16 Kasım 2016 Çarşamba

Bir Sahte Sahabî

Kaynaklarımızda tarihî olarak Hz. Peygamber’le (sas) görüşmesi mümkün olmayan bazı kişilerin sahabî olduklarını iddia ettiklerine şahit oluyoruz. Aşağıdaki hikâye de İbn Hacer’in (ö. 852/1449) el-İsâbe fî Temyîzi’s-Sahâbe adlı eserinde yer almaktadır.
eş-Şerîf Muvaffakuddîn Ali b. Muhammed el-Horasânî anlatıyor:
Cemaziyelevvel 601’de (1205) Hind’e gittim. Bana, Delî (Delhi) şehrine bağlı bir köyde yaşayan ve Hz. Peygamber dönemini idrak etmiş çok yaşlı bir adamdan bahsettiler. Bir Mağribliyle birlikte kendisini ziyarete gittik. Yanına ulaşınca ona selam verdik. Bana nereli olduğumu sordu. Kendisine Hüseyin b. Ali’nin evlâdından Horasanlı, Herât’tan bir Şerif olduğumu, arkadaşımın ise Mağribli olduğunu söyledim.
-Hayret! Ben deden Allah Resûlünü taşıdım, dedi.
-Kaç yaşındasın,” diye sordum. 700 yaşında olduğunu söyledi. Ona,
-Ey Şeyh! Peygamber zamanından yaşlı mısın, diye sordum.
-Evet! Ben İsa’nın kavmindenim. Peygamber’i, daha küçük bir çocuk iken, nübüvvetten önce kucağımda taşıdım, dedi.
Ona bunun nasıl olduğunu sorunca anlattı:
-Peygamberlerin sonuncusu Muhammed’in Hicâz’da olduğunu duydum. Oraya gitmek için üç defa gemiye bindim; ama gemimiz her defasında parçalandı. Dördüncü defa bindiğim gemiyle Cidde’ye gittim. Cidde ile Mekke arasında bir yerde iken yağmur yağdı ve vadiyi sel bastı. Beraberinde develer olan bir çocukla karşılaştım; develer selden kurtulmayı başarmış; ancak çocuk kurtulamamıştı. Onu taşıyarak sel sularını geçtim. Bana üç defa, “Allah ömrünü bereketli kılsın.” dedi. Mekke’ye giderek orada bir süre kaldım; ancak Peygamber hakkında herhangi bir bilgiye muttali olamadım. Tekrar memleketime döndüm ve orada 30 ya da 41 yıl kaldıktan sonra Peygamber’den ve Medine’ye gittiğinden haberdar oldum. Beşinci kez deniz yolculuğu yaparak Medine’ye gidip mescide girdim. Peygamber’i mihrapta otururken gördüm; ona selam vererek oturdum. Bana, “Nerelisin, ey Şeyh?” diye sordu. “Hindliyim.” dedim. “Sen, yanımda develer olduğu sırada beni Cidde ile Mekke arasında taşıyan kişi misin?” dedi. “Evet!” diye cevap verdim. Resûlullah, “Allah ömrünü bereketli kılsın!” buyurdu. Müslüman oldum ve onun yanında 12 gün kaldım; onunla birlikte yemek yedim. Tekrar memleketime döndüm ve bu ağacın altında yaşadım.” Altında oturduğu ağaç, ḳavḳal ağacıydı. Sonra bize yemek getirilmesini emretti ve bizimle üç lokmacık yedi.
(İbn Hacer, İsâbe, II, 534-535)
 
 

Hz. Peygamber'den Ermeniler'e Mektup Meselesi Bağlamında Tarihin Hayâl Odası

Tarihî hadisât hakkında elde ettiğimiz malûmatın menbalarından olan destanlar, etnik kimlik unsurlarının ya da fütûhât verilerinin aktarımına arkadaşlık etmede eşsiz bir konuma sahiptir. Olay ya da olguların değerlendirilmesinde kişi, yer adı, tarihlendirmeler dikkate alınmaksızın, destansı anlatımların rolünü bu çerçevede inkâr etmemiz mümkün değilse de söylemlerin tamamen epikleştirilmesinin, hakîkatın özüne olan nüfûzu engelleyebileceği görüşündeyiz. Bununla beraber kişi, yer adı ve tarihlendirmelerle iç içe olan destansı anlatımların varlığını da gözden ırak tutmamaktayız. Öte yandan kaynaklarda yer alan hususların yanılmaz veya doğruluğu tartışılamaz itikadî bir mesele şeklinde değerlendirilmesinin, haklı olup- olmadığını sorgulamadan, sadece bir talep olarak görmekteyiz. Aksi halde olayların bilinçaltında yatan unsurlarının, gerçekleştiği tarihten yüzyıllar sonra ortaya çıkması gibi bir durum da söz konusu olabilmektedir. Bu hâlde tarihçinin, tüm anlatıları dikkatli ve ısrarlı bir şekilde izlemesi, bunu yaparken de zihninin bir köşesine notlar alması meşrûttur. İş bu notların tasnîf ve tahrîrinin âhirinde bir takım neticelere varılması mukadder ise de mezkûr netâyic her zaman makbûl bir nihâyete işaret etmeyecektir.
Sözün burasında ifade etmeliyiz ki bir müverrih, hayatı boyunca hiçbir zaman hayâl dünyasının son sınırına gelemeyecek, olasılık hesapları arasında geleneksel eksenden uzaklaşmaya çalışsa da toplumun ilkeleri ve cür’eti, cesareti buna izin vermeyecektir. Bu durumda tarihçi belki de cebren, kendisinin muttali’ olmadığı bir dönemde tasarlanmış kurgular içinde çeviri makinası hükmünde kalacak, üstelik bundan da rahatsızlık duymayacaktır. Vâkıa bu basit ama esrarlı ilişkiler konusunda sosyo-psikolojik araştırmaların son tespiti acaba, Dıral dedenin düdüğü şeklinde mi olacaktır? Ya da görüşünde yalnız kalma kaygısı sürekli biçimde muhalif olduğumuzu beyân ettiğimiz romantizmi çağrıştırdığından ve dahi söz konusu akıma muhalif olduğumuzdan mütevellid, denizi seviyorsan dalgaları da seveceksin, deyip Friedrich Nietzsche’nin kulaklarını çınlatarak bu bahsi de kapatmak zorunda mı kalacağız? [Geleneksel eksenden uzaklaşan tarihçilerin de var olduğunu ayrıca ifade etmemiz gerekmektedir.]
Özde ifade etmeye çalıştığımız şey, tarihçinin geçmişin izlerini sürerken söylemek zorunda kaldığı ‘belki, muhtemelen…’ gibi gayr-ı mutlak ifadelerin, destansı motiflerle bezenmeden, sonraki nesiller tarafından doğru- düzgün değerlendirilmesidir. Sırf okuyucuyu tahrik etmek için tarihçinin şipşak yargılarda bulunmasını bir dereceye kadar ihtimal dairesinde görsek de, aynı olayın farklı kaynaklarda birbirinden bağımsız değerlendirilmiş olabileceğini, bu yüzden farklı sonuçlar elde edilebileceğini unutmamak elzemdir. Aynı şekilde kaynaklara dayalı araştırmaların herhangi bir olayı farklı yönlerinden ele alıp, farklı sonuçlara ulaşması da söz konusu duruma işaret etmektedir. Bu yazımızda da zaten elimizden geldiğince mübeyyen hususları tetkîk etmeye çalışacağız.
İsmini vermek istemediğimiz, 12.09.2013 tarihli elektronik ve süreli bir yayında gündeme getirilen, yazımızın da başlığında yer alan, akademik unsurlara sahip haberin uzunca girizgâha sebebiyet vermesi, elbette şahsımıza ait bir kusur olarak değerlendirilmelidir. Bu çerçevede ilgili haberin muhteviyatını kısaca aktarmakta fayda vardır:
Erzurum Üniversitesi, İslamî İlimler Fakültesi Kütüphanesi’nin İslam Tarihi bölümünde bulunan Arapça belge bulundu ve Hindistanlı ünlü âlim Muhammed Hamidullah tarafından “el-Vesâiku’s-Siyâsiyye” kitabında yayımlandı. Vesikanın üstüne daha sonra Osmanlı döneminde, Âmid (Diyarbakır) şehri yargıcı Molla Çelebi diye tanınan Muhammed bin Ali ile Ruha (Urfa) yargıcı Nakî Fazlızâde’nin mühürleri basılmıştır.
Esasında incelemeye çalıştığımız husus, haberin oldukça uzun olan metni değildir. Üniversitenin adının Erzurum mu, Atatürk mü olduğu hele hiç değildir. İslâmî İlimler Fakültesi ile İlahiyat Fakültesi arasındaki farkları da belirtecek değiliz. Efendim, Âmid ile Diyâr-ı Bekr’in ayrı ayrı yerler olduğunu da bundan ötürü söylemeyeceğiz. Bu minvalde yargıç Molla Çelebi ifadesini de görmezden geliyor, Muhammed bin Ali’ye rahmetler dileyerek, sonunda yazımızdaki asıl hedefimize yaklaştığımızı beyân ediyoruz.
Ermenilerin, millet olarak kökenleri, nereden geldikleri, nereye gittikleri kısacası ne oldukları hayli tartışmalıdır. Tacitus’un ‘kökeni bilinmeyen insanlar’ şeklinde nitelediği Ermenilerin, tarihin herhangi bir alanında devlet kurmaları söz konusu dahi değilken, Ermeni toplumuna etkin bir siyasî hüviyet bahşedip, çeşitli unvanlar altında önderler kazandırmak, işte girizgâhta bahsettiğimiz şipşak yargılardan bazılarıdır. Hele de Resûlullâh’ın (as), Ermeni toplumunu siyasî/ sosyal bir güç olarak tanıyıp, Ermenilere özel mektup yazması, en azından şimdiki bilgilerimizle, hayâl odasının tavanına çiziktirilen tuhaf bir karikatürden öteye geçmeyecektir. [Yazmamıştır, yazdırmıştır. Kâtibi de kesin Muaviye’dir, diyen arkadaşıma da teessüf ederim.] Kendisini Osmanlı Ermenilerinden birisi olarak tanımlayan Levon Panos Dabağyan’ın bir zamanlar ısrarla gündeme getirmeye çalıştığı benzer husûsun, bir mektup vasıtasıyla tekrar tartışmaya açılması ne kadar doğrudur, bilemiyoruz lâkin Ermenilerin bu mektup vasıtasıyla ne elde etmeye çalıştığı ortadadır. [2013’te yazılan bir yazıyı 2016’da gündeme getirmek ne kadar doğrudur peki?/ Bu yazıyı emsâl gösterenlerin sayısı çoğalmaktadır. Tedirgin olmamız bu yüzdendir.]
Ermeni toplumunu, dönemin güçlerini referans göstererek olduğundan farklı yerlere taşımak veya toplumun aslında kadîm zamanlardan beri siyaseten tanınır olduğunu söylemenin belki başka yolları da vardır ama herhalde Resûlullâh (as) ile kazanılan meşruiyyet bu yolların en değerlisi olsa gerektir. [Ermenilerin Rumlarla olan çatışmalarında Ermeniler, bu şekilde birkaç adım öne de geçecektir. Osmanlı da bunun farkındadır. Saygı göstermektedir. Arşiv vesikalarına da bu durumu yansıtmaktadır.]
Resûllullâh’ın (as), çeşitli topluluklara çeşitli muhteviyâta sahip, çeşitli isimler altında, çeşitli belgeler gönderdiği malumdur. Merhûm Prof. Dr. Muhammed Hamidullah’ın el-Vesâiku’s-Siyâsiyye isimli eseri de zaten bu anlamda hemen akla gelmektedir. Ancak haberin metninde geçtiği gibi ne bu eserde, ne de başka bir kaynakta Ermenilere özel bir belgeden söz edilmemektedir. Gerçi Hamidullah da Erzurum’da, bahsi geçen fakültede böyle bir belge gördüğünü ancak belgenin, haberin metninde geçtiği gibi Arapça değil Türkçe olduğunu, Türkçe’ye tercemenin de düzgün yapılamadığını ifade etmektedir. Neticede Hamidullah, söz konusu belgenin aslında sair Hıristiyan topluluklara verilenlerden farklı olmadığını vurgulamakta hatta belgeler arasındaki olası farklılıkları nakletmeye gerek dahi görmemektedir.
Ermeni müellif Dabağyan, 630 yılında muhtemelen Tebük Seferi dönüşü, Resûllullâh’ın (as) Ermenilere resmî haklar tanıdığından şüphe etmezken Hz. Ömer’in de Kudüs Ermeni Patrikliği’ni kurduğunu aktarması, tarihin hayâl odasının hudutlarını göstermesi açısından, en az bu muhayyel mektup kadar önemlidir. Resûllullâh’ın (as), Tebük dönüşü, hem de 630 yılında Kudüs’e uğrayıp- uğramadığı bir tarafa, Hz. Ömer’in patriklik ihdâs edebilen bir halîfe olması ise mezkûr hudûd-u hayâle dahi sığmamaktadır. Yeri gelmişken henüz Abdulmelik b. Mervân’ın, belki de dönemin getirdiği bir takım sorunları aşabilmek amacıyla tuhaf bir şekilde Mescid-i Aksâ gibi figürleri kullanmasını hazmedemeyen neslin, Kudüs’te bir Ermeni patrikliğini hoş görmesini beklemek de sanırım fazla iyimserlik olacaktır. Yoksa bir sonraki adımda Hz. Ömer’in ya da dönemin sahabesinin, Kudüs’ün alınmasından sonra neden Mescid-i Aksâ’yı ziyaret etmediğini, ettilerse neden bununla ilgili bilgiler aktarmadıklarını da sorgulamak gerekecektir ki bu durum, zinhâr tam bir kafa karışıklığına sebep olacaktır.
Kudüs’te bulunan ve Hıristiyanlar tarafından kutlu olduğu kabul edilen bir takım dinî yapıların, sonraki dönemlerde Rumlar ve Ermeniler arasında çekişme nedeni olması, uzunca bir süredir aktarmaya çalıştığımız belgelerin gündeme getirilmesinin esâs nedeni değil midir? Elbette Resûllullâh’ın (as) Ermeni milletine özel olarak bir mektup yazmasında veya ahd-nâme vermesinde sakınca yoktur. Lâkin Hz. Ömer’in Ermenilere Kudüs’te, daha mescid bile inşâ etmeden/ ettirmeden patriklik ihdâs etme derdine düşmesinde de mi sakınca yoktur? Peki, Surp Hagop veya Kamâme/ Kıyâme Kilisesi olarak anılan bu kurumun duvarında, adı geçen belgenin bir kopyasının hâlen asılı olduğunun söylenmesinde sakınca var mıdır? İlk kaynaklarımız, İrminiyye/ Ermeniyye fetihlerinden açıkça bahsederken, bir millet olarak Ermenilerden neden bahsetmemektedir, Rumlarla Ermenileri birbirinden neden ayırmamaktadır o halde? Hıristiyan topluluklarından bir güç haline gelenler ismen zikredilirken Ermeniler neden bu tasnifin dışında tutulmaktadır? Yoksa… Yoksa Ermeni milleti Resûllullâh (as) tarafından, özel mektup yazılacak seviyede ciddiye alındığı halde klasik tarihçilerimiz tarafından ciddiye alınmamakta mıdır? Kudüs’teki İliyalılar ya da mesela Yakubiler, Süryaniler ve diğerleri zikredilirken, özelde Ermenilerin zikredilmemesi hoş bir tesâdüf müdür? Tevâfuk desek içimiz rahat eder mi?
Sonuç itibariyle, yazımız çerçevesinde buyurun son bir kez daha düşünelim. Deniliyor ki,  yıl 630. Resûllullâh (as) Ermeni milletine özel haklar tanımakta, mektup yazmaktadır. Sonrasında bu milletin yaşadığı coğrafya fethedilmektedir. Ancak fethi tamamlanan bölgede adı geçen halktan hiç ama hiç bahsedilmemektedir. Çok mu tutarsız oldu yoksa? Tamam, bir de şöyle düşünelim; Ermeniler, Rumlardan, Süryanilerden, Yakubilerden, Yahudilerden ayrı olarak Resûllullâh (as) tarafından siyasî bir topluluk olarak tanınmış olsun. Kaynaklarımız da bu tanınmışlığı görmemiş olsun. Haydi, 630 yılında Tebük’ten de dönülsün, Kudüs’e de uğransın. Gerçi Kudüs epey yukarıda kalıyor ama hayâl bu ya, olsun, varsın. Diyelim ki, Kudüs’te bulunan İliya halkına değil de Ermenilere bir de mektup yazsın. Hz. Ömer de mescitten önce Kudüs’te bir patriklik kursun, kurdursun. Söz konusu patrik de adı mesela Surp Hagop Kilisesi, katedrali, manastırı her ne ise bir binâ inşâ etsin, ettirsin. Binânın duvarlarından birisine de Resûllullâh’ın (as) kendilerine özel olarak verdiği mektup/ belge asılsın. Daha sonra hâlen kilisenin duvarında asılı olduğu söylenen mektup/belge bir şekilde defalarca yangın geçirdiği aktarılan Surp Hagop’un duvarından çıksın ve Erzurum’a gelsin. Bir ilim adamı tarafından bulunsun. O sırada bu ilim adamı tarafından hiç önemsenmesin. Bilahare bir zât tarafından Türkçe’ye yanlış da olsa terceme edilsin. Tercemesi kalsın ama belgenin aslı da kaybolsun. Kaybolmamışsa bile kimse tarafından aslı bir türlü yayımlanamasın. Gerçeği haykırmakta fayda var, hepsi ama hepsi muhtemeldir. Bu kadar yazıyı da boşuna yazdık efendiler. Allah iyiliğimizi versin, nefsimizi ıslâh etsin!

14 Kasım 2016 Pazartesi

Kürtler-3 Cezire’de Kimler Yaşıyordu?

Konumuza kaldığımız yerden devam edersek; Cezire’de ilk fetihler sırasında yaşayan unsurlar Araplar, Süryaniler, Ermeniler ve Rumlar idi. Cezire, İslam öncesi de zaman zaman Rabia ve Mudar Araplarının bulundukları bir yerdir.[1] Ayrıca diğer Arap kabileleri de bölgeye göç ederlerdi.[2] Burada yaşayan Araplara Cezire Arapları deniliyordu.[3] Sahte kadın peygamber Secah b. Haris bu bölgedendi[4] ve emrindeki Cezire’li askerlerle bu bölgeden gelip[5]savaşmıştı.[6] Mağlub olunca da bu bölgeye çekilmiş,[7] dayıları olan Tağliblilerin yanında kalmıştı.[8]
 Süryaniler ise eskiden beri bu bölgede idiler. Ermeniler Ermenistan bölgesinden Anadolu’nun değişik yerlerine dağıldıkları gibi burada da bulunuyorlardı. Rumlar ise daha çok askeri amaçla bölgeye getirilmiş olup Mardin yakınlarındaki Dara gibi Bizanslıların askeri garnizonlarında bulunuyorlardı. [9]
Kürtlerle Savaş
Yukarıda aktardıklarımıza katkı olması açısından ilk fetihler sırasında Kürtlerin yurdunun neresi olduğunun en güzel delili olarak şu tarihi olayı da nakletmek istiyoruz; İlk fetihlerde Cezire bölgesinde Kürtlerle karşılaşmayan Müslümanlar İran topraklarına ulaştıklarında Kürtlerle karşılaştılar. Kürtler, gelen İslam ordularıyla kıyasıya mücadele ettiler. İran bölgesi fethedilirken, Kürtlerin yaşadığı bölgeye de sefer düzenlenmiş[10]  ve bu sefer öncesi Hz. Ömer, ilim ve fıkıh erbabı birisi olan Seleme b. Kays el-Eş’ârî’yi Kürtlere karşı komutan olarak görevlendirirken, ona özetle şu nasihatlerde bulunmuştu:
“Allah’ın adıyla ve besmele çekerek yola çık. Allah yolunda Allah’a savaş açmış kimselerle çarpış, onları İslam’a davet et. Sizin lehinize olan onların da lehine, aleyhinize olan da onların aleyhine olsun. Şayet düşmanlarınız sizin onları İslam’a davetinize icabet etmezlerse onları cizye vermeye davet edin. Eğer cizye vermeyi kabul ederlerse onlardan cizyelerini al. Fakat Müslüman olmayı ve cizye vermeyi de ret ederlerse o zaman onlarla savaşınız. Onlarla savaşırken zulmederek insanları öldürmeyiniz. Aynı şekilde çocukları öldürmeyiniz, kulak, burun gibi organları kesmeyiniz.”[11]
Sadece bu aktarım bile yukarıdaki katliam iddialarını yalanlamaya yetmektedir.[12] Savaş öncesini anlatan askerler şunu açıkça belirtirler, “Müşrik Kürtlerle karşılaştık, İslam’a davet ettik. Reddettiler.[13] Bu durumda vatandaşlık vergisi olan haraç vermelerini teklif ettik. Reddettiler. Bunun üzerine savaştık ve onları mağlup ettik.”[14] Nitekim Kürtlerle yapılan bu savaş sonucunda sadece savaşçılarının öldürüldüğü kaynaklarda net olarak aktarılmaktadır.[15]
Cezîre’nin Fethi (16/637)
Bu noktada yukardaki iddianın daha iyi anlaşılması için Kürtlerin sonradan yerleşeceği Cezire bölgesinin fethini kısaca aktarmak istiyoruz;
Hz. Ömer döneminde Irak bölgesi fetihleri doğuya Sasanilere doğru ilerlerken, Suriye fetihleri de neredeyse Anadolu’daki Toroslara dayanmıştı. İşte bu noktada arada kalan Cezire, müdafaasız ve adeta Bizans tarafından yerel güçlere terk edilmiş ve çok az kalede Bizans askeri kalmıştı.[16] Ayrıca Cezirelilerin Bizans kuvvetlerine destek çıktıkları, teşvik ettikleri de[17] bilindiğinden bu bölgenin desteğini engellemek, Bizans’ın asker topladığı yerlerden biri olan Armenia’nın(yaklaşık Doğu Anadolu) yardımını kesmek açısından da buranın fethi gerekliydi.[18]
Cezire bölgesi ve çevresi, İslam tarihinde Müslümanların sulh ile fethettikleri yerlerin başında gelir.[19]  Cezire’yi, Şam bölgesi komutanı Iyaz b. Ğanm fethetmiştir[20] ve bölge fetih sonrası Şam valilerinin kontrolüne verilmiştir.[21] Iyaz, 18/639’da yaklaşık 8 bin askerle Cezire üzerine yürümüş, Rakka ve Ruha’yı (Urfa)[22] kontrol altına aldıktan sonra Harran’a ulaşmıştır. Harranlılar bir müddet direniş gösterdikten sonra şehrin kapılarını açmak suretiyle Müslümanlara teslim olmuşlardır.[23]
Cezire’ye giren ordunun bir kısmı Safvan b. Muattal komutasında Adıyaman, Samsat bölgesine yönelmiş ve buraları fethetmiştir.[24] Malatya’ya kadar olan yerler, Samsat üzerinden fethedilmiştir.[25] Iyaz komutasındaki birlikler ise doğuya yönelerek Nusaybin, Sincar, Meyyâfârikîn, Âmid (Diyarbakır), Mardin, Dârâ ve Erzen’i fethetmişlerdir.[26] Bölge bu şekilde 19-20/640-641 yıllarında tamamen Müslümanların hakimiyetine geçmiştir.
Sahabe orduları, Cezire bölgesinin neredeyse tamamını Ruha Antlaşmasına göre fethettiler. Bu antlaşmanın maddeleri aynen şu şekildedir, “Ben onların canları, malları, çocukları, kadınları, şehirleri ve değirmenleri için eman verdim; şu şartla ki onlar üzerlerindeki hakkı ödesinler. Köprülerimizi tamir etmeleri, yollarını şaşıranlarımıza yol göstermeleri de onlardan istediğimiz diğer şeylerdir. Bölge halkı Müslümanlara korunmaları karşılığı cizye verecekler, Müslümanlara karşı ihanet içinde olmayacaklar, Müslümanlar da onların canlarını ve mallarını koruyacaklar, kiliselerini yıkmayacaklar ve oturmayacaklar.”[27]
Bölgenin kahir ekseriyeti bu anlaşma ile sulhen ele geçirilirken, yalnız Amid kalesi gibi bazı yerler direnmiştir. Amid zorla ele geçirilse de Müslümanlar bir âli cenaplık göstererek Ruha anlaşmasını buraya da şamil kılmışlardır. Şimdi bu Amid ismi nedir? Bu soruya cevap verelim.
Amid Nedir?
Amid, isminin İslam öncesi Bizans döneminde kullanıldığı bilinmektedir. Ancak son dönemlerde bu ismin Kürtçe olduğu ve -yanlış bir kullanımla- Amed şeklinde kullanıldığı görülmektedir. Esasen Amed diye bir yer yoktur. İslam öncesi Amid olarak kullanılan bu isimden dolayı İslam tarihindeki alimlerin bu şehre nispetle Amidî (Amedî değil) diye anıldığını biliyoruz.[28]
Ayrıca daha önce ifade ettiğimiz gibi, Kürtlerin o dönemde henüz bulunmadıkları bir şehir için bu ismi kullanmaları mümkün değildir. Bu isim muhtemelen Asuriler döneminden kalma olup Rumlar tarafından kullanılmıştır. Zebidi, bu ismin bölgeye hakim olan Rumlardan kaldığını ve Rumca olduğunu söyler.[29]
Doğrusu Müslümanlık öncesi bölgeye hakim olan Bizanslıların kullandığı bu isim, Müslümanlarca kullanılmaya devam edildi. Ancak Amid şehrinin çevresine Müslümanların hakimiyeti döneminde bölgeye yerleşen Bekr oğullarından dolayı Diyar-ı Bekir şeklinde isim verilmişti. Böylece İslam tarihinde bölgeye Diyar-ı Bekir; şehre ise Amid denildi. Sonraki yıllarda ise Diyar-Bekir bölge sınırları daralıp adeta şehirle özdeşleşince şehre Diyar-ı Bekir denilir oldu. Ancak bu bir isim değiştirme sonucu olmadı. Süreç içinde kendiliğinden oluştu. 1937’de ise Diyarbakır’a dönüştürüldü. [30]
Cezire bölgesi ilk fetihlerle beraber üç bölgeye ayrıldı. Urfa tarafına Mudarlılar yerleştiği için Diyar-ı Mudar, Kuzey Irak tarafına Rebialılar yerleştiği için Diyar-ı Rebia, Amid çevresine de Bekiroğulları yerleştiği için Diyar-ı Bekir olarak nitelendirildi.[31]
Sonuç olarak Amed şeklinde bir kullanım tarihte yoktur. Doğrusu Amid’dir ve Kürtçe değil, Konya, Ankara, Samsun gibi Rumca’dır. Diyar-ı Bekir ise Arapça kaynaklıdır.
 
 
[1] Taberi, I, 397.
[2] İbnü’l-Esir, el-Kamil, Beyrut, 1995, I, 393.
[3] İbnü’l-Esir, II, 396.
[4] İbnü’l-Esir, II, 354.
[5] Taberi, II, 268.
[6] Taberi, II, 269.
[7] Taberi, II, 272.
[8] İbnü’l-Esir, II, 357.
[9] İbnü’l-Esir, I, 284.
[10] Bu seferin sebepleri anlatılırken, İran bölgesindeki halkların Kürtlerin zulmünden şikayet ettikleri, Kürtlerin burada eşkiyalık yapıp Müslümanların yollarını kesip mallarını yağmaladıkları ve Müslümanlara karşı İranlılarla birleşip büyük bir ordu topladıkları nakledilir, İbnü’l-Esir, III, 46; İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, Beyrut, 2005, X, 178.
[11] İbnü’l-Esir, III, 53.
[12] Ayrıca İran’daki Erdebil bölgesindeki Kürtlere dokunulmayacağı gibi maddelerin anlaşma metinlerine girmesi dikkat çekicidir, Detay için bkz. İsrafil Balcı, Hz. Ömer Döneminde Diplomasi, Ankara, 2006, 319.
[13] Yaygın olan yanlış bir anlayış da: “diğer milletler savaşarak İslam’a girmişken sadece Kürtlerin gönüllüce ve savaşmaksızın İslam’ı benimsediği” şeklindedir. Ancak İslam fetihleri sırasında gerçekleşen bu savaş bile bu yargının yanlışlığını ortaya koymaktadır, İbnü’l-Esir, III, 46.
[14] İbn Hubeyş, Ğazavat, Beyrut 1992, II, 779.
[15] İbn Kesir, X, 178.
[16]Julius Wellhausen, İslam’ın Eski Tarihine Giriş, Çev; Fikret Işıltan, İstanbul 1960, 75.
[17] İbnü’l-Esir, II, 532.
[18] Walter Kaegi, Bizans ve İlk İslam Fetihleri, çev: Mehmet Özay, İstanbul 2000, 239.
[19] Detaylı bir çalışma için bkz. Fikret Işıltan, Urfa Bölgesi Tarihi, İstanbul 1960.
[20] Belazuri, 247; İbnü’l-Esir, II, 531.
[21] Işıltan, 63.
[22] Ruha, o dönemde adeta bölgenin başkenti konumundaydı, Ebu Yusuf, 70.
[23] Belâzurî, 250; bu konuda bilgi için bk. Adem Apak, “Fethinden Emevîlerin Sonuna Kadar Harran”, I. Uluslar arası Katılımlı Bilim Din ve Felsefe Tarihinde Harran Okulu Sempozyumu, 28-30 Nisan, Harran 2006, 29-42.
[24] Bkz. Mehmet Azimli, Hz. Safvan b. Muattal, İstanbul 2008.
[25] Belazuri, 266.
[26] İbnü’l-Esîr, II, 533.
[27] Belazuri, 177-178.
[28] Ünlü Kelamcı Seyfuddin Amidî bunlardan biridir.
[29] Zebidi, Tacu’l-Arus, Kuveyt 1994, VII, 392
[30] Cuma Karan, Diyar-ı Bekir ve Müslümanlarca Fethi, İstanbul 2010, 29.
[31] Bkz. Çevik, 73 vd.

Yazarlar