Friday, July 25, 2025

Endülüs: İslam’ın İhtişamı, Müslümanların Mahzuniyeti


ENDÜLÜS 

İSLAM’IN İHTİŞAMI, MÜSLÜMANLARIN MAHZUNİYETİ

Prof. Dr. Abdulkadir Macit

 

Mahmut Derviş’in “onbir yıldız” divanında,

“Beş yüz yıl geçti ve bitti, lakin kopamadık birbirimizden,
İşte burada, mektuplaşmalarımız bitmedi,
Ve savaşlar, bahçelerini değiştiremedi Gırnatamın,
Elbet bir gün geçerim sokaklarından…” dediği Endülüs’ten geriye ne kaldı pekiyi?

Derviş bu soruya da şöyle cevap veriyor:

“Ezgilerinde geçmezdim şarkıcıların, ezgisiydim
Şarkıcıların, Atina ve Pers antlaşması misali,
Garbın Şark ile sarılması, yek cevhere giderken,
Dükkanlarda satılan Şam kılıçlarından
Yeniden doğayım diye, sımsıkı sarıl bana.
Zira kalmadı benden geriye,
Eski bir zırh, altınla süslenmiş bir eyerden gayrısı.
Kalmadı benden geriye, İbni Rüşd’e ait bir el yazması,
Güvercin Gerdanlığı ve tercümelerden gayrısı” …


İslam’ın tüm insanlık için vahyedilmiş bir din, Hz. Muhammed’in tüm insanlık için gönderilmiş bir peygamber ve Ümmet-i Muhammed’in yine tüm insanlık için çıkarılmış en hayırlı ümmet olması bütün insanlığı hedefleyen bir vizyonun ve misyonun varlığına işaret etmektedir. Bundan dolayıdır ki Hz. Peygamber ayet-i kerimede işaret edildiği üzere (A'râf Suresi, 158, Sebe' Suresi, 28), mesajını yerelden bölgesele, oradan da küresele ulaştıracak şekilde hareket etmiştir. Bu minvalde kendi döneminde özellikle Medine’ye hicreti sonrasında bir devlet kurmuş ve bu devletin sınırlarını günde ortalama 830 km fetih gerçekleştirerek 10 senede 3 milyon km mesafeye ulaştırmıştır. Müslümanların ilk üç nesli (sahabe, tabiin ve tebe-i tabiin) devraldıkları bu nebevî mirası bu vizyon ve misyonla Hz. Peygamber’in vefatından daha 15 sene geçmeden Hz. Osman döneminde 10 milyon km mesafeye hükümran olmuş, Emevîlerin son dönemine geldiğimizde ise özellikle Endülüs, Sind ve Türkistan/Maveraünnehir topraklarının da fethi ile takriben 15 milyon km mesafeye hâkimiyet tesis etmiştir. Mezkûr hakimiyet ile birlikte Müslümanlar Bilad-ı İslam’ı Hz. Peygamber’in vefatından henüz bir asır geçmeden batıda Endülüs’e, doğuda Çin sınırına, kuzeyde Anadolu içlerine ve Kafkasya’ya, güneyde ise Hint Kıtası’na kadar taşımışlardır.

Daha sonraki asırlarda özellikle Selçukluların Bilad-ı İslam’da sağladığı yeni birlik ve oluşturduğu hareketlilik batıda Osmanlılar, doğuda önce Timurlular ardından Babürlüler tarafından sonraki asırlarda sürdürülmüş ve daha da büyütülmüştür. Büyümenin doğal sonucu Müslümanların önceki satırlarda bahsettiğimiz hakimiyet coğrafyalarından üç kat daha genişleyerek neredeyse 45 milyon km’ye ulaşması olmuştur. Bu süreçte önceki havzalara ilaveten Hint Alt Kıtası, Malay Dünyası, Anadolu, Balkanlar, Kırım, Kafkasya, Afrika içleri Bilad-ı İslam’a dahil edilmiştir.

Mevzubahis ettiğimiz bu geniş alanda Müslümanlar Sicilya’da 300 sene, Balkanlarda 450 sene, Hint Alt Kıtası’nda ise 800 sene hakimiyet kurmuştur. Müslümanların batı toprağında toplamda 923 sene (711-1614) boyunca en uzun süreli hakimiyet ve etkileşim gerçekleştirdiği havza ise Endülüs olmuştur. Ancak Endülüs tarihi bu on asırlık zaman diliminde hiçbir zaman sükûna ermemiştir. Bunun en önemli sebebi Müslümanların fetih hareketleri ile Endülüs’ün önceki sakinlerinin reconquista idealleri doğrultusunda bitmek bilmez rekabetleri olmuştur. Müslümanların birlikten uzaklaştıkları dönemlerde birbirleriyle savaşmaları, bölüp parçalanmaları ise reconquista hareketinin başarıya ulaşmasına sebebiyet vermiştir. Müslümanlar fetihten itibaren 150 yıllık süreci bölgeye yerleşme ve orada kalıcı hale gelmeye çalışırken; sonrasında mümtaz bir medeniyet inşa etmeye girişmişlerdir. Fethi takiben üç asır boyunca İslam medeniyetinin görkemli yıllarını yaşamışlardır. Tavâif-i mülûk dönemiyle başlayan sıkıntılı süreçlerle son 150 yıllık dönemi ise var olma mücadelesi ile geçirmişlerdir.

Tarihimizde fetihlerin en önemli sonucu kalıcı olmasıdır. Fetihlerin kalıcı olmasını sağlayan hususlar arasında Müslümanların dünya sulhunu temin etme gayeleri, İslamiyet’i temsil ve tebliğ etme niyetleri ve ilim, kültür ve sanat ile kalıcılığı sağlama gayretlerinin olduğunu belirtmeliyiz. Zira İslam fetihlerinde kılıcın rolü şüphesiz vardır ancak İslamlaşmada yoktur. İslamlaşmanın sağlanması ise ilim ve irfanla olmuştur. Söz gelimi Mısır’ın fethinden sonra uzunca bir süre Kuzey Afrika’da İslamlaşma olmamıştır. Ömer b. Abdülaziz’in bölgeye gönderdiği alimlerle İslamlaşma hızla artacak ve Kuzey Afrika’nın fethi tamamlanacağı gibi Endülüs’ün fethi de gerçekleşecektir. Malum olduğu üzere fetihler siyasi ve askeri güç olan ile mücadele, cizye ödeme karşılığı boyun eğme veya İslamlaşma ile gerçekleşmiştir. Kılıç yoluyla fetih yerleri olduğu gibi Malay dünyası ve Afrika içleri gibi kılıç yoluyla olmayan yerler de vardır. Endülüs ise Müslüman fatihlere büyük oranda antlaşma ile boyun eğmiştir. İslam fetihlerinden bahsederken bu konuda evvelemirde Emevîlerin hakkını teslim etmeliyiz. Endülüs’ten Sind’e koşan bir millet sadece ganimet niyetiyle fetihler yapıyor olabilir mi hiç?

Endülüs Mirası

Endülüs havzasında Müslümanların oluşturduğu en önemli uygulamalardan birisi Convivencia şeklinde ifade edilen özellikle Müslüman, Yahudi ve Hristiyan’ın bir arada yaşama kültürünü yansıtan Kültürel Çoğulculuk/Endülüslülük’tür. Convivencia diğer havzalarda olduğu gibi Endülüs havzasında da Müslümanların oluşturduğu toplumsal birliktelik ve etkileşimin adıdır. Bunu sağlayan en önemli etken İslam devletinin bir hukuk devleti olmasıdır. O kadar ki Müslümanlar hukuk sistemi üzerinden bir toplumsal düzen oluşturdukları için güçlü olduğu dönemlerde dahi birlikte yaşamayı gerçekleştirmiştir. Bunu tanımlayan en açık ifade Makasıdü’ş-Şeria’dır. Makasıdü’ş-Şeria Maverdi, Gazzali ve çeşitli alimlerin açıklamalarında geçmektedir. Ancak en sistematik halde Endülüslü bir alim olan Şâtıbi’nin el-Muvafakat adlı eserinde geçmektedir. Osmanlı uleması da bunları detaylı bir şekilde açıklamaktadır. Makasıdu’ş-Şeria kısaca “hıfzu’n-nefs/can, hıfzu’d din, hıfzu’l-mal, hıfzu’n-nesl/tür, hıfzu’l akl” şeklinde ifade ile insanoğlunun canının, dininin, malının, neslinin ve aklının korunmasıdır. Bu koruma sadece Müslümanları kapsamamakta dini, coğrafi, ırki vs. farklı özelliklerine rağmen tüm insanlığı kapsamaktadır. Nitekim Müslümanlar Endülüs özelinde convivencia şeklinde ifade edilen çoğulculuğu ve bir arada yaşamayı Hint Alt Kıtası’nda, Malay adalarında, Anadolu’da ve Balkanlarda da uygulamışlardır. Diğer taraftan Müslümanlar fetihlerle coğrafyalara hakimiyet kurduklarında Allah-Alem-İnsan/Toplum ahengi ve muhafazasını hedeflemiş ve bunun inşasını gerçekleştirmiştir. O yüzden Müslümanlar alemlere rahmet, adalet, sulh ve selameti gerçekleştirebilmişlerdir. Endülüs tecrübesi de bunun nevi şahsına münhasır bir örneği olarak bizim için bir toplumla nasıl bir arada yaşamanın, birlikte bir kültür inşa etmenin ve bunun pratiğini ortaya koymanın veciz bir fotoğrafını sunmuştur.

İdeal Medeniyet Numunesi

Bahsettiğimiz örneklik Orta Çağ karanlığında olan tüm coğrafyaları ancak hususen Güney Avrupa’yı aydınlatan bir kandil mesabesinde olmuştur. Bu konuda İslam kültür ve medeniyetinin convivencia anlayışının yanı sıra fethin kalıcılığını sağlayan ilim, kültür, sanat ve mimari alanlarındaki çalışmalar bu kandilin aydınlanmasında etkili olmuştur. Bu bağlamda özellikle Toledo Tercüme Okulu üzerinden etkiye işaret etmemiz gerekmektedir. Tüm bu çalışmalar İbn Seb’in, Kurtubi, İbn Hazm, İbn Abdülber, Ebû Velid el-Baci, Süheyli, Ruayni, İbn Cabir, İbn Dihye el-Kelbi, İbn Tufeyl, İbn Rüşd ve İbnü’l-Arabi gibi yüksek şahsiyetlerin gayretleri ile kalıcı hale getirilmiştir. Nitekim bu gayretler Hristiyan Batı dünyasına etki ederek Latin İbn Rüştçülüğü, 12. yy. Rönesansı ve coğrafi keşifler gibi günümüz Avrupa’sının oluşumun kökenlerini oluşturmuştur.

Avrupa, Endülüs üzerinden kendini yeniden üretse de “Bir peygamber ilk önce kendi toplumunda itibar suikastına uğrar.” anlayışı mucibince Müslümanları bu suikastın ilk kurbanı yapmıştır. Neticede Batı medeniyetinin Müslümanları ilk tasfiye ettiği havza Endülüs olmuştur. O yüzden Endülüs için 1492-1609 arasındaki tarihler hicret, Hristiyanlık ve ölüm kavramları ile tanımlanmıştır. O yüzden Endülüs tecrübesi Batı Avrupa’nın kendi dışındaki bir toplumu nasıl yok edebildiğinin (soykırım, tehcir) fotoğrafını sunması itibariyle bizim için turnusol kâğıdı gibidir. Tıpkı Kudüs gibi… Avrupalılar daha sonra bu yok etme eylemini Endülüs tecrübesi ile Amerika’daki İnka, Maya, Kızılderili gibi toplumlar ve Afrika toplumları ile sürdürmüşlerdir. Bunu 20. asrın başında Osmanlı’ya karşı işletmişlerdir. Aynı anlayış 20. asrın sonunda Balkan/Boşnak toplumunda uygulanmış ve bugün de Gazze’de devam ettirilmiştir.

Endülüs’ten Türkiye’ye Mesaj

Müslümanların Endülüs havzasında asgari müşterek ortaya koyamaması ve temel meseleleri belirleyememesi felaketin en önemli sebeplerinden birisidir. Endülüs Müslümanları da 10. asırdan itibaren sanki “ittifak etmemek üzere anlaşmak” konumunda olmuşlardır. İbn Haldun’un asabiyet teorisi üzerinden ifade edecek olursak asabiyetin zayıflaması ve özellikle 975-1006 yılları arasında hükümran olan Amiriler döneminde Bedevi-Hadari mücadelesinde de fark edileceği üzere toplumsal yapıda var olan mücadeleler felaketin diğer sebebi olarak dikkate alınmalıdır. Dahası kuzeyden gelen işgaller karşısında güneyden yani Mağrib havzasında husule gelen lojistik zayıflık düşüşün hızlanmasını doğurmuştur. Müslümanlar cihada yönelmek yerine kendi din kardeşine bayrak açmış kendi tahtlarını muhafaza etmek uğruna düşmanlarından destek almışlardır. Birçok alimin yazılarında, hutbelerinde birlik çağrısı yapmalarının temelinde bu problem yatmaktadır. Bu uğurda alimler her zaman olduğu gibi Endülüs’te de birleştirici unsur olarak Hz. Peygamber’in hayatına sarılmışlar, ondan medet ummuşlar ve yakarışlarını ona arz etmişlerdir.

Bu bağlamda Doğu ve Batı Haçlı Seferleri ile muhatap olan Endülüs ve Selçuklu Müslümanları arasındaki irtibatı iyi idrak etmek durumundayız. Selçuklular sonrasında Osmanlılar Endülüs’ü koruyamayan ve destekleyemeyen Memlük coğrafyası ile Anadolu-Balkan coğrafyasını birleştirmek zorunda kalmıştır. Osmanlı Devleti’ni buna sevk eden önemli sebep hem bölgeyi korumak zorunda kalması hem de Avrupalıların Endülüs sonrasında bir cihetten Mağrib diğer cihetten Akdeniz, Kızıldeniz ve Basra Körfezi üzerinden İslam dünyasında yaygınlaştırmak istediği işgalin önüne set olmak istemesidir. Neticede Osmanlılar bu küresel stratejinin sonrasında işgalin sadece Endülüs’ten aşağıya inmesinin önüne geçmedi aynı zamanda Akdeniz üzerinden İstanbul’un, Kızıldeniz üzerinden Arap Yarımadası’nın, Basra Körfezi üzerinden de Irak ve İran bölgesinin işgalinin de önüne geçti. Dahası Viyana’ya kadar ilerleyerek bir nevi Haçlı Seferleri’nin ve Endülüs işgalinin hesabını sordu, uluslararası hamlelerle cevap üretti.

20. yüzyılda bu sefer de Osmanlı, Balkanları ve pek çok toprağı işgalden koruyamamıştır. 21. yüzyıla geldiğimizde İslam dünyası Endülüs’te olan Tavâif-i mülûk dönemine benzer bir talihin içine düşmüştür. Hatta Türkiye, bugün, Endülüs gibi mevziye, cephe konumuna düşmüştür. Bir cihetten Türkiye, Balkanlarını kaybeden Osmanlı örnekliğinden hareketle, Endülüs’te Kurtuba’sını, İşbiliyye’sini, Tuleytulası’nı kaybeden Beni Ahmer Sultanlığı gibi olmuştur. Durum böyle olmakla birlikte çarpıcı bir tablo olarak şunu belirtebiliriz: 1912 ile 1922 yılları arasında Balkan Savaşları ile başlayan mücadele ve devam eden yoğun savaşlar döneminde Türkiye'deki insanımız gerçek anlamıyla bir demografik felaket yaşamıştır. Aşağı yukarı nüfus 11 milyondur. Balkanlardan, Kafkaslardan vs. Bilad-ı İslam’dan milyonlarca göç ve demografik felaketin getirdiği ekonomik ve kültürel sıkıntılar altındadır. 1930'lu yıllarda Şevket Süreyya Aydemir diyor ki: “İaşe Müdürlüğü’nde Türkiye'nin farklı coğrafyalarından gelen ve açlıktan ölen insanların listelerini tutmaktan bileklerimiz ağrırdı.” Bu dönem herkesin suyu aradığı adam mesabesinde kaldığı bir dönemdir. Merhum Akif’e Safahat’ı yazdıran atmosfer böyle bir dönemdir. Şimdi o dönemin insanlarına şu denilse idi acaba ne kadar inandırıcı olurdu: “Türkiye, biliyor musunuz 100 yıl sonra bütün zorluklara, bütün eksikliklere rağmen küresel anlamda oyun kuran aktörlerden birisi olacak.” Evet eksiklerimiz, yanlışlarımız, zafiyetlerimiz var ama artık dünyada hiçbir sorun ve konu bir cihetiyle Türkiye dikkate alınmadan gündeme getirilemiyor ve çözülemiyor.

La Galibe İllallah

Küresel sistem karşısında İslam dünyası şu anda belki 1400 yıllık tarihinde eşine rastlanmaz bir dönem yaşıyor. 13. asırda bazı ulema kitaplarına şu notu düşmüştür: “Muhammed ümmetinin de ömrü buraya kadarmış, demek ki bitti.” Durum böyle olmakla birlikte Yusuf Suresi 21. ayetinde “Allah işinde üstündür. Fakat insanların çoğu bilmezler.” geçtiği üzere İlahi kattaki plan da bir taraftan işlemektedir: La Galibe İllallah (Allah’tan başka gelip yoktur). Önemli olan bizim umutlarımızı, çabalarımızı ve beklentilerimizi İlahi kattaki planla örtüştürmektir. Nitekim tarihte biz kullar olarak bu iş buraya kadarmış derken 1200'lü yıllarda Söğüt’te yeni bir canlanma başlıyor. O günün şartlarında eminim ki bir Müslümana denilse ki “100 yıl sonra bu dünyanın en güçlü devletlerinden birine sahip olacaksınız.” Hiç kimse buna inanmazdı. Ancak Osmanlı tecrübesi 600 yıl bugünkü dünyaya ekonomisiyle, siyasetiyle, kültürüyle, hukukuyla örnek olan bir devlet olarak doğuyor. O felaketin arkasından işte İlahi planda sünnetullah yeniden işliyor. Buradan hareketle bugün bizim temel sorumuz şu olmalıdır: Acaba İlahi planla bizim çabalarımız ne kadar örtüşüyor?

Halihazırda hala cephede olduğumuzu ve ciddi bir karşılaşma halinde bulunduğumuzu unutmamalıyız. Tam da bu aşamada hızlı bir şekilde siyasi, iktisadi ve ilmi bağımsızlığı temin ve ulus/lar üstü yapıları inşa etmek gerekmektedir. Bunun için çözüm 21. yüzyılda İslamlaşma yani İslam’ı dikkate alarak bütün toplumsal hayatımızı ve kurumlarımızı ıslah etmek ve İttihad-ı Müslimin’i gerçekleştirmektir. Zira batı Avrupalılar ittihad ederek ve Haçlı bilinciyle Endülüs’ten Balkanlara kadar işgal ettiler ve bugün Gazze örneğinde gördüğümüz üzere devam etme çabası içindeler. Ben bir Müslüman olarak imanım umudu gerektiriyor. Umutsuzluk imansızlıktır, imansızlık Allah korusun ebedi felakettir. Eğer umut varsa iman vardır, iman da varsa imkân vardır. Bu zorlukları bu ümmet aşacaktır. Aşma sürecinde başta Yahudiler ve Hristiyanlar olmak üzere muhataplarımızı ve rakiplerimizi iyi tanımalı, tahlil etmeli ve ıslah etmeliyiz. Ebu Velid el-Baci, İbn Hazm ve İbn Abdülber’in Endülüs sultanlarına yaptıkları birlik çağrılarını bugün Müslüman sultanlara yapmak zorundayız. Aksi takdirde yeni reconquistalar Müslümanların karşısında duruyor.

Hristiyanlık ve Yahudilik

Bugünkü Avrupa toplumlarını ifade eden modernitenin kökenlerine dikkatlerimizi çevirdiğimizde Grek, Roma, Yahudilik ve Hristiyanlık olduğunu görürüz. Bunlardan Yahudilik ve Hristiyanlık ideolojisi baştan beri İslam’ın tahribatı için mücadele etmiştir. Bunlar tarihsel süreçte 1200'lü yıllarda batıdan İslam dünyasının üzerinden kelimenin tam anlamıyla silindir gibi geçen Haçlı İstilası’nın aktörleri olsalar da önceki satırlarda belirttiğimiz üzere Müslümanlar tarafından üretilen cevaplarla püskürtülmüştür. Ancak bunlar kendilerini Batı Avrupa’da yeniden tahkim eden bir süreç yürütmüştür. Bunlar arasındaki ittihad süreç içinde Endülüs’ü, Balkanları, Hint Alt Kıtası’nı ve Sicilya’yı İslam toprağı olmaktan yeniden çıkarmıştır. İmam Gazzali’nin vurguladığı gibi “Bir mezhebin künhüne vakıf olmadan eleştirmeye kalkmak karanlığa taş atmaktır.” Bu yüzden bugünkü Batı Avrupa toplumlarını ve küresel sistemlerini doğuran bu ideolojileri iyi bilmemiz gerekmektedir.

Endülüs’ün Fetih/Zafer ve Felaket Ekseninde Tarih Yazımının Arka Planı

Endülüs başlangıçta ilk asırlarda Doğu (Maşrık) İslam Dünyasındaki kültür ve medeniyet ile irtibatlı bir şekilde hareket etmiştir. Teşekkül Dönemi (7.-10. asırlar) rıhleler ile beslenme, Gelişim Dönemi’nde ise (11.-15. asırlar) kendi özgünlüğünü ortaya koyacak şekilde zenginleşme ve derinleşme içerisinde olmuştur. Neticede Endülüs Kadim Maşrik ve Mağrib’in uzlaşma ve sentez mekânı olmuştur. Daralma ve Dönüşüm Endülüs’te diğer havzalara nazaran daha erken dönemde (15. yüzyıl) başlamıştır. Bu asır itibariyle İspanyol milliyetçi ve muhafazakâr rahip tarihçiler, Endülüs’ün sekiz asırlık tarihini Avrupa’yı gerileten, Müslümanların hakimiyetini İber Yarımadası’nda olmaması gereken bir dönem olarak tanımlamışlardır. Kaynaklarda seçmeci bir şekilde olayları merkeze alarak bir kurgu oluşturmuşlardır.

Cahiliye Mantığı ile İslamî mantık

İspanyol milliyetçi ve muhafazakâr rahip tarihçilerin mezkûr kurgusu “Haklı da olsa haksız da olsa kabile mensubunu koruma/kollama” cahiliye mantığının yansıması olarak nitelenebilir. İslam’ın mantığı ise “Şahitliği dosdoğru yapın” (Meâric 70/33) ayeti gereğince hareket etmektir. O yüzden gerçek tarihçi tarihin geçmişinin şahitliğini ortaya koyan kişidir. Bu yüzden tarihçi vicdanlı ve objektif olmak durumundadır. Yani tarihçi “Vicdana sansür koymamalı”dır. Tarihçi, hakkı araştıran, hakikati ortaya çıkaran ve ilan eden kişidir. Bizler Endülüs havzası üzerine bir tarih gerçekliği oluşturmalıyız. Zira bu gerçeklik Batı Avrupalıların etkisiyle tarihte bozulmuş, kurguya dayalı olarak tahrif edilmiştir. Her şeyden önce bizler Müslümanız. Nasıl ki yeri geldiğinde akademik üsluba sığmayan, vicdandan uzak ve çarpıtılmış Batı gerçekliğiyle karşı karşıya kalıyoruz aynı şekilde bir Müslümana yaraşır şekilde tarihçilik dersi de verebilmeliyiz.

Sonuç ve Değerlendirme

Merhum Teoman Duralı hocanın tanımladığı üzere Modern İngiliz-Hristiyan-Yahudi Medeniyeti’ni ve 20. yüzyılda yaşanan tarihi dönüşümü iyi tahlil etmek durumundayız. Bunu yaparken -Endülüs örneğinden hareketle- tarihin ihtişamına sığınmanın da ihtişamı ile övünmenin de acziyet olduğunu unutmamalıyız. Bizim meselemiz Endülüs tecrübesinin hakikatini ortaya koymak, hakikati perdeleyen/örten kurguyu ortadan kaldırmaktır. Tam da burada İslami tarihsel birikimi aktarma, intikal ettirmede iki önemli kesimin ümera ve ulema olduğunu belirterek bu kesimlerin güçlü bir kültür ve medeniyet zenginliği oluşturmak durumunda olduklarını vurgulamalıyız.

Müslümanlar dünya tarihinde 7.-19. asırlarda tüm coğrafyalarda dinleri ve dinlerine dayalı düzenlerinin insanlığın tüm problemlerini çözeceğine dair taşıdıkları yüksek inanç ile aktif ve aktör oldular. Neticede Hint’ten Endülüs’e bunu taşıyarak başardılar ve buralarda imrenilesi düzenler kurdular. Ancak son 1.5-2. asırdır bir sarsılma yaşadık. Bize düşen yeniden dinimizin, medeniyetimizin, düşüncemizin, tecrübe ve birikimimizin değerini takdir etmek, meselelerimizi çözmesi için üzerine eğilmektir. Yeniden hatırlayalım ki La Galibe İllallah.

Sözlerimizi Mahmut Derviş’in beyitleri ile bitirelim:

Evet, bizim olan bizimdir…

Ve gökten zembille inen şeyler de bizimdir. Ama her şey sizlerindir…

Soluduğumuz hava, içtiğimiz su da sizlerindir. Bizim olan çakıl taşları bizimdir…

Sizin olan demirler sizindir. Dilediğini alabilirsin, gel bu göçen ışığın gölgesini bölüşelim.

Geceden, bize iki yıldız bırak yeter, bozgundan artakalacak ölülerimizi gömmek için.

Denizden dilediğini alabilirsin, bize iki dalga bırak yeter, hayatta kalacaklara balık avlamak için.

Yeryüzünün ve güneşli göğün altınlarını alabilirsin, bize adımızı aldığımız toprağı bırak yeter.

Ey yabancı, ailene geri dön, git herhangi bir okyanusta Hindistan’ı ara.

 

Prof. Dr. Abdulkadir Macit, Medeniyetimiz Endülüs Projesi Akademi Koordinatörü


 

0 comments:

Post a Comment

Yazarlar