırmaktır. Tam da burada İslami tarihsel birikimi aktarma,
intikal ettirmede iki önemli kesimin ümera ve ulema olduğunu belirterek bu
kesimlerin güçlü bir kültür ve medeniyet zenginliği oluşturmak durumunda
olduklarını vurgulamalıyız.
Müslümanlar
dünya tarihinde 7.-19. asırlarda tüm coğrafyalarda dinleri ve dinlerine dayalı düzenlerinin
insanlığın tüm problemlerini çözeceğine dair taşıdıkları yüksek inanç ile aktif
ve aktör oldular. Neticede Hint’ten Endülüs’e bunu taşıyarak başardılar ve
buralarda imrenilesi düzenler kurdular. Ancak son 1.5-2. asırdır bir sarsılma
yaşadık. Bize düşen yeniden dinimizin, medeniyetimizin, düşüncemizin, tecrübe
ve birikimimizin değerini takdir etmek, meselelerimizi çözmesi için üzerine
eğilmektir. Yeniden hatırlayalım ki La Galibe İllallah.
Sözlerimizi Mahmut Derviş’in
beyitleri ile bitirelim:
Evet, bizim olan bizimdir…
Ve gökten zembille inen şeyler de
bizimdir. Ama her şey sizlerindir…
Soluduğumuz hava, içtiğimiz su da
sizlerindir. Bizim olan çakıl taşları bizimdir…
Sizin olan demirler sizindir.
Dilediğini alabilirsin, gel bu göçen ışığın gölgesini bölüşelim.
Geceden, bize iki yıldız bırak yeter,
bozgundan artakalacak ölülerimizi gömmek için.
Denizden dilediğini alabilirsin,
bize iki dalga bırak yeter, hayatta kalacaklara balık avlamak için.
Yeryüzünün ve güneşli göğün
altınlarını alabilirsin, bize adımızı aldığımız toprağı bırak yeter.
Ey yabancı, ailene geri dön, git
herhangi bir okyanusta Hindistan’ı ara.
Prof. Dr. Abdulkadir Macit,
Medeniyetimiz Endülüs Projesi Akademi Koordinatörü
0 comments:
Post a Comment