Son zamanlarda asabı bir hayli bozuktu. Niye? İşler iyi gitmiyordu. Sosyal ve ekonomik gidişat bozulmuş ve her şey kötüye gitmeye başlamıştı. Sadece eşya olsa, insanlarda da kalite düşüklüğü almış başını gitmişti. Birileri bir şey yapmalı diye düşündü. O biri niçin kendisi olmasındı. İşleri düzeltmenin iki yolu vardı. Birincisi iyiyi görmek, göstermek ve yaygınlaştırmak; ikincisi ise iyiler arasından kötüleri seçip ayıklamaktı. İkinci yol sanki daha olabilir gibi geldi; aklına yattı, zihnine yer etti. Zaten test sınavlarında da, dört yanlış tespit edildi mi, bir doğru bulunabiliyordu. Biraz zahmetli ve dolambaçlıydı ama oluyordu. Peki yanlışı ve kötüyü nasıl seçip ayıklayacaktı? Seçmek için önce tespit gerekirdi.
18 Aralık 2019 Çarşamba
10 Aralık 2019 Salı
Hz. Peygamber’in (s.a.s) Vefa Örnekliği
Prof. Dr. Adem APAK
Görülen
iyilikleri unutmama, kendisine iyilikte bulunanlara aynısıyla veya daha
güzeliyle karşılık vermeye vefa, bu şekilde davrananlara ise vefakâr adı
verilir. Şüphesiz insanda bulunması gereken güzel huylardan birisi de vefa
duygusudur. Vefakârlığın zıddı nankörlük olup iyiliğin değerinin bilinmemesi
veya iyiliğe karşılık kötülükle davranmak anlamına gelir.
1 Aralık 2019 Pazar
Adil Öğretmen
Dr. Öğr. Üyesi İbrahim BARCA
“…De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?...”[1]
رزش انسان ز علم
و معرفت پیدا شود
بیهنر گر دعوی بیجا کند رسوا شود
هر که بر مردان حق پیوست، عنوانی گرفت
قطره چون واصل به دریا میشود دریا شود
ای که بر ما میکنی از جامه نو افتخار
افتخار آدمی کی جامه دیبا شود
قیمت گوهر شود پیدا برِ گوهرشناس
قدر ما در پای میزان عمل پیدا شود
و معرفت پیدا شود
بیهنر گر دعوی بیجا کند رسوا شود
هر که بر مردان حق پیوست، عنوانی گرفت
قطره چون واصل به دریا میشود دریا شود
ای که بر ما میکنی از جامه نو افتخار
افتخار آدمی کی جامه دیبا شود
قیمت گوهر شود پیدا برِ گوهرشناس
قدر ما در پای میزان عمل پیدا شود
24 Kasım 2019 Pazar
Hz. Peygamber’in (sav) Terbiye Adabı
İslâm dini özelde tebliğin ilk muhatapları olan Araplarda, genelde de diğer insan topluluklarında sosyo-kültürel dönüşümü gerçekleştirmek için bir eğitim ve öğretim sistemi hedeflemiştir. Kaldı ki, sistemin kurucusu olan Hz. Peygamber (s.a.s), açık bir şekilde kendisinin Allah tarafından bir muallim olarak gönderildiğini ifade etmiştir.[1]Dolayısıyla tebliği boyunca onun uygulamalarının neredeyse tamamını bir eğitim ve öğretim faaliyeti olarak değerlendirmek mümkündür. Esasen Kur’ân’da da Hz. Muhammed’in (s.a.s) ilâhî tebliğ görevinin bir eğitim-öğretim işi olduğu da açıkça vurgulanmaktadır.[2]
21 Kasım 2019 Perşembe
Bizim Evin Enteli
Havanın renginin kurşuniye döndüğü akşam vakitleriydi. Sokakta herkes bir telaş içinde. Eve bir an evvel ulaşma aceleciliği herkesin kafasında. Evine dedikse evin kendisi değil, eşine, çocuğuna veya ana babasına kavuşmaydı işin aslı. Son teknoloji saatler çıksa da, akıllı telefonlar icat olunsa da, yine de insanlar güneşin inişine bakıyorlardı. Akşamın kurşuni ağırlığını sokakta değil, ailenin içinde karşılamak derdindeydiler. Bu ağırlık bir başına çekilmezdi.
4 Kasım 2019 Pazartesi
Yeniden Yenilenen Adalet
Dr. Öğr. Üyesi İbrahim BARCA
ان کسی که چه برای خود می خواهد هم برای دیگران می خواهد مرد کامل باشد و برابر این گر میداند چیز ها ی که باید می خواهد و چیز ها ی که باید نمی خواهد کامل و عادل هم مي شود
1 Kasım 2019 Cuma
Sabırsızlar Koğuşu
Prof.
Dr. Cağfer Karadaş
Efendim! Bu koğuşun
ilginç bir hikayesi var. Ne bir hikaye, birkaç tane. Burada tam üç tane vaka
var. Vaka dedimse, üç yaralı insan. Her birinin
sebebi, birbirinin benzeri. Siz deyin aynısı. Nedir peki bu sebep? Tabi ki sabırsızlık.
Yüce Allah, ibret olsun diye benim önüme getirdi, hatta yüzüme çarptı desem
yeridir. Birazdan bunu da anlatırım. İbret-i alem olsun diye ben de size bu üç
vakayı anlatayım. Sizin de başınıza gelmesin aman. Çünkü bunların hepsinin tam
da başlarına gelmiş. Zaten başımıza ne geliyorsa ya yaptıklarımızdan ya da yapmadıklarımızdan.
Yüce Yaratan Kitab’ında “Başınıza gelen her musibet yapıp ettikleriniz
yüzündendir” diye boşuna uyarmıyor bizi. Ne demiş ünlü filozof Aristo:
“Öncekilerden ibret alın ki, sonrakilere ibretlik olmayasınız.” Sizce de öyle
değil mi? Öyleyse anlatayım efendim. Zaten ben alacağımı aldım. Sizin hissenize
de anlatacaklarım düşsün. Nereden başlayacağımı da bilmiyorum. Aha şu birinci
yataktan başlayayım.
30 Ekim 2019 Çarşamba
6 Ekim 2019 Pazar
Bir Cami İmamı Olan İbn Arabi’nin Hocası Ebû Abdullah Muhammed b. Kassûm’un 24 Saati
Muhyiddin İbn Arabî’nin hocalarından Ebû Abdullah Muhammed b. Kassûm Endülüs’te Maliki mezhebine mensup bir cami imamıdır. İbn Arabî, ondan taharet ve namaz bilgilerini öğrendiğini ifade eder. Ayrıca küçük yaştan itibaren yazmaya meraklı olan İbn Arabî, bu zattan yazma yönünde büyük teşvik görmüştür. Nitekim bir gün yaşı ilerlemiş olmasına rağmen hocasının kağıt satın aldığını görür ve merak eder sorar. Cevap sadedinde hocası ona, kendi üstadı olan Ebû Abdullah b. Mücahid’in “Ölmeden önce eğer fırsat bulursan ilim ve edebiyat ile ilgili yazmaya yönel” şeklindeki tavsiyesini aktarır.
1 Ekim 2019 Salı
İcazetli
İCAZETLİ
Prof. Dr. Cağfer Karadaş
Sabahın alacakaranlığı henüz
aydınlanmak üzereydi. Kuşların ve böceklerin sabahın seheriyle birlikte diri ve
net sesleri kulaklarda çınlıyor, insanın ruhuna ayrı bir canlılık veriyordu.
Sabah zor uyanmıştı ama tabiatın neşesi, bütün uykusunu kaçırmış, kuş sesleri
diriliş muştusu olmuştu adeta. Sesleri ayırt etmek istiyordu ama acelesi vardı.
İçinden bu saatlerde uyanık olmak lazımmış, diye düşündü. Telaşla yürümeye
devam etti. Telaşı namaza yetişmek içindi.
6 Eylül 2019 Cuma
Ders Alma Zamanı
Güneş tepeden, kumlar yerden yakıyordu. Develerin gölgesinden başka sığınılacak yer yoktu. Yerde yürüyen de, deve sırtında giden de aynı güneşin yamacındaydı. Kimseden ses çıkmıyor, kimse kimseye bakmıyordu. Kervandaki deve katarının çıkardığı sesler dışında bir şey duyulmuyordu. Herkes kendi istikametine yürüyor, kendi kaderine boğun eğiyordu.
3 Eylül 2019 Salı
Prof. Dr. İsmail Hakkı Göksoy'la Röportaj
Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden
PROF. DR. İSMAİL HAKKI GÖKSOY İLE RÖPORTAJ
PROF. DR. İSMAİL HAKKI GÖKSOY İLE RÖPORTAJ
Bize kısaca ailenizden, memleketinizden ve
çocukluğunuzdan bahseder misiniz?
1960 yılında Isparta’nın Sütçüler ilçesine bağlı
Sağrak Köyü’nün Sağlık Pınar (Gökpınar) mevkiinde doğdum. Dedem ve büyük dedem
ilk önceleri Sütçüler ilçe merkezinde otururlarken, İstanbul’a gidip orada
seyyar sokak sütçülüğü yapmışlar. Sütçülükten kazandıkları parayla memlekete
geri döndükten sonra Cumhuriyetin ilk yıllarında Gökpınar mevkiinden bahçe ve
tarla satın alarak oraya yerleşmişlerdir. Aslında İstanbul ve Ankara gibi büyük
şehirlerdeki seyyar sütçülük mesleği, yakın dönemlere kadar bugünkü Sütçüler
ilçesi ve köylerinde yaşayan birçok ailenin önemli bir geçim kaynağı idi. Daha
önce Eğirdir ilçesine bağlı Cebel nahiyesi iken, 1938 yılında ilçe olurken bu
meslekten dolayı ilçenin adı da Sütçüler adını almıştır. Ben de okumasaydım, İstanbul
veya Ankara’da bu mesleği yapanlardan biri olurdum herhalde. Çünkü diğer üç
erkek kardeşim de belirli sürelerle bu mesleği icra ettiler. Babam ve annem bir
çiftçi ailesiydi. Ekip biçtiğimiz bahçe ve tarlaların yanı sıra koyunlarımız,
keçilerimiz ve sığırlarımız vardı. Dört erkek ve iki kız kardeş olmak üzere toplam
altı kardeşiz. Ben, ikinci sırada doğan çocuktum ve babam askerde iken
doğmuşum. Çocukluğumuzda ailemize tarlada, bahçede ve hayvanlara bakmada yardım
ederdik.
Çocukluk yıllarımı Gökpınar’da geçirdim ve ilkokulu
oturduğumuz yerden 7, 8 kilometre uzaklıktaki Sağrak köy ilkokulunda okudum.
Her sabah yaya olarak birkaç çocuk ile birlikte okula gider ve akşamüstü geri
dönerdik. Havaların çok karlı ve yağışlı olduğu bazı kış günlerinde köydeki
sınıf arkadaşlarımızın ve akrabaların evinde kalırdık. O zaman ilkokulda iki
öğretmen vardı ve 1. 2. 3. sınıfları bir öğretmen, 4. ve 5. sınıfları da diğer
öğretmen okuturdu. O yıllarda köy okullarına devlet tarafından Amerikan hibe
yardımı çerçevesinde Amerikan süt tozu ve beyaz un dağıtılırdı. Her öğrenci
ailesi nöbetleşe sabahleyin okulun bahçesinde yakacağı odunları da beraberinde getirerek
bunları pişirirdi. İkinci veya üçüncü teneffüste de öğrenciler sıraya girerek
birer bardak süt ve bir yufka ekmek alarak beslenirlerdi. Ayrıca, her sabah
yanımıza evden çıkarken içinde yufka, haşlanmış patates ve yumurta, çökelek ve
tereyağı gibi yiyeceklerin olduğu azığımızı yanımıza alırdık. Dördüncü sınıf
sonunda mahalleye ilkokul açıldı ve beşinci sınıfı ise mahallede okudum. Burada
da tek öğretmen tüm sınıfları okuturdu. Toplamda 15 öğrenci idik.
Eğitim hayatınız ile ilgili bilgi
verir misiniz?
İlkokulu bitirdikten sonra, bir yıl mahallede kaldım ve kış aylarını evde
halı dokuyarak geçirdim. Zira babam benden bir yıl önce mezun olan ağabeyimi
ilçedeki ortaokuluna yazdırdı ve onu okumaya gönderdi. Orada o, ücretli okul
pansiyonunda kalıyordu. İki çocuğu okutamam düşüncesiyle beni ortaokula göndermedi.
Ancak ertesi yıl beni ilçedeki Kuran kursuna yazdırdı. Daha sonraları babam,
beni Kuran kursuna göndermesinin sebebini ise, şöyle açıklamıştı. Birkaç ay
yaşayan küçük kardeşimiz ölmüş ve babam da mahalledeki bir hocadan çocuğun
defnedilmesini talep etmiş. O da, “benim işim var, başka yere gideceğim”
diyerek babamın talebini geri çevirmiş. Babam da o kızgınlıkla köye giderek köy
imamını getirtip, çocuğun cenazesini ona kaldırtmış. Bu olaydan birkaç ay sonra
da, Kuran kursuna talebe toplayan ilçedeki bir imam, babamla görüşüp okul
yaşında çocuğu olduğunu öğrenince beni göndermesini istemiş. Babam da bunun
üzerine beni ilçe merkezine götürerek Kuran kursuna yazdırdı. Bu şekilde elifbadan
başlayarak bir yıl boyunca Sütçüler Kuran Kursu’nda okudum. Burada aldığım ilk
dini eğitimim sırasında falakaya yatırılmadım; ancak ezberleri zamanında
yapamayan kurs arkadaşlarımın falakaya yatırılarak cezalandırıldığını gördüm.
Öğrenimin sonunda ilçe merkezindeki Seferağa Camisi’nde hatim merasimi oldu ve
buna ailelerimiz de katıldı. Ertesi yıl ilçe müftüsü iyi çalışan kurs
öğrencilerini ortaokula yazdırdı, bazı arkadaşlar da hafızlığa başladılar. Böylece,
hem Kuran kursunun yurdunda kaldım hem de Sütçüler Orta Okulu’na devam ettim. Ortaokulunda
yeterli öğretmen olmadığı zaman bazen ilçedeki bürokratlar derse gelirdi.
Mesela, bir yıl boyunca İngilizce dersimize ilçenin kaymakamı girdi. Onun dersi
çok disiplinli geçerdi. Din dersine ise hep müftü girerdi. İş eğitimi ve tarım
dersi diye bir ders vardı ki, ona da ilçedeki orman işletme müdürü olan
mühendis girerdi.
Ortaokulu bitirdikten sonra, 1975 yılında il merkezine giderek Isparta
İmam-Hatip Lisesi’ne kaydoldum. Aynı zamanda müracaat ettiğim Vakıflar
Yurdu’nun sınavını kazanarak yatılı yurda yerleştim. Benden iki yıl önce mezun
olan ağabeyim ise, Isparta Lisesi’nde okuyordu ve o arkadaşı ile evde
kalıyordu. O liseyi bitirdikten sonra eğitimine devam etmedi ve daha sonra
polis memuru oldu. Diğer kardeşlerimden de ilkokul sonrasında okuyan olmadı. Ben
de, 1979 yılında İmam-Hatip Lisesi’ni bitirdikten hemen sonra girdiğimiz
imamlık sınavını kazanarak Isparta’nın Senirkent ilçe merkezindeki Şeyhler
Camisi’ne imam-hatip olarak atandım. Bir yıl burada imamlık yaptım. Ertesi yıl
İzmir Yüksek İslam Enstitüsü’nün sınavlarına girdim ve kazandım. Kafamda hem
okuyup hem de İzmir içinde veya yakınında bulunan bir camiye tayin
çıkarttırmayı düşünüyordum. Enstitüde hem okuyup hem çalışanların olduğunu da
duymuştum. Ancak, bu düşüncemi gerçekleştiremedim. Çünkü 12 Eylül 1980
tarihinde ülkede askeri darbe oldu ve tüm tayinler durduruldu. Enstitüye kesin
kayıt yaptırmak için gideceğimde bile, müftü ve kaymakamdan zorla izin
almıştım. Okuma azmim ağır bastığı için imam-hatiplik görevimden istifa edip
İzmir’e okumaya gittim ve yüksek dini tahsil hayatıma orada başladım. İkinci
sınıfta iken, tüm İslam enstitüleri İlahiyat fakültelerine dönüştürüldü. O
yıllarda kimisi buna karşı çıkmakta kimisi de bunun çok faydalı olacağını
söylüyorlardı. Fakülte olunca daha çok doktoralı, doçent ve profesör hocalarımız
oldu. Bunların derslerini dinlerken, daha seviyeli eğitim verdiklerini anlamaya
başladım. Dördüncü sınıfta iken, bende de yüksek lisans yapma gibi düşünceler
hâsıl oldu. Zira bizden bir yıl önce mezun olan iki öğrenci fakülteye asistan
olarak atandılar. Enstitüden gelen bazı hocalarımız da, doktora öğrenci
kimliklerini göstererek biz de siz gibi öğrenciyiz diyorlardı. Önümüzdeki bu
tür örnekler, tahsilimi devam ettirmeyi teşvik etti.
Son sınıfın son aylarında fakülte panosunda Türkiye Diyanet Vakfı’nın
yurtdışı mastır ve doktora bursu ilanını gördüm. Bazı sınıf arkadaşlarımızın ve
hocalarımızın da teşviki ile bu burs programına müracaat ettim. Ankara’ya
giderek bu ilanın sınavına katıldım. Sınava katılan ve farklı İlahiyat
fakültelerden gelen öğrenciler arasından 10 öğrenci seçildi ve İzmir
İlahiyattan da ben seçildim. Müjdeli haberi, sözlü olarak ilk defa dekan
yardımcısı hocamız Avni İlhan Bey beni odasına çağırarak vermişti. Daha sonra
da yazılı olarak tarafıma bildirildi ve Ankara’ya yabancı dil kursuna katılmak
üzere çağrıldım. Yaz ayları boyunca Ankara’da Diyanet merkezinde Devlet Lisan
Okulu’nun hocalarının verdiği yoğun bir İngilizce dil kursuna devam ettik. Bu kursa
aynı zamanda İlahiyat fakültelerindeki bazı asistanlar ve yardımcı doçentler de
katılıyordu. Yurt dışına çıkış için resmi işlemlerimizi tamamladıktan sonra 7
Ocak 1985 tarihinde İngiltere’ye giriş yaptım. Önce Durham şehrinde 6 burslu Türk
arkadaş ile birlikte İngilizce dil kurslarına devam ettik. Daha sonra Manchester
Üniversitesi’ndeki Yakındoğu Araştırmalar Bölümü’nde (Department of Near
Eastern Studies) mastır eğitimine başladım. Buradaki yüksek lisans eğitimini
bitirince Londra’ya geçerek Londra Üniversitesi Doğu ve Afrika Araştırmaları
Okulu’nda (School of Oriental and African Studies - SOAS) doktoraya başladım.
Haziran 1991’de bu merkezdeki doktora tezimi başarıyla tamamlayarak Türkiye’ye
döndüm.
Neden İslam Tarihi alanını ve
akademisyenliği seçtiğinizi anlatır mısınız?
Önce isterseniz niçin akademisyenliği seçtiğimi bahsedeyim. Akademisyen olma
ve tahsilimi ilerletme fikri, fakülte yıllarımın sonlarında oluşmaya başladı.
İslam enstitüleri fakülteye dönüşünce, yüksek lisans ve doktora tahsil
seviyeleri ve akademik unvanlar hakkında bilgi sahibi olmuştum. Fakültede
unvanlı hocalarımızın sayısı artmaya başlamıştı. Ben de okumaya meraklı olduğum
için eğitimimi devam ettirmek istiyordum. Hatta babamın karşı çıkmasına rağmen,
imamlıktan ayrılıp İzmir’e okumaya gitmiştim. Fakültede İzmir’de imamlık yapan ve
yaşça benden büyük olan bir sınıf arkadaşım vardı. Sınav öncesinde yanıma gelir
ve işlediğimiz ders konularını ona anlatırdım. O, benim anlattıklarımla sınava
girer ve geçer not alırdı. Bir gün bana, İngilizce kursuna yazılmamı ve seneye yüksek
lisansa devam etmemi söyledi. Ben de kendisine “kursa yazılacak param yok”
deyince, “ben sana parayı bulurum” dedi. Birkaç gün sonra bana camiye gelen hayırsever
cemaatinden birinin gönderdiği biraz para getirdi ve “bunu al doğruca kursa
yazıl, devamını ben sana getireceğim” dedi. Ben de ertesi günü hemen İzmir’in
Alsancak mevkiindeki Amerikan Kültür Merkezi’nin İngilizce kursuna yazıldım.
Kurs sayesinde İngilizceyi epeyce ilerlettim ve son sınıfta bu dersten hep
yüksek not alırdım. Ankara’ya Diyanet Vakfı’nın yurtdışı burs sınavına
gittiğimde İngilizce sözlü sınavında da oldukça iyi performans göstermiştim. Böylece
bende hem hocalarımın hem de bazı arkadaşlarımın teşvikiyle tahsilimi
ilerletmek fikri gelişti. Aksi halde ya Milli Eğitimde öğretmen ya da Diyanette
görev alma imkânım olabilirdi.
İslam tarihi alanını seçmem ise, bize burs veren kurumun yetkililerinin
yönlendirmesi ve yurt dışında almış olduğum yüksek lisans ve doktora eğitimim
neticesinde şekillendi. O dönemdeki Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Dr. Abdülbaki
Keskin Bey, Türkiye Diyanet Vakfı’na bağlı olarak İslam Araştırmaları Merkezi
(İSAM) kuruluncaya kadar yurtdışına gönderilen burslu öğrencilerden sorumlu
kişi idi. O, bizleri İslam dünyasının farklı coğrafyaları üzerinde çalışmamızı
istedi. Müslüman ülke ve bölgelerin özellikle son yüzyıllarının tarihi ve
coğrafyası, dini gelişmeleri, düşünce hareketleri ve geçirdikleri sömürge
tecrübelerinin araştırılmasını çok önemsiyordu. O yıllarda İslam dünyası ile
ilgili olarak Türkiye’de akademik anlamda ciddi araştırmalar yapan kimseler
yoktu. Yapılanların çoğu bazı tanınmış Müslüman yazarların eserlerinin
tercümesi veya gazetecilerin yazdıkları deneme tarzındaki yayınlar vardı. Bunun
için her birimize farklı coğrafyalarla ilgili çerçeve konular verdi. Bana da ilk
zamanlar adını bile hiç duymadığım İslam dünyasının Malay-Endonezya bölgesi
düştü. Manchester’de o bölgenin uzman hocası olmadığı için orada Sudan üzerine
bir yüksek lisans tezi hazırladım. Sudan’da mehdi idaresinin yıkılışı ve
İngiliz sömürge yönetiminin kuruluşu hakkında idi. Doktora tahsili için ise, daha
sonra o bölgeyi çalışan hocaların bulunduğu Londra Üniversitesi’ne bağlı olan
SOAS’a geçtim. O yıllarda Londra’daki SOAS, Avrupa’daki en önemli şarkiyat
merkezlerinden biri kabul ediliyordu.
Hocam, doktora yaparken ne tür zorluklarla
karşılaştınız?
Doktora
yaparken, maddi olarak çok fazla zorlukla karşılaşmadım. Aldığımız burs fazla
olmamakla birlikte, idareli harcayarak geçinmeye çalışırdık. Çoğu zaman öğle
yemeği için çantamızda sandviç tarzı şeyler götürür ve onunla beslenirdik. Aylık
300 pound ile başladığımız bursumuz, zamanla 600 pounda kadar çıkmıştı. Doktora
yaparken en fazla dil konusunda zorluklarım oldu. Zira Londra’da doktoraya
başvurduğumda mülakat sınavı yapan hocalar bana ne tür konular çalışmak
istediğimi sordular. Ben de kendilerine, bana burs veren kurumun benden
Endonezya üzerine çalışmamı istediklerini söyledim. O ülkeyle ilgili bir tarih
konusunun çalışılması için önce senin Hollandaca öğrenmen gerekir dediler. İngilizce
bilmen yeterli olmaz. Çünkü Endonezya eski bir Hollanda kolonisidir. Orayla
ilgili tarih kaynaklarının hepsinin bu dilde olduğunu belirttiler. Ben de
kendilerine Manchester’da mastır yaparken aynı zamanda Hollandaca kursuna devam
ettiğimi ve bu dili öğrenmeye başladığımı söyledim. Nitekim daha mastır
yaparken, Manchester Üniversitesi’nde Hollandaca kursunun olduğunu öğrendim ve
ona kaydolmuştum. Ancak, derslerimin yoğunluğu nedeniyle çok fazla ilerleme
kaydedemedim. SOAS’daki mülakat sonunda beni ileride doktoraya geçiş yapmak
üzere Mphil (İngiltere’de mastır ve doktora arası bir derece) öğrencisi olarak
kaydettiler. O yıllarda İngiltere’deki tanınmış üniversiteler doktora
öğrencilerini önce Mphil öğrencisi statüsüyle başlatırlardı. Okulun İngilizce
yabancı dil sınavını da daha önce girmiş ve geçmiştim. Bir yıl sonrasında tez
konumla ilgili olarak verdiğim bir bölüm seminerinde danışmanlarım yaptığım
sunumu gayet başarılı buldular ve ertesi günü doktora öğrenciliğine hemen transferim
yapıldı.
Bize çalışmalarınızdan bahsedebilir misiniz?
Yüksek Lisans çalışmamı, Manchester Üniversitesi
Yakındoğu Araştırmaları bölümünde yaptım. Sınıfta dört Türk öğrenci, birkaç
Arap ve bir, iki Çinli öğrenci vardı. Bölümdeki hocalarımız arasında bazı meşhur
şarkiyatçılar da vardı. Mesela, Prof. C.E. Bosworth gibi. O, aynı zamanda Brill
yayınevinin çıkardığı İslam Ansiklopedisi’nin editörü idi. Ayrıca, Prof. F.A.K.
Yasemee, Prof. C. Imber, Dr. N. Calder gibi şarkiyatçılardan dersler aldım.
Mastır derslerimizden birisi, Prof. Bosworth’ın verdiği “Modern Developments in
Islam” idi ve bu derste İslam dünyasında son yüzyıllarda ortaya çıkan dini
akımları işlerdik. Hoca dersle ilgili uzunca bir okuma listesi verdi ve dersi
de önündeki notlara dayalı olarak anlatırdı. İlk derste aldığımız notların
yetersiz kalacağını düşünerek hocadan dersi teybe kaydetmek için izin aldık. Birkaç
hafta öncesinde bir teyp almıştım ve onu kullandık. 90 dakikalık kaset dolunca,
tak diye ses çıkarırdı. Hoca dersin bittiğini ondan anlardı. Her hafta birimiz
kasetteki kaydı yazıya aktarır ve sonra fotokopi yoluyla çoğaltarak Türk
arkadaşlar arasında paylaşırdık. Bu bizim İngilizcemizi geliştirmede çok
faydalı oldu. Prof. Yasemee’nin de “European Expansion over the Islamic world”
adında bir dersi vardı ve bu ders Avrupalı sömürgeci devletlerin Asya ve Afrika
kıtalarındaki İslam coğrafyalarını nasıl hâkimiyetleri altına aldığını ortaya
koyuyordu. Bir nevi sömürgecilik tarihi idi. Onun ayrıca “Texts on History”
adında ayrı bir dersi daha vardı ve tarihi metinlerin analizini yapardık. Hatta
hoca birkaç hafta Lozan konferansındaki görüşmelerin İngilizce resmi
tutaklarını getirdi ve onların değerlendirmesini yaptık. Norman Calder’dan
“Islamic Law” dersini aldım. İslam hukukun gelişimi ve Serahsi’nin Arapça
Mebsut adlı eserinden seçme metinler okuduk. Diğer mezhep görüşleriyle birlikte
değerlendirmeler yapardık. C. İmber de Osmanlı tarihi ve hukuk sistemi hakkında
dersler veriyordu. İran asıllı bir bayan hocadan da Arapça metinler dersi
almıştık. Mastır tezi olarak da, Yasemee’nin danışmanlığında “The Establishment
of Anglo-Eygptian Rule in the Sudan (1898-1914)” başlıklı Sudan hakkında bir
tez hazırladım. Yaz döneminde mastır tezimi hazırlarken ilk defa Londra’daki İngiliz
arşivleriyle tanıştım ve Public Record Office’de arşiv dosyalarını karıştırmaya
başladım. Ayrıca, Durham şehrindeki üniversite kütüphanesinde “Sudan Papers”
adlı özel arşivden istifade ettim.
Doktora çalışmalarıma gelince, daha önce bahsettiğim
gibi mastırı Manchester’da bitirince Ocak 1987’de Londra’ya taşındım ve SOAS’da
doktoraya başladım. Doktorayı iki danışmanın rehberliğinde yaptım. Bunlardan
ilki Alman asıllı filolog ve Malay-Endonezya edebiyatı uzmanı Prof. Ulrich
Kratz idi. O, SOAS’ta Güneydoğu Asya Dilleri ve Kültürleri Bölümü başkanı idi.
Diğer danışmanım ise, Prof. R. Smith idi ve o da SOAS’ın Tarih bölümünde Güneydoğu
Asya bölge tarihçisi idi. Malezya ve Vietnam üzerinde çalışıyordu. Aynı zamanda
Tarih bölümünün Güneydoğu Asya Bölgesi Lisansüstü Çalışmalarının akademik
yöneticisi idi. Doktoranın ilk yılında devam etmek mecburiyetinde olduğumuz,
fakat sınavı olmayan birkaç ders aldım. Doktorada çok fazla ders yoktu. Dersler
de, genellikle tarih usulü, kaynakları ve araştırma nasıl yapılır bunlar
üzerine idi. Ayrıca her iki haftada yapılan bölüm seminerlerine katılma
zorunluluğumuz vardı. Her Salı günü öğleden sonraları da her öğrencinin
katılabileceği ve “public lecture” denilen konferanslar olurdu ve bazı tanınmış
kişiler davet edilirdi. Oryantalizm kitabının yazarı Prof. Edward Said’i ilk
defa orada dinledim. Doktora dersleriyle ilgili olarak bir gün Ortadoğu
tarihçisi Prof. E. Yapp, derste doktora tezi hazırlarken toplanan kaynakların
ve bilgi fişlerinin muhafazası konusunu işliyordu. Bu hususta kendi yaşadığı
bir tecrübeyi anlattı. Doktora çalışması sırasında araştırma maksadıyla yurt
dışına gittiğinde teziyle ilgili biriktirdiği bilgi fişlerini bir bankanın
emanet dolabında sakladığını anlattı. “Ne aileme ne de arkadaşlarıma onları
emanet edebilirdim. Çünkü onca zahmetle topladığım bilgiler ve yazdığım
fişlerim, benim için bir altın değerindeydi” dedi. Bilgisayara yazdıklarının
yedeklemelerini yapmayan ve “yazdıklarımı kaybettim” diye özür beyan eden öğrencilerime
bazen onun bu sözlerini hatırlatırım. Bilgiye ulaşmanın önemi kadar onu
muhafaza etmenin de çok önemli olduğu bir gerçektir.
Derslerin dışında başlangıçta haftada bir, daha
sonraları 15 günde veya birkaç haftada birinci danışman hocamla görüşme
yapardım. İkinci danışmanımla daha az ve genellikle ayda bir görüşürdük. İlk
görüşmeden sonra danışmanım elime birkaç sayfalık okuma listesi verdi. Bir
taraftan Endonezya hakkında kitap ve makale okurken, diğer taraftan da Hollandaca
dil kurslarına yazıldım. Londra Üniversitesi’nin University College (Edebiyat
Fakültesi) denilen biriminde Hollanda Dili ve Edebiyatı bölümü vardı ve orada
Hollandaca dersine devam ettim. Ayrıca, London School of Polytechnic’deki
Hollandaca akşam kursuna kaydolmuştum. Bu arada yapacağımız doktora tez konusu
üzerinde de istişareler yaptık. Danışmanlarım yine Türkiye ile bağlantılı, yani
Osmanlı-Endonezya bağlantılı bir konu çalışmamı istediler ve eski Türkçe (Osmanlıca)
kaynakları kullanabileceğimi söylediler. Ben de, bana burs veren kurumun
çerçeve konusunu söyleyerek sonunda tez konumuz Endonezya’nın bağımsızlık
mücadelesi yıllarında Hollanda’nın takip ettiği İslam politikası ve Müslüman
liderlerle ilişkileri üzerinde olmasında karar kıldık. İngilizcesi ise, “Dutch
Policy towards Islam in Indonesia, 1945-1949” idi.
Hollandaca dilini epeyce ilerlettikten sonra
Hollanda’ya gittim ve ilk gidişimde dört ay kaldım. Lahey Dil Merkezi’nde
Hollandaca kurslarına devam ettim ve ayrıca Hollanda kütüphane ve arşivlerinde
tez konumla ilgili kaynak taraması yaptım. Ertesi yıl yaz döneminde tekrar
Hollanda’ya giderek iki ay boyunca Lahey’deki devlet arşivlerinde ve Lahey,
Leiden ve Amsterdam’daki kütüphanelerde çalıştım. Arşiv çalışması, kütüphane
çalışmasından daha zor bir iştir. Bazen sabahtan akşama kadar dosya karıştırır,
tezinizle ilgili hiçbir bilgi bulamazsınız. Bazen de bir belge bulduğunuzda
sevinciniz göklere çıkar. Çalıştığınız konunun zamanı yakın tarihe ait ise,
bazen her belgeye ulaşma izni verilmez. Bir gün arşiv kataloglarını tararken,
dosya tasnif başlığında İslam kelimesi de geçiyordu, ancak önüne bir kırmızı
işaret koymuşlardı. Dosya numarasını evrak talep fişine yazdım ve arşiv
görevlisinden istedim ve okuma salonundaki masama oturdum. Görevli yeni dosyayı
getirdiğinde, masamdaki yeşil ışık yanar ve dosyayı almaya giderdim. Evrak
masasına varınca, görevli “talep ettiğiniz bu evrak araştırmaya kapalı,
kapalılık süresi henüz bitmemiş” dedi. Sonra daha üst görevliye gidip dosya
numarası ve başlığını verdiğimde, o bana gerekçesini anlatmaya çalıştı. Dosya
içinde adı geçenlerin önemli şahıslar ve hala hayatta olduklarını belirterek bu
belgenin araştırmaya açık olmadığını söyledi. Böylece, arşivlerde bulunan bazı
evrakın gizliliğinin kaldırılmadığını biliyordum; ancak bunu bizzat kendim de
yaşamış oldum. Tezimin bilgi kaynaklarının büyük çoğunluğunu Hollandaca arşiv
belgeleri vasıtasıyla oluşturdum. Ayrıca, Londra’daki İngiliz arşivi ile gazete
arşivinde de araştırmalar yaptım.
İkinci yılımda iki dönem SOAS’taki Endonezyaca dil
kursuna devam ettim. Daha sonra Londra’daki Endonezya büyükelçiliğine araştırma
vizesi almak üzere başvurdum. Ancak bir yıl sonra danışman hocamım referansı ve
girişimiyle vize alabildim ve 1990 yılı yazında ailemi Türkiye’ye bırakıp
Endonezya’ya gittim. Üç ay boyunca başkent Cakarta’daki Endonezya arşivinde ve
milli kütüphanede çalıştım. Endonezya arşivinde tez konumla alakalı çok fazla
belge bulamadım. Çünkü Hollanda 1949 yılında Endonezya’ya bağımsızlık
verdiğinde, oradaki sömürge hükümetinin tüm resmi evraklarını da iki büyük
gemiyle anavatanlarına taşımışlardı. Ancak, çalıştığım ülkeyi tanımak ve saha
araştırması yapmak açısından benim için bu fevkalade faydalı oldu. Bu arada
Endonezya dil seviyemi de geliştirme fırsatı buldum. 1990 yılı sonbaharında
Londra’ya döndüğümde, tezimin iskeleti ve müsvedde yazımı büyük oranda
oluşmuştu. Daha önce yazıp danışmanlarıma verdiğim bölümlere yeni ilaveler,
düzeltmeler ve bütün olarak da son tashihlerini yaparak yazım aşamasını
tamamladım ve jüri önünde Mayıs 1991’de başarıyla savunarak doktor unvanını
aldım. Danışman hocalarım ve jüri üyeleriyle birlikte kutlama yemeğine
gittiğimizde, daha önce bana hep “Mr. Göksoy” diye hitap ederlerken, sınavdan
sonra bana “Dr. Göksoy” diye hitap etmeye başladılar. Ben de bunun birkaç yıl
süren emeklerimin ve gayretimin bir sonucu olduğunu düşünerek çok memnun
olmuştum.
Yurtdışındaki mastır ve doktora eğitimini
tamamlayınca, Türkiye’ye döndüm ve bir süre İstanbul’daki İSAM’da çalıştım.
Aldığım burs karşılığında bu kuruma zorunlu hizmet yapmakla yükümlü idim. Burada
İslam Ansiklopedisi için yazılacak maddelerin ve diğer işlerin yanı sıra bir
yandan da İngilizce doktora tezimi Türkçe’ye tercüme ettim. İki bölüm daha
ilave ederek doktora tezimi bir kitap formatına dönüştürdüm ve “Endonezya’da
İslam ve Hollanda Sömürgeciliği” adıyla 1995 yılında İSAM yayını olarak
yayınlandı. Bu arada kısa süreli askerlik hizmetimi de tamamladım. 1993 yılı
sonuna doğru, Isparta’da yeni kurulan Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi’ne İslam Tarihi yardımcı doçenti olarak atandım. Doçentlik çalışması
olarak “İslam’ın Güneydoğu Asya’ya Girişi ve Yayılışı” başlıklı bir çalışma
hazırladım ve 1998 yılında doçent oldum. 2004 yılında da “Güneydoğu Asya’da
Osmanlı-Türk Tesirleri” başlıklı bir kitap çalışmasıyla da profesörlüğe
yükseltildim. Geride kalan 20 yılı aşkın ve hatta 30 yıla yakın bir zaman
dilimi sırasında yaptığım çalışmaları takdir edenler olduğu gibi “Ne işin var?
Ta Endonezya gibi uzak ülkeleri çalışmaya” diyenler de oldu. Hatta burs veren
kurumun bazı yetkililerinden yanlış yönlendirildiğimiz yönünde eleştirilerle de
karşılaştım. Ancak, yazdıklarımı okuyup da hiç tanımadığım kimselerden aldığım
küçük taltifler ve görüşlerime başvurmayı gerekli görenlerin aramaları bile
beni hep mutlu etmeye değmiştir. Yaşadığım tecrübeler, aynı zamanda yetişmiş
insan kaynağın ne kadar önemli olduğu bilincini fark etmeme de yardımcı
oldular.
Hocalarınızın tarihçiliğiniz üzerinde nasıl bir tesiri
oldu?
Gerek mastır gerekse doktora eğitimi sırasında tarih
derslerine ve tarihi konulara hep ilgi duyardım. Aldığımız dersler de
genellikle genel tarihin yanı sıra siyasi tarih ve İslam tarihi konuları ile
İslam düşünce tarihi alanına yönelikti. Ancak bunların çoğunluğu dönem
itibariyle İslam tarihinin ilk yüzyılları değil daha ziyade son birkaç
yüzyılına ait derslerdi. Ders aldığımız hocalarımız da genellikle son
yüzyılları çalışmaktaydılar. Mastır yaparken bile orijinal tarihi metinlerin
yorumlanması ve değerlendirilmesi gibi ödevler (essay) hazırlıyorduk. Doktora
yaparken ilk zamanlar genelde her hafta belirli bir saatte görüştüğümüz birinci
danışmanım Prof. Kratz, geçtiğimiz bir hafta boyunca ne okuduğumu ve
okuduklarımın kısa özetini sözlü olarak benden isterdi. Okuduğum makalenin,
kitabın veya kitap bölümünün ortaya koyduğu temel argümanın ne olduğunu sorgulamaya
çalışırdı. Diğer hocam Prof. Smith ise, kendisi daha çok arşiv çalışması yapan
bir tarihçi olduğu için arşiv belgelerindeki bilgilerin kullanımı ve tarih
yazımını gerçekleştirirken olaylara eleştirel bir metotla ve dışarıdan birinin
bakış açısıyla bakılması gerektiğini vurgulardı. Hatta tezimle ilgili verdiğim
bölümü okuduğu zaman, bir defasında sayfanın kenarına bir not düşerek kullandığım
Hollandaca kaynaklardaki ifadelerin ve üslubun tesirinde kalmamam gerektiği hususunda
beni uyarmıştı. Bu tür örnekler, tarih araştırması yapanlar için de önemli hususiyetler
olsa gerektir.
Size göre Türkiye’de İslam Tarihi çalışmalarının ve
İslam tarihçiliğinin geldiği seviye nedir?
Türkiye’deki İslam tarihi
çalışmalarının özellikle son on yıllarda daha fazla geliştiğini ve önemli bir
aşamaya geldiğini düşünüyorum. Tabii, bu alanda araştırmaya dayalı akademik
çalışmaların çok daha önce başlaması gerekirdi. Geçmişe baktığımız zaman, Osmanlının
son ve Cumhuriyetin ilk dönemlerinde bu alanda yapılan ciddi akademik
çalışmalar yok. İlk dönem Arapça temel kaynakların bile neredeyse hepsinin,
XIX. Yüzyıl sonlarında batıda neşirlerinin yapıldığını görürüz. Bugün bile
Taberi tarihinin tamamının İngilizce tercümesi var. Ancak tam bir Türkçe
tercümesi henüz yapılmadı. İlahiyat fakültelerindeki ilk İslam tarihçisi
hocalarımızın bir kısmı genellikle ilk dönemleri, diğerleri de Osmanlı dönemi
ağırlıklı veya kurumlar tarihi çerçevesinde çalışmışlar. Daha sonra da çeşitli
Müslüman devletler ve az da olsa benim gibi farklı İslam coğrafi bölgeleriyle
ilgili çalışanlar da bulunuyor. Bunların yanı sıra mahalli tarih ve konulu
tarih çalışması yapanlar da var. Geçen yıl burslu olarak yurtdışına doktora
eğitimi için giden bir tarih bölüm mezunu öğrenci, tarih bölümündeki hocaların
Osmanlı tarihinin sınırları dışına çıkamadıklarını, Asya ve Afrika’yla ilgili bölge
çalışması yapanların bile -çeşitli isimler zikrederek- hep İlahiyat çevresinden
veya İslam tarihçisi olduklarını zikretmişti. İslam tarihçiliğinin geldiği bu
seviye, genç bir araştırıcının bile gözünden kaçmamıştır diye düşünüyorum. Elbette
bunların hepsi sevindirici gelişmeler. Ancak, İslam tarihi çalışmalarını hem nitelik
açısından daha da ileriye götürmenin hem de daha kapsayıcı ve tüm dönemleri
içine alacak şekilde çalışmalar yapılması gerektiğine inananlardanım. Bugün
Türkiye’de dünyadaki çeşitli ülkelerde yaşayan Müslüman azınlıkların tarihi
hakkında bile çalışan akademisyenlerimiz yok. Ayrıca, Türkçe’de üretilen ciddi çalışmaların
ve İslam tarihi bilgi birikiminin en azından bir kısmını İngilizce gibi
herkesin ulaşabileceği diğer dillerde de yapmak gerekir diye düşünüyorum.
Sizce çalışmalarda eksik bırakılan yönler nelerdir?
Şimdiye kadar yapılan çalışmaların önemli bir kısmının,
özellikle ilk dönem İslam tarihi ve İslam devletleri tarihiyle ilgili yapılanların
çoğunun siyasi tarih ağırlıklı konular çalışıldığı görülecektir. Ancak, sosyal
tarih, kültürel tarih ve konulu tarihi çalışmaları ile düşünce tarihi ve bölge
tarihi alanlarına da daha fazla yer verilmesi gerekir diye düşünüyorum. Ayrıca,
genel okuyucuya ve öğrencilere yönelik çok ciltli İslam tarihi kitap
çalışmalarında İslam tarihine bir bütüncül bakış açısıyla bakılarak
hazırlanması gerektiğini vurgulamak isterim. Mesela, Batılı şarkiyatçıların bu
tarzdaki İslam tarihi eserlerine baktığınız zaman İslam dünyasının tamamını
içine almaktadırlar. Türkiye’de yapılan genel İslam tarihi çalışmaları ise Hz.
Peygamber, Raşid halifeler, Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı dönemleri
temelinde devam ediyor. Eserlerin, bunların etrafında kalan Müslüman toplumların
ve devletlerin de dâhil edildiği bir çerçevede yazılması ve daha kapsayıcı
olması gerekir. Bu aynı zamanda küresel bir çağda yeni Müslüman kuşakların daha
geniş bir İslam toplumunun varlığından haberdar olmalarını sağlar ve ortak dini
kültüre mensubiyetin bilincini artırır. İslam tarihini sadece ilk dönemlerle
sınırlamak yerine yakın dönemleri de kapsayan ve halen yaşanan bir süreç olarak
görmek gerekir.
Geriye dönüp baktığınızda keşke şu konuyu çalışsaydım
dediğiniz bir konu var mı?
Elbette vardır. Ancak, bunları gerçekleştirmek için
zamana ve maddi kaynağa bağlı olduğunu söylemek lazımdır. Bazen bir konuyu
çalışmak için araştırma seyahatine çıkmanız ve bir proje kapsamında farklı
akademisyen ortaklarla çalışma yapmanız gerekiyor. Malayca ve Endonezyaca
kaynaklarda Türklerle ilgili bilgileri toplamayı ve bunları geniş bir kitapta
değerlendirmeyi hep arzu etmiştim. Hatta doktora çalışmalarım sırasında
topladıklarımı ve sonra elde ettiklerimi, bazı yayınlarımda kısmen de olsa bu
konuları işledim. Ancak, bazen düşündüğünüz tarzda konuyu geniş ve kapsamlı
olarak gerçekleştiremiyorsunuz. Çünkü bazen o konunun kaynaklarının yazıldığı
dilleri ve hatta farklı alfabeyi dahi bilmenizi gerektiriyor. Mesela, bizim
Osmanlıca gibi Malay-Endonezya takımadalarındaki Müslüman halkın eskiden kullandığı
ve Cavîce dedikleri Arap alfabesinde yazılan elyazmaları ve eski kaynakları
var. Nasıl biz eski alfabede yazılan metinleri okumak için Osmanlıca öğrenmek
zorunda kalıyorsak, Cavî alfabesinde yazılan kaynakları okuyabilmek için de onun
eğitimini almak gerekiyor. Bazı zaman bilgiye ulaşamamanın zorluğunu ve hatta
kendi yetersizliğimi hissetmişimdir.
İslam Tarihi alanında Yüksek Lisans ve Doktora yapan
öğrencilere tavsiyeleriniz nelerdir?
İslam tarihi alanında çalışan lisansüstü öğrencilerin,
ilk safhada yüksek lisansa başladıkları andan itibaren araştırma yapmaya
yardımcı olacak temel altyapılarını geliştirmeleri gerekir. Bunlardan ilki dil
becerilerini geliştirmek olmalıdır. Günümüzde bir dili geliştirmek için çok
fazla imkânlar var. Hatta bunu yüksek lisans eğitimi sırasında halletmeleri
lazımdır. Bir İslam tarihçisi akademisyen adayının iyi derecede Arapça ve
İngilizce bilmesi istenir. İlk dönemlere ait konular çalışacaksa, zaten Arapçayı
geliştirmesi lazımdır. Çünkü ilk dönem İslam tarihinin temel kaynakları Arapçadır.
Osmanlı dönemini çalışacaksa Osmanlıcayı geliştirmek gerekir. Aslında tarihçi
çalıştığı coğrafyanın ve alanın dillerini bilmek zorundadır. İran’ı
çalışırsanız Farsçayı bilmeniz gerekir. Kuzey Afrika bölgesini çalışırsanız,
Fransızca bilmeniz lazımdır. Her şeyden önemlisi İngilizceniz çok iyi olması
gerekir. Çünkü yeni yapılan çalışmaların ve günümüzde İslam tarihiyle ilgili üretilen
bilgi birikiminin büyük bir kısmı bugün bu dildedir. Bu dili bugün sadece
Batılı şarkiyatçılar kullanmıyorlar. İslam ülkelerinin çoğundaki ve Batı
dünyasındaki Müslüman bilim adamları da, yani Hintli, Malaylı, Endonezyalı,
Arap, Fars ve Afrika kökenliler olsun hepsi de önemli çalışmalarını ve
makalelerini İngilizce olarak yazıyorlar. Dolayısıyla dünyadaki mevcut
araştırmalara ve bilgi birikimine ulaşmak için bu dili ileri seviyede bilmek ve
kullanmak çok önemlidir.
İkinci olarak dilin yanı sıra internet kaynaklarını ve
veri tabanlarını kullanmayı çok iyi bilmeleri gerekir. Bir konuyla alakalı olarak
yapılan çalışmalara ve araştırmalara ulaşmak için internet önemli bir araçtır. İnternette
birçok İngilizce online kütüphaneler, elektronik kaynaklar, e-kitaplar, tez veri
tabanları var. Klasik kütüphane ve arşivlerin dışındaki bu tür veri tabanlarını
ve internet web sitelerini takip etmeleri önemlidir. Google gibi arama
motorunun dışında bir konunun nerede ve nasıl tarama yapılacağı hususlarında
bilgi ve tecrübe sahibi olmaları gerekir.
Üçüncü olarak yüksek lisans ve doktora ders
dönemlerinde, doktora yeterlilik öncesinde, sürekli okuma yapmaları ve İslam
tarihinin geneli hakkında da sağlam ve öz bir bilgi birikimine sahip olmaları
gerekir. Bunda ilk aşamada çok ciltli kitaplar yerine daha kısa ve özet
mahiyetindeki kitapları okumalarını öneririm. İlgi duyduğu ve kafasına
takıldığı konular hakkında daha sonra muhtevalı çalışmalara ve araştırma
makalelerine geçebilirler. Tez hazırlama ve yazımı sırasında da tez konularına
daha yoğun olarak eğilmelerini öneririm. Güncel ve yeni çalışmaları ve
yayınları her zaman takip etmelerini ve onları okuyup incelemelerini tesviye
ederim.
Sizce öğrenciler tez konusu seçerken nelere dikkat
etmeliler? İyi bir tez nasıl yazılır?
Tez konusunu belirlemek kolay bir iş değildir. Her
şeyden önce öğrenci konu belirlerken, altyapısının buna yeterli olup olmadığına
bakması ve yapabilirliğini düşünmesi gerekir. Öğrencinin bir konuya meyli, dil
yeterlilikleri, kaynaklara ulaşma imkânı gibi hususları dikkate almaları
gerekir. Ayrıca, öğrenci ilk önce kafasında bir problem tasarlamalı ve daha
sonra o problemle ilgili olarak okumalar yapmalıdır. Düşündüğü konularla ilgili
olarak ön araştırmalar yapması, yapılan mevcut çalışmalara bakması ve biraz
okuma yapması lazımdır. Hatta öğrenci tez konusunu belirlerken tezinin amacını,
kaynaklarını ve metodunu iyi bilmesi gerekir. Yani yapacağı işin, nasıl
yapılacağını bilir ve sonra da planlı ve azimli bir şekilde çalışırsa, başarıya
ulaşması daha kolay olur ve tezini bitirebilir. Hedefi ve çerçevesi belli
olmayan bir konu belirleyip de, tezini nasıl yapacağını, kaynaklara nasıl
ulaşacağını bilmezse, bocalar kalır ve sonuca ulaşamaz. Tez çalışması her
şeyden önce planlı bir proje çalışmasıdır. Nasıl bir projenin konusu, amacı,
metodu ve bilgi kaynakları, tamamlama süresi varsa, tez de böyledir. Onun için
tez konusunu belirlerken, konunun nasıl araştırılacağını ve nasıl yürütülüp sonuca
ulaştırılacağını bilmesi gerekir.
Öğrenciler tez konularını belirlemeden önce seminer
çalışması yapıyorlar. Aslında öğrenciler ders döneminde ve seminer çalışması
yaparken, tez konularını da netleştirmeye başlasalar, çok daha iyi olur. Dolayısıyla
ders dönemi sonunda tez konusu belirleme sorunu diye bir zorlukla karşılaşmamış
olurlar. Ders dönemi sonuna doğru ders aldığı hocalarıyla ve danışman hocasıyla
kafasındaki konular hakkında istişarelerde bulunması önemlidir ve bu
istişareler konu seçiminde ona yardımcı olur.
Öğrenci tezini yazarken de, önce bir konuyla ilgili
yeterli bilgileri topladıktan sonra yazma aşamasına geçmesi gerekir. Yeterli
bilgi toplamadan yazma aşamasına geçilmez. Zamanla topladığı bilgileri
konularına göre tasnifini yapar ve onları bilgisayarına geçirir. Yazma
aşamasının ilk düzeyi hep müsvedde olarak yazılır ve daha sonra yazılanlar tekrar
okunarak müsveddeler üzerinde gerekli eklemeler ve düzeltmeler yapılır. “Her
yiğidin bir yoğurt yiyişi” olduğu gibi günümüzde hiç bilgi fişleri tutmayan ve
doğrudan bilgisayar üzerinde dosyalarını oluşturarak çalışanları da gördüm.
Teknolojinin gelişmesine paralel olarak elbette farklı yöntemlerin
izlenebileceğini söylemek gerekir. Öğrencilerin, yazdıkları metinleri
danışmanının dışında kendisinden daha tecrübeli olan arkadaşlarına
okutturmasında da fayda vardır. Kendisinin göremediği eksiklikleri, onlar fark
edebilirler. Bu konuda da bunları söylemekle yetineyim.
Değerli vaktinizi bize ayırdığınız için teşekkür
ederiz…
Ben
de size teşekkür ederim. Bana bu fırsatı verdiğiniz için.
2 Eylül 2019 Pazartesi
Müzdelife’de Bir Gece
Yıl 1988, Zilhicce ayının 9’unu 10’una bağlayan gece… Arabistan’ın bozkır çöllerinde, Arafat’tan süzülmüş binlerce insan, Yaratıcılarının rızasını kazanmak için yürüyor, yürüyorlardı. Kefeni andıran iki beyaz bez parçasına bürünmüş, başları açık erkekler ve değişik örtüler içinde binlerce kadın, çoluk-çocuk aynı hedefe doğru yürüyor, her biri dünyanın değişik yöresinden gelmiş bu insan seli değişik dillerde dualar ediyorlardı. Kim bilir ne arzular, dilekler saklıydı bu insan selinin dualarında. Kimileri devletlerinin, Müslüman oldukları için kendilerine uyguladıkları zulümden kurtulmak için, kimileri, emperyalist Batı devletlerinin aralarına zerk etmiş olduğu milliyetçilik zehrinden dolayı yitirilen binlerce Müslüman gencinin cehaletlerinin kurbanı olarak, haki veya sivil giysiler içerinde dağların uçurumlarında yok yere ölümlerine ağlıyor, onlar için Yüce Yaratıcı’dan af diliyorlardı. Adeta bir dua ve af dileme nehri akıyordu Müzdelife’ye doğru…
21 Ağustos 2019 Çarşamba
Aldatma
Gök, simsiyah bulutla kaplı; yer, geceden beri yağan yağmurla ıslak; hava puslu, sanki sabah değil de akşamın gittikçe koyulaşan rengi hakim. Öfkenin ve bitkinliğin koyu karamsar rengi evin içine çökmüş. Ha bire dönüp duruyor. İki de bir dışarı bakıyor. Baktıkça da içi daha bir kararıyor. Ne yapacağını, kime, neyi, nasıl soracağını düşünüyor, düşündükçe beyni zonkluyor...
20 Ağustos 2019 Salı
Cemaat
Ebû Ömer b. Dâvud
Ülkemizde dini ile iyi kötü barışık olup cemaatlerin rahle-i tedrisinden geçmeyen az insan vardır. Bazı cemaat
mensupları devamlı arayış içerisindedirler. Oradan oraya gezer dururlar. Son
durakları ateizm olanlar bile vardır. Kendisine bir durak bulamadan
arayışlarına devam edenler de…
28 Temmuz 2019 Pazar
Benperestliğe Çelme Atma
Benperestliğe Çelme Atma
Dr. Öğr. Üyesi İbrahim BARCA
حال دنيا را چو پرسيدم من از فرزانه ای؟
گفت: يا آب است؛ يا خاک است يا پروانه ای!
گفت: يا آب است؛ يا خاک است يا پروانه ای!
گفتمش احوال عمرم را بگو؛ اين عمر چيست؟
گفت يا برق است؛ يا باد است؛ يا افسانه ای!
گفت يا برق است؛ يا باد است؛ يا افسانه ای!
گفتمش اينها که ميبينی؛ چرا دل بسته اند؟
گفت يا خوابند؛ يا مستند؛ يا ديوانه ای!
گفت يا خوابند؛ يا مستند؛ يا ديوانه ای!
گفتمش احوال جانم را پس از مردن بگو؟
گفت يا باغ است؛ يا نار است؛ يا ويرانه ای!
گفت يا باغ است؛ يا نار است؛ يا ويرانه ای!
"ابوسعيد ابوالخير"
24 Temmuz 2019 Çarşamba
Tajo Kanyonundaki Vasiyet
لـكلِّ
شـيء إذا مـا تمَّ نُـقصانُ
فـلا يُـغـَرُّ بـطيبِ العَيشِ إنسانُ[1]
Yıllar geçmiş,
Tarihçi o kadar yaşlanmıştı ki, Tajo Kanyonu’nun patikalarından inerken
eski atikliğiyle inemiyor; acemi dağcılar gibi kayalığın bazı çıkıntıları ve
çalılıklarına tutunma ihtiyacı görüyordu. Oysaki çocukluk günlerinde,
Pervari’deki evinin arkasında göğe doğru yükselen kayalıklarında oynayıp
birinden öbürüne atlarken, küçük dağ keçilerini andırıyordu… Şimdi ise, Endülüs’ün
şirin ve hüzünlü Ronda şehrini ikiye bölen Guadalevin çayının
kanyonuna inerken zorluk çekiyor, hatta bazen nefes almak için küçük molalar
veriyordu. Ama onun acelesi, kendisiyle beraber Endülüs’e gelmiş olan
öğrencilerinin onu görmeleri ve onun gibi kanyona inme hevesine kapılmaları
endişesiydi. Onun için mümkün mertebe onlara görünmeden kanyona inip, gözden
kaybolmak istiyordu. Nihayet büyük bir çabadan sonra oldukça yüksek olan Ronda
Köprüsünün ayaklarının içinde kaybolduğu kanyonun sularına vardı. Artık o
hürdü; ne öğrencileri, ne de onlar gibi Ronda’yı gezmeye gelmiş olan
turistler onu görüyordu. Bu yalnızlık hürriyetini eline geçirince de, köprünün
üzerinde incelemelerde bulunan turistlere görünmeden hemen kendi incelemelerine
başladı. Bir-iki mağaramsı kaya oyuklarını inceledikten sonra, oldukça büyük ve
geniş olan bir mağarayla karşılaştı. Mağaranın derinliklerinde, tavanlara ters
bir şekilde asılmış birkaç yarasadan başka bir şey yoktu. İçerisi oldukça
karanlıktı. İşte tam o sırada, kendisinin “akılsız” dediği telefonu işe
yaradı. Telefonun fenerini açtı ve mağarayı incelemeye başladı. Elini mağaranın
deliklerine sokup bir şeyler ararken korkmuyor değildi. Çünkü deliklerin
birinden kendileri için tehlike zannettikleri bu “mağara yabancısı”na
bir akrebin zehirli iğnesini, ya da bir yılanın sivri dişlerini eline sokarak
zehir akıtması içten bile değildi. Ama Tarihçinin tecessüsü, korkusunu
bastırdığı için teker teker mağaranın deliklerini kolaçan etmeye devam etti.
Sonra birden durdu ve telefonun ışığıyla bir delikten çıkardığı cisme baktı.
Bu, asırlarca nemli tozlar içerisinde küflenmiş bir cüzdana benziyordu. Hemen
kedisini mağaranın dışına atıp, bu garip cüzdanı incelemeye başladı. Yıllar ve
asırlar cüzdanı öylesine çürütmüştü ki, neresine ellese, elinde kalıyordu. Ve
nihayet, cüzdanın içinde, balmumuyla sıvanmış bir “iç cüzdan”a ulaştı. Tarihçi
bu usulü iyi biliyordu. Nitekim bir zamanlar önemli evraklar, balmumuyla
sıvanmış bez parçaları içerisinde muhafaza edilirdi. Artık elinde deri
cüzdandan bir şey kalmamış, parçaları Tajo çayının suları içerisinde
akıp kaybolmuşlardı. Sonra birdenbire Tarihçi irkildi:
9 Temmuz 2019 Salı
Muazzez İlmiye Çığ'ın İbrahim Peygamber Kitabının Eleştirisi
Ünlü Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ hanımefendinin "Sümer Yazıları
ve Arkeolojik Buluntulara Göre İbrahim Peygamber" kitabını değerlendiren
bu notu 2016 da yazmıştım. Burada paylaşmakta faydalı olacağını ümit
ediyorum.
Elimizdeki
Tevratı ve Kuran'ı ciddi bir şekilde anlayamamış bu kişinin; hakkında
bilgi ve verinin daha az olduğu antik Sümer metinlerini nasıl
anladığını cidden merak ediyorum.
Verdiği bilgilerin çoğu yanlış.
Sümer, Akad ve Aram dillerini bilmesinin mümkün olmadığı derecede
hatalı bilgiler var. Çok detaya girmek istemiyorum ama bir iki misal
vermek zorundayım.
Örnek, Paddan-Aram diye bir yerden bahsediyor
ve bunu iki nehir arası (güya mezopotamya) diye çeviriyor. Halbuki bu
arami/arabi bir kelime olup "Aram arazisi" demektir. Arapça'sı Feddan Aram
فدان آرام (Aram tarlaları) Bunun gibi çok kelime hataları var.
Mesela diyor ki, Tevratta geçen şahıs adları aslında yer adlarıdır.
Demek ki bu şahıslar arkeolojik olarak yokmuş. Tabi ki bu yanlış bir
bilgidir.
Yer adları dediği örnekler şöyle İbrahim'in kardeşinin adı Nahor ve babası Terah mesela, diyor ki,
----ALINTI----
"İlginç
olanı, Tekvin 11: 10'da İbrahim'in ataları olarak yazılan şahıs
adlarının Harran yöresindeki yer adları olması. İbrahim'in bir
kardeşinin adı olan Harran şehri hâlâ varlığını koruyor. Diğerinin adı,
Nahor. Bunun karşılığı Til-Nahiri. Bunlar, Mari ve Asur metinlerinde (İÖ
1900 1800) bilinen yer adları. Nahor'un yeri bulunamadı, fakat Harran
yöresinde olmalı deniyor. İbrahim'in babası Terah adına uyan, Tilşa,
Turah, Torah, Til-Turakki şeklinde değişen yer adları var. Torah'ın
anlamı, keçi tepesi." (Sayfa 80-81)
----ALINTI----
Torah çok bilinen bir
kelimedir ve keçi tepesi diye bir anlamı yoktur. Halbuki keçi tepesi
anlamına gelen kelime Tilşa. Arapça etimolojisi تل شاة Tel-şa(t) keçi
tepesi anlamına gelir.
Bir kere yer
isimlerinde ön ek "Til" olan kelimeler günümüzde de hala kullanılmakta
olan "Tel" yani tepe anlamındadır. Suriye'deki Tel-Abyad gibi.
Til-Nahiri, (tel nahori, nahori tepesi) Til-Turakki de (Turakki tepesi)
demek. Yer adları ile şahıs adlarını nasıl bu kadar basitçe
karıştırabilir? Şimdi Nahor ayrıdır, Tel-Nahor tamamen ayrıdır. Tel
Nahor (Nahor Tepesi) bir yer adıdır diye, Nahor diye birinin olmadığını
bunun yer adı olduğunu nasıl ileri sürersiniz?
Tevrat, Sümer ve Kuran ile kurduğu benzerlikler aşırı zorlama ve alakasız.
Ancak
Kuran ve Tevratın içinde geçen bilgileri doğrudan bu kitaplardan almak yerine bunların karşıtı yazarların kitaplarından
alıntılar yaparak anlatmaya tanımlamaya çalışması, olayın olabilecek
bütün ilmi ciddiyetini yok ediyor.
Ama şunu okuyunca cidden güldüm:
"(Kuran'da
geçen) Yusuf'un Hikâyesinde Hz. Muhammed’in kabul ettiği tek Allah'ı
Yusuf'un da bildiği, bunu etrafındakilere anlatması özellikle ön plana
alınmış." (Sayfa 109)
Ne bu şimdi uzayda mı yaşıyorsunuz?
Kaynak:
Muazzez İlmiye Çığ, İbrahim Peygamber, Kaynak Yayınları, 5. Basım, İstanbul, 2006
3 Temmuz 2019 Çarşamba
Kedi Köpek Halleri
-Nasıl da sokuluyordu ayaklarının dibine, yumuşak yumuşak... Yumaşak tüylerini ayaklarına sürttükçe, dayanılmaz bir zevk, karşı konulamaz duygular veriyordu. Okşuyordu. Okşaya okşaya aklı uyuşturuyordu... “Ne yumuşak, ne uysal” dedi içinden... Bütün derdi de buydu zaten. Bunu dedirtmek ve buna inandırmak... İnandırdı da... Artık uysal ve yumuşak bir varlıktı onun gözünde. Ah kedicik, yavrucuk, yumuşacık hayvancık... Bu onun kedi halleriydi.
9 Haziran 2019 Pazar
Eski Bir “makasçı”yla Yolculuk
Prof. Dr. İhsan
Süreyya Sırma
Siirt’ten
İstanbul’a geliyordum. Benim geleceğimi bilen bir arkadaşım, “Hocam İstanbul
Hava Alanı şehre çok uzak; müsaade edersen, o gün benim kardeşim hava alanına
gelip seni arabasıyla alsın” dedi. Ben de, “Teşekkür ederim. Bu iyiliğinizi de yapmış
gibi kabul ediyorum. Ancak, hava alanında hem otobüsler var hem de ticari
taksiler. Allah’a şükür onlara verecek kadar param da var! Onun için kardeşin
zahmet edip gelmesin; ben yine de size medyun-u şükran olayım” dedim. Arkadaşım
yine üsteledi: Hocam sen İstanbul Hava Alanına inince, bir zahmet kardeşime alo
de, o gelip seni alsın! Ben de hayır olmaz, dedim; ve ayrıldık.
29 Mayıs 2019 Çarşamba
Âlim
Prof.
Dr. Cağfer Karadaş
“Âlimin ölümü âlemin ölümüdür” denilmiş. Doğrudur. Çünkü âlim,
toplumların hafızası ve zihnidir. Hafıza ve zihin gittiğinde kalan şey boşlukta
sallanan ceset hükmünde. Âlimlerini yok sayan veya yok edenler, kafalarına
kurşun sıkan bebbahtlara benzer. Ha toplum hafızasına kurşun sıkmışın, ha âlimi
öldürmüşün... Peygamberlerini öldürenleri Rabbim nasıl da kınıyor Kitabında...
Âlimin öldürülmesini buna kıyas et!
10 Mayıs 2019 Cuma
Bir Arı Masalı
Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma
Dünya gezegeninin bir köşesinde, dünyanın diğer arıları gibi yaşamlarını sürdüren bir “Arı Devleti” varmış. Bu arı devletinin yöneticileri, tıpkı insanlar gibi, ama onlardan daha arı, daha reel, daha samimi ve daha hukukîbir düzenle idare ediyorlarmış… Onların oldukça tavizsiz “toplum kuralları/kanunları” varmış. Bu arı toplumu içerisinde, her birey arı kendi hukukunu bilir, o hukukun dışına çıkmazmış/çıkamazmış! Kazara bu arı toplumundan bir arı çıkıp, “arıların Yaratıcı tarafından konulmuş olan düzenine/haklarına aykırı bir harekette bulunsa, bütün arı toplumu tarafından cezalandırılır; hatta arı toplumundan öylesine uzaklaştırılırdı ki, “nesyen mensiya” olurdu. Arı devletinin yapısı/kanunları ve idarecileri öylesine ciddiydi ki, ilȃhîKudretin onlar için yazmış olduğu bu kanunlar sayesinde herkesin hak-hukuku belli, hiç kimse bir diğerinin hukukuna tecavüz etmezdi/edemezdi. Kanun ve nizamı da, arı toplumunun mümeyyiz vasıflı bireylerinin birkaç senede bir seçtikleri “Arı Beyi” idare ederdi. Ne var ki Arı Beyi de kendi başına “lȃ yus’el” değildi. Onun etrafında, kendisini sürekli bir şekilde denetleyen, hata yaptığında korkmadan ikaz eden, adları hiçbir şaibeye karışmamış olan “dȃnȃ heyeti” varmış. Faraza toplumun düşmanı olan birileri Arı Beyi’ni idlȃl etmek için ona yanaşsa, Dȃnȃ Heyetidevreye girer, kendi kişisel çıkarları için arı toplumunun huzurunu bozmaya çalışan bu mikrop arıya/arılara ve onun/onların münȃfıkça olan girişimlerine mani olurlardı. Fakat Arı Beyi de, neticede bir arı olduğundan, kazara bu gibilerin riyakâr görüşlerine bir kanadını, ya da ayaklarındaki koruyuculardan bir kısmını kaptırsa, artık Arı Beyi o mikrop arının desiseleri doğrultusunda yol almaya ve Dȃnȃ Heyeti’ni kȃle almamaya başlar. Ve Arı Beyi bu şekilde kendisini “münȃfık arılar”ın havasına kaptırınca, münȃfık arılar, artık kendileri gibi olan münȃfık arılardan yeni bir “Dȃnȃ Heyeti” seçer ve Arı Beyi’nin devleti, bu yeni teşkil edilen menfaat çetelerinin arzuları doğrultusunda akmaya başlarmış…
5 Mayıs 2019 Pazar
Şeyh
Prof. Dr. Cağfer Karadaş
Yeni dönmüştüm memlekete. Hatırımda kaldığı kadarıyla bir yaz günüydü. Gündüz sıcaklığının tavan yaptığı günlerdi. Akşamların serinliği dışarı çıkmanın cazibesini de artırıyordu. Böyleydi Anadolu bozkır havası. Gündüz kavurur, akşam savururdu. Hele gençler, akşam oldu mu, evde duramaz bir yerlere savrulurdu. Eee, ne diyelim serde gençlik var. Böyle günlerde evlerin dışı içinden cazip olurdu. Evde olanlar bile evin içinde değil, dışında otururdu. Her evin küçük de olsa bir bahçesi veya hayatdenilen bir dış yaşam alanı vardı o zamanlar.