26 Aralık 2016 Pazartesi

Din ve Dinî Sapma

İlahiyat fakültesinde hocalık yaptığımız yaklaşık çeyrek asırlık sürede alanımızın temel meselelerini anlatmaya çalışırken öğrencilerimize sahip olmaları gereken ilkeli duruş hakkında da -zaman zaman derslerde- çoğunlukla dersi dışındaki görüşmelerimizde kanaatlerimizi arz etmeye çalıştık.

İlahiyat fakülteleri kitabî bir din anlayışının anlatılması bakımından önem arz etmektedir. Her ne kadar ilahiyat fakülteleri hocaları arasında birçok konuda görüş farklılıkları varsa da aslında bu durum ilahiyat fakültelerinin misyonu açısından yararlıdır. Zira ilahiyat fakültelerinde tek tipleştirici bir eğitim verilmemelidir. Buraya gelen öğrenci, farklı yorum, görüş ve mezheplerin bir zenginlik ve insanî olgular olduğunu öğrendiğinde daha kuşatıcı olur. Belki de bundan dolayı ilahiyat fakültelerinden mezun olanların çok azı cemaatlerin militanı olabilmektedir.

İlahiyat fakültelerinde, birçoğumuzun kabulüne mazhar olmayacak görüşlere sahip hocaların mevcudiyeti gündeme getirilebilir. Bu yöndeki eleştiriler, genellikle sayıları iki elin parmağını geçmeyecek hoca üzerinden yapılır. Oysa ilahiyat fakültelerinde yaklaşık 4000 kadar akademisyen, sessiz sedasız kendi alanlarıyla ilgili çalışmalara devam etmektedir.  Görüşleri eleştirilen hocaların sayısı ne kadar olursa olsun düşünceleri, polisiye tedbirlerle engellenmemeli, onlara yöneltilecek eleştirilerde kişisel haklar ve fikir özgürlüğünün zarar görmemesine özen gösterilmelidir. Tabii bu söylediklerimiz herkes için geçerlidir.

Öğrencilerimize ilahiyat fakültelerinin misyonunu anlatırken ve hassaten sahip olmaları gereken duruşun ne anlama geldiğini ifade etmeye çalışırken, ilahiyatçıların akıllarını başkalarına emanet edip, onların yönlendirmeleriyle hareket insanlar olmamaları gerektiğini söyleyegeldik. Akıl, insanın sorumlu olmasını sağlayan en büyük nimettir. Bu nimetin hakkını vermek, her insan için bir yükümlülüktür. Her insan aklıyla Allah’a itaat eden bir kul olmak için çaba harcamalıdır. Çaba harcamadan aldatılmış olmanın bahanesi olamaz. Bundan dolayı doğrudan bir kişi ya da cemaat adı zikretmeksizin son ilahî mesajın temel kitabı olan Kur’an-ı Kerim'e bağlılığa vurgu yaparak, tarihten de örnekler vermek suretiyle sorgusuz bir itaatin yanlış olduğunu, kendilerine anlatılan her şeyi dinin endazesi olan Kur'an-ı Kerim’e vurduktan sonra değerlendirmelerini tavsiye edegeldik. Hep ilkelerden söz ettik ve ömrümüz elverdiğince de bu ilkesel duruşa vurgu yapmaya devam edeceğiz. Kabul görüp görmemesi ise bizim takatimizin üstündedir.

Son yıllarda FETÖ’nün, diğer fakültelere yerleştiği gibi artan bir ilgiyle ilahiyat fakültelerine de yerleşmeye çalıştığını görüyorduk. Bu ilgi hem kadrolaşma anlamında, hem de öğrencilerin örgüte kazandırılması yönünde gerçekleşiyordu. Öğrencilerin barınma ihtiyaçları için devletin üzerine düşen görevi yapmaması, alternatif cemaatlerin çeşitli engellerle karşılaşmaları, FETÖ mensuplarının davalarına olan samimi bağlılıkları ve adam kazanma yönündeki çabaları, onları üniversiteye giren öğrencilerin birinci derecede muhatabı haline getiriyordu. Aslında barınma ihtiyacını örgütün yurtlarında ya da evlerinde kalarak karşılayan öğrencilere sorulduğunda birçoğunun çeşitli sorunlar yaşadıkları için memnun olmasalar da orada barınmaya devam ettiklerini anlatıyorlardı.

Beş-altı yıl önce Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde okuyan yedi-sekiz kızımız, kaldıkları yurtta sorunlar yaşadıklarını söyleyerek bir eve çıkabilmek için benden destek istediler. Bir derneğin yetkililerini arayarak sorunu nasıl çözebileceğimizi kendilerine danıştım. Evlerinin dolu olduğunu, ellerinde yeni ev açabilecek eşyalarının kalmadığını, ancak kiralama hususunda yardımcı olabileceklerini söylediler. Benzer bir teklif örgüte yapılsaydı, sorunu en süratli şekilde çözeceklerinden emindim. Maddi durumu iyi olan birkaç arkadaşımı arayarak kızlarımıza lazım olacak eşyaları temin edip eve taşınmalarını sağladım. Benzer durumda olan birçok öğrencinin yabancısı olduğu bir şehirde örgüte sığınmanın dışında başka bir yol bulamadığı bir gerçekti. Zaten şehrin otogarına ayak basar basmaz örgütün elemanlarıyla karşılaşıyorlar, onların desteğiyle barınma, yemek gibi temel ihtiyaçlarını karşılıyorlardı.

En sonuncusu 15 Temmuz darbesi olan, birkaç yıldır devam eden devletin yönetiminin meşru olmayan yollarla ele geçirilmesi teşebbüsleri öteden beri dini anlayışlarına yönelik yaptığımız eleştirilerin dışında, bilmediğimiz derin bir örgütsel yapılanma içinde olduklarını göstermiştir. Örgütün yurtlarına ya da evlerine aldığı öğrencilerin arasından kendi amaçları için istihdam edebilecekleri kişileri seçtikleri ortaya çıkmıştır.

Örgütün bünyesine aldığı kişilerde aradığını zannettiğimiz iki önemli özellik ortaya çıkıyor. Bunlardan birincisi örgüte alınan kişinin sır taşıyabilecek bir özelliğe sahip olması, ikincisi ise gerektiğinde kendisini kamufle edebilmek için rahatlıkla yalan söyleyebilecek bir kişiliğe sahip olmasıdır. Tabii örgüte alınan kişilerin bağlılıklarını devam ettirmeleri için örgüte muhtaç olmasının, hayatının çeşitli aşamalarında kendisine bazı çıkarların sağlanmış olması, bir anlamda örgütün suç ortağı olması da göz ardı edilmemelidir.

Esasen liderle mutlak itaati emreden cemaat, grup ya da örgütlerin hepsinde FETÖ’de ortaya çıkan problemli algı ve anlayışın mevcudiyeti bir gerçektir. Eğer bireyin iradesinin üzerine ipotek konuyorsa orada sapma ve saptırma riski yüksektir.

Belki her yapı, müntesibini FETÖ’nün yaptığı gibi devletin yönetimini meşru olmayan yollarla ele geçirmek kullanmamaktadır. Ancak mantalite aynı olunca sonuç da benzer şekilde insanı kullanma şeklinde ortaya çıkmaktadır. Nitekim devletin imkânlarından yararlanma veya cemaat çıkarı için kullanma, bugün bütün örgütlü yapılarda az ya da çok mevcuttur. Devletin gücünü parsellemek isteyen yasal ya da yasal olmayan birçok yapı her zaman teyakkuz halinde beklemektedir.

Devletin meşru olan girişim ve hatta saldırılarla karşı karşıya kalmasını engellemenin yolu, hakkaniyeti ve adaleti hedefleyen, objektif, herkesin iyi niyetli insanların benimseyebilecekleri, hesabı sorula bilir şeffaf bir icraat ortaya koymaktır. Bu yapılmadığı sürece iştahı kabaran dinî ya da din dışı grupların devlet içerisinde konumlanma teşebbüslerinin devam etmesi kaçınılmazdır. FETÖ'nün acı bir tecrübeyle deşifre edilmesi, devletin kendi yapısını gözden geçirmesi için önemli bir nimettir. Evrensel ilkelere göre şekillenen ve insanı önemseyen bir devlet, gayrimeşru taleplerin peşinde olan grupların önünü tıkayacaktır. Dinin kişi ya da grup çıkarı için kullanılmasına mani olmak üzere insanları aydınlatma görevi ise bu alanda bilgi ve birikime sahip kurumların ve bu kurumlarda görev alan insanlarındır.

Şu Bizim Suriye

İslam tarihi alanındaki eserleriyle bilinen İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Adnan Demircan, tarih boyunca geniş bir kültür mozağinin merkezi olan Suriye’nin bugün geldiği durumu yazdı.

PROF. DR. ADNAN DEMİRCAN

Suriye toprakları Emevi Devleti’nin kurulduğu; Abbasîlerin, Tolunoğullarının, Selçukluların, Zengilerin, Eyyûbîlerin, Memluklerin ve Osmanlı’nın yönetiminde stratejik önemi devam etmiş olan bir bölgedir. Eski dünyanın önemli geçiş güzergâhlarından biri olan Suriye hem dinî hem de kültürel çoğulculuğa sahip olagelmiştir. Farklı dinî ve etnik kökenlere mensup insanlar bu topraklarda asırlar boyunca bir arada yaşamış ve bu tecrübe bir hoşgörü kültürü oluşturmuştur. Ancak Osmanlı Devleti’nin dağılma sürecinde, ithal ideolojilerle de beslenen dâhilî potansiyeli kullanan Batı’nın ektiği fitne tohumu bir cinnet halini beslemiştir. Öyle ki asırlardır bir arada yaşayan insanlar birbirlerine düşman olmuşlardır.

Uzak coğrafyalardan değil, geçen asır ülkemizin parçası olan yanı başımızdaki topraklardan söz ediyoruz. Suriye’de, hassaten Halep’te yaşayan Suriye vatandaşlarının önemli bir kısmının ülkemizle doğrudan ya da dolaylı ilişkisi vardır. Suriye ile sınırı olan bölgelerimizde bu ilişki daha yoğundur. Zira sınırlar belirlendikten sonra akraba olan insanların bir kısmı Türkiye’de, bir kısmı Suriye’de kaldı. Yapacak pek bir şey yoktu, hayat devam ediyordu. Türkiye ile Suriye arasında bir dönem ilişkiler kopma noktasına gelmişse de siviller arasındaki ilişki hep devam etti. Bayramlarda sınır kapıları birkaç günlüğüne açılıyor ya da pasaporta gerek duyulmaksızın kaymakamlık izniyle akraba ziyaretine gidilebiliyordu. Bugün ise küçülen dünyada artık emperyalistlerin çizdiği sınırların bizi birbirimizden ebediyen kopardığını zannettiğimiz dönemleri geride bıraktık.

MOZAİĞİ ESAD BOZDU

Bilindiği gibi Osmanlı Devleti’nin diğer bölgelerinde olduğu gibi Suriye’de de farklı dinlere ve etnik kökenlere mensup insanlar yaşıyordu. Bu mozaiği, iç çatışma çıkarmak için kullanan emperyalist güçlerin desteğiyle azınlık durumundaki gruplardan biri olan Nusayrilerden Hafız Esed, 1970 yılında darbeyle iktidara geldikten sonra bozdu ve kendisine bağlı bir azınlık oluşturdu.

Hafız Esed, çoğunluğu oluşturan Sünnîler dâhil olmak üzere diğer grupların kendisine alternatif olmasına izin vermedi. Muhalefetin yaşatılmadığı ülkede maruz kaldıkları yoğun baskılara karşı yıllar önce ayaklanan Suriyeliler kanlı bir katliama maruz kaldı.   2 Şubat 1982’de meydana gelen Hama katliamında on binlerce insan katledildi. Dünyanın sessiz kaldığı bu katliamdan sonra da muhaliflere yönelik sistematik baskı ve işkenceler devam etti. Ülkede on binlerce insan, onlarca yıl yargılanmadan, işkence merkezleri haline getirilen hapishanelerde tutuldu. Binlerce insan yoğun işkencelere maruz kaldı ve hayatını kaybetti. Muhalifler, yurtdışında takip edilerek infaz edildi.

Suriye ve çevredeki diğer ülkeler, Batı’nın çıkarları ve onların Orta Doğu’daki ileri karakolu durumundaki İsrail’in güvenliği dikkate alınarak çeşitli müdahalelere maruz kaldı. Ülkeyi baskıyla yöneten Hafız Esed’in yerine geçmesi için yetiştirdiği büyük oğlu Basil’in kuşku uyandıran bir trafik kazasında ölmesi üzerine diğer oğlu Beşar liderliğe hazırlandı.

Hafız Esed’in 2000 yılında ölümünün ardından, anayasadaki yaş engeli kaldırılarak formaliteden bir seçimle Cumhurbaşkanlığına getirilen Beşar, halkı baskıyla yöneten babasından sonra ortaya koyduğu bazı küçük açılımlarla başlarda büyük bir teveccüh gördü. Ancak babası döneminde büyük mağduriyetlere maruz kalan insanların haklarının iade edileceğine dair beklentilerini neticede karşılamadı. Her ne kadar bu dönemde bazı konularda rahatlama meydana gelmişse de özgürlüğe ve demokratik hakların kullanılmasına yönelik talepler karşısında takınılan tutum, Suriye yönetiminin samimi olmadığını gösterdi.

Muhalefetin yaşatılmadığı Suriye’de maruz kaldıkları yoğun baskılara karşı yıllar önce ayaklanan Suriyeliler kanlı bir katliama maruz kaldılar.

Büyük bir istihbarat şebekesine sahip; kadınların eşlerine, çocukların babalarına güvenmediği bir ülkede insanların huzur içerisinde yaşamaları pek mümkün değildi. Ancak şu anda içinde bulunulan durum da ne yazık ki geçmişten iyi değildir. Hatta bazı insanlara sorarsanız ülkede yaşanan iç savaşın getirdiği yıkım sebebiyle geçmişi arayacak duruma gelmişlerdir. Yüz binlerce insanın hayatını kaybettiği, milyonlarca insanın göçmen durumuna düştüğü ve maddi varlıklarını yitirdiği bir ülkede yönetimi elinde bulunduran azınlık, uluslararası bazı güçleri arkasına alarak yönetimi elinde tutmaya devam etmekte, bunun için katliamlar yapmaktan kaçınmamaktadır.

Savaş süreci, Batı’nın ikiyüzlülüğü sebebiyle daha da içinden çıkılmaz bir hal almıştır. Ne yazık ki nüfusları iki milyara yaklaşan Müslümanların ülkü birliğine sahip olmaması, bölgemizle ilgili hesap yapan başka ülkelerin iştahını kabartmaktadır. Suriye’de yaşanan iç savaş, Rusya ve İran’ın da bölgeye ilgilerinin görünenden daha derin olduğunu Suriyelilere acı bir şekilde göstermiştir.

Gözü dönmüş, gasp eder durumdaki bir azınlığın, ellerindeki iktidarı kaybetmemek için on binlerce kişinin hayatını kaybetmesine ve milyonlarca insanın yurtlarından olmasına sebep olan işgalleri karşısında, geçmişte yapılan haksızlıkların sonlandırılmasını ve adil seçimlerle oluşturulacak bir yönetimi talep edenlerin suçlanması anlaşılır bir durum değildir. Ülkenin resmi adında bulunan “Cumhuriyet” ifadesinin tahakkukunu talep eden sivillerin üzerine ateş açan canilerin yönetici olmaya devam etmesi nasıl kabul edilebilir?

TÜRKİYE’NİN TARİHİ MİSYONU

Suriye’deki insanlık dramına karşı duyarsız kalmayan ülkemiz, tarihte saygıyla anılacak bir misyon üstlenmiştir. Zalim ve despotlardan yana değil, gerçek hak sahibi mazlumlardan yana olmak, saygı duyulması gereken erdemli bir davranıştır.

Sonucu belli, rakibi olmayan seçimlerle yönetimi gasp eden azınlık, er geç mağlup olmaya mahkûmdur. Bu yıkıcı savaş onların mağlubiyetiyle sonuçlanacaktır. Zira “küfür devam eder, ama zulüm devam etmez.” Suriye gasıpların değil, ümmetin topraklarıdır ve inşallah ilelebet böyle kalacaktır. Ancak iç savaşı besleyen, insanların kanı üzerinden çıkar elde etme peşinde olan bazı ülkelerin, ülkemizi bir bataklığın içine sürüklemeye çalıştıkları, uluslararası büyük bir oyunun oynandığının farkında olmamız gerekir. Burayı karıştıran, siyasî ve askerî duruşları çıkarlarına bağlı olan ülkelerin hiçbiri Suriye’yle bizim kadar tarihî bağa sahip değildir. Suriye’de olanlardan etkilenmeyecek kadar uzak olan ülkelerin buradan çıkar sağlamaya yönelik –ve İsrail’in güvenliğini hesaba katan- müdahaleleri işi içinden çıkılmaz bir duruma sürüklerken Suriye’de iş başında olan taşeron örgütler, başta aziz dinimiz olmak üzere bütün değerlerimizi çirkin emellerine alet etmektedirler. Suriye topraklarını mesken edinen dinî ya da etnik hedefleri vitrinlerine koyan bazı örgütlerin Batı’nın beslemeleri oldukları açıktır. Bunun farkında olmak, içerideki sorunun ve çatışma potansiyelinin dikkatten uzak tutulmasını gerektirmez.

Nüfusları iki milyara yaklaşan Müslümanların ülkü birliğine sahip olmaması, bölgemizle ilgili hesap yapan başka ülkelerin işhatını kabartıyor.

Duygularımızı es geçmeden, akl-ı selimle adaletin ve hakkaniyetin mihmandarlığında bir barışın tesisi için var gücüyle çalışmak hepimizin görevidir. Gelecekte meyveleri devşirilmek istenen mezhepçilik fitnesine karşı uyanık olmak ve toptancı bir bakış açısıyla genellemeler yaparak emperyalistlerin oyununa gelmekten sakınmak gerekir. Hâsılı işimiz zor ve fakat misyonumuz yücedir. Rabbim ülkemizi, dünyalarını din edinen şerirlerin, hainlerin ve zalimlerin kötülüklerinden korusun.

http://www.karar.com/gorusler/su-bizim-suriye-350296

22 Aralık 2016 Perşembe

Prof. Dr. Mehmet Şeker'le Röportaj

İslamtarihi.info: Merhaba hocam, öncelikle bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz. Türkiye’de İslam Tarihi denilince akla gelen isimlerden birisiniz. Mehmet Şeker kimdir? Bize kısaca kendinizden bahsedebilir misiniz?

Hay hay… Ben Konya İnlice köyünde dünyaya geldim. Yani asıl olarak Konyalı bir ailenin çocuğuyum. İlkokulun bir ve ikinci sınıflarını köyümüzde okuduktan sonra İzmir’e nakl-i mekân eyledik. Burada ilkokulu, ortaokulu-İmam Hatip  okulunu- ve Yüksek İslam Enstitüsünü (YİE) tamamladım. İzmir YİE’nin ilk öğrencilerinden ve ilk mezunlarındanız. İlk mezunlarını 1970’de vermişti. Aslında ben YİE giriş sınavına 1966’da İstanbul’da girdim ve kazandım. Fakat o sıralarda İzmir açılınca; gitmek isteyenler oraya başvursun denildi. Biz de ailemize yakın olmasından dolayı orayı tercih ettik ve bu vesile ile İzmir’in ilk öğrencisi olduk. Mezun olduktan sonra, Ekim 1970’de Manisa İmam Hatip okuluna öğretmen olarak tayinim çıktı. 1974’e kadar burada görev yaptım. O sırada lise, öğretmen okulu gibi yerlerde derslere girdim. Ardından 1974-75 öğretim yılında İzmir Atatürk lisesine Din Kültürü öğretmeni olarak atandım. 75 yılının Nisan ayında da Erzurum’a, YİE’ye İslam-Türk Medeniyet Tarihi öğretim üyesi olarak tayinim çıktı. O zaman dersin adı da bu şekildeydi. Birinci sene stajyer gibi görev yaptık. Ondan sonraki yıl da asaleten tayin edildik. Ben o sırada doktora çalışmalarına başlamıştım. Ardından burada idarecilik görevi de yaptım. 1979 yılında ise hem idareci hem de aynı bölümde öğretim üyesi olarak İzmir’e atandım. İki sene sonra 1982 yılında 2547 sayılı kanun çıkınca, YİE’ler üniversiteye İlahiyat Fakülteleri olarak intikal ettiler. İzmir YİE de Dokuz Eylül Üniversitesinin bünyesine katıldı. Bu intikalden sonra ben yardımcı doçent oldum ve dekan yardımcısı olarak 1984 yılına kadar görevimi sürdürdüm.

Geriye doğru dönersek 1973 yılında dokuz aylığına Bağdat’a gittim. Eskiden MEB’in “bilgi görgü ve ihtisası artırma” adı altında verdiği burslar vardı, ondan yararlandım. Dokuz ay dedim ama Nisan ayının 15’inde gittik, Mayıs ayının sonunda dersler bitti. Dolayısıyla Eylül’e kadar dört ay Bağdat’ın sıcağını çekmeyelim diye Şam’a geçtik. Üç ay arkadaşlarla beraber burada kaldık ve özel dersler aldık. O sırada Şam’da bu gelenek hala devam ediyordu. Şuan var mı bilemiyorum ama o zaman vardı. Hocalar bir ders halkası kuruyorlar ve kitaplar okuyorlardı. Tefsir, Hadis, Akaid ve orada yetişmiş Türk arkadaşlardan Arap diline dair eserler okuduk. Hâsılı yeniden Bağdat’a döndük; süremiz doluncaya kadar üniversitede kalıp Türkiye’ye dönüş yaptık. 73 yılındaki maceramız böyle sonuçlandı. 1984’te üniversite bünyesine geçince bu sefer Tunus’a gittim ve bir buçuk sene kaldım. Orada da doçentlik sınavına girmek için Fransızca ile ilgilendim.

Benim öğrenciliğimden beri bir özelliğim vardır. Bulunduğum yerlerde bir şeyler görürsem onu kitap haline getirmek isterdim. Ben İzmir YİE’de okurken İzmir’in Selçuk ilçesinde de vaizlik görevi yapıyordum. Selçuk ilçesinin önemli tarihi eserlerinden biri olan Aydınoğulları beyliği zamanında yapılmış İsa Bey Camii vardır. Aydınoğlu İsa Bey’in kendi adıyla anılan bu cami günümüze kadar gelmiş, ama oldukça ihmal edilmişti. Bazı tarafları yıkılmış ve restoreye ihtiyacı vardı. Bunu gündeme taşımak için bir takım faaliyetlere giriştik ve bununla ilgili bir kitap hazırladım. O zaman İslam-Türk Medeniyeti Tarihi hocamız, daha sonra profesör olan, Ethem Ruhi Fığlalı’ydı. Hocamızın yönlendirmesiyle o kitabı hazırladım ve 70 yılında benim ilk yayınım çıkmış oldu. İkincisi ise… 71 yılında Milliyet gazetesinin düzenlemiş olduğu bir yarışmaya katıldım. Gazete Malazgirt zaferinin 900. Yılı münasebetiyle bu konuyla ilgili olarak yazılacak eserler arasında bir yarışma tertip etti. Osman Turan, Abdülbaki Gölpınarlı, Mustafa Akdağ gibi bu sahada çalışan hocaların jüri üyesi oldukları bir yarışmaydı. Bu yarışmaya ben “Fetihlerle Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşması” adını verdiğim bir çalışmayla katıldım. Bu çalışma ikincilik ödülü aldı ve 73 yılında kitaplaştırdım. Dolayısıyla bu da ikinci yayınlanmış eserim oldu. Böylece akademik hayata daha öğrenciyken başlamış oldum. Tabii o zamanlar doktora çalışması da yapmak istiyordum. YİE mezunu olduğumuz için yeniden lisans okumadan doktora yapma imkânımız yoktu. Fakat o sırada Atatürk Üniversitesi senatosu YİE mezunlarına doktora yapma imkânını verdi. Ben de Erzurum’da doktoraya başladım. Fakat araya Bağdat girince aksadı ve uzadı. Konum da XVI. yy. da yaşamış Osmanlı Tarihçilerinden “Gelibolulu Mustafa Âli’nin hayatı ve Mevaidü’n-Nefais fi Kavaidi’l-Mecâlis” adlı eserinin edisyon kritiği idi. Danışman hocam da Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi hocalarından Prof. Dr. Hüseyin Gazi Yurdaydın’dı. Hocanın yanına da doktora sırasında fazla gidemiyordum, ancak asıl sorun eserin yalnızca bir buçuk nüshası vardı. Bir nüsha tam gibi görünüyor, bir diğer nüsha ise Bursa’da ve yarım olarak istinsah edilmişti. Eserin bir başka nüshası çalışmanın üzerinden kaç sene geçmesine rağmen hala çıkmadı. Ben mevcut nüshaları bir araya getirerek yeni bir nüsha ortaya koymuş oldum. Ama bunlar için mutlaka İstanbul’a gelmem gerekiyordu bu yüzden senenin belli aylarında Erzurum’dan İstanbul’a birkaç defa geliyordum. İstanbul ve Bursa’da çalışıyordum. Bu dönemde İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi ve Süleymaniye Kütüphanesindeki yazmaları taradım. Çünkü dönemin diğer tarihçilerini de tanımak icap ediyordu. O zaman ilginç bir imkân doğdu benim için: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkiyat Enstitüsünde 1915’li yıllarda Gelibolulu Mustafa Âli üzerine bir lisans mezuniyet tezi yapılmış. Tabii o zaman mezuniyet tezleri çok ciddi tezlermiş. Bugün rahatlıkla doktora verilebilecek tezler olduğunu ben o zaman müşahede ettim. Bir bayanın Osmanlıca olarak yazmış olduğu bu tezi ben defalarca okudum ve çok şükür fotokopi imkânı vardı o zaman ve fotokopi yaparak da faydalandım. Velhasıl ona yeni bilgiler de ilave ettik. Daha başka kaynakları da taradım. Sonuçta tezi yazmaya başladım. Ancak edisyon kritik yapmak oldukça zordu, çünkü bugünkü bilgisayar imkânı yoktu. Daktiloyla yazıyorum. Harflerin işaretlerini koymak için şaryoyu çeviriyorum. Altına nokta veya çizgi koyuyorum. Harfin ha’mı hı’mı kaf’mı olduğunu bu şekilde belirtiyorum. Sonuçta metin ortaya çıktı. Metnin üzerine de tahlil ve yorumlar yaptık. Bu benim için iğneyle kuyu kazmak gibi bir şeydi. Çok zordu benim için. Tabii bu arada YİE’de İslam- Türk Medeniyeti Tarihi derslerine de giriyorum.

İslamtarihi.info: 80’den sonrada İslam Türk olarak kaldı mı hocam, ne zaman Türk İslam olarak evrildi?

Kaldı evet. Zannediyorum o dediğiniz 82’den, Fakülte olduktan sonra oldu. Veya tersi de olabilir. 82’den önce Türk İslam Tarihi. 82’den sonra İslam Türk Tarihi. Şu anda mevcut programda İslam medeniyeti olarak geçiyor.

Bu vesileyle önceliği doktora tezine verdim ve onu hazırladım. Tunus’a gittim ve orada beni ilgilendiren bir şey var mı diye araştırırken, Osmanlılar zamanında yapılmış olan eserleri gördüm. Türbeler, mescitler, askeri kışla binaları ki çoğunlukla bunlar vardı.

Bunların üzerinde Osmanlı Türkçesiyle yazılmış kitabeler vardı. Fransız Profesör Robert Matran bunlardan dokuz tanesini tespit etmiş ve yayınlamış. Bunu görünce ben baktım; yenilerine ulaştım. Dokuz taneye yedi tane daha ilave ettim ve on altıya çıkardım. “Başşehir Tunus'ta Türkçe Kitabeler” diye bir çalışma oldu. Bunu da kitaplarım arasında yayınladım. Bu arada 1981 yılında Ziya Kazıcı Hoca'yla beraber Türk-İslam Medeniyeti Tarihi adlı kitabı yazdık. Bu kitap, ders kitabı mahiyetinde hazırladığımız eserlerden birisidir. Ardından artık çalışmalara devam ediyorum. Diyanet İşleri Başkanlığı sosyal kurumları ele alan bir çalışma istedi benden. Bunun üzerine “İslam'da Sosyal Dayanışma Müesseseleri” adıyla da bir başka eser Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları arasında yayımlanmaya devam ediyor. “Fetihlerle Anadolu'nun Türkleşmesi ve İslamlaşması” eserinin ilk yayını 1973 yılında Ötüken Yayınları tarafından yapıldı. Daha sonra muhtemelen 1984 yılında Diyanet İşleri Yayınları tarafından yayımlanmış ve hala yayımlanmaya devam etmektedir. Fransızcadan doçentlik sınavını geçinceye kadar eser vermeye eğilmedim. Doçent unvanını aldıktan sonra biraz hızlandım. Bunu da eserlerden görüyorum. Bilhassa İslam Müesseseleri diyebileceğimiz alanda çalışmalara yöneldim. 1990 sonrası çalışmalarda mesela ahilikle ilgili... Kültür Bakanlığı ahilikle ilgili bir yarışma açtı. O yarışmada 1993 yılında çalışmama mansiyon ödülü verildi. Sonra o çalışmamı kitap yaptılar. “İbn Battuta'ya Göre Anadolu ve Sosyal Kültürel Hayatıyla Ahîlik” kitabı Kültür Bakanlığı Yayınları arasında yayınlandı. Ben ahilikle alakalı çalışmalara devam ettim. Ahiliğin en önemli kaynağı fütüvvetnâmelerdir. Bir fütüvvetnâmeyi yazma olarak buldum. Adı Muhtasar Fütüvvetnâme olarak veriliyor. Onun üzerine biraz eğildim. Sonuçta o eseri edisyon kritik olarak inceledim. Baş kısmına araştırma kısmı ekledik. Adını “İslam-Türk Medeniyet Tarihinde Ahilik ve Fütüvvetnâmeler” adıyla yayınladık. Zannediyorum o kitap da alanında aranan bir kitap oldu. Bu arada eğitim tarihiyle ilgili yazma eserler arasında bulunan Ali b. Hüseyin el-Amâsî tarafından yazılmış “Tarîku'l-Edeb” benim çalışmalarım arasında akademik olarak aranan bir kitap oldu. Bu eserden çeşitli araştırıcı ve yazarlar bahsetmişler. Fakat eseri latinize eden veya günümüz Türkçesinde yayınlayan çıkmamış. Tariku’l-Edeb On beşinci yüzyıl eserlerindendir ve İstanbul'un fethedildiği yıl yazılmıştır. Tarih düşürmüş; İstanbul'un fethine de tarih düşürmüş ve eseri de o tarihte bitirmiş. Bu eser benim çalışmalarım arasında önemlidir. Çünkü bu eser, Osmanlı eğitim tarihinin ilk eserlerinden birisidir. Çocuğun eğitimi nasıl olacak? Tarîku'l-Edeb derken bunu kastediyor. Bir ahlak kitabı değil... Hatta âdâb-ı muaşeret ve görgü kurallarından da bahsediyor. Tarîku'l-Edeb'in benim akademik hayatımda önemli bir yeri vardır.

İslamtarihi.info: Keyif alarak yaptınız. Pratik faydasını gördünüz mü?

Halil Hoca! Edisyon kritiklerde çalışanlar çok faydasını görmezler. Okuyanlar ve araştırma yapanlar faydasını görürler. Çünkü iğneyle kuyu kazar gibi çalışıyorsunuz. Ama sonuçta tabii eser ortaya çıkıyor.

İslamtarihi.info: Pratik faydası derken somut insanlara faydasını gördüğünüz...

O eserde şöyle bir şey var: Yazar, çok Farsça metinler seçmiş. Bu metinler Sâdî'nin Dîvânı'ndan alınmış şiirler... Bu metinleri önce bulmak lazımdı. Bunun yanı sıra çokça hadis vardı. Bu hadislerin ulaşabildiğimiz kadar kaynaklarına ulaştık. Bu eser bugün aranıyor. Baskısı bitmiş. Yeni baskısını yapmak için elden geçirmek lazım. Ama benim akademik hayatımda önemli bir yer aldı Tarîku'l-Edeb. Sonra ahilikle ilgili çalışmalara devam ettim. Zaman zaman çeşitli toplantılara katılarak yeni bazı kaynaklara ulaştık. Mesela Türkçe Fütüvvetnâmeler hakkında Abdülbaki Gölpınarlı tarafından çalışmalar yapılmış. Biz de ona yeni bazı şeyler katmaya çalıştık. Aslında o alanda yapılacak çok şey var.

Bu arada ben Osmanlı arşivlerine girdim. Arşivde ihtidalarda ilgili bazı problemlerle karşılaştım. Onları araştırırken karşıma bazı kavramlar çıktı. Pek bilinmeyen kavramlardı. İhtida için kullanılan kavramlar şeklinde bir eserin yazılması gerektiğine kanaat getirdim. Ve örneklerle “Osmanlı Arşivlerinde Arşiv Belgelerinde İhtida ve Mühtedîler” diye bir kitap oldu o da... Şeref-i İslam ile müşerref olmak veya ihtida etmek gibi bazı kavramlar kullanılıyor. Bu kavramlar "nasıl kullanılıyor, hangi anlamda kullanılıyor?" bunları ele alan bir kitap oldu. Çok şükür bu da bizim ilmî hayatımızın önemli bir eseri olarak bugün okunuyor.

Ayrıca İslam-Türk Medeniyet tarihi denilince medeniyet tarihimizin simaları üzerinde durduk. Ahmed Yesevî'den başladım ben. Türkler İslamlaştıktan sonra eser vermiş; onlara İslam'ı sevdirmiş bir kişi olarak Ahmed Yesevî'yi ele aldım. Ondan sonra yine edebiyat tarihimizin önemli ismi olarak kabul edilen ve eseri okutulan Edib Ahmed Yüknekî var. Atabetü'l-Hakâyık... Bunlarda toplum hayatı hakkında bilgiler var mı? Böylece ben, geriye giderek Anadolu'ya gelmek istedim. Anadolu'da Yunus Emre'yi ve Hacı Bektaş'ı model olarak almaya çalıştım. Bunların eserlerindeki insan ve toplumla Ahmed Yesevî'deki ve Edib Ahmed Yüknekî'deki insan ve toplumdaki ortak noktaları ve farklılıkları gösteren bir çalışma ortaya çıktı. “Türkistan'dan Anadolu'ya İnsan ve Toplum” adıyla onu yayınladık. Bu çalışmalar devam ederken ayrıca kitap olmuş eserlerden editörlüğünü yaptığım kitaplar var. Ahmed Yesevî''yle ilgili bir sempozyum yapılmıştı. Bu sempozyuma gelen bildirileri sonradan derleyip kitap yaptık. Hatta iki sempozyum birleştirilerek Ahmed Yesevî ve Eserleri diye yayınlandı. O arada İzmir'in Tire ve Ödemiş ilçesinde iki ayrı sempozyum yapıldı. Türk Kültüründe İmam Birgivî ve Türk Kültüründe Tire diye iki ayrı çalışma oldu. Sonra Tire'nin ikincisi yapıldı. Türk Kültüründe Tire 2 diye yayınlandı. Bunlar Diyanet Vakfı'nın yayınları arasında çıkan yayınlardır. Fakat Türk Kültüründe Tire 2 adlı kitap Tire Belediyesi tarafından basılmıştır. Bu arada Türk Tarih Kurumu'nda yapılan bir toplantıda "Anadolu'da beylikler devri Türkiye'de ihmal edilen bir dönemdir. Bunların çalışılması gerekir." diye bir teklifte bulunuldu. Biz de iki arkadaş, önce Batı Anadolu'dan başlayalım diye Batı Anadolu beyliklerini ele alan Anadolu Beylikleri Döneminin Kültür ve Medeniyet Tarihi konulu uluslararası sempozyum düzenledik. Bunların ilki 2011 yılında Aydınoğulları olarak yapıldı. Sonra Türk Tarih Kurumu tarafından kitap olarak yayınlandı. İkincisi iki yılda bir yapıyorduk. 2013 yılında Menteşeoğulları olarak yapıldı. O kitap bu yıl yayınlanabildi. Ardından Germiyanoğulları Beyliği yapıldı. Onun da kitabını hazırladık. Türk Tarih Kurumu'nda yayın sürecinde yayınlanacak. Sempozyumları 2 yılda bir yapıyorduk. İkincisi 2012’de Menteşoğulları olarak yapıldı. Onun kitabı da daha bu yıl yayınlanabildi. Ardından Germiyanoğulları Sempozyumu’nu yaptık. Germiyanoğullarının kitabını da hazırladık, o da TTK’dan yayınlanacak kitaplar arasında. Geçen yıl Saruhanoğulları Beyliği’ni hazırladık. Uluslararası seviyede beyliklerin hem kültür tarihini, medeniyet tarihini, ekonomik hayatını, sanat tarihi bakımından önemini, bıraktıkları eserleri ve tabii bu arada siyasi tarihini de ele alan bildiriler yer alıyordu. Bu beyliklerin uluslararası seviyede de incelendiğini görmüş olduk ve yaptığımız sempozyumlara hakikaten iyi bildiriler geldi. Tahmin ettiğimizin üzerinde ilgi gördü. Bu ilginin sonucu olarak Orta Anadolu’dan teklif aldık. Bir de Orta Anadolu Beylikleri serisi başlatalım, dediler ve ilkini Beyşehir’de Eşrefoğulları Beyliği Sempozyumu olarak yaptık. O da TTK’nın yayınlayacağı eserler arasında. Geçtiğimiz yıl da Karamanoğulları Beyliği Sempozyumu yaptık. O da tamamlandı. Onun kitabı da Konya Necmettin Erbakan Üniversitesi yayınları arasında bu yıl yayınlandı(20016).

İslamtarihi.info; Bu çalışmaların İlahiyatçılar tarafından yapılmış olması önemli değil mi?

İlahiyat ve tarih ortak çalışıyoruz. Ama lokomotifliğini İSTAD yapıyor. Bu sene de kısmetse gelecek Kasım ayında Uluslararası Ramazanoğulları Beyliği Sempozyumu yapacağız. Ona da rağbet var. Yaklaşık 50 bildiri başvurusu mevcut. İnşallah o da sonuçlanır. Yani bütün bu çalışmaların patronajını yürüten biri olarak söyleyebilirim ki rağbet görüyor ve beğeniliyor. Gerek yurtiçinden gerek yurtdışından gelenler memnun ayrılıyorlar. Onun dışında Açıköğretim fakültesi bünyesinde açılmış olan İlahiyat programlarına yine bir hazırlık yapmış idik. Şu an yıl olarak kesin tarih veremeyeceğim ama Süleyman Genç Hoca (İzmir 9 Eylül Üniversitesi İslam Tarihi Bölümü) ile Türk Medeniyet Tarihi kitabı hazırladık. Orada 10 sene okundu. 2006 veya 2008 yılında da İslam Kurumları ve Medeniyeti olarak okunmaya başladı. Onda da kitap içindeki üniteleri yazdık. İnşallah ben  daha önceki kitabı (Türk Medeniyeti Tarihi) müstakil bir kitap olarak ele almak istiyorum. Bu arada 2010’da yürütmeye başladığımız daha büyük bir proje var. O da yine TTK’daki müzakereler sırasında ortaya dönemin başkanının teklifi ile ortaya çıktı. Türkiye’de yazılmış yerli müelliflerin kaleme aldıkları bir İslam tarihi yok, dendi.

İslamtarihi.info: Cumhuriyet sonrası mı?

Evet evet. İslam tarihi olarak yazan yok. Tercümeler var. Doğuştan Günümüze İslam Tarihi var. Ziya (Kazıcı) Hoca’nın ilave olarak yazdığı, başkalarının da yazdığı kitaplar var; ama bütün olarak bu tarzda bir çalışma yoktu. 2010 yılında başladık biz böyle bir eserin yapısını hazırlamaya. Şu anda bitti. İçinde bulunduğumuz Siyer Vakfı bunları yayınlıyacak, inşallah. 2017 yılında set halinde çıkacak. İslam Tarihi ve Medeniyeti adında, 14 cilt olacak. Her cildin farklı bir editörü var. İlk cildin editörleri Hüseyin Algül ile Rıza Savaş hocalar, 2. cildin editörleri Ahmet Önkal ile Mehmet Ali Kapar Hocalar, 3. cildin editörü Adnan Demircan Hoca, 4. cildin editörü Mehmet Özdemir Hoca, 5. cilt Abbasiler dönemi ile ilgili ve editörleri Nahide Bozkurt ile Mustafa Demirci hocalar, 6. cilt Abbasiler dönemi hanedanlarını konu alıyor ve editörleri Mustafa Demirci ve İsmail Hakkı Atçeken Hocalar, daha sonra yine Abbasiler dönemine bağlı olarak kurulan Abbasi dönemi Türk devlet ve hanedanlarını ele alan müstakil bir cilt var ki editörlüğünü Hanefi Palabıyık ve Osman Çetin Hocalar yaptılar. Sonra Selçuklular dönemi.. Onun editörlüğünü de Mehmet Ersan Hoca (Ege Üniversitesi Tarih Bölümü) yürütüyor. Anadolu Beylikleri cildinin editörlüğünün Levent Kayapınar ve Yusuf Ayönü (İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi) yaptılar. Osmanlı cildinin editörlüğünü de Şefaattin Severcan Hoca yaptı. Bu siyasi tarih idi. Medeniyet tarihini ise iki cilt halinde yayınlayacağız. İlk cildin editörleri Mefail Hızlı ve Ziya Kazıcı oldular. Osmanlı cildinin editörü de Şefaattin Severcan, İslam Medeniyeti cildini Mefail Hızlı ile Seyfettin Erşahin yürüttüler. Böylece İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi hocalarını ve Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü mensubu olan hocalarımızın bir araya gelişi ile ortaya çıkmış bir proje oldu. Çalışmanın koordinatörlüğünü ise fakir yürütmekte.

İslamtarihi.info: Dediğiniz gibi İslam Tarihi projesinin ilahiyatçıların önderliğinde yapılması çok önemli.

Evet, biz şu anlayışla hareket ettik: İslam Tarihi bir bütündür. Bugüne kadar gelen tarih İslam tarihidir ve daha da kıyamete kadar devam edecektir. Bu yüzden biz hiç olmazsa bugüne kadar gelen kısmını ortaya koyalım, bizden sonrakiler de devamını getirirler diye düşündük. Tematik bir çalışma oldu bu eser. İnşallah çıkınca hem akademik çevrede hem de entelektüel çevrede bir boşluğu dolduracağını ümit ediyorum. Benim kendi çalışmalarıma gelince,  bunları  derleyip toparlamaya çalışıyorum. Dağınık olanları bir araya getirip kitap yapmaya gayret ediyorum;  mesela, vakıflarla ilgili yazıp ettiklerim var onları henüz kitaplaştıramadım. O iş bekliyor; ama ondan önce bir ara ben Kıbrıs’a gitmiştim; 1986’da. Kıbrıs’ta Denktaş’ın misafiri olarak bir hafta kadar arşivlerde çalıştım. O sırada elime yayınlanmış Rumca bir kitap geldi. Bir manastırdan çıkan Osmanlı Türkçesiyle yayınlanmış arşiv belgelerinden oluşuyordu. Onlar üzerine çalışmaya başladım. Çünkü o dönemde ben Müslim-gayrimüslim ilişkilerini ele alan bir çalışma yapmıştım, “Anadolu’da Bir Arada Yaşama Tecrübesi” ile ilgili. O çalışmada bu arşiv malzemesini de kullandım. Çalışmamı yaparken bir yandan da 1973’de yayınlanan bu belgeleri latinize ederek başına bir giriş ilavesiyle eser haline getirmiştim ve bir kenarda bekliyordu. Geçen yıl da “Osmanlı Belgelerine Göre Kiko Manastırı” adıyla bu eser de Kıbrıs’ta yayınlandı.

İslamtarihi.info: Mayıs’ta Kıbrıs’ta düzenlenecek bir sempozyum daha var.

Evet gideceğim inşaallah. Bu aralar Kıbrıs’la ilgili genç meslekdaşımız Fatih Yahya Ayaz’a ait yeni bir kitap da çıktı. Bu alanda çalışmak gerekiyor. Önümüzdeki günlerde ele alacağımız konulardan birisi de şehir tarihçiliği üzerine yapılan çalışmalar. Şimdi ben yılda birkaç sempozyuma bildiri hazırlıyorum ve bu bildirilerde ilkem yeni şeyler söylemek. Hatta eskiden söylediklerimi tamamlıyorum ve yeni ilaveler yapmak suretiyle bildiriler hazırlıyorum.  Bizim düzenlediğimiz ve başında bulunduğumuz en az iki sempozyum oluyor yılda. Bundan ayrı bir de İslam tarihçilerinin koordinasyon toplantılarını organize ediyoruz. Bu vesileyle İslam Tarihçileri Derneğinden de bahsedelim. Dernek 2010 yılında kuruldu fakat temeli 2009’daki Urfa koordinasyon toplantısında atıldı. “Daha çok İstanbul’a yakışır bu” dedik ve görev İstanbul’daki arkadaşlara tevdi edildi, fakat yaklaşık bir sene sonra arkadaşlar dedi ki;” Biz İstanbul’da bunu yapamayacağız.” Ankara da üstlenmedi ve görev bize kaldı. Biz de derneğin merkezini İzmir’de kurduk ve 2010’dan beri faaliyetteyiz. Her sene mutlaka bir koordinasyon toplantısı yapılıyor. Fakat toplantılara katılacakların iaşelerini sağlayacak ev sahiplerine ihtiyaç var. Diyarbakır’da yaptık, Şanlıurfa’da yaptık, Elazığ’da yaptık. Bu sempozyumlarda mesela Diyarbakır’daki “İslam Medeniyetinde Diyarbakır” oldu. Geçen sene de Şanlıurfa’da “İslam Medeniyetinde Şanlıurfa” oldu. Orada ciddi tebliğler de sunuldu, tartışmalar da yapıldı. Ama dernek olarak koordinasyon toplantısının tam hakkını veremedik. O yüzden kısmetse, gelecek sene koordinasyon toplantısını müstakil olarak İslam Tarihinin problemlerini konu alarak yapmayı planlıyoruz. Belki size de gelmiştir onun duyurusu. Önümüzdeki sene mayıs ayında tarihler çakışmasın Sivas’ta…

islamtarihi.info: Nisanın sonunda hocam.

Tamam, o zaman 19-20 Mayıs'ta da inşallah Sivas’ta, Sivas’ın ev sahipliğinde koordinasyon toplantısını yapacağız. İşte dernek bir, bu faaliyetleri yürütüyor, ikinci kitap hazırlığından bahsettik genişçe. Koordinasyon toplantılarını düzenliyor. Onun dışında yine bir de 2010 yılında başlattığımız yurt dışı gezileri, İslam dünyasını tanıma araştırma inceleme gezileri düzenliyor idik. Hicaz’la başladık, üst üste birkaç sene Endülüs’e gidildi.

Endülüs - İspanya gezileri çok faydalı oldu. Balkanlara gidildi birkaç defa. Geçtiğimiz yıllarda Özbekistan’a ve İran’a gittik. Bu geziler 2010’dan beri devam ediyor. Derneğimize üye olan İslam tarihçilerinin dışındakiler de sırf gezilerin cazibesi yüzünden üye olmak istediler. Onlara da bu imkanı verdik ama artık biraz frene bastık. Ayrıca gezileri daha faal ve daha faydalı hale getirmeyi düşünüyoruz. Bakalım nasipse önümüzdeki sene tek bir yere gezi düzenleyerek. Mesela ilk planda Kudüs isteniyor. Bu gezilerde de şunu yapıyoruz, istekler göz önüne alınıyor. Mesela Kudüs uzun zamandır söylenen bir yerdi. İran’a o vesileyle gidildi. Yani fert olarak gidemeyeceğimiz yerlere toplu olarak gidebilmenin yollarını bulmaya çalışıyoruz. Geziler o yönden faydalı oluyor bazı yönleriyle. Her ne kadar bazı arkadaşlar tarafından eleştirilse de gezilerin, ben faydalı olduğuna inanıyorum. Çünkü ilk gezimiz Hicaz'a oldu. Mesela 2010 yılında umre yaptık. Bu aynı zamanda bölgeyi, Mekke ve Medine'yi özellikle görmek suretiyle İslam tarihi hocaları olarak bizlerin bölge hakkında bilgi sahibi olmamız gerektiğini anladık. Daha önce görmüş olanlar bile bilgilerini yenilediler. Hiç görmeyenler orada bilgi edinmiş oldular. Bu bakımdan biz, buna hicazdan başladık, İslam tarihinin başlangıcı olarak. Tabii doğru olanı da buydu. Onun arkası gelmedi isteniyor. Önümüzdeki yıllarda inşallah ikinci bir hicaz gezisi düşünüyoruz kısmetse, Allah ömür verirse.

islamtarihi.info: İslam tarihçileriyle hicaz bir başka olur.

Evet ve çok faydalı olmuştu 2010 yılında yaptığımız. Şimdi altı sene geçti. On sene geçmeden bir gezi daha yapmamız gerekir. Genç arkadaşların da görmeleri bakımından faydalı olur diye düşünüyorum.

İslamtarihi.info: İnşallah.

İşte benim akademik hayatım ve sosyal hayatım böyle devam etti, geldi bu zamana kadar.

İslamtarihi.info :Peki hocam çalışmalarınızda hocalarınızdan sizin çalışmalarınıza tesir ettiğini düşündüğünüz yahut sizi bu alana sevk eden bir hoca…

Bu konuda, Tabii ki etkilendiğim hocalar oldu. Ama ilk planda adını zikretmem gerekir. Ethem Ruhi Fığlalı hoca, hem hoca olarak hem derslerdeki anlatışıyla, hem de ilgisi sebebiyle etkili oldu bende. Onun birçok bakımdan beni yönlendirdiğini de kabul etmem lazım. Daha sonra birçok hocayla tanıştım ben. Hem kendi hocam olarak, hem de mesela bugün rahmetli olmuş Osman Turan gibi tarihçilerin duayeni olarak kabul edilen hocalardan veya Halil İnalcık hoca yakında kaybettiğimiz. Bir görüşmemizde benim doktora tezimden hoca benim adımı hatırlıyormuş ilk tanıyınca “yahu sen misin” dedi. “iyi altından kalkmışsın ‘Âlî’nin” dedi. Böyle yani bizim ilahiyat kökenli olup da tarihçi olan hocalarımız başarılı olarak görülüyorlar. İsimlerini söylersek hepsini tanıdığınız hocalar. İlahiyat kökenli gerek Yüksek İslam Enstitüsü, gerek İlahiyat Fakültesi mezunu olan, ama tarih çalışan hocalar kendi alanlarında başarılı oldular.

İslamtarihi.info:İlahiyatçılar Osmanlı tarihi çalışmasın sözü doğru olmuyor o zaman hocam?

Öyle diyen var mı bilmiyorum ama!

İslamtarihi.info Var. Tarihçiler arasında genelde böyle “ biz çalışıyoruz” …

Tabii bu biraz meslek taassubu oluyor. Ama bir defa aynen Halil İnalcık gibi düşünen başka hocalar da var. Mesela İlber Ortaylı her zaman söyler. Tv’de de söyledi. İlahiyatçı hocalar, ilahiyat çıkışlı olanlar, tarihçi olurlar diye söyledi. Yani illa… Tarih bir bütündür.

İslamtarihi.info: Geçen sene Osmanlı’yla ilgili bir sempozyum düzenlenmişti.Tarih bölümünden bazı hocalar, ilahiyatçıların ne işi var burada gibi bir tavır takınmışlardı.

Evet, o yanlış bir yaklaşım. Ama onu zannediyorum değiştireceğiz biz. Bu kitap çıksın "İslam Tarihi ve Medeniyeti" kitabımız çıksın, Türkiye’de birçok şeye daha farklı bakacaktır meslektaşlarımız.   Yani kitap ben bütününü biliyorum, umarım ve temenni ederim ki yararlı bir kitap olacak.

İslamtarihi.info: Hocam. Yüksek Lisans ve Doktora yapan öğrencilere tavsiyeleriniz nelerdir? Yani yüksek lisans konusu ya da doktora tez konusu seçilirken nelere dikkat edilmeli. Çalışırken hangi usul ile çalışılmalı?

Şimdi Tabii yüksek lisansta daha çok doktoraya hazırlık gibi olduğu için biraz daha kolay ve kısa zamanda bitirilebilecek bir konu tercih ediliyor. Öyle çalışıyoruz. O yüzden konu seçerken mümkün olduğunca dar bir alanda çalışılabilecek bir konu seçilmesi lazım yüksek lisans için. Bir de hem yüksek lisansa hem doktoraya başlayacak olanlar, tez seçerken mutlaka istedikleri ve kendi içlerine sinen bir konu seçmelidirler. Yoksa öbür türlü aksamalar oluyor ve uzayıp gidiyor. Çok zaman hâlâ doktorasını, tezini tamamlayamamış öğrencilerimiz var maalesef. Benimle başlayıp da bitiremeyen öğrenciler var.

İslamtarihi.info: İhsan hoca demişti hocam. İhsan Süreyya sırma. “Doktora konusu evlilik gibidir. Yani severek.”

Doktora konusu severek çalışılmalıdır. İsteyerek çalışabileceği bir konuyu seçmeli insan. O bakımdan haklı hoca. Ama maalesef günümüzdeki şartlar buna el vermiyor bazen ve insanlar istemedikleri konuyu alıyorlar veya istedikleri konuyu ben severim yaparım bunu, diye başlıyorlar; arkası gelmiyor. Konu değiştirenler oluyor. Onun için konu seçerken iyi hesap etmek yani aceleye getirmemek lazım. Aslında çalışacak çok konu var. Bugün çalışıldığını zannettiğimiz birçok alan hâla boşluktadır. Hâla o konuda bile yeni çalışmalar yapılabilir. Buna bir örnek olsun diye vereyim. Fayda hocanın çalıştığı Hz. Ömer dönemi artık çalışılmıştır her yönüyle diyebiliriz. Fakat geçen Rıza Savaş hoca; “ bir tez konusu arıyoruz hocam dedi ne tavsiye dersiniz.” Önce aday kim dedim. Filan arkadaş. Arapçası nasıl, zaten kendisi Irak asıllı Kerkük'te okumuş bir genç. Ona " benim aklıma en iyi gelen ve yıllardır bu konuda yapılması gerektiğini düşündüğüm bir konu var, onu verelim" dedim. Hz Ömer'in düşünce dünyası. Bu konu çalışılmamış mesela. Çok önemli bir konu. Şimdi o arkadaş çalışırmı bilemiyorum, bu konu  hoşuna gitti, sevdi ama... Çünkü Hz Ömer sadece devlet adamı, halife değil. Aynı zamanda mütefekkir bir yönü var; sorgulayan bir insan. Satır altlarında bir şeyler yakalıyorsunuz, ama onun derinliğine inmek lazım. Mesela böyle konular var. Şimdi mutasavvıflar veya tasavvuf tarihçileri daha mesela Hz Osman veya Hz Ali veya Hz Ebubekir gibi halifeleri kendi açılarından kendi gözlükleriyle yazıyorlar zâhidâne. Ama asıl bir tarihçi olarak bizim, onları yeniden ele almamız gerek diye düşünüyorum. Düşünün sahabeleri bu tarzda âlim sahabeler var değil mi? O âlim sahabelerden başlayalım. Biz günümüze kadar getirsek, onların arasından nice cevherler çıkacaktır.

İslamtarihi.info: Evet hocam mesela Ebû Zer el-Gıfârî ile Hz Osman'ın peygamber tasavvuru birbirinden çok farklı. İkisi de görüyorlar peygamberimizi ama Ebû Zer'in anladığı şey çok farklı. Hz Osman'ınki daha farklı gibi. Dediğiniz gibi farklı açılardan bakılsa çok daha kıymetli şeyler yakalanacak gibi.

Tahmin ediyorum. Bundan dolayı ben şunu söylüyorum. Yani konu sıkıntısı tarih çalışacaklar için yoktur. Konu mutlaka bulunur. İşte herkes çalışmış ben konu bulamıyorum diyenler geliyor. Ben hayret ediyorum. Bizim İslam tarihinde, yani öbür alanlarda bu tür konuşmalar oluyor da İslam tarihinde konu sıkıntısı yok.

İslamtarihi.info: Siyasi Tarih açısından bakıldığı için belki biraz da hocam .

Evet. Sırf o yönden bakmamak lazım. İşin kültür tarafı var, medeniyet tarihi bakımından var. Daha başka sosyal tarih bakir bir alan ona yönelmek, yöneltmek lazım gençleri. Benim yanımda çalışanlara kısmen verdim, böyle çalışma yapanlar var. Mesela biz hâla vakıf ve vakfiyeler konusunda yeterli çalışma yapamadık. Şimdi Osmanlı vakfiyelerini biz çalışmayacağız da kim çalışacak. Çünkü vakfiyede âyet var, hadis var, Kelâm-ı Kibar var. Bütün geriye doğru gidince fıkıh var. Şimdi o fıkhı, ilahiyat kökenli olan tarihçilerimiz daha rahat hallederler, altından çıkarlar. O yönüyle bu konulara da yönelmek, yönlendirmek lazım gençleri diye düşünüyorum.

Şimdi Osmanlı tarihi söylediğim gibi, onu söylemedik; Türk tarih kurumunun yayınları arasında yayınlandı benim doktora tezim. Gelibolulu Mustafa Âli ve Mevaidü’n-Nefais adlı eseri diye. Merhum    Halil İnalcık hoca onu okumuş ve onu da epeyce kullanmış. Şimdi o dönemle ilgili hâla çalışılacak konular var. Ama asıl kaynak kıtlığı sebebiyle; bizim en az bilgi sahibi olduğumuz dönem Anadolu beylikleri dönemi. Yani ben kendi alanım itibariyle Anadolu beylikleri. Orada Osmanlıyı besleyen en önemli temel eserler var. Hatta beyliklerin içinden çıkmış olan birçok ulema sonra Osmanlıya intisap etmiş. Ve bu sebeple Taşköprülüzâde'nin eserinde veya Kâtip Çelebi'nin Keşfü'z-Zünûn'unda sayılan eserlerin bir kısmı beylikler döneminden gelen âlimler tarafından yazılmış eserler. Kültür tarihimiz açısından çok önemli bunlar. İslam medeniyeti ve kültürü bakımından da önemli. Selçuklu dönemini devam ettiren bir dönem; o gözle bakmak lazım. Beylikler dönemine daha fazla eğilmemiz lazım diye düşünüyorum. İster İslam tarihçileri isterse de Türk tarihçileri eğilsin. Beylikler dönemi hâla bâkir bir saha olarak kendini gösteriyor. Ama kaynak kıtlığı var tabii. Bunlar arasında günümüze kadar gelen, kütüphanelerde ilgi bekleyen  eserler var. Bu eserleri de dikkate alarak. Bir de yazma eserler. Yazma kütüphanelerindeki i eserler.

İslamtarihi.info: Halk edebiyatı?

Halk edebiyatı alanında kısmen var. Maalesef o kaybolmuş. Ama devam eden çizgi var. Bir de bunların iki kökeni var. Selçukluyla devam eden bize kadar gelen. Biri Arap Yarımadası'ndan İslam'ın doğduğu coğrafyadan gelen etkiler. Bir diğeri de Türkistan coğrafyasından gelen etkiler. Ve bunların hepsi Selçuklu üzerinden bize geliyor. Aynı zamanda bu diğer İslâm dünyasına da gidiyor. Balkanlar tamamen Anadolu'dan beslenmiştir. Hatta Osmanlı döneminde Kuzey Afrika da beslenmiştir. Anadolu ve Hicaz yöresinden beslenmiştir. Bu ortak zemini bizim tespit etmemiz gerekir. Yani benim ömrüm yetmez ona. Fakat bu ortak çalışmayı gerektiren bir husus. Bizim bundan sonra akademik kariyerini almış olan gençlerimizin, ortak çalışmalar yapmalarında fayda görüyorum.

İslamtarihi.info: Ortak çalışma derken hocam! Herkesin bir parça parça yazıp bunları bir araya getirmesinden mi bahsediyorsunuz?

Hayır, konu olarak bir bütün olarak kastediyorum. İster kültür alanında olsun, ister sosyal tarih alanında, hatta siyasi tarih alanında olsun. Kendi akademik kariyerini aldıktan sonra; bu tür akademik çalışmalara yönelmeliler. Mademki bizi konuşuyoruz! Şu anda bizim devam ettirdiğimiz bir çalışmamız var. Selçuklu Tarihi'nin en önemli kaynaklarından birisi tek nüsha halinde. Eser Fransa Paris'te bulunuyor. Eser 'İmadüddin İsfehânî'nin Nusra'sı.

Bu eser Selçuklu tarihinin önemli kaynaklarından birisi, ama bizden önceki hocalarımız bunu yayınlamamışlar. Biz "küllü câhilin cesur" (cahillerin hepsi cesur olur)! fehvasınca bu taşın altına elimizi koyduk. Üç kişi Rıza Savaş, Süleyman Genç ve bendeniz. Bu eseri şimdi hazırlıyoruz. Eserin söylediğim gibi tek bir nüshası var bilinen, bu nüshasında noktalama işaretleri yok. Bu harf be mi? te mi?, ye mi? nun mu?… ayırmanız için. Arapça yazılmış bir tarih eseri, Ve oldukça da önemli bir eser. Onun birkaç senedir üzerinde çalışıyoruz. Mesafe aldık epeyce. Önce eseri ortaya çıkarmaya çalışıyoruz. Bizim dışımızda üç tane Arap hocamız var  Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde çalışan. Onlar da şaşırıyorlar, onlar da çok takılıyorlar. Ortak karar veriyoruz.

Bu tür ortak kaynakları neşir çalışmaları yapmak lazım. Bu tür kaynakları biz ortaya koyacağız. Bizim ortaya koyduğumuz eserlerden bir tanesi, bu ay basıldı. Miskeveyh'in Tecâribü'l Ümem’i. İbn, oğlu değil, asıl Miskeveyh kendisi, bu Miskeveyh! Kitabın başına yazdık onu. Türk Tarih Kurumu bastı onu veya geçen haftayayınlandı. Bu tarzda meslektaşlarımızdan bir arada olanlar. Mesela İstanbul’da bir arada olanlar yapabilirler. Ayrı şehirde olanlar bu tarz çalışmaları yapamayabilirler ama aynı şehirde olanlar yapabilirler. Bu çalışmalar tarihin daha iyi anlaşılması için geleceğe önemli hizmet yapmaya vesile olur.  Onlar yapılabilir. Mesela Adnan hocanın başlattığı çalışmalar var. Kitap çalışmaları. Yine Azimli hocanın takip ettiği kaynak çalışmalar var. Ama bunlar ferdi kalmamalı, proje halinde çalışılmalı

İslamtarihi.info: Birincisi ikincisi üçüncüsü…

Evet devam etmeli. Ben onu teşvik ediyorum. Bizim koordinasyon çalışmalarında bunu ifade ediyorum.

İslamtarihi.info: Tahkik yapılması ikincisinin yapılması daha faydalı

Tabii daha faydalı olur. Keşke benim doktora çalışmamın yeni bir nüsha bulunsa da yeninden çalışma yapılsa. Bu arada söyleyeyim. Tarîku'l Edeb benim çalışmam. Yeni nüshalarını buldum ben,bir nüshada İran da buldum. Yazma eserler sadece Türkiye'yle sınırlı kalmamalı başka yerlerden de araştırılımalı. Fransa’da İngiltere'de, İtalya'da hatta Rusya'da zengin yazma eser kütüphaneleri var. Bu eserler özellikle İslâm dönemi. İster bunda Abbasi, Emevi olsun, ister Selçuklu dönemi olsun. O döneme dair eserler çok dağılmış, yayılmış. Dünyanın belki zannediyorum, ABD kongre kütüphanesinde bile biz yazma eser bulabiliriz. Tek nüsha olabilir. O bakımdan bu tip çalışmalara da yönelinebilir.

İslamtarihi.info: Peki hocam. Çalışma sitilinize gelecek olursak. Günde kaç saat çalışırsınız?

Ben çok düzenli bir adam değilim.

İslamtarihi.info: Ailenize çok vakit ayırabildiniz mi?

Bu konuda çok disiplinli bir adam değilim ben. Ama doktora tezimden itibaren çok uzun zaman çalıştığım oldu. Uyumadan derse gittiğimi hatırlıyorum. Ama çok fazla değil. Mutlaka ben belli bir süre uyuyorum. Ama genellikle geceleri çalışmayı tercih ederdim. Okumalarımı ve yazmalarımı, araştırmalarımı geceleri yapıyordum. Bunda belki gündüz tabiii derslere gidiyoruz, hocalık görevimizi yapıyoruz. Ondan sonraki araştırmaları gece devam ettiriyoruz. O bakımdan bu çalışmalarda zaman zaman aileyi çekip çeviren eşlerimiz oluyor idi. Ben Allah razı olsun. O bakımdan eşimin büyük desteğini gördüm o zamanlar. Yani 48 yıllık evliyiz. Kitaplardan hiç şikâyet etmedi eşim: onlara sahip çıktı. Onları evde bir yer sıkıntısı var diye; bu kitabı atalım demedi. Hatta ilginçtir. Onun yaklaşımı, bunlar bizim ekmek teknemiz diyerek yaklaştı. Bunlara o gözle sahip çıktı. Çocuklarımın da evdeki kitaplardan etkilendiklerini düşünüyorum. Oğlum akademisyen oldu, şu an İngiltere'de bir üniversitede akademisyen olarak çalışıyor. Mühendislik alanında. Büyük kızım o da mühendis oldu, onun da pek öyle sosyal alanla ilgisi olmadı. Ama az da olsa okuyorlar. Küçük kızım ilahiyattan mezun oldu.

İslamtarihi.info: Kitaplarınızı okusalar baya bir …. (gülüşüyorlar)

Küçük kızım ilahiyat okudu ve tarihten yüksek lisans yaptı. O tarihçi olmaya niyetli gibi bir şey bakalım devam ederse. Şu anda kuran kursu öğreticisi olarak görev yapıyor. Doktora çalışmalarına bir türlü başlayamadı, ama ne evet diyor ne hayır diyor. Böyle arada gidip geliyor.

İslamtarihi.info: Meşakkatli bir yol çünkü hocam

Tabii hele hanımlar için daha meşakkatli bir yol. Çocuk olduğu zaman çocuğa bak, evle ilgilen, eşinle ilgilen. Tabii çekilecek iş değil.

İslamtarihi.info: Tabii hanımlar için daha zor. Doktorayı bitiren hanımları ben daha fazla takdir ediyorum

Evet öyle değil mi? Evet hanımlar arasında da başarılı akademisyenler var. Bizim İslâm tarihçileri arasında da var. Şimdi isim söylemeyim ama biliniyor onlar. Tabii erkeklerden de birçok arkadaşımızın hepsi vüsatince. Karınca kararınca çalışıyorlar. O bakımdan ben meslektaşlarımdan memnunum. Tarihçilerden de memnunum.

Evet, gençlere, sürekli çalışmalarını az da olsa tavsiye ediyorum. Bu özellikle dil konusunda. İster İngilizce veya Almanca, Fransızca gibi yabancı diller. İster Arapça mesela biz Farsçayı yeniden diriltmeliyiz. Akademik olarak yani, yoksa Fars kültürü açısından değil. Bizim akademik kaynaklarımızda çokça Farsça kullanılır Arapça'nın yanında. Osmanlı Türkçesi dediğimiz Türkçemiz. O da bizim Türkçemiz, ben böyle söylemeyi tercih ederim. Osmanlıca diye bir dili kabul etmiyorum. Osmanlıca denmesinin sakıncalı olduğunu düşünüyorum. Osmanlı Türkçesi denmesi daha uygun. Osmanlı Türkçesinin de tam olarak çözülebilmesi için tabii ki Arapça bilgisine ve Farsça bilgisine ihtiyaç var. O sebeple bizim İslâm tarihçilerinin, hele hele Osmanlı tarihiyle ilgileneceklerin o kaynakların altından kalkmak için Arapça ve Farsçayı öğrenmeleri gerekir. En azından metinlerin altından kalkabilecek kadar. İslam tarihçisi olmak isteyen tarihçilerimiz bu hususu da dikkate almalılar diye düşünüyorum.

İslamtarihi.info: Teşekkür ediyoruz hocam Allah razı olsun.

21 Aralık 2016 Çarşamba

Kitap Tanıtımı: Tarih-i İslâm

Tarih-i İslâm, Filibeli Şehbenderzâde Ahmed Hilmi (1333/1914), Konstantiniye: Hikmet Matbaası, 1908. 1 c’de 2c. (671 s.)[1]

Filibeli Şehbenderzâde Ahmed Hilmi, İslâm tarihi ilgili bu çalışmasını, Abdullah Cevdet tarafından tercüme edilen oryantalist Dozy’nin eserine reddiye maksadıyla yazmıştır. Fakat “Dozy şöyle diyor, biz böyle diyoruz” şeklinde bir tenkit ve reddiye yazmamış; İslâm tarihinin seyrini ortaya koyarak, yeri geldikçe izhar-ı hakikat etmeğe çalışmıştır. Bu açıdan “Tarih-i İslâm” idarî ve siyasî bir tarih kitabı olmaktan ziyade hikemî bir tarih hüviyetindedir.

Tarih-i İslâm’ın ilk bölümünde (bahis) (109-127) Arap yarımadasının tabiî ahvalinden bahsedilerek yarımadanın mevkii, hududu, yüzölçümü, tabiî şekli, dağları, nehirleri, sahil ve adaları, iklim ve havası, mahsulat, hayvanat ve servet kaynakları hakkında bilgi verilmiştir. Yine bu bahiste Arapların Arab-ı Aribe ve Arab-ı Müsta‘ribe diye ikiye ayrıldıkları ifade edilerek Araplarda ensâb ilminin önemi üzerinde durulmuştur.

İkinci Bahis (128-138) “İslâm’dan Evvel Araplar” başlığını taşımaktadır. Bu bölümde İslâm’dan evvel Arapların manevî ve dinî hallerini ölçülü olarak tetkik ve tenkit edilmesi gerektiği ifade edilmektedir. İslâm’ın zuhurundan evvel Araplar arasında Hz. İbrahim (a.s.) dininden kalma bazı fikirler Yahudilik, Hıristiyanlık ve çeşitli inançlar mevcut olduğu, fakat İslâm’ın Araplarda hasıl milli tekâmül neticesinde meydana gelen bir şey olmayıp, sırf Hz. Muhammed’in zuhurunun eseri olduğu anlatılmaktadır. Müsteşriklerin bu konudaki bazı fikirleri çürütülmektedir.

“İslâm’ın Zuhurundan Evvel Dünya Ahvâli” başlığını taşıyan üçüncü bölümde (138-144) Müellif, İslâm’ın zuhurundan önceki İran medeniyetini, Romalıları, Yunan medeniyetini, İbranileri ve umumî olarak dinî ve ictimaî vaziyeti değerlendirerek bütün beşeriyet tarihinde görülen en büyük harikanın “Cenab-ı Nebî (s.a.s.)” olduğunu açıklamaktadır.

Dördüncü Bahis (145-152) “Veladetten Bi’set’e Kadar” başlığını taşımaktadır. Bu bölümde Hz. Peygamber’in doğumu, çocukluk ve gençlik devresi, Bahira ile görüşmesi anlatılmaktadır. Bu arada rahip Bahira’nın Hz. Peygamber’e nübüvvet, ilim ve sanat öğrettiği şeklindeki bazı müsteşriklerin uydurdukları hurafe, şiddetle reddedilmektedir. Ayrıca Resûl-i Ekrem’in nübüvvet öncesi ibadet ve tefekkürü, Hz. Hatice ile evliliği ve risâlet başlangıcından bahsedilmektedir.

Beşinci Bahis (153-167) “Hz. Muhammed’in Risâleti” başlığını taşımaktadır. Bu bölümde de vahiy ve nübüvvetin hakikatı hakkında salim bir fikir ortaya koyabilmek için hakikat-ı ilahî ile ilgili İslâm dininde mevcut emanetler, rumûzât ve hatta sarih beyânatı nazar-ı itinaya almanın lüzûmu üzerinde durulmaktadır. Bunun yanında nübüvvet, velâyet, keşif, rüya, ilham ve vahiy hakkında materyalist ve pozitivistlerin ortaya attıkları iddialara cevaplar verilmektedir.

Altıncı Bahis (168-191) “Bi’setten Hicret’e Kadar” başlığını taşımaktadır. Bu bölümde, ilk önce Kureyşlilerin nübüvveti kabul şekli ele alınmaktadır. Sonra Sprenger, Dozy, Muir, Weil gibi müsteşriklerin vahiyle ilgili hakikat dışı iddialarına cevap verilmektedir. Özellikle Dozy’nin, vahyi bir hastalığa benzetmesi düşüncesi tenkit edilmektedir. Yine bu bahiste Kur’ân-ı Kerîm’in tesiriyle hemen müslüman olanlar, Müslümanların Habeşistan’a hicreti, Garanik meselesi ve Taif seferi anlatılmaktadır. Ebû Talib’in imanı hakkında ittifak yok ise de iyi düşünüldüğünde onun “iman” denilen manevî keyfiyetten tamamen hisseyâb olduğu fakat müslümanlığını izhar etmediği ifade edilmektedir.

Peygamber’in Mi‘racı bahsinde (192-201) mi‘rac hakkında maddî ve manevî diye iki görüşe işaret edilerek cismanî bir mi‘raca kail olmanın İslâm’ın aslî akidelerine tamamen zıd olduğu iddia edilmektedir. Bu bölümde bir istidrat yazan Ziya Nur, Mi‘rac ile alakalı muhtelif rivâyetleri zikrederek “Ümmetin umumî telakkisi Elmalı’nın da dediği gibi, Mi‘racın ruh meal-cesed yani maddî ve manevî olduğu yolundadır” demektedir.

“Hicret’ten İrtihale Kadar” başlığını taşıyan Sekizinci Bahis’te kısaca Hz. Resûl-i Ekrem’in Hicreti, Medine-i Münevveredeki Mescid’in inşası ve Hz. Peygamber’in müşriklerle yapmış olduğu savaşlar anlatılmaktadır. Bu savaşlar içerisinde özellikle Bedir’in önemi üzerinde durulmaktadır. Diğer savaşların tafsilatına girilmemektedir.

Dokuzuncu Bahis (225-236) “Peygamberin (s.a.s.)’ın Hayatı” başlığını taşımaktadır. Bu bölümde Hz. Peygamber’in kimseyi haksız yere öldürmediği, Rasûlullah’ın medenî hareketleri ve muameleleri, Zeyd ve Zeyneb kıssası, Ifk vak‘ası anlatılmakta, Rasûlullah’ın çok eşliliğini tenkit eden müsteşriklere tatminkâr cevaplar verilmektedir.

Onuncu Bahis (237-248) “İrtihal ve İrtihal Esnasında Erkân ve Müslümanlığın Durumu” başlığını taşımaktadır. Bu bölümde Hz. Peygamber’in yetiştirdiği mümtaz şahsiyetler, Cenab-ı Peygamber’in maişet şekilleri ele alınmaktadır. Yine bu bölümde Hz. Peygamber’in irtihalı sırasında cereyan eden hadiseler anlatılmaktadır.

Onbirinci Bahis (249-258), Hz. Peygamber’in şemâili, ahlâkı ve hususiyetleri ile onun terekesinden bahsetmektedir.

Onikinci Bahis (259-267) “Felsefe ve Sosyoloji” başlığını taşımaktadır. Bu bölümde İslâm ictimaiyatının esaslarının, i‘tisam ayetlerinde (Al-i İmran; 103-105) telhis olunduğu ifade edilmekte ve İslâm’ın üzerinde kâim olduğu temel umdeler sıralanmaktadır.

Onüçüncü Bahis (268-274) “İslâm Dini” başlığını taşımaktadır. Bu bölümde İman ve İslâm metodu, Allah’a iman, Peygamberlere iman, Ahirete iman ve tevhidî fikir anlatılmaktadır.

“Mühim Meseleler” başlığını taşıyan Ondördüncü Bahis’te (275-287) Alemin yaratılışı, hudûs ve kıdem konuları ele alınmaktadır. Müellif, vahdet-i vücuda kail ve taraftar olduğu için “hudus”u kabul etmemektedir. Melekler ve cinlerin mahiyetleri üzerinde duran Müellif, “Garanik” meselesinde fazla izahata girişmemekte ve bu kıssanın vukuunu kayd-ı ihtirazıyla kabul eder görünmektedir. Eseri sadeleştiren Ziya Nur, Garanik hadisesinin vaki‘ olmadığını isbat etmeğe çalışmaktadır.

Onbeşinci Bahiste (288-295) “Ruh ve Garibeleri” başlığı altında, tecrübe ve kaideleri şaşırtan halet-i ruhiyeye değişik misaller verilerek bazı rüyalar, sunuhat, hiss-i kable’l-vuku‘, keşif, vahiy ve ilham gibi konular ele alınmıştır.

Onaltıncı Bahiste (296-306) “Dinlerin Mukayesesi” başlığı altında, İslâmiyet, Hıristiyanlık ve Yahudilik, bugünkü durumlarıyla tetkik edilerek mukayese edilmiştir. Ayrıca her birinin dayandığı ahlakî hükümler ortaya konulmuştur.

Onyedinci Bahis (307-312) “Hükûmet Şekli ve Şûra Erkânı” başlığını taşımaktadır. Bu bölümde Hz. Peygamber’in hükûmet şeklinin “Meşrûtî” olduğu düşüncesi savunulmuş, O’nun meşveret usulü, uhuvvet, müsâvât, adalet ve hürriyet anlayışı açıklanmıştır. Bunun yanında Hz. Peygamber’in istişare ettiği şahıslar hakkında bilgi verilmiştir.

Birinci cildin son bölümü olan Onsekizinci Bahis (313-320) “Ashab’ın Mertebeleri ve Fazilet Meselesi” başlığını taşımaktadır. Bu bölümde Hz. Peygamber’in siyaseti ve hükûmeti ve O’nun ashâbın erkânı arasında tesis ettiği muvazenenin dakikliğine işaret edildikten sonra ashabın Rasûlullah’a bağlılık ve fedakârlıkları ile birbirleri hakkındaki fikirleri serd edilmeye çalışılmıştır.

İslâm Tarihi’nin ikinci cildi, Hulefa-yı Raşidîn döneminden Osmanlı Devleti’nin son günlerine kadarki bir dönemi ihtiva etmektedir. Birinci Bahis (321-335) “İlk İhtilaf” başlığını taşımaktadır. Bu bölümde Hz. Peygamber’in irtihalinin akabinde ortaya çıkan hilafet meselesi ele alınmaktadır. Müellif, Hz. Peygamber’in kendisinden sonra İslâm riyâsetine geçmesini arzu ettiğini ifade etmektedir. Daha sonra Benî Saide sakifesinde husûle gelen tartışmaları ve halife seçimini değerlendirmektedir. Bu arada hilafet konusundaki Ehl-i Sünnet ve Şîa’nın düşüncelerini de kısmen zikretmektedir.

“Ebû Bekir’in Hilafeti” başlığını taşıyan İkinci Bahiste (336-355) Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer ile Hz. Ali arasında geçen muhavereler ve Hz. Ali’nin biatı anlatılmaktadır. Hz. Ebû Bekir devrinin en önemli hadisesi olan irtidat savaşları tehlikesine işaret edilerek zekat vermeyenlere karşı İslâm halifesinin sebatkâr tutumuna dikkat çekilmektedir. Bunun yanı sıra Hz. Ebû Bekir’in idarî dehası ve vicdanî istiklali hususunda da ikazda bulunulmaktadır.

“Hz. Ömer’in Hilafeti” başlığını bölümde (356-368), Hz. Ömer devrinin hususiyetleri, devlet gelirlerinin dağılımı, Hz. Ömer’in hizmetleri, ahlakı, siyaset tarzı, yaralanması ve şehadeti anlatılmıştır.

“Hz. Osman” başlığını taşıyan bölümde (369-390) Müellif, Cevdet Paşa’nın bazı fikirlerini kısmen cerh ve tenkit etmektedir. Hz. Ömer’in halife intihabı için teşkil ettiği şûranın faaliyetlerini tetkik eden Yazar, Hz. Ali’yi, Hz. Osman’a tercih etmekte ve Hz. Osman’ı bazı noktalarda tenkit etmektedir.

“Muhakeme” başlığını bölümde (391-399) Müellif, Hz. Osman’ın iradesinin zayıf olduğu ve böyle bir zatın devlet reisi olmasıyla Muaviye’nin emeline nail olduğunu ifade ederek Haşimîlerin kötü idareden, hele Mervan ve genç Emevîlerin tahkir ve tecavüzlerinden ziyadesiyle mutazarrır olduklarını belirtir.

“Hz. Ali’nin Hilâfeti” başlığını taşıyan bölümde (400-412): “İmâm Ali’nin hareketleri tenkid ölçülerinden geçilirse, ilk önce hasıl olan hakim his, hayret ve şaşırmadır. Eğer muhakeme sathıyatta bırakılırsa, İmam-ı Ali’yi siyaset fıkdanı ve dirayet noksanlığıyla itham etmek mümkündür.” denilerek Hz. Ali’nin siyasî hareketlerini değerlendirmek için bir kıstas getirilmektedir. Daha sonra Cemel ve Sıffîn savaşlarından söz edilerek bu savaşlarda Hz. Ali’nin kesin olarak haklı olduğu savunulmaktadır.

İkinci Cildin Yedinci Bahsinde (413-420) Emevîlerin devrini ele alan Yazar, Muaviye devrine “fetret devri” namını veren tarihçileri tamamen haklı bulmaktadır. Emevî devresini pek az müstesnasıyla İslâm’ın hakikatinden uzaklaşıldığı bir devre olarak görmektedir.

“İlk Hukukçular ve İlk Mezhepler” başlığını taşıyan bölümde (421-453) Ehl-i Sünnet mezhebi ile Şîa’nın ortaya çıkışı ve bu mezhepler arası tefrikanın ne yolda genişlemiş olduğu ve nasıl bugünkü hale geldiği tetkik edilmektedir. Müellif yaygın kanaatin aksine, “Bir kimse Ehl-i Sünnet’e mahsus esas akideleri kabul edip de Ali’yi, Ebû Bekir’e üstün tutsa, Ehl-i Sünnetlikten çıkmaz” görüşünü savunmaktadır. Bu bölümde Müellif, Şîa ve Harici fırkalar ile Mutezile mezhebi hakkında geniş malumat vermektedir. Müteakip bölümde (454-488) ise Müellif, Mürcie, Neccariye, Cebriye, Hulûliye, Müşebbihe gibi mezheplerin fikirlerini umumî hatlarıyla ortaya koymakta ve varsa şubelerini ayrı ayrı ele almaktadır. Bu bölümde tasavvuf ve mutasavvıflara da geniş yer veren Yazar, tasavvufla ilgili ileri sürülen bazı görüşleri değerlendirmeye tabi tutarak tasavvufun menşeinin Kur’ân ve hadisler olduğunu açıklamaktadır.

“Tasavvufun Safhaları ve Müfrit Meslekler” başlığını taşıyan bölümde (489-494) Tasavvufun üç aşamasından söz edilmiştir. Birinci devre: Hz. Peygamber’den Cüneyd’e kadar, ikinci devre: Cüneyd’den Muhyiddin’e kadar, üçüncü devre: Muhyiddin, muasırları ve onu takip edenler. Tasavvufun ictimaî ve ahlakî tesirlerinden de söz edildiği bu bölümde, tasavvufun yükselmiş devirlerinde ne kadar büyük hizmetleri görülmüş ise, inhitat devirlerinde de o kadar fenalıkları olmuştur, görüşü hulasa olarak kabul edilmiştir.

“Batınîye, Hurufîye” başlığını taşıyan bölümde (495-509) Şîa ile tasavvuf arasındaki irtibatı ele alan Yazar, İsmailiye mezhebini Şîa’daki ve tasavvuftaki fikirlerin ifrat ve suistimalinden mürekkep bir mezhep olduğunu söyler. Avrupalılarca Batınîler hakkında birçok tetkiklerin yapılmış olduğunu belirten Müellif bu konudaki Dozy’nin tetkiklerinden bazı iktibaslar yapar. Müellif, Batınî mezhebini, Hind ve İran’ın garip felsefeleri ve ilimleriyle tasavvufî bahisleri toplayan bir acayiplik halitası olarak değerlendirir. Hurufilik mezhebi hakkında bazı bilgiler verdikten sonra bu mezhebin İran ve Osmanlı mutasavvıfları ve şeyhleri üzerindeki tesirini anlatır.

“Abbasîler Devri” başlığını taşıyan bölümde (510-520) Abbasiler ile Emevîler mukayese edilerek Abbasilerin de Emeviler kadar Ehl-i Sünnet’e eza ettikleri beyan edilmektedir. Abbasilerin yükseliş döneminde İslâm’ın durumundan bahsedildikten sonra inhitat sebepleri üzerinde durulmaktadır.

 “Alevîler, Endülüs Müslümanları” başlığı (521-527) altında, Ehl-i Beyt’in hakiki mensuplarının kimler olduğu açıklanarak imâmet sırasının, gerek Şîa, gerekse tasavvuf mensubu olan Sünnîler arasında aynı olduğu ifade edilmiştir. Alevilik namına en mühim tesir yapan Fatımîlerin ise, Ehl-i Beyt ile hakikatte bir münasebetlerinin olmadığı izah edilmiştir. Endülüs’teki ilmî ve fikrî hareketlere de değinilerek Doğu’daki İslâm devletleri ile olan farklılıkları göz önüne serdedilmiştir. Daha sonraki bahiste (528-536) ise Afrika’da İslâm’ın yayılışı anlatılmaktadır. Berberilerin bilhassa Haricîliğe pek ziyade meyil gösterdikleri belirtilerek Afrika’daki Murabitûn hareketlerinde ve Haricîler tarafından icat edilen sahte bir dinden söz edilmektedir.

“Türkler ve İslâm” başlığı (537-545) altında İslâm’ın zuhuru sırasında Türklerin yaşadığı bölgeler, onların ibtıdaî dinleri anlatıldıktan sonra Türklerin İslâm’a hizmetleri ve Ehl-i Salib istilasına karşı gösterdikleri büyük müdafaalarından bahsedilmektedir. Diğer taraftan Dozy’nin Türklerin İslâm’a giriş şekilleri hakkındaki garazkârane fikirleri tenkid edilmektedir.

“Ehl-i Salib” başlığı (546-562) altında, Haçlı seferlerinin sebepleri, Avrupalıların kitaplarından iktibas edilerek değerlendirilmektedir. Ehl-i Salib istilasından İslâm âlemini müdafaa eden Türklerin hizmetlerine dikkat çekildikten sonra bu savaşlar vasıtasıyla Haçlıların İslâm medeniyeti ile tanıştıklarından dolayı korkunç cehaletlerinin bir kısmından kurtuldukları zikredilmektedir.

“Moğollar ve İslâm” başlığını taşıyan bahiste (563-571) Moğolların zuhuru, onlarla Harzemşahlar arasındaki mücadele ve Harzemşahların mağlubiyeti, Moğolların İslâm âlemine akın etmesinin sebepleri, Moğol istilası sırasında Abbasî hilafetinin durumu gibi konular ele alınmaktadır. Cengiz Han’ın kavmiyet adına hareket ettiğini ve herkesi istediği dini seçmekte serbest bıraktığı ifade edilmektedir. Moğolların Hıristiyanlığı kabulleri halinde İslâm’ın nasıl felaketlere duçar olacağı konusunda Dozy’nin beyanâtı iktibas edilmiştir. Son olarak da Moğolların İslâm’a hizmetleri anlatılmıştır.

Onsekizinci Bahiste (572-589), tarikatlar, tarikatların aldığı ehemmiyet ve sebepleri, ilk tarikatlar, tarikatların ictimaî tesirleri ele alınmaktadır. Tarikatların tesirlerinin muhit ve zamana göre şiddet gösterdiği ifade edilerek İran, Hint, Türkiye ve Afrika’daki tarikatların hususiyetleri zikredilmektedir.

“Osmanlı Türkleri” başlığı (590-596) altında, Osmanlıların zuhuru sırasında İslâm âleminde inhitat alametlerinin görünmeye başladığı, Osmanlıların zuhuru ile bu inhitatın durdurulduğu belirtilmektedir. Bin senelik İslâm tarihinde ilk Osmanlı Padişahlarının, beylerinin, âlimlerinin ve faziletli şahsiyetlerinin adilane, müşterek himmetleriyle husûle gelen idarenin benzerinin başka devletlerde görülemediği ifade edilmektedir. Osmanlı fütûhatını temin eden şeyin, yalnız din ve ahlak olduğu söylenmektedir. Bu arada Osmanlıların zuhuru sırasında Selçukîler ve Memlukîler gibi diğer İslâm devletlerinin durumundan da bahsedilmektedir.

“Vehhabiler ve Bazı Teşebbüsler” başlığı (597-609) altında, İran’da saltanat tahtına geçmiş olan Nadir Şah’ın, İslâm’ın en büyük hükümeti olan Osmanlı Devleti ile aralarındaki mezhebî ayrılık ve düşmanlığı izale emeline düştüğü ifade edilmiştir. Sultan Mahmud inkılabları ise din nokta-ı nazarından son asırlarda emsali görülmeyen bir himmet olarak değerlendirilmektedir. Avrupa münekkidlerinin Vehhabi mezhebini Protestanlığa benzetmeye çalıştıkları ne var ki böyle bir benzetmenin zannî ve sathî olduğu görüşü savunulmuştur. Vehhabileri müsbet bir şekilde ele alan Dozy’nin görüşleri tenkit edilerek bu mezhep reislerinin dinî bir maksat değil, siyasî bir emel takip ettikleri ortaya konulmaya çalışılmıştır.

“İnhitat ve Sebepleri” başlığı (610-615) altında, ilk önce İslâm’ın akla, ilme ve fenne verdiği değer ele alınarak inhitat sebepleri üzerinde durulmuştur. Kader meselesini yanlış telakki etmek, şekilcilik, terakki düşmanlığı, din hissinin zaafiyeti bu sebepler arasında sayılmıştır.

“İslâm’ın İnhitatı” başlığını taşıyan bölümde (616-620), İslâm medeniyetinin diğer medeniyetlerle çarpışması sonucu bir karışıklığın ortaya çıktığı ve kavimlerin hususi istidatları, İslâm’ın manevî medeniyetine hususî simalar, değişik mecralar verdiği zikredilmiştir. İslâm’ın Hıristiyanlık ve yeni Avrupa medeniyeti karşısındaki durumu da ele alınarak gerileme sebepleri tarihî seyir içerisinde serd edilmeye çalışılmıştır. Daha sonraki bölümde (621-649) ise, İslâm’ın bugünkü durumunu iyi bir şekilde muhakeme etmenin ehemmiyeti üzerinde durulmuştur. Bir topluluk veya bir millet, duraklama ve çöküş sebeplerini bilmedikçe, terakki ve tealî sebeplerini hazırlamayacağı gayet açık bir şekilde ifade edilmiştir. Daha sonra Dozy’nin tarihindeki “İslâmiyet’in hâl-ı hazırı” faslının ihtiva ettiği müslüman nüfusu, Şîa dünyası, İslâm’ın intişarı, vahdet, dinî his vb. önemli noktalar birer birer teşrih ve tahlil edilmiştir. Hülasa olarak İslâm’ın bugünkü durumunun yeis verici olmadığı Müellif tarafından ifade edilmiştir.

Kitabın son bölümü (650-671) “Islahat ve İstikbal” başlığını taşımaktadır. Bu bölümde, Islahat meselesinin, istikbale ait, hayat ve memat meselesi olduğuna dikkat çekilerek Müslümanların bu konuda uyanık olmaları talep edilmektedir. İslâm dininin rakibi ve muarızı, diğer bir din değil, hür düşünce” ile “ilim ve felsefe” olduğu ifade edilerek bugünkü ilim ve fenlere, Avrupa zihniyet ve teşkilatına vakıf ulemanın yetişmesiyle Müslümanların meselelerinin hal olacağı fikri savunulmaktadır. Bilhassa ictihad meselesi üzerinde durularak, İslâm aleminde, hakikaten faziletli ve ilim sahibi olan 40-50 kadar alimden mürekkep bir “Meclis-i Ali-i İctihad” meydana getirmenin tek çare olduğu, İslâm Hilafet makamının yanında ve himayesinde, dünyadaki müslüman kavimlerin meşhûr mütefekkirlerinden teşekkül edecek böyle yüksek bir heyetin çalışmaları neticesinde vücuda getirilecek faydalı ictihadların Müslümanlarca düstûru’l-amel olarak kabul edileceği belirtilmektedir.

Görüldüğü gibi merhum Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi Bey’in “Tarih-i İslâm” adlı değerli eseri bugünkü ilim adamlarının müstağni kalamayacakları bir çalışma hüviyetini taşımaktadır. Eser okuyucularına yeni ufuklar kazandıracak vasfa sahiptir. Müsteşriklere ait eserlerin Türkçe’ye tercüme edildiği ve onların mantığına göre yapılan çalışmaların hız kazandığı şu sıralarda böyle eserlerin ehemmiyeti daha da artmaktadır.



[1] Bu çalışma hazırlanırken kitabın aşağıdaki baskısından ve mütercim Ziya Nur’un açıklamalarından da yararlanılmıştır: Filibeli Şehbenderzâde Ahmed Hilmi, İslam Tarihi: Hazreti Peygamber’den Zamanımıza Kadar, (çev. Ziya Nur), 2. bs., Ötüken Neşriyat, İstanbul 1982, XXXVIII, 846 s.

8 Aralık 2016 Perşembe

Muhammed Hamidullah'ın Siyer İlmine Katkıları

Muhammed Hamîdullah, başta Kur’an ilimleri olmak üzere, İslâmî disiplinlerin pek çoğunda eserler vermiş komple ve velûd bir âlimdir. Bununla birlikte özellikle İslâm Peygamberi adlı eseri sebebiyle ülkemizde daha çok bir siyer alimi olarak tanınmıştır. Müellifin İslam Peygamberi’nde başka, siyer sahasında gerek neşir gerekse telif olarak başka çalışmaları da mevcuttur. Bunların başında, ilk meğâzî ve İslâm tarihi yazarlarından kabul edilen İbn İshâk’ın 151/768) Sîre’sinin neşri gelir. Hamîdullah’ın bu bahiste ilim dünyasına kazandırdığı diğer bir tahkik çalışması ise, Belâzürî’nin (279/892-93) Ensâbü’l-Eşrâf isimli eserinin ilk bölümüdür ki, kitabın bu kısmı Hz. Peygamber’in (sav) hayatı ve faaliyetlerine hasredilmiştir. el-Vesâiku’s-Siyâsiyye de Muhammed Hamîdullah’ın gerek Hz. Peygamber’in (sav), gerekse onun halifelerinin resmî nitelikteki yazışmalarını ihtiva eden, ayrıca siyer ve İslâm tarihi ana kaynaklarının taranmasıyla meydana getirilen bir çalışmadır.

Muhammed Hamîdullah’ın en meşhur eseri İslâm Peygamberi’dir. Onun mezkur eseri gibi defalarca yayınlanan ve tercüme edilen diğer bir siyer çalışması ise Hz. Peygamber’in (sav) askerî faaliyetlerini inceleyen Hz. Peygamber’in Savaşları adlı kitabıdır. Resûlüllah Muhammed adlı kitabı ise Hamîdullah’ın muhtasar bir siyer telifidir. Müelifin burada zikredilen eserlerinden başka siyer sahasında muhtelif dillerde yayımlanan makale ve tebliğleri de bulunmaktadır. Muhammed Hamîdullah’ın gerek telif, gerekse tahkik olarak ilim dünyasına kazandırdığı eserler kadar, onun bu alana getirdiği yeni bakış, metod ve yaklaşım tarzları da araştırmacılar için büyük önem arz eder. Hamîdullah her şeyden önce niçin siyer yazılması gerektiği sorusunu sormuş ve buna verdiği cevaplarla bütün siyer araştırmalarını temellendirmeye çalışmıştır. Ona göre Allah Resûlü (sav), insanların en şereflisidir ve kâmil insandır, bu sebeple sadece peygamberliğini kabul edenlerin değil, dünyadaki her insanın onu tanımaya ihtiyacı vardır. Çünkü her ırk, her bölge ve her meslekten birçok insan dünyadan gelip geçmesine rağmen, onun yeri kesinlikle doldurulamamıştır. Dünyada yaşamış olan pek çok kişi unutulmuştur, ancak Hz. Peygamber (sav) zihinlerde hâlâ canlı durmaktadır. Bu sebeple o, tanınmayı ve tanıtılmayı her insandan çok daha fazla hak etmektedir. Ayrıca sünnetin bilinmesi için de Rasûlün (sav) hayatının en ince ayrıntısına kadar bilinmesine ihtiyaç vardır. Zira onun hayatı bilinmezse gerçek anlamda Müslüman olmak mümkün değildir. Muhammed Hamîdullah, siyer çalışmalarında yeni bir anlayış olarak şahsî gözlem metodunu getirmiştir. Geçmişte bir kereliğine yaşanmış tarihî hadiselerin gözlenebilmesi mümkün olmadığı için burada şahsî gözlem ifadesi belki anlamsız gelebilir. Ancak inceleme konusu olarak tespit edilen tarihî hadiselerin meydana geldiği mekânları (şayet buralar hâlâ korunabildiyse) tekrar inceleme fırsatı her zaman vardır ve bu sayede gerçekleştiği rivayet/iddia edilen olayların, gözlemlenebilen mekânsal imkânlarla meydana gelip gelemeyeceğine dair harhangi bir kanaat izhar etmek her zaman mümkündür. Hamîdullah da bunun mümkün olduğunu eserlerinde göstermiştir. Nitekim kendisi Bedir savaşının gerçekleştiği alanı bizzat incelemiş, eserinde savaşı krokiler yardımıyla anlatmıştır. Uhud, Hendek, Hayber savaşları ve Mekke’nin fethi de onun eserlerinde benzer şekilde takdim edilmiştir. Müellif, Hendek savaşı krokisini, ziyaret ettiği dönemdeki yerleşim mekânlarıyla da iç içe göstererek, savaşın gerçekleştiği alanı farazî bir şekilde değil, kendisinin incelediği dönemdeki gerçek boyutlarıyla tanıtmaya çalışmıştır. Benzer tespitleri şahsî gözlem yaptığı Tâif ve civarı ile Huneyn bölgesi hakkında da yapmıştır. Müellif, Nur Dağı ve Hira mağarasını defalarca tetkik etmek suretiyle buralar hakkındaki izlenimlerini aktarmış , bu esnada karşılaştığı bölge sakinlerine oranın eski tarihi ile ilgili sorular sorarak, araştırmasında yerel kültürün kaynaklarından ve bölge sakinlerinin gözlem ve bilgilerinden de istifade etme yoluna gitmiştir. Hamîdullah bu anlayışını “Bütün belgeler yararlıdır, ama, hiçbir rapor kişisel gözlemle bir değildir” ifadeleriyle dile getirir. Siyer alanında yazılmış kitaplarda ele alınan konular genelde dar çerçeveli bir şekilde, yani sadece Hz. Peygamber (sav) odaklı olarak ele almışlardır. Bu tür eserlerin başlangıç kısmında, İslâm öncesi dönem Mekke’si ve Kâbe hakkında kısa bilgiler verilmekte, ardından Hz. Peygamber’in (sav) soyu ile ilgili özet malumat aktarılmakta, daha sonra onun özel hayatı ve peygamberlik vazifelerine geçilmekte, akabindeki olaylar da Hz. Peygamber’in (sav) şahsî faaliyetleriyle ilgili oldukları derecede bahis konusu edilmektedir. Hamîdullah ise siyer konularını çok daha geniş çerçeveli ele alır. Öyle ki, o sadece Mekke veya (biraz daha geniş şekilde düşünülürse) Mekke-Medine-Tâif üçgeni değil, bütün bir Hicaz ve Arap Yarımadası merkezinde bir siyer takdimi yapar. Hatta zaman zaman bu sınır da aşılıp, Asya, Avrupa ve Afrika kıtaları arasında bağlantı sağlayan, Bizans, İran ve Habeş ile kültürel, dinî, siyasî, ticarî ve askerî ilişkileri bulunan bir Arap Yarımadası perspektifiyle Hz. Peygamber’in (sav) faaliyetlerini inceler. Müellif, bu bakış açısıyla Hz. Peygamber’i (sav) dünyanın bütün bu bilinen bölgelerine (sadece Mekke veya Hicaz değil) gönderilen bir peygamber olarak görür-ki doğrusu da budur- ve onun nübüvvetini bir şehir ve bölgeden ziyade o günün dünyasının en önemli olayı olarak kabul eder. Hamîdullah bu bakış açısıyla meselâ Bedir savaşını sadece Mekke-Medine arasında veya Medineli Müslümanlarla Mekke müşriklerinin iştirak ettikleri bir çatışma, ya da Hicaz’ın bir iç meselesi olarak görmeyerek bunun uluslararası boyutuna dikkat çeker ve savaşın Habeşistan’daki yansımalarını aktarır. Hamîdullah’ın ortaya koymaya çalıştığımız bu siyer metodu, İslâm Peygamberi adlı eserinde icraata konulmuştur. Nitekim müellif, eserinin başlangıç kısımlarında Hz. Peygamber’in (sav) soyu ve Mekke’nin siyasî hayatına geçmeden önce, o dönemin dünyası hakkında muhtasar, ama ihatalı malumat aktarır. Bu bahiste zikri geçen coğrafî bölgeler Çin, Hindistan, Türkistan, Moğolistan, Bizans, İran ve Habeşistan’dır. Muhammed Hamîdullah, eserlerinde sadece kendisinden önce doğu bilimcilerinin müracaat ettikleri araştırma teknikleriyle iktifa etmemiş, ayrıca bu teknikleri geliştirmiştir. Onun siyer araştırmalarına getirdiği en önemli yenilik Allah Resûlü’nün (sav) hayatını (klâsik siyer kitaplarında olduğu gibi) menkıbevî üsluptan kurtararak rasyonel bir şekilde ele almak, tabiatıyla konuları aklî izahlarla açıklamaya çalışmak olmuştur. Müellifin bu tür bir yol takip etmesinde hukuk araştırmacısı olmasının mutlaka etkisi vardır. Ayrıca onun, eserini neşrettiği Mutezile kelamcısı ve fıkıh alimi Ebu’l-Hüseyn el-Basrî’nin fikirlerinden etkilenmiş olduğu da söylenebilir. Hamîdullah, hukuk ilminden elde ettiği metod anlayışını siyer konularına da teşmil etmiş, yalın bir tarih aktarımı yerine tenkit, tercih ve tahlile dayalı bir sistem takip etmiştir. Nitekim onun İslam Peygamberi isimli eserinin birinci kısımda (tercümenin ilk cildi) siyerin siyasî konuları, ikincisinde ise kültür ve medeniyet bahisleri incelenmiştir. Her iki bölümde de siyer bahisleri klâsik siyer kitaplarının aksine kronolojik değil, sistematik olarak sunulmuştur. Daha doğrusu onun eserinde (özellikle de ilk bölümünde) kategorilere ayrılan konular, kendi içlerinde kronolojik olarak işlenmiştir. Örnek vermek gerekirse, Medine’ye hicret sonrasında gerçekleşen ve Siyasî-Dinî Hayat başlığıyla aktarılan hadiseler, Kureyşliler, Ehâbiş Kabileleri, Habeşliler, Mısırlılar, Bizanslılar, İranlılar, Yarımadadaki Diğer Araplar, Yahudiler, Medine Dışındaki Yahudiler, Hristiyanlar ile İlişkiler şeklinde tasnif edilmiş, ardından bu kategoriler kendi içinde kronolojik bir şekilde ele alınmıştır. Onun eserinin ikinci kısmı (cildi) da benzer özelliklere sahiptir. Müellif burada zamanımızdaki ilim tasniflerine göre kültür ve medeniyet tarihi konularına dahil edilebilecek siyer bahislerini ele almıştır. Burada Hz. Peygamber’in (sav) dinî, ahlâkî ve içtimaî sahadaki eğitim, öğretim uygulamaları incelenmiş, ibadet ve eğitim tarihi, ardından ilmî faaliyetler konu edilmiş, ayrıca devletin tanımı, kuruluşu, kuramsallaşması, yetkisi, sorumlulukları ve fonksiyonları üzerinde tespit ve değerlendirmeler aktarılmış, adlî sistemin kuruluş ve yönetilmesi, iktisadî ve askerî teşkilatların işleyişi, diplomatik hayatın başlangıcı ve gelişmesi ile Hz. Peygamber’in (sav) siyaset sisteminin temel prensipleri örneklerle sunulmuştur. Mimarî ve şehircilik faaliyetleri de bu bölümde ele alınmıştır. Eserin son kısımlarında ise sosyal hayat üzerinde durulmuş, nihayet Hz. Peygamber’in (sav) vefatı ve akabinde gerçekleşen hilafet meselesinden bahisle eser tamamlanmıştır. Muhammed Hamîdullah’ın siyere getirdiği yeniliklerden biri, belki de en önemlisi ise Hz. Peygamber’i (sav) Müslümanlara ve bütün insanlığı takdimde mucize boyutundan ziyade, onun insanî yönünün ve getirdiği dinî öğretinin öne çıkarılması hususudur. Gerek eski kaynaklarda, gerekse günümüzde yazılan siyer kitaplarında Hz. Peygamber’in (sav) faaliyetlerinin sunumunda mucize bahislerine ağırlık verildiği ve onun doğumundan itibaren mucizeler ışığında tanıtıldığı açıkça görülür. Nitekim bu konuda Delâil diye bilinen müstakil kitaplar yazılmıştır. Muhammed Hamîdullah, peygamberliğin takdiminde, mucize hususunda seleflerinden farklı yaklaşıma sahiptir. Müellif, “Bir peygamberden beklenen şey, onun doğumundan itibaren mucizeler göstermesidir” şeklinde mucizeler hakkındaki genel kanaatini aktardıktan sonra, eserinde Hz. Peygamber’in (sav) doğumu ve çocukluğu esnasında meydana geldiği rivayet edilen ve mucize olarak nitelendirilen hadiseleri , mesela kalbinin yarılması meselesini , müşrik bayramlarına katılmasının engellendiği hususunu herhangi bir yorum ve değerlendirme yapmaksızın aktarır. Ancak bunlar arasında sadece Bahira hadisesine itiraz ederek, buna inanmanın safdillik olacağını söyler. Ayrıca Hicret esnasında mağaradaki güvercin ve örümcek meselesi ile bu sırada karşılaşılan Ümmü Mabed’in keçisinin bol süt vermesi gibi olayları da eserine alır. Fakat bunlar hakkında da herhangi bir görüş açıklamaz. Muhammed Hamîdullah, mucizeler ile ilgili esas kanaatlerini kitabının Mir’ac ve Mucizeler başlıklı kısımda dile getirir. Müellif, Kur’ân-ı Kerîm’de bir çok peygamberden ve onların mucizelerinden bahsedildiğini ifade ederek, Mûsâ’nın âsâsının yılan olması, kaybolan Yûsuf’un (as) bulunduğuna dair babası Ya‘kûb’un (as) vahiy alması ve İsâ’nın (as) hastaları iyileştirmesini buna örnek olarak gösterir. Bu örnekleri sıraladıktan sonra, Allah’ın, zor vazifelerini yerine getirmeleri esnasında hem kendilerini kuvvetlendirmek, hem de şereflendirip üstün kılmak için peygamberlerine fevkalâdelikler verdiğini ve onlar için mucizeler yarattığını ifade eder. Hz. Peygamber’e (sav) de bazı mucizeler verilmiştir. Ancak Hz. Ebû Bekir (ra) ve Hz. Hatice (ra) ona inanmak için mucizeye ihtiyaç duymamışlardır. Bununla birlikte onun mucizelerinin birer şahidi olmalarına rağmen, Ebû Cehil ve Ebû Leheb gibiler yine de yola gelmemişlerdir. Bu ifadeleriyle müellif, mucizenin iman konusunda tek başına yeterli olmadığını vurgulamak istemiştir. Hamîdullah’a göre, mucizenin inanmadaki tesiri ve önemi katî değil, izafîdir. Müellif, gerek önceki peygamberler, gerekse Hz. Peygamber’in (sav) mucizeleri hakkındaki görüşlerini şu ifadeleriyle ortaya koyar: “Ben şahsen, Allah’ın seçilmiş kulları olan Resûllerin gösterdiği bütün mucizelerin gerçekliğine tam manasıyla inanan bir kimse olmakla birlikte, varlığı vacip (zarurî) olduğu için Allah’a ve Allah’ın resûllerine ve doğruluk dereceleri pek açık bir surette gözlerimiz önünde serili durması dolayısıyla bu resûllerin getirip tebliğ ettiği İlahi Öğretime inanmak lazım geldiği şeklinde bir düşünce tarzına sahip olmaktan kendimi alıkoyamamaktayım. Mucizeler, gönül ve kalbimize sığmayan bir şeyi kabul etmemiz için bizi zorlayan olaylardır. Mucize bir nevi zor ve cebir vasıtasıdır, cebir ve zor altında kalarak gösterilen bir itaat ve teslimiyet değer taşımaz; Kur’an-ı Kerim’de bu konu açık surette gösterilmiştir”. (el-Ankebût, 29/50-51). Hamîdullah, “Allah’ın Resûlü’nde sizler için, Allah ve âhiret gününe ümitle bağlananlar ve Allah’ı bol bol zikredip hatırlayanlar için muhakkak pek güzel bir örneklik vasfı vardır” (el-Ahzâb, 33/21) âyetinin, Hz. Peygamber’in (sav) hayatı üzerinde eser yazan kişinin mucizeler üzerinde uzun uzun durmasını engellediğini ileri sürer. Müellif ayrıca muteber hadis kitaplarında yer alması sebebiyle üzerinde hiç şüphe bulunmayan ve tarihe mal olmuş mucizelerin felsefesini yapmanın ve bunların olabilirliklerini münakaşa etmenin de peygamberin takdimi açısında lüzumuna kani olmadığını dile getirir. “Ben inanıyorum ki, bir inanış manzumesinin yahut davranışlar ve eylem nizamının akla uygunluğu ve mantıkîliği bizzat o sistem vasıtasıyla ispatlanır, yoksa sadece mucizelerle değil. (Allah için namaz kılmak ve oruç tutmak lazım geldiğine dair İslâmî öğretim) ile (ben bir ağaca seslenip onu çağırsam, o yerinden koşup gelir) ifadesi arasında bir ilişki görmüyorum. Bir ağacın yer değiştirmesi hiç şüphesiz bir mucizedir, fakat hareketsiz bir cismin hareket eden cisim haline gelmesiyle, sırf Allah emrettiği için namaz kılmak ve oruç tutmak şeklinde yaratılanların yerine getirmek durumunda oldukları vazife arasında hiçbir münasebet ve bağ bulunmamaktadır. Bu ve buna benzer birçok sebepler altında ben elinizdeki bu mütevazî siyer kitabında hemen hemen pek az bir şekilde mucizeler konusuna eğilmiş bulunuyorum”. “Benim âcizane reyime göre, Muhammed as.’ın insan olması hasebiyle (sebep-netice ilişkisi içinde gösterdiği emek ve gayreti bilip öğrenmemiz), Allah tarafından onun faydalanması için ona verilen insanüstü mucizeleri bilmemizden daha istifadelidir ve bizim için daha öğretici mahiyettedir. Muhammed’in getirip bize bıraktığı İlahi Tebliğ ve Öğretim, insan olmamız hasebiyle bizimle daha çok ilişkilidir ve bize hitap eder. Bu İlahi Tebliğ’in ana yapısı ve gerçekliği hususunda onun kendi hemşehrilerini ikna edip buna inandırması gayesiyle kullandığı usul ve yolu bulup ortaya çıkartabilmemizde mucizeler, ikinci planda yer işgal ederler”. Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, Muhammed Hamîdullah geçen asrın en büyük İslâm alimlerinden birisi olarak özellikle Hz. Peygamber’in (sav) tanınması ve tanıtılmasında, yani siyer ilmi sahasında önemli bir misyon üstlenmiş ve bu alanda kıymetli eserler vermiştir. Sadece eserlerinin sayısı ve çeşitliliği değil, muhtevaları da dikkate alındığında, onun siyer çalışmalarına önemli açılımlar ve alternatif bakış açıları kazandırdığı da açıkça görülür. Onun siyere getirdiği en önemli yenilik kanaatimizce mucize merkezli peygamber takdiminden, insanî odaklı ve dinî öğreti merkezli bir peygamber takdimine geçiştir. Muhammed Hamîdullah’ın aynen hukuk, hadis, tefsir sahalarında olduğu gibi, bu alandaki eserleri de hem metod hem muhteva açısından daha sonra yapılacak yeni çalışmaların öncüsü ve araştırmacıların ilham kaynaklarından biri olmaya devam edecektir.

7 Aralık 2016 Çarşamba

Prof. Dr. Hanefi Palabıyık'la Röportaj

Merhaba Hocam, Türkiye’de İslam Tarihi denilince akla gelen önemli isimlerden birisiniz. Peki, M. Hanefi PALABIYIK kimdir? Bize kısaca kendinizden bahseder misiniz?
1963 yılında Erzurum’da doğdum. Üç yaşındayken Ankara’ya yerleşmişiz. İlk ve ortaokulu Ankara’da okudum. Lise öğreniminin bir kısmını Ankara’da okudum, diğer kısmını ise 1980 yılında Erzurum Endüstri Meslek Lisesi’nde tamamladım. 1982 yılında Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne girerek 1987 yılında mezun oldum.
1985-1988 yılları arasında TEK’de teknisyen olarak çalıştım. 1988 yılında Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi Anabilim Dalına Araştırma Görevlisi olarak girdim. Aynı yıl yüksek lisansa başladım ve “İslâm Devletlerinde Emniyet Teşkilatı” konulu tezimi 1991 yılında bitirdim ve doktoraya başlayarak, 1996 yılında “Gazneli Devleti Saray Teşkilatı” konusuyla doktora tezini verdim.
1996 yılı sonunda Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi ve Sanatları Bölümü İslam Tarihi Bilim Dalına Yardımcı Doçent olarak atandım. 2004 yılında Doçent, 2009 yılında da Profesör oldum. Rektör yardımcılığı (2013-2015 Ardahan Üniv.) Bölüm başkanlığı (2009-2012), uzun süre Bölüm başkan yardımcılığı ve anabilim dalı başkanlığı görevleri ile üniversite ve fakülte düzeyinde çok çeşitli komisyonlarda görev aldım.
Halen Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi Anabilim dalında çalışmaya devam etmekteyim, evli ve üç çocuk babasıyım. İngilizce, Arapça ve Farsça biliyorum. Çalışma saham da; Siyer ve Hindistan-Türk Tarihidir. Tarihçilik, tarih felsefesi, siyer ve ilahiyat çalışmalarını ilgi alanı olarak görmekteyim.
Çalışma ve ilgi sahamla ilgili yayımlamış makalelerle; kitaplarda bölüm, ulusal ve uluslararası düzeyde tertiplenen sempozyum ve panellerde sunulmuş çok sayıda tebliğim bulunmaktadır. Ayrıca ülkemizdeki çeşitli resmi kurum ve STK’larda da birçok konferans verdim.
 
  1. Peki hocam, bize eğitim hayatınız ile ilgili bilgi verir misiniz?
Liseyi sanat okulunda okudum ama imam hatip lisesi fark derslerini vererek Yüksek İslam Enstitüsüne girmeyi de arzu ediyordum. Zaten o zaman iki fakülteye girebiliyordum sanat okulu mezunu olarak. Biri Ankara İlahiyat, diğeri de Erzurum İslami İlimler Fakültesi. Allah burayı kısmet etti ve beni yeniden yaratsa yine ilahiyatçı olmayı isterim.
“İslâm Devletlerinde Emniyet Teşkilatı” konulu tezimi 1991 yılında bitirdim, 1996 yılında da, “Gazneli Devleti Saray Teşkilatı” konusuyla doktora tezini verdim. Fuat Köprülü’nün tarihçiliğini doçentlik çalışması olarak, Hz. Peygamber’in Mekke dönemindeki ikinci beş yıllık dönemini de profesörlük çalışması olarak hazırladım. Tüm bu hususlarla alakalı, yayımlanmış, yayıma hazır ve hazırlamakta olduğum kitaplarım mevcuttur. Allah sağlık ve ömür verirse yapmayı hedeflediğim çok şey var.
 
  1. Neden İslam Tarihi alanını ve akademisyenliği seçtiğinizi anlatır mısınız?
Öğrenciyken TEK’te teknisyen olarak çalışıyordum dolayısıyla “ekmek kaygısı” taşımıyordum. Üçüncü sınıfta yüksek lisans ve asistanlığa merak sardım. Fakülte bitince asistanlık sınavına girdim ve ikinci girişimde kazandım. İslam Tarihini, medeniyet ve müesseseler üzerinden sevdim ve arzu ettim; arkası da geldi zaten. Ancak akademisyenlik, ilk başta hevesle girdiğim ve alanda çalışmayı arzu ettiğim bir hedefti. Zamanla tutku ve aşka dönüştü. Özellikle belirtmeliyim ki, hiç pişman olmadım ve ilk günkü fakülteye girişimdeki heyecanım hiç eksilmedi. Ne kadar şükretsem azdır. Bu tür bir çalışmanın zamanla, tabiatımla uyuştuğunu fark ettim. Çünkü genelde toplumdan uzak olmayı ve kütüphanemde çalışmayı, çok şeye tercih ettiğimi gördüm. Yani akademik çalışmaların ve bu ortamdaki polemiklerin benim fıtratıma daha uygun olduğunu fark ettim. Allah azmimi ve ihlasımı bozmasın diye dua ediyorum.
 
  1. Doktora yaparken yaşadığınız zorlukları anlatır mısınız?
Doktora konumu “Gaznelilerde Devlet Teşkilatı” olarak belirlemiştik. Ancak konu geniş olduğu için, sonuçta “Gaznelilerde Saray Teşkilatı” şeklinde, yukarıdaki başlığın bir kısmıyla tezahür etti. Karşılaştığım zorluklar içinde en önemli iki tanesinden bahsedeyim: Birincisi kaynaklara erişme ki, şükür bugün neredeyse bu problem kalmadı ve ikincisi de dil problemi. Halen daha dillere harcadığım zamana ve emeğime yanarım. Bu kadar büyük emek karşısında elimde kalan az şey oldu. İngilizce, Arapça ve Farsça konuşmak, anlamak, bu dillerle tebliğ sunup makale yazmak, çok sıradan olmalıydı; olmadı işte. Bu işlere harcadığım emeği, okuma ve araştırmaya harcayıp bir yandan da dil öğrenseydim, akademik açıdan şu anda çok daha üst seviyelerde olurdum. Başkaları için bir şey demiyorum ama kendim çok daha başka olurdum. Tabii bir de hafızlık, keşke tüm ilahiyatçılar Hâfız-ı Kur’an olsak…
 
  1. Size göre Türkiye’de İslam Tarihi çalışmalarının ve İslam tarihçiliğinin geldiği seviye nedir? Çalışmalarda eksik bırakılan yönler nelerdir?
Eleştirel düşünmenin olmadığı yerde asla bilim ve tefekkürün olamayacağına inananlardanım. Bizde eleştirel düşünce, metot, felsefe ve sosyoloji yanında tahlil, terkip ve çıkarım problemi de var. Bu durumun dikkatimi çeken iki sebebi var: Birincisi interdisipliner okumama, diğeri de sosyal bilimlerin yapısının farkında olmamak. Ben çoğu arkadaşımızda bu eksiklikleri görürüm. Bizde bilgi var, Arapça var, her ikisi de bol. Bunun sonucu ise maalesef, sadece malumatı toplamak, çevirip nakletmek ve bu bilgilerin de doğruluğundan şüphe etmemek.
Bu, seviye olarak geviş getirmek anlamına geliyor, yani yerimizde sayıyoruz. Bu yüzden de, diğer İslami ilimlere alan katkımız olmuyor.
Çalışmalarda eksik bırakılan husus -çoğunluk için kastediyorum- sosyal bilimsel yaklaşımın çalışmalarımıza maalesef yansımamasıdır. Bilimsel çalışmaların, klasik dönemlere ait olanlar da dahil, “din” olarak algılanmasıdır.
 
  1. Hocam, geriye dönüp baktığınızda keşke şu konuyu çalışsaydım dediğiniz bir konu var mı?
Hayır, yaptığım hiçbir şeyden pişmanlığım yok. Çalışmalarım bilhassa İslam Tarihinin geneline yönelik. Metodoloji, Siyer, İslam tarihi, Türk tarihi, kurumlar tarihi… Sadece diller açısından çok çok rahat olmayı istedim. Yalnız benim çalışmalarım için yorucu ve kusur kabul edilebilen bir hususu itiraf etmek isterim. O da alana yönelmiş olmamak. Çünkü doktoram Gazneliler; oradan 1000 yıl atladım Fuat Köprülü’yü doçentlik çalışması yaptım; oradan da atladım 1400 yıl geriye profesörlük çalışması olarak Hz. Peygamber’in Mekke dönemini çalıştım. Bir alanda derinleşmek daha doğru, ama kendi adıma pişmanlığım da yok. Çünkü Fuat Köprülü’yü çalışmak metodolojik açıdan çok önemli oldu. Sonuçta dünyanın en büyük tarihçilerinden birini tanıma ve tarihçiliği ondan öğrenmenin büyük avantajını kazanıyorsunuz.
 
  1. İslam Tarihi alanında Yüksek Lisans ve Doktora yapan öğrencilere tavsiyeleriniz nelerdir?
Öncelikli tavsiyem, akademik hedef dışında gözetledikleri bir gayeleri yoksa biran önce lisansüstü çalışmayı bırakmalarıdır. Akademik dünya özel ve önemli bir dünyadır. Burada “ekmek parası için” yani geçinme arzusuyla bulunmak doğru ve yeterli değil. Bunun için daha basit ve daha az yorucu işler yapılabilir. Diğer bir tavsiyem bilime ve sonucuna inanmalarıdır. Bu durum aslında tüm ilahiyatçılar için de problem, yani onlar bilim, araştırma ve elde ettikleri sonuçlara inanmak yerine, illa Gazali’ye, Razi’ye, Elmalılı’ya ve Sait Nursi’ye inanmaya çalışmaktadırlar. Onlara inanmaktan kastım, onlarda yazanları “mutlak doğru” kabul ederek kendilerinin doğru olarak elde ettiklerini bırakıp onları tercih etmeleridir. Hem de hiçbir ilmi gerekçe olmaksızın. Bunu uzatmanın ve örneklemenin yeri burası değil, ancak çok sayıda örnek bulabiliriz. Halbuki bizim avantajımız, önümüzdeki bu büyük alimler ve onların çalışmalarıdır. Bizler onlar sayesinde ve onların eserleriyle geldiğimiz bu günü daha ileri götürmek durumundayız. Bu yüzden bize düşen, onları aşmak ve onların bıraktıkları yerden günümüzün soru ve sorunlarına çözüm bulmaktır. Son olarak söyleyeceğim husus, mutlaka bir alana yönelmeleri ve orada derinleşmeye çalışmalarıdır. Tabii bunu interdisipliner okuma ve sosyal bilimleri de gözeterek yapmalarıdır.
 
  1. Sizce öğrenciler tez konusu seçerken nelere dikkat etmeliler? İyi bir tez nasıl yazılır?
Tez konusu hatta çalışma alanı, mesleğiniz, eviniz ve çocuğunuz gibidir. Sevmediğiniz ve zorla evlendirildiğiniz bir eşiniz, istemeden girdiğiniz bir işiniz ve çevreniz varsa ve onlarla birlikte olmak size ne kadar zor ve hor gelirse, akademik çalışma da böyledir. Sonuçta kucağınıza aldığınız bir çocuğunuz olan tez, bütün kemal ve kusurlarıyla sizin ölünceye kadar da sırtınızda. Bu bir kambur ve ur olabildiği gibi gurur kaynağı ve yetişmenin en önemli bir basamağı da olabilir.
Bu yüzden mutlaka istenen, sevilen bir alana girilmeli ve mutlaka problemli gördüğünüz, severek çalışacağınız bir konuya yönelmelisiniz. Bunun için kaynak, kaynak dil ve İngilizce için gerekli her türlü emeği sarfetmekten ve masraftan kaçınılmamalıdır. Burada ihmal edilmemesi gereken diğer husus, yukarıda değindiğim gibi, metodoloji, sosyal bilimler ile araştırma azmi ve inancıdır.
Diğer önemli bir konuda danışman hocadır. Hatta ben danışmanı, alan ve tez konusundan da öncelikli ve önemli görenlerdenim. Öğrenci alanını ve tezini belirlemeden önce, hocayı belirlemeli, gerçekten anlaşıp yol göstereceğine inanacağı ve bilhassa çalışmayı hedeflediği alanda çalışan hocayla beraber olmayı en önemli hedef görmelidir. Çünkü bilmeli ki, bilhassa doktora danışmanının, aslında ömrünün sonuna kadar gurur ve mahcubiyet duyacağı bir isim olabileceği gibi, bilimsel altyapıyı veren ve ömrünün sonuna kadar da bu hususta etkili olan isim olduğunu unutmamalıdır.
İyi bir tez nasıl yazılır kısmına gelince, benim en beceremediğim ve zorlandığım husus, yazma konusudur. Keşke bu hususta bir kurs alıp profesyonelliği öğrenseydik. Burada roman ve edebiyat klasiklerini okumanın, yazı ve üslup kazandıracağına inanıyorum. Bunu bilhassa öğrencilik, olmazsa yüksek lisans dönemlerinde, hızla ve profesyonelliğe yönelik olarak yani planlı ve programlı bir şekilde yapmalıdır. İnterdisipliner yönelmeyle, alana tam hakimiyetle ve iyi örnekleri görerek, bilerek, ona nüfuz ederek ve gerekirse taklit ederek yazmalıdır.
 
Değerli vaktinizi bize ayırdığınız için teşekkür ederiz…

Yazarlar