31 Ocak 2017 Salı

Kitap Değerlendirmesi: Emevîler


Adnan DEMİRCAN, Emevîler, Beyan Yayınları, İstanbul 2016; 207 Sayfa

 İslâm tarihinin en önemli dönemlerinden birisi de kuşkusuz Emevîler dönemidir.  Doksan yıla yakın bir süre iktidarda kalarak İslâm dünyasını yönetmesi bakımından Emevî devri dikkat çekicidir. Zira bu dönemde meydana gelen birçok hadise daha sonra ortaya çıkacak siyasî, ekonomik ve fikrî problemlerin temelini oluşturmuştur. Bu bağlamda biz, Adnan DEMİRCAN hocamızın ‘Emevîler’ adlı eserini bölümler üzerinden değerlendirmeye çalışacağız.

30 Ocak 2017 Pazartesi

 Ebû Ömer b. Dâvud Yazdı: Hayal


Ebû Ömer b. Dâvud
İnsanın yapıp edebildikleri sınırlı, ancak hayal gücünün sınırsız olduğu düşünülüyor. Yine insanın eylemlerine sınırlama getirilebileceği, ancak hayal kurmasına engel konulamadığı ifade ediliyor. Oysa insanoğlunun hayal gücünün de bilgi ve görgüsüne bağlı olarak sınırlı olduğunu görüyoruz. En çok bildikleri çerçevesinde gördükleri temelinde hayal kurabilir; görme, düşünme ve algılama kapasitesinin ötesinde bir hayal gücüne sahip olamaz. Bu bakımdan insan olarak hayallerimizin yine gördüklerimizle ve yaşadıklarımızla ilişkili olması kaçınılmazdır. Hayallerin insanı ve düşünceyi geliştiren bir boyutu olduğu tecrübeyle sabittir. Fakat bu da insanın kapasitesi ile ilgilidir Zira hayal, insanın kapasitesine bağlıdır.

29 Ocak 2017 Pazar

Muhammed (a.s)'ın Ümmîliği Meselesi


MUHAMMED (A.S)’IN ÜMMİLİĞİ MESELESİ*

Mehmet Ali Durmuş

A)GİRİŞ

Rasûlullah Muhammed (sav)in okuma yazma bilmediği, Müslüman ilim adamları ve düşünürlerin büyük ekseriyeti tarafından genel kabul görmüş bir konudur. Biz bu yazıda, Peygamber (a.s)ın ümmîliği meselesini iki yönden ele alacağız. İlkin, içinde ümmî kelimesi bulunan ayetleri tahlil edip, ‘ümmî’ kavramının Kur'an dilinde ne anlama geldiğini tespit etmeye çalışacağız. İkinci olarak ise,  Muhammed (a.s)ın okuma yazma bilmediğine dair öne sürülen delillerin sıhhatini tartışacağız. Bu yazının asıl amacı, ümmî kavramının okuma yazma bilmeyen anlamına gelmediğini ortaya koymaktır. Bunu yaparken, Peygamber (a.s)ın okuma yazma bilmediği yönündeki geleneksel ısrarın tutarsızlığına da dikkat çekmek istiyoruz. Ümmî kelimesinin geçtiği her yerde, vahyin ilahî menşeli olduğunun kanıtı olması adına, Muhammed (a.s)ın okuma yazma bilmediğini söylemek adet haline gelmiştir. Kur'an üzerine kitaplar yazmış bir ilim adamı, “…Muhammed'in okuma yazma bilmediği hususu kesinlik kazanmış bulunmaktadır. Aksini ispata matuf bütün gayretler, bu gerçeği sarsamayacak kadar zayıftır.”[1] demektedir. Acaba bu kalıp yargı ne derece doğrudur? Hiç sarsılmaması istenen bu ‘gerçek’ nedir? Bu sorunun cevabını bu yazıda bulmayı ümit ediyoruz. Hiç şüphesiz ki, gayret bizden, muvaffak kılmak Allah'tandır…

28 Ocak 2017 Cumartesi

Hz. Âişe (rah) (Hayatı-Şahsiyeti)

Prof. Dr. Âdem Apak
Risâletin 4. yılında (M.614) Mekke’de doğdu. Babası Kureyş’in Teymoğulları kabilesine mensup Hz. Ebû Bekir (ra), annesi Kinâne kabilesinden Ümmü Rûmân bint Âmir b. Uveymir’dir (rah). Babasının mensup olduğu Teym kabilesinin soyu Mürre b. Kâ‘b’da Hz. Peygamber’in (sav) nesebiyle birleşir. Babası Ebû Bekir ilk evliliğini Kuteyle bint Abdüluzzâ adlı bir hanımla yapmış, bu evlilikten Abdullah ile kızı Esmâ doğmuştu. Kuteyle İslâmiyet’i kabul etmeyince onu boşayıp Ümmü Rûmân ile evlendi. Ümmü Rûmân’dan Abdurrahman ile Âişe dünyaya geldi. Ümmü Rûmân vefat edince Esmâ bint Umeys ile evlendi ve bu hanımından Muhammed adını verdiği bir oğlu oldu. Vefatından birkaç ay sonra da diğer hanımı Habîbe bint Hârice’den Ümmü Külsûm adlı kızı dünyaya geldi. Hz. Aişe (rah) gizli tebliğ dönemi esnasında Hz. Ebû Bekir’in (ra) daveti ile müslüman olanlar arasında yer alır.[1]

27 Ocak 2017 Cuma

Ebû Ömer b. Dâvud Yazdı: Geçmiş

Ebû Ömer b. Dâvud
   
Tanıdığım bütün insanlar, zaman zaman geçmişlerinde yaşadıkları güzel olayları hasretle anlatırlar. Bir süre önce Adnan Demircan Hoca bazı anılarını anlatmaya başlayınca -laf aramızda kendisinden daha genç ve yakışıklı olan- Mehmet Azimli Hoca, gençlerin hayal kurduklarını, yaşlıların ise anılarını anlattığını söyleyerek yaş meselesini gündeme getirdi. Yaşın önemli bir faktör olduğu bir hakikat ise de geçmişe öykünme sadece yaşla ilgili değil. Belki de insanlar yaşadıkları an yapamadıklarını geçmişe öykünerek ifade etmeye çalışırlar. Acaba Adnan Hoca şimdi yapamadıklarını geçmiş üzerinden mi anlatmaya çalışıyor, bilemiyorum, ancak Azimli Hoca’nın eline fırsat geçmiş adamın yaşını gündeme getiriyor. Hâlbuki bizim kültürümüzde yaşlılara hürmeten bazı yanlışlıkları dahi görülmez. Neyse konuyu dağıtmayayım.

Kitap Değerlendirmesi: İslam Peygamberi

Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, Beyan Yayınları, 5. Baskı, İstanbul-2014, 976 sayfa, ISBN 978-975-473-319-8
 Sümeyya İslam Çelik
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, Fransız Edebiyatının büyük bir zenginliğinin olmasına rağmen dünyanın belli başlı dinlerinden birinin tebliğcisi olan İslam Peygamberi’nin hayatı ve eserleri hakkında kapsamlı bir çalışmadan mahrum olduğunu gördüğü için bu eseri yazmaya karar verdiğini belirtir. Diğer bir nedenin kendisine on yıldır ev sahipliği yapanlara böyle kapsamlı bir hediye sunabilmek olduğuna da vurgu yapar. Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma’ya söylediği üzere yirmi yılda tamamladığı bu eseri kaleme alabilmek için dünyanın dört bir yanındaki kütüphanelerde araştırma yapmış, binlerce fiş doldurmuştur. Eserde, olayları Mekke, Bizans, İran, Yahudiler gibi temel konulara göre gruplandırarak ele almış olduğunu söyleyen Hamidullah, böyle bir yaklaşımın çalışmaya daha tutarlı ve daha canlı bir görünüm kazandıracağını ifade etmiştir.
Kitaba Hamidullah’ın beş baskı için hazırladığı önsözlerle başlanmıştır. Elimizdeki baskıda iki cilt birlikte yer almaktadır. Birinci ciltte bazılarının alt başlıkları olmak üzere kırk sekiz ana başlık, ikinci ciltte de yine bazılarının alt başlıkları olmak üzere on dokuz ana başlık bulunmaktadır. Biz fazla ayrıntıya girmeden bu başlıklar hakkında kısa bilgiler vermeye çalışacağız.
Giriş kısmına; “Niçin İslam Peygamberi’nin hayatını inceliyoruz” sorusuyla başlayan Hamidullah, Hz. Peygamber’le ilgili birkaç husus hatırlatarak devam etmiştir. Hamidullah’ın bu hatırlatmayı yapmasındaki amacı, bilhassa misafiri olduğu Fransızların Hz. Peygamber’le ilgili algılarını düzeltmek ya da doğru bir algı inşa etmek istemiş olabilir.
İlk malzemeler ve kaynaklardan, daha sonra ortam ve şartlardan bahsetmiştir. O dönemde o bölgedeki medeniyetlerin manevi anlamda bir çöküş yaşadıklarına değinmiş ve onların bu durumlarından kurtulmak için bir yol gösterici önderliğinde “din”e ihtiyaç duyduklarını belirtmiştir. Bu dinin merkezinin neden Mekke olduğunu coğrafi, sosyolojik, fiili, psikolojik ve dille ilgili nedenler yan başlıkları altında kendi yorumlarıyla delillendirmeye çalışmıştır. Peygamber olarak neden Hz. Muhammed’in seçildiğini anlattıktan sonra ataları hakkında bilgi verdikten sonra doğumunu, sütanneye verilmesi, annesine verildikten kısa süre sonra annesinin vefatını, dedesi Abdulmuttalib’e verilmesi ve dedesinin vefatının ardından sekiz yaşında amcası Ebu Talib’e verilmesinden sonraki olayları anlatır. Daha sonra Ficar savaşlarından bahseden Hamidullah, Hılfu’l-Fudul teşkilatının kurulmasını, ticari hayata atılması, Hz. Hatice ile tanışıp evlenmesi ve Hz. Peygamber’in aile hayatını anlatmıştır. Hz. Muhammed’in otuz beş yaşındayken bir yangın çıkması sonrası Kabe’nin tekrardan inşasında Haceru’l-Esved’i yerine koyma görevinde çıkan tartışmada hakem olarak seçilmesinden bahseden Hamidullah, inşaat bittikten sonra binanın içinin ve dışının heykellerle süslendiğine de değinerek tek tanrılı bir dinin mabedinin nasıl bir panteon haline getirildiğini anlatmıştır. Hz. Muhammed’in inzivaya çekildiğinden bahseden yazar, bu kısımda bizzat gidip gördüğü Hira mağarası hakkında kendi gözlemlerine yer vermiştir. Muhammed Hamidullah’ın önemli özelliklerinden biri de tarihi yerleri bizzat gidip görmesi ve kendi gözlemlerini okuyucuya aktarmasıdır. Olguların tarihçinin yorumuyla bir tarihi olgu haline gelmesinde o olgunun geçtiği yeri görmesinde fayda olduğunu düşünüyoruz.
 İlk vahyin ilham biçiminde geldiğine değindikten sonra ilk vahyin tanığının olmamasına rağmen sonraki vahiylere sahabelerden bazılarının tanık olduğuna vurgu yapmıştır. İlahi tebliğin başlamasından ve gitgide yayılmasından, ayın yarılması olayından, İslam’a giren önemli şahsiyetlerden bahsedip ilk hicret hareketi olan Habeşistan’a hicreti anlatmıştır. Habeşistan’a hicret eden Müslümanları geri getiremeyen müşriklerin Müslümanları yıldırmak için başvurdukları Boykot (toplumsal dışlanma) hareketini anlattıktan sonra Hz. Muhammed’in yeni bir yurt arayışına Taif’le başlamayı planladığını fakat beklediği gibi karşılanmadığını, Mekke’ye Mut’im b. Adiy himayesinde girmek zorunda olduğuna değinmiştir.
Hüzün yılının ardından gerçekleşen mucizelerden bahsetmeden önce mucizeyi açıklayan Hamidullah, mucizenin aslında anormal bir şey olmadığını, onun şaşılacak bir şey olmasında öncesinde ve sonrasında tanık olunan olayların etkili olduğuna vurgu yapmıştır. Aslında kimi insanların mucizeye gerek kalmadan kimilerinin de mucizeyi görseler bile iman etmediklerini, mucizeye ancak yetersiz ve az gelişmiş insanların ihtiyaç duyduklarına ve bu yüzden de mucizelerin sağlayacağı yararların sınırlı olduğuna dikkat çeker. Kendisi de mucizelere inandığını ama öncelikle inanılması gerekenin Vacibu’l-vücud olan Allah, O’nun elçileri ve doğruluğu apaçık ortada olan ilahi tebliğ olduğunu çünkü mucizelerin bir şeyi zorla kabul ettirmeye çalışan olaylar olduğunu ifade eder. İsra ve Miraç olaylarını anlatırken bu konuyla ilgili tartışmalı olaylara da değinmiştir. Adem Apak, Hamidullah’ın siyer alanına getirdiği en önemli yeniliklerden birisinin Hz. Peygamber’i takdimde mucize boyutundan ziyade, onun insani yönünün ve getirdiği dini öğretinin öne çıkarılması olduğunu belirtir.
Medinelilerle temasa geçmesi ve Medinelilerin İslam’ı kabul etmeleri üzerine gerçekleştirilen Akabe Biatlerini anlatarak devam eden Hamidullah, Medine’ye hicretten bahseder. Burada dikkatimizi çeken ayrı bir başlık altında hicretten önce bazı kadın sahabilerin İslam’ın yayılmasına katkılarını anlatmasıdır. Bu konuya tarih kitaplarının çoğunda rastlanılmamasının Hamidullah’ın eserinin eşsiz olmasını sağlamıştır. Rasulullah’ın Medine’ye geldikten sonraki nüfus sayımı, Medine Vesikası ve muahat (kardeşleştirme) gibi faaliyetlerinden bahseder. Sonra sırayla Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarını, akabinde Hudeybiye Anlaşmasını ve Mekke’nin fethini, ilk ve son haccı esnasında verdiği hutbe olan Veda Hutbesini anlatır.
Hamidullah, bazı kabilelerle olan ilişkileri ve onlara gönderilen mektuplardan bahseder; bunlardan ilki Mekkelilerle ittifak halinde olan Ehabiş kabilesidir. Ehabiş kabilesinin özelliklerine değinen Hamidullah, Habeşlilerle, Mısır’la, Bizas’la, İran’la, İran sömürgeleriyle ilişkilerini uzun uzadıya anlattıktan sonra bu bölgelerin hükümdarlarına gönderilen mektupların asıllarını da eserine almayı unutmamıştır. Resulullah’ın kısa bir süre önce ortaya çıkarılan Uman melikleri Ceyfer ve Abd’a gönderdiği mektubun aslının öyküsüne, Arapça aslına ve bazı gözlemlerine yer veren Hamidullah, diğer Arap kabileleriyle olan ilişkileri anlatmaya devam eder.
Yahudilerle ilişkiler kısmında İslam’dan önce Yahudilerin, Arap Yarımadası’na ne zaman ve nasıl geldiklerinin bilinmediğini ancak İslam’ın ortaya çıkmasına yakın Arabistan’ın her tarafına yayılmış olduklarını söyler. İslam’ın başlangıcında ve hicretten sonra Yahudilerin durumlarından bahseden Hamidullah, Beni Kurayza, Beni Kaynuka ve Beni Nadir Yahudilerinden, onların şehirden çıkarılmalarından bahseder. Ayrıca o Medine’deki diğer Yahudilerin Müslümanlar’ın aleyhindeki herhangi bir siyasal etkinlikten kaçındıklarını, ticaretleriyle meşgul olduklarını belirtir. Medine dışındaki Yahudileri de anlatıp Hristiyanlarla ilişkilere geçer.
Hristiyanlarla ilişkilerine Necran Hristiyanlarını anlatmayla başlar ve devamla Kur’an’ın İsa Mesih ve Hristiyanlıkla ilgili bakışını anlatır. Diğer dinleri, devletin sınırlarının genişlemesi ve devletin idari bölünmesini de anlatıp birinci cildi sonlandırır.
İkinci cilt Hz. Muhammed’in kişisel hayatı hakkındadır. İlk önce Hz. Muhammed’in hanımlarından bahseden Hamidullah, onun iki cariyesi olduğundan da bahsettikten bu durumun meşru olduğunu anlatmış ve İslam’da köleliğe değinmiştir. Hz. Muhammed’in öğretisinin sonraki kuşaklara aktarılmasında iki önemli kaynak vardır; Kur’an ve hadis. Hamidullah, ayrıntılı bir şekilde bu iki kaynaktan bahsetmiş daha sonra onun dini, ahlaki ve toplumsal alanlardaki eğitim ve öğretimi hakkında bilgi vermiştir. Bu kısımda bir Müslümanın inanması gerekenlerin bir özetini vermiş ama ruh ve bedeni birleştiren dört eylem olduğundan da bahsetmiştir; namaz, oruç, hac, zekat. Bu kavramlar hakkında bilgi verdikten sonra onun anlayışlılığına, yöntemine, estetik anlayışına ve güzel sanatlara verdiği öneme değinmiştir. Daha sonra eğitim ve öğretimin hicretten önce ve sonraki aşamalarını anlatmış, fen bilimlerindeki (kozmoloji, astronomi ve meteoroloji) gelişmelere değinmiştir. İslamiyet’ten önceki tıp ve tıpçılardan, Rasulullah’ın ve Kur’an’ın tıp konusundaki tutumundan, Rasulullah’ın tabipliğinden, o dönemdeki hastalıklardan, inşaat mühendisliği, şehircilik, mimarlık ve askeri istihkam alanındaki çalışmalardan, Kur’an’da bu konudaki malzemelerden, şehirler ve semtlerden bahsetmiştir.
Hz. Muhammed’in devlet anlayışına geçmeden önce Mekke’deki idari yapı, siyasal-toplumsal düzen, şehir parlamentosu, devlet başkanı, dini, askeri görevler, adliye teşkilatı, maliye ile ilgili bilgiler verdikten sonra yabancılarla ilişkilerine de değinir. İslam dönemindeki devlet anlayışını anlatırken ilk önce Kur’an’daki devlet anlayışından, manevi ve maddi iktidarların ayrılmasından, Hz. Muhammed’in hükümet anlayışından, yetkilerin dağıtılmasından, politika ahlakından, hükümet yönetimi, danışma ve danışmada gayri Müslimlerin yerinden, yasama çalışmalarından, uluslararası hukuk ve iktidarın el değiştirmesinden (hilafet) bahseder. Kamu görevlerinin yerine getirilmesini, adalet teşkilatını, iktisadi sistemi, askeri teşkilatı, bayrak ve sancağı, diplomasi ve büyükelçilik faaliyetlerini anlatır ve Resulullah’ın izlediği siyasetin temel ilkelerini sayar. O dönemdeki toplumsal hayat hakkında da bilgi verdikten sonra vefat edişini ve hilafet sorununu anlatır ve kitabını sonlandırır.
İslam Peygamber’ini diğer siyer kitaplarından ayıran en önemli özelliği konuları çok daha geniş bir çerçeveden ele almış olmasıdır. Adem Apak, genelde tarihçilerin Hz. Muhammed’in hayatını anlatırken Mekke-Medine-Taif üçgeninde el aldıklarını Hamidullah’ın ise bütün bir Hicaz ve Arap Yarımadası merkezinde bir siyer takdimi yaptığını belirtir.  Hatta zaman zaman bu sınırı da aşıp Asya, Avrupa ve Afrika kıtaları arasında bağlantı sağladığını, Bizans, İran ve Habeş ile kültürel, dini, ticari ve askeri ilişkileri bulunan bir Arap yarımadası perspektifiyle Hz. Peygamber’in faaliyetlerini incelediğini, bu bakış açısıyla da Hz Peygamber’in sadece belli bir bölgeye gelmediğine vurgu yaptığını söyler. Gerçekten de İslam Peygamberi kitabı Hz. Muhammed’i bu çerçeveden anlatmıştır.
Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi kitabında Hz. Muhammed’in hayatını birçok yönden anlatmaya çalışmıştır. Bu kitap alanındaki en kapsamlı kitaplardan biridir. Eserin bibliyografya kısmından da anlaşıldığı üzere yerli yabancı birçok kaynaktan istifade etmiştir. Hamidullah, bazı konuların sonunda kendi düşüncelerine de yer vermiştir. Ama bunu yapması eserini nesnellikten uzaklaştırmamıştır kanaatimizce. Çünkü bir tarihçi olaylara kendi yorumunu katmıyorsa bir tarih inşa edemez sadece kendisinden öncekilerin söylediklerini tekrarlamış olur. Olgular, tarihçiler yorumladığı için tarihi olgu adını alırlar. Adem Apak, Hamidullah’ın Siyer ilmine katkılarını anlattığı makalesinde onun bir çok tarihçinin göz ardı ettiği şahsi gözlem metodunu kullandığını söyler ve devamla siyer kaynaklarındaki tarihi bilgilerle kendi gözlemlerini karşılaştırdığına daha çok kendi gözlemlerine itibar ettiğine vurgu yapmıştır. Şahsi gözlemden kastının o olayı bizzat gözlemlemek değil olayın geçtiği mekana gidip orayı incelemek ve mekansal imkanları gözlemek olduğunu belirtir.
Kitabın büyük bölümünde konuyla ilgili bilimsel kanıtlara ve belgelere yer vermiştir. Eseri önemli kılan da sadece gözlem ile değil belgelerle de konuşuyor olmasıdır. Çünkü kuru bir gözlem de tarihçinin hata yapabilmesine neden olabilir. Muhammed Hamidullah, hata payını en aza indirerek bir siyer yazımı gerçekleştirmiştir. Bu nedenle bu esere, her tarihçinin kaynak kitabı olarak kitaplıklarında yer vermesi gerekir. Sürçülisan ettiysek affola.






Medine’de Kadın Olmak



Yrd. Doç. Dr. Feyza Betül Köse
İslâmiyet’te kadının yeri ile ilgili olarak çok sayıda çalışmanın yapıldığı ve bu konunun gündemden neredeyse hiç düşmediği malumdur. İslâm’ın kadına dair hükümlerinin pratiğe döküldüğü Hz. Peygamber dönemi ve hemen akabindeki Peygambersiz yaşama intibakın sağlanmaya çalışıldığı Dört Halife Dönemi’ndeki uygulama örneklerinin dikkate alınması, konunun doğru değerlendirilmesine imkân sağlayacaktır. Bu yazı ile günümüz Müslümanı için tarihî referans değeri taşıyan Dört Halife Dönemi Medine’sinde kadının konumunun ortaya konulmasına katkı sunmayı amaçlamaktayız.

25 Ocak 2017 Çarşamba

Ebû Ömer b. Dâvud Yazdı: Haydi Bismillah

Ebû Ömer b. Dâvud

Bugüne kadar köşe yazarlığı yapmadım. Zira iletişim aracı olarak yazmaktan çok konuşmayı tercih edenlerdenim. www.islamtarihi.info’nun değerli editörleri bana platformlarında yazma önerisinde bulununca duraksamadan reddettim. Ancak yazmanın da ihmal edilmemesi gereken bir iletişim kanalı olduğunu, sosyal medyada sohbetlerimizden kesitler paylaşan Adnan Demircan’ın paylaştıkları alıntıların ilgiyle karşılandığını söyleyerek ısrar ettiler. Israrlar karşısında düşünmek için zaman istedim. Düşüneceğimi söylememin bir sebebi de bu platformda düşüncelerimi özgürce ifade edebileceğimi biliyor olmamdı.

“Ali-Muaviye Kavgası” İsimli Eserin Değerlendirilmesi

 Şehba Yazıcı
Hz. Peygamber’in risaletinin ilk günlerinden itibaren onun destekçisi olan Hz. Ali, günümüzde bir masal kahramanından farksız olarak telakki edilmektedir. Efsaneleştirilmiş bir kişiliğe sahip olan Hz. Ali, erdemli, ilkeli ve İslâm esaslarına bağlı bir hayat sürmüştür. Onun aynı zamanda Hz. Peygamber’in damadı olması, kendisini Müslümanların liderliğine yakıştırmasına sebep olan önemli bir amildir. Öte yandan Muaviye, Mekke’nin fethinden sonra Müslüman olan gruptandır ve Hz. Ali’nin aksine Raşid halifeler döneminde aktif bir idareci olarak rol almıştır. Bu durum da Muaviye’de liderliğe layık olduğuna dair bir inanç meydana getirmiş ve Muaviye ne iktidar mücadelesinden ne de bu mücadelede her türlü yöntemi kullanmaktan çekinmemiştir. Elimizdeki eser, tarihin önemli iki kahramanının mücadelesini ele almakta ve mücadele sürecini incelemektedir.

Müslümanların İspanya Serüveni: Endülüs

Prof. Dr. Adem APAK
Endülüs, günümüzde İspanya ve Portekiz’in yer aldığı İberik Yarımadası’nın Müslümanların fethinden sonra aldığı isimdir. Hz. Ebû Bekir döneminde başlatılan ilk İslâm fetihlerinin son halkası İspanya’nın fethidir.  
Miladi 710 yılına kadar Kuzey Afrika’yı büyük oranda kontrol altına alan Müslümanlar buradan Akdeniz’i aşarak Avrupa topraklarına geçme kararı aldılar. Bu amaçla Kuzey Afrika valisi Mûsâ b. Nusayr, Tarîf b. Malik isimli komutanının gerçekleştirdiği ilk keşif seferinin ardından yardımcısı Târık b. Ziyad komutasındaki öncü birliğini İspanya topraklarına gönderdi. Müslümanlar burada karşılarına çıkan Kral Rodrigo kumandasındaki büyük bir Vizigot ordusunu mağlup ettikten sonra sırasıyla Malaga, Elvira, Cordoba, ve nihayet Vizigotlar’ın başşehri Toledo’yu ele geçirdiler. Diğer taraftan Mûsâ b. Nusayr da 712 yılında Kuzeyf Afrika’dan harekete geçerek emrindeki orduyla Sevilla, Carmona, Niebla, Meyrida gibi önemli İspanyol merkezlerini zaptettikten sonra Toledo’da Târık b. Ziyad ile buluştu. Bundan sonra İspanya’nın kuzeyinde iki koldan başlatılan fetih hareketiyle bir yıl içerisinde Leon, Galicia, Lerida, Barcelona ve Zaragoza şehirleri teslim alındı. Emevî halifesi Velid b. Abdülmelik  döneminde Mûsâ b. Nusayr ve Târık b. Ziyad tarafından gerçekleştirilen bu fetihler sonucunda Müslümanların hâkimiyetine giren Endülüs’te Batı Avrupa’yı hedef alan yeni akınlar başlatıldı. Bu faaliyetler, Emevîlerin komutanı Abdurrahman el-Ğâfikî’nin valiliği döneminde Ekim-Kasım 732 tarihinde gerçekleşen ve Müslümanların ağır yenilgisiyle neticelenen Balâtü’ş-Şühedâ (Vak‘atü Balât=Gazvetü Balât) Poitiers savaşıyla  durduruluncaya kadar devam etti.
İspanya’nın Müslümanlar tarafından fethi burada yeni bir toplum yapısı meydana getirdi. Daha önce ülkede yerleşik bulunan Hıristiyan çoğunluk Hispano-Romen ve yine Hıristiyan olan Vizigotlar ile azımsanmayacak sayıya ulaşan Yahudi unsurlara ilave olarak Araplar, Berberîler’den müteşekkil yeni topluluklar bir araya gelmiş oldu. Bu çeşitliliğe daha sonra mühtedi İspanyollar (müvelled) ve Orta ve Doğu Avrupa menşeli azınlıklar (sekâlibe) de eklendi. Dolayısıyla Endülüs’te gerek Emevîler döneminde, gerekse daha sonraki süreçte bu unsurlar arasında inanç ve etnik kaynaklı mücadeleler gündeme gelmiştir.
Endülüs’e fetihle birlikte Araplardan yaklaşık 40-50 bin kişi gelmiş, bunun birkaç katı Müslüman Berberî de bölgeye yerleşmiştir. Gerek Araplar, gerekse Berberîler yeni mekânlara kabileler halinde iskân edildikleri için bu yerleşme şekli içtimaî kaynaşmanın gecikmesine sebep olmuştur. Berberîler Endülüs’ün fethinde Araplardan daha fazla pay sahibi olmalarına rağmen, gerek siyasî sorumluluk üstlenme, gerekse iktisadî imkanlardan faydalanmada ikinci plânda tutuldukları gerekçesiyle Kuzey Afrika’da büyük bir isyan başlatmışlar, zamanla isyanı Endülüs topraklarına yaymışlardır. Diğer taraftan ülkeye yeni gelen Arap kabileleri de geçmişe soy rekabetlerini buraya da taşımışlar, onlar kendilerini tarihî kökleri olan Mudarî veya Yemenî, ya da Kaysî-Kelbî gruplaşması içinde kabul etmişlerdir. Bu bölünme daha sonraki yıllarda gerek Araplar arası iktidar mücadelelerinde, gerekse Endülüs’ün genel siyasetinde önemli derecede etkinlik göstermiştir. Bütün bu gelişmeler ise Endülüs’te sürekli olarak yönetim probleminin yaşanmasına ve siyasî istikrarsızlığa sebep olmuştur.
Endülüs’teki iç karışıklık ve yönetim problemleri devam ederken Şam’daki Emevîler devleti Abbâsîler tarafından ortadan kaldırıldı. Yeni yönetimin takibinden kurtulan Halife Hişam b. Abdülmelik’in torunlarından Ab­durrahman b. Muaviye  önce Mısır, ardından da  Kuzey Afrika’ya gitti. 755 yılında ise Endülüs topraklarına geçti. Burada Emevî yanlısı grupları birleştirdikten sonra bölgede kontrolü elinde bulunduran vali Yûsuf el-Fihrî’yle giriştiği siyasî mücadeleyi başarıyla tamamlayıp Kurtuba’da bağımsız bir devlet kurdu. Dolayısıyla 756 yılından itibaren İspanya topraklarında Endülüs Emevîleri dönemi başlamış oldu.
I. Abdurrahman yönetimi ele almasının ardından ülkede geçmişten gelen Arap-Berberî ve Araplar arasındaki Mudar ve Yemen merkezli çekişmeleri etkisiz hale getirmeye çalıştı. Akabinde gerçekleştirdiği seferlerle kuzeyde Frankları geri çekilmeye zorladı. 788 yılında vefat eden I. Abdurrahman, oğlu I. Hişam’a iç karışıklıkları asgariye indirilmiş, Abbâsîler tarafından tanınan bağımsız bir devlet bıraktı. Miladi 788-796 yıllarında Endülüs Emevîleri’ni yöneten I. Hişam, ülkedeki önemsiz iç problemleri hallettikten sonra İspanya’nın kuzeyindeki Hıristiyan topluluklar üzerinde hakimiyet kurdu. Onun zamanında İslâmlaşmaya önem verilmesi sebebiyle yerli halktan pek çoğu Müslüman oldu. Hişam’ın ardından emirliğini üstlenen I. Hakem dönemi (796-820) ise genelde iç problemler ve ayaklanmalarla geçti. Bu isyanlar halifenin aldığı sert tedbirlerle bastırılabildi. Ancak karışıklıklardan istifade eden Franklar 801 yılında Barselona’yı Müslümanlardan aldılar.  
I. Hakem’in ardından tahta geçen oğlu II. Abdurrahman (822-852) Endülüs Emevîleri’ne en parlak dönemlerinden birini yaşatmıştır. Dahilî istikrarın sağlanması sebebiyle bu dönemde ülkede refah düzeyi arttı. Arapça dilinin kullanılması ve İslâmlaşma faaliyetleri yaygınlaştı. Endülüs topraklarını düşman saldırıları karşısında başarılı bir şekilde koruyan Müslümanlar bu süreçte Bizans İmparatorluğu ile diplomatik ilişkiler kurdular. II. Abdurrahman’dan sonra Endülüs topraklarında muhtelif sebeplerle dahilî problemler baş gösterdi. Bilhassa Berberî ve İspanyol asıllı Müvelled’lerin çıkardıkları isyanlar ülkeyi her anlamda zaafa düşürdü. Bunu fırsat bilen Hıristiyanlar da Müslümanlar karşısında üstünlük sağlamaya başladılar. Miladi 882 yılında başlayan dahilde ve dış politikadaki istikrarsızlık ve gerileme III. Abdurrahman’ın emirliğe gelmesine kadar devam etti.
Yönetimi üstlenmesinden itibaren bilhassa merkezî idareye çekidüzen vermek isteyen III. Abdurrahman öncelikli olarak ülkenin çeşitli bölgelerinde isyan çıkaran Arap, Berberî ve Müvelled toplulukları itaat altına aldı. Dolayısıyla onunla birlikte Endülüs’ün siyasî bütünlüğü yeniden temin edilmiş oldu. Emir, bir yandan kurduğu birliği devam ettirebilmek, diğer yandan da Kuzey Afrika’da hızlı bir şekilde yayılan Şii Fâtımîlerle güçlü bir şekilde mücadele edebilmek amacıyla 929 yılında kendisini Nasır-Lidînillah unvanıyla halife ilan etti. Bu şekilde Abbâsî hilafetine karşı yeni bir Sünni halifelik ortaya çıkmış oldu. III. Abdurrahman bu girişiminin ardından gerek Fâtımîler, gerekse İspanyol krallıklarına karşı ciddî mücadele başlattı. Başarılı askerî seferler sonucunda bir taraftan Leon ve Pamplona krallıklarını vergiye bağlarken, diğer taraftan da Kuzey Afrika’da Fâtımîlere karşı kesin bir üstünlük sağladı.
III. Abdurrahman’ın 961 yılında ölümü üzerine yerine alim kişiliği ile tanınan oğlu II. Ha­kem geçti. Onun döneminde (961-976) daha önce sağlanan dahilî istikrar sebebiyle İspanyollara karşı elde edilmiş bulunan üstünlük muhafaza devam ettirildi. II. Hakem zamanındaki asıl gelişim ise ilim ve sanat alanında gerçekleşti. Öyle ki, Endülüs bu süreçte İslâm medeniyetinin en önemli merkezlerinden biri hali­ne geldi.  
II. Hakem’den sonra oğlu II. Hisam’ın (976-1009, 1010-1013) çocuk yaşta tahta geçmesinden faydalanan Hacib İbn Ebû Âmir ve onun iki oğlu Abdülmelik ile Abdurrahman iktidarı tamamen ellerine alarak Endülüs Emevîleri’nde kendi adlarıyla anılan Âmiriler dönemini başlattılar. Onlar elde ettikleri siyasî güç sayesinde istedikleri devlet adamlarını azledip, istediklerinin göreve gelmesini sağladılar. Hatta ülkeyi yönetecek halifelerin tespitinde de birinci derecede rol oynadılar. Kendi adlarına para bastırma ve hutbe okutma gibi faaliyetlere girişmeleri üzerine ülke halkı Âmirilere karşı ayaklanarak yönetimin yeniden halifelere geçmesini sağladı. Ancak ülkede iç karışıklar önü alınamaz hale geldiği için siyasî birliğin temini yine de mümkün olmadı. Bu olumsuzluklara Emevîler arasıdaki taht kavgaları da eklenince devletin çöküşü hızlandı. Nihayet 756’da bağımsız bir emirlik olan Endülüs Emevîleri Devleti 1031 yılında tarih sahnesinden silindi.  
Emevîlerin yıkılmasından sonra Endülüs’te bağımsız site devletlerinin hüküm sürdüğü Mülûkü’t-Tavâif dönemi başladı. 1031 yılından 1090 tarihine kadar geçen bu dönemde küçük şehir devletleri kendi aralarında mücadele ettiler. Bunlar zaman zaman da birbirlerine üstünlük sağlamak amacıyla rakipleri aleyhine Hıristiyan krallıklarla işbirliğine girdiler. Bu durum ülkede Müslüman hakimiyetinin zayıflamasına sebep oldu. Hıristiyanların da daha önce kaybettikleri topraklarını yeniden ele geçirmeye başladılar. Öyle ki, 1057 yılında Kastilya Kralı I. Fernando bağımsız devletlerden Eftasîleri, 1062’de Tuleytula’daki Zunnûnîleri ve nihayet İşbiliye’deki Abâdîleri ağır haraca bağladı. 1085 yılında ise Kastilya Kralı VI. Alfonso ise Endülüs’ün Kurtuba’dan sonra ikinci büyük şehri olan Tuleytula’i zaptetti. Tehlikenin artması üzerine Endülüs’teki Müslümanların varlığının tehlikeye düştüğünü gören bazı emir ve ulemâ kendilerine yardımcı olmaları için Kuzey Afrika’da kurulan Murâbıtlar devletinden yardım istediler. Çağrıya cevap veren Murâbıtların sultanı Yusuf b. Tafşin Endülüs’e geçerek 1086 yılında VI. Alfonso’yu mağlup edip ülkedeki birliği sağladı, ardından da Endülüs’ü Murâbıtlara bağlı bir vilayet haline getirdi.
Murâbıtların Kuzey Afrika’da zayıflaması ve 1147 yılında yıkılmasıyla Endülüs tekrar siyasî kargaşa içine düştü. Bundan faydalanan İspanyol krallıklar sırasıyla Meriye, Turtûşe ve Laride’ye Müslüman emirlerin elinden aldılar. Bu defa Endülüs Müslümanlarının yardıma yine Kuzey Afrika’da hüküm süren Muvahhidler hanedanı yetişti. Süratle Endülüs’e gelen Muvahhidler Hıristiyan ordularını geri püskürttükleri gibi pek çok kaybedilmiş şehri geri aldılar. Ayrıca 1195 yılında birleşik Hıristiyan ordusunu ağır bir mağlubiyete uğrattılar. Bunun üzerine hazırlanan yeni bir bir Haçlı ordusu 1212 yılında Muvahhidleri mağlup edince Endülüs Müslümanları yine düşman saldırılarına açık hale geldiler. Nitekim Hıristiyan krallar saldırıya geçerek pek çok bağımsız Müslüman emirliği ortadan kaldırmaya başladılar. 1227’de başlayan istilâ hareketi 1250’ye kadar sürdü. Sonuçta Müslümanların elinde sadece Gırnata (Benî Ahmer) emirliği kaldı.
Güç şartlara rağmen 1462 yılına kadar izlediği denge politikası sebebiyle varlığını iki buçuk asır devam ettiren Benî Ahmer Devleti, Endülüs’ün yeniden Hıristiyanlaştırılması (Reconquista) projesinin sonucu olarak Kastilya ve Leon Krallıklarının saldırılarına maruz kaldı. 1489’a kadar Gır­nata Emirliği’nin başşehrin dışında el-Hâme (Alhama), Ronda, Levşe (Loja), Mâleka, Beyyâşe ve Meriye gibi belli başlı şehirler kaybedildi. Sıra Gırnata’ya geldiğinde Müslümanlar şehrin müdafaası için büyük bir gayret sarf ettilerse de 1492’de teslim olmak zo­runda kaldılar. Bu şekilde İslâm hâkimiyetinin Endülüs’teki en son bağımsız kalesi de düş­müş oldu. Gırnata’nın kaybedilmesinden itibaren İspanya’da kalan Müslümanlar Hıristiyanlığı kabul edenler de dahil olmak üzere bir asrı aşkın bir süre çok büyük sıkıntı içerisin­de yaşadılar ve sonunda tamamen ülkeyi terk etmek zorunda kaldılar.
İspanya’daki son bağımsız devletin ortadan kalkmasından on yıl sonra 1502 tarihinde şehirde kalmış olan Müslümanlar Osmanlı Sultanı II. Bayezid’e elçi göndererek mâruz kaldıkları dinî baskıları ve bu baskılar karşısındaki çaresizlikleri­ni dile getirip yardım talebinden bulundular. II. Bayezid bunun üzerine Kemal Reis kumandasında bir do­nanmayı Akdeniz’e gönderdi. Kemal Reis İspanya kıyılarında kurtardığı Müslümanların Osmanlı topraklarına taşınma­larını sağladı.
İspanyollar, 1609-1614 yılları arasın­da ülkede kalan Müslümanların hemen tamamını Endülüs’ten uzaklaştırdılar. Bu sıra­da Osmanlı tahtında bulunan I. Ahmed, hem Avusturya hem de İran seferleriy­le uğraşması ve donanmanın yeterince güçlü olmaması sebepleriyle İspanya’ya karşı harekete geçemedi. Bununla be­raber Fas, İngiltere, Fransa ve Venedik gibi devletlere elçiler göndere­rek Osmanlı Devleti’ne sığınmak isteyen Endülüs Müslümanlarına yardımcı olunmasını istedi. Bu sayede birçok Endülüslü Kuzey Afrika’daki Osmanlı topraklarına ve İstanbul’a ulaştırıldı.
KAYNAKLAR
İbn Abdilhakem, Ebû’l-Kasım Abdurrahman b. Abdillah (257/870), Futûhu Mısr ve Ahbâruhâ,  (thk. Charles Torrey), Kâhire 1991, s. 204-226; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, I-IX, Beyrut 1986, IV, 119-124, 128-129; Makkarî, Nefhu’t-Tîyb Min Ğusni’l-Endelüsi’r-Ratîb, (thk. İhsan Abbas), I-VIII, Beyrut 1986, I, 229-243, 290-298; Sâlim, Abdülaziz, Tarihu’l-Müslimîn ve Asruhum fi’l-Endelüs, Mısır 1961, s. 66-160; Sûfî, Hâlid, Tarihu’l-Arab fi’l-Endülüs, ? 1980 (Câmiatu Karyunus-Külliyetü’l-Edeb), s. 75-171; Hâccî, Abdurrahman Ali, et-Tarihu’l-Endelüs, Kahire 1983, s. 46-47; Munis, Huseyn, Fethü’l-Endelüs, Cidde 1985, s. 52-112; Vekîl, el-Emevîyyûn, I-II, Beyrut Dımeşk 1995, II, 73-111; İnan, Muhammed Abdullah, Devletü’l-İslâm fi’l-Endelüs, I-II, Kahire 1969, I, 67, 92-112, 117-118; İmadüddin, S. Muhammed, Endülüs Tarihi, (çev. Yûsuf Yazar), Ankara 1990, s.53-54; Özdemir, Mehmet, Endülüs Müslümanları I, Ankara 1994, s. 31 vd.; Apak, Adem, Asabiyet ve Erken Dönem İslâm Tarihindeki Etkileri, İstanbul 2004, s. 252-261; Provençal, E. Levi, “Emeviler”, İA, IV, 248-257; Özdemir Mehmet, “Endülüs”, DİA, II, 211-216. 
           



Şair Şeyhülislam Ârif Hikmet Beyefendi Hayatı-Eserleri-Şiirleri Adlı Eser Hakkında Bir Değerlendirme

Emine DEMİRCAN[1]
   Bilal Kemikli, Şâir Şeyhülislam Ârif Hikmet Beyefendi: Hayatı- Eserleri- Şiirleri, Kitabevi, İstanbul 2011, Takdim+ Önsöz+ 133 sayfa+ Bibliyografya (s. 135-139)+ Sözlük (s. 141-158)+ Ekler (s. 161-166).
   Kitap isminden de anlaşılacağı üzere biyografik bir eserdir. Bununla birlikte ülkemizde Ârif Hikmet’in (1786-1859)[2] biyografisini konu edinen ilk eser olma özelliğine sahiptir.
   Malum olduğu üzere biyografi yazmak büyük bir uğraş, araştırma ve özveri gerektirir. Çünkü bir kişinin tarihini yazmak sanıldığı kadar kolay değildir. Burada olgulardan yola çıkarak bir tarih yazımı söz konusu değil, bir kimseyi anlamak ve anlatabilmek esastır. İşte kısa bir şekilde tanıtacağımız bu kitabın, bu nedenlerden dolayı derin bir araştırmanın ürünü olduğunu gözlemliyoruz.
   “Ârif Hikmet Beyefendi Osmanlı’nın “en uzun asrında” yetişmiş ve önemli görevlerde bulunmuş seçkin şeyhülislamlarından birisidir. Sadece ilmi ve dini bürokrasi içinde kalmamış, dönemin yeni tesis edilen kurullarında görev almış ve bir kısım yeniliklere öncü olmuş bir devlet adamıdır. Aynı zamanda o dönemin, siyasi sosyal meselelerine duyarlılığıyla da üzerinde durulması gereken bir şahsiyettir.”[3]
    Kitaptan alıntıladığımız yukarıdaki paragraf, Ârif Hikmet Beyefendi hakkında biyografik bir eser yazmanın gerekliliğini ortaya koymak için zannederiz ki yeterlidir.
     Kitap Takdimle başlamaktadır. Takdim kısmı daha çok Sayın Kemikli’nin bir kısım tecrübelerinden ve okuyucuyla bir nevi sohbetinden müteşekkildir. Kemikli bu kısımda aslında detaylı araştırmalara konu olacak bir şahsiyet olmasına rağmen Ârif Hikmet hakkında yapılan çalışmaların yetersizliğine vurgu yapıp tarihçilerin bu çalışmayı, kendisinin bıraktığı yerden alıp daha ileriye götürmelerini temenni etmektedir.
     Kitap iki kısımdan oluşmaktadır. Ârif Hikmet’in hayatı ve eserleri ayrıntılı bir şekilde ele alınmış ve edebi şahsiyeti tahlil edilmiştir.
      Hayatı kısmını değerlendirmeye tabi tuttuğumuz zaman görülecektir ki kitapta belirtildiği şekliyle dikkat çeken özelliği şeyhülislam olmasına rağmen yeniliklere her zaman açık olmasıdır. Dolayısıyla yeni eğitim kurumlarının açılmasına gayret etmiştir.  “Onun efendiliği ilmiye sınıfına mensup olmasından beyliği ise yönetici-aristokrat bir aileden geliyor olmasından kaynaklanmaktadır.”[4] Aynı zamanda onun hakkında müstakil bir eser yazan el-Âlusi onu seyyid olarak göstermektedir. Dikkate şayan diğer bir özelliği ise yaşadığı dönem de ilmiyle bilinen seçkin insanlardan biri olmasıdır. Tam anlamıyla kültür ve sanat adamıdır. Dolayısıyla birçok özelliği kendinde barındıran bir şahsiyettir.
      Hayatı kısmında ailesi, öğrenimi, görevleri ve vefatı şeklinde alt başlıklar mevcuttur. Birçok görevde bulunmuştur. Bu görevlerin ayrı ayrı veriliyor olması kitabın dikkat çeken diğer bir özelliğidir. Sonuç olarak ‘İlmiye kadrolarında başlayan devlet hizmeti, Osmanlı’nın yenileşme çabalarının bir neticesi olan çeşitli ıslahatlarla birlikte ihdas olunan memuriyet ve meclislerde devam etmiş ve nihayet Şeyhülislamlık göreviyle neticelenmiştir.’[5] Şeyhülislam olduğu dönemde önemli devlet adamlarıyla birlikte çalışmıştır.
      Kitapta Ârif Hikmet’in eserlerine ayrıntılı bir şekilde yer verilmiştir. Divan sahibi bir şairdir. Arapça, Farsça ve Türkçe şiirlerinden oluşan Divan’ı divan şiirinin önemli örneklerinden biridir. Aynı zamanda tarih, biyografi ve bibliyografya alanında kaleme aldığı eserleri de mevcuttur.
Eserleri şunlardır:
1.       Divan-ı Hikmet
2.       Tezkire-i Şu’ara: En önemli mensur eseridir ve sade bir dille yazılmıştır.
3.       Mecmu’atü’t-Teracim: İkinci biyografik eseridir.
4.       Hulasatü’l-Makalat fi Mecalisi’l-Mukalemat: Bu eseri tarihle ilgilidir.
5.       Keşfü’z-Zunun Zeyli
6.       el-Ahkamü’l-Meriyye fi Arazi’l-Emiriyye: Ârif Hikmete ait olup olmadığı tartışmalı bir eserdir.
7.       Bazı Vak’a-yı Dâhiliye Notları
8.       Mecmu’a-yi Eş’ar
9.       Tahrir Defteri
10.   Tanzimat Defteri
11.   Mecmu’a
12.   Mecmu’a-i Ârif Hikmet
13.   Ref’ün- Nikab an Vücuhi’l-Elkab
   Kitabın bir diğer bölümü ise “Çeşitli Yönleriyle Ârif Hikmet” kısmıdır. Bu bölümde çok yönlü bir kişiliğe sahip olduğu vurgulanır. İlmi, edebi kişiliği, yenileşme karşısında Ârif Hikmet ve kütüphanesi konuları üzerinde durulur. Özellikle “Ârif Hikmet Bey’in Kütüphanesi” adlı bölüm ilginçtir. Çünkü onun Ahmed Cevdet Paşa’nın bahsettiği hususi kütüphanesinin yanında Medine-i Münevvere’de kurduğu ünlü kütüphanesi mevcuttur. Bu durum, onun gerçek bir kitap meraklısı olduğunu göstermektedir.
   Kitabının son kısmında şiirlerinden seçmeler yapılmıştır. Bazı tarihi vesikalar da ek olarak konulmuştur.



[1] Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İslam tarihi ve Sanatları Anabilim Dalı Yüksek Lisans Öğrencisi.
[2] Onun doğum ve ölüm tarihi 1791-1858 şeklinde de verilmiştir (Mustafa L. Bilge, “Ârif Hikmet Bey”, DİA, III, 365..
[3] Bilal Kemikli, Şair Şeyhülislam Arif Hikmet Beyefendi Hayatı-Eserleri-Şiirleri, İstanbul 2011 (Takdim’den).
[4] Bilal Kemikli, s.2.
[5] Bilal Kemikli, s.10.

24 Ocak 2017 Salı

Kitap Tanıtımı: Tarih ve Tarihçi (III)


Muhammet EBİRİ[1]
Bu hafta ilk iki bölümünün tanıtımlarını tamamladığımız kitabımızın üçüncü ve dördüncü bölümlerini tanıtmaya gayret göstereceğiz. Kitabımızın üçüncü ana başlığı "Tarih ve Hakikat" serlevhasıyla karşılıyor bizleri. Bu başlık, kitabın ilk cümlelerinin açılımı şeklinde dizayn edilmiş desek mübalağa etmiş olmayız herhalde. Özellikle İslam tarihi alanında kesinlik ifade eden bir söylemin kullanılmış olması önemli bir sorun olarak tespit ediliyor. Günümüzde yaşanan olaylar hakkında bile çoğu zaman kesin yargılarda bulunamıyorken tarihi olgular hakkında bu kadar kesin yargılarda bulunabilmek hoş görülmüyor kitabımızda. Hocamız "Birden Çok Tarih" şeklinde bir alt başlık açarak bizi başka diyarlara götürüyor. Yazılan ile yaşanan olayın farklı olduğu bundan dolayı tek bir tarihten söz etmenin mümkün olmadığı ifade edildikten sonra konuyu daha sistematik bir zeminde izah etmek için iki alt başlık daha açılıyor. İlk kısma "Olan ve Yazılan" ismi verilmiş. Burada hocamız, tarihte yaşanan bir olayın genellikle bilmediğimiz bir bağlama ve karmaşık bir sisteme sahip olduğunu ifade ettikten sonra yazılan metnin, mevcut olayın insan zihni tarafından yorumlandıktan sonra ortaya çıktığına değiniyor.  İkinci kısmın başlığı ise "Olan ve Uydurulan". Bu kısımda tarihçinin elinde olmayan zaaflardan dolayı yaşanan hatalardan ziyade kasten yapılan tahrifatlar ele alınıyor. Tarihin önemli bir silah olduğu belirtiliyor. Bazen gerçekte olanla uydurulmuş olanı ayırt etmenin zor olduğu ifade edildikten sonra popüler tarihin buna önayak olduğu ifade edilmiş. "Olaylar Arasındaki Sebep-Sonuç İlişkisi" adlı bir alt başlık görüyoruz ilerleyen sayfalarda. Yazar, bu bölümde her insan gibi tarihçinin de kendi zamanının çocuğu olduğunu ve tarihi olguya da bu minvalde yaklaştığını ayrıntılarıyla ele alıyor. Hoca, son alt başlıkta tarih ve hakikat bağlamında doğal afetleri değerlendiriyor. Doğal olarak aklımıza doğal afetlerin ne sebeple burada ele alındığı gelebilir. Ancak doğal afetler tarihi etkileyen önemli amiller olarak tarihin akışına çok defalar yön vermişlerdir. Hocamız bu unsurun göz ardı edildiğini ve bunun hakikate ulaşmada bir engel olduğunu belirtiyor. Dolayısıyla doğal afetler bir hakikat arayışı ve tasviri olan tarihçilikte mutlaka hesaba katılması gereken unsurlar olarak duruyor önümüzde.

Kitabımızın dördüncü bugünkü yazımızın ikinci ana başlığı ise "Tarih ve Yorum" başlığı. Bu başlıkta hocamız ilk olarak "Tarihte Kahramanların ve Toplumların Rolü" konusunu tartışıyor. Tarih alanında tartışılan konulardan biri olan, tarihi toplumların mı liderlerin mi yaptığı problemini ele alan hoca bunu Suriye ve Irak Savaşları gibi güncel örneklerden hareketle daha üst bir perdeye taşıyor. Konuyu medeniyetler bazında ele alan yazar, meselenin sadece liderler bazında değerlendirilmesinin eksik olduğunu genişçe izah ediyor. Bir diğer başlıkta tarihin yeniden yazımı tartışılıyor. Tarihin yeniden yazılmasına gerek olup olmadığı sorusuna cevap aranılan bölümde öncelikle yazılan her eserin kendi döneminden izler taşıdığı belirtiliyor. Dolayısıyla yeni metot ve çağdaş eğilimler de göz önüne alınarak tarihin yeniden yazılmasının gerekli olduğu ifade ediliyor. Son olarak çağdaş tarih yazımının, daha önceden yazılmış tarih kitaplarının değerini okurların gözünde azalttığını bir tespit olarak önümüze koyan hoca, tarihin yeni ve tahlilî bir tarzda yeniden yazımını bir ihtiyaç olarak görüyor. Bir sonraki konumuz olgu-bağlam ilişkisi ile alakalı. Bu bölümde olguların kendi bağlamı içerisinde değerlendirilmesi gerektiği, ihata edici bir perspektifi yakalamanın bu şekilde mümkün olduğu değerlendiriliyor. Hoca, hayli ilgimizi çeken bir başlık açarak devam ediyor. Bu başlıkta olguları yorumlama ve din anlayışımız arasındaki ilişki irdelenmiş. Geçmişte yaşanan hadiselerin anlaşılması ve yorumlanması esnasında siyaset, ekonomik koşullar ve kişisel tercihler kadar dini anlayışında belirleyici bir rol oynadığı ifade ediliyor. Bir yönüyle tarihi metinler kişinin dini algısını çok yakından etkilerken diğer yönüyle kişinin din anlayışı tarihi metni anlama ve yorumlama sürecini etkilemektedir. Çift yönlü bir etkileşimin söz konusu olduğunu söyleyebiliriz. Kitabımızdan bir örnekle bunu somutlaştıracak olursak Hz. Ali örneğini ele alabiliriz. Bir mezhebin en önemli figürü haline gelen Hz. Ali ile alakalı tarihi metinlerde bir inşa söz konusudur. Ancak aynı şekilde inşa edilen tarihi metinler dini anlayışı etkileyen birer amil de olmuşlardır. Bu örnek mezhep olgusu ve tarih yazımı arasında ne tür etkileşimler olduğunu ve bunun genel manada dini anlayışı dahi nasıl etkilediğini gözler önüne seriyor. Din anlayışı, genellikle tarihçinin mezhebi mensubiyeti kanalıyla tarih yazımını etkilemiştir. Peki bundan kurtulmak mümkün müdür ? Bu sorunun cevabını kitabı okurken bizzat okumanızı istiyoruz. "İstisnalar ve Genellemeler" başlığı altında tarihi metinlerin yorumlanması sürecinde genellemeler ve istisnaların konumu ele alınıyor. Özellikle tekil örnekler üzerinden genelleme yapmanın yanlışlığı, yapılan genellemelerin ise her zaman istisnalarının olabileceği bu başlık altında etraflıca irdeleniyor. Yazar, herhangi bir tarihi metnin yorumlanışı esnasında bütüncül okumaya önem verdiğini rivayetlerin değerlendirilmesi kısmında vurguladığı gibi burada da yeni bir başlıkla bu vurguyu güçlendiriyor. Meseleye bütüncül bakmak sağlıklı bir yorumun önemli bir öğesi olarak görülüyor. Tarihi hadiseleri yorumlarken olayın bize ulaşmadan önce bir takım süreçlerden geçtiğini ve bu süreçlerde bir takım iletişim kazalarının olabileceğini değerlendiren hocamız, bu hususun sağlıklı bir yorum için önemsenmesi gerektiğini belirtiyor. "İnsanın Fıtratı ve Olgular" sağlıklı bir yorum yapabilmek açısından önemli bir problem olarak duruyor karşımızda. Hocamız burada maddeler halinde meseleye temas ediyor. Biz bu maddelerin üç tanesine değinip bir sonraki başlığımıza geçmek istiyoruz. İlk madde "Çelişkili davranan insan" olarak belirlenmiş. Bu maddede insanların her zaman aynı ruh haline sahip olmadığı, bazen aynı olay karşısında çelişik sayılabilecek davranışlar sergilediği ve bunun da sağlıklı bir yorum için göz ardı edilmemesi gerektiği ifade ediliyor. İkinci olarak kişinin bu tür çelişik davranışlarını savunabildiği ve bunu izah etme yoluna gidebildiği değerlendiriliyor. Son olarak çoğu kişinin eksik bilgiyle hüküm verebildiği ve bu hususun bir tarihçi açısından mutlaka önemsenmesi gerektiği belirtiliyor. Bir diğer konu ise kavramların tarihselliği konusu. Kavramların tarihi süreç içerisinde anlam değişimine uğradıklarını ve her bir kavramın kullanıldığı döneme hatta coğrafyaya göre farklı bir içeriğe sahip olabileceği uzun uzadıya izah ediliyor. Örnek olarak ise hilafet ve ehl-i beyt kavramları ele alınıyor. Bu kavramların yüzyıllar içerisinde nasıl bir değişime uğradığını kitabı okurken görmenizi istiyoruz. Bir diğer önemli problem olarak ise "Bugünden Geçmişe Bakmak" değerlendirilmiş. Bu bölümde her tarihçinin geçmişe kendi döneminden baktığı ve bunu olabildiğince minimize etmeye gayret ermesi gerektiği anlatılmış. Bir tarihi olayı değerlendirirken o döneme gitmek, meseleyi o dönemin konjonktürü içerisinde ele almak gerektiğine vurgu yapılmış. Sözgelimi Nazi döneminde Almanya'da yaşayan bir tarihçi meseleyi bugün Almanya'da yaşayan bir Alman tarihçiden çok daha farklı ele alacaktır. Çünkü tarihçi, ait olduğu kültür yaşadığı dönem ve bölge itibariyle geçen yazılarımızda ifade ettiğimiz üzere etkilenen bir nesnedir. İşte sağlıklı bir yorum yapabilmek, tarihçinin bu hususlara dikkat etmesiyle mümkün olabilir. Son konumuz ise "Tarihin Kutsanması" ile alakalı. Tarihin kutsanması sağlıklı bir yorumun yapılmasının önünde büyük engellerden birisi olarak görülüyor. Özellikle vukuu bulduğu dönemden sonra bir inanç konusu haline gelen bazı olaylarla ilgili tarihi rivayetlerin bir kısmının tartışılamaz realiteler gibi görülmesi daha sağlıklı bir tarih yorumunu engelleyen önemli bir unsur olarak görülmüş. Ancak tarihin kutsanması denilince akla sadece dinlerin tarih anlayışı gelmemelidir. Bilakis tarihi kutsayan en önemli akımın milliyetçilik olduğunu belirtiyor hocamız. Bunun farklı yansımalarına ve doğurduğu reflekslere de değinen yazar çok önemli tespitler yapmaya devam ediyor. Sözgelimi resmi tarih yazıcılığının kendisine zıt bir unsur söz konusu olmadığı müddetçe bu kutsamayı desteklediği ve muhalif tarihçiliğin ise benzeri ideolojik yaklaşımlara sahip olduğu değerlendiriliyor. Marksist tarih yazımının tarihi, Marksist ideolojinin tefsiri şeklinde okuduğu ve tüm tarihi, sınıfların çatışması olarak gördüğü yaşanan savrulmaların boyutları açısından önemli örnekler olarak dikkatlerimize sunuluyor.

Bu haftaki yazımızda kitabımızın üçüncü ve dördüncü başlıklarını ele alıp çeşitli problemlere değinen bir tanıtım yapmaya gayret ettik. Haftaya görüşmek dileğiyle.





[1] Yüzüncü Yıl Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Lisans Öğrencisi

Medine'den Medeniyete...

Doç. Dr. Mithat ESER
Hz. Muhammed (sav) hac mevsiminde çadır çadır dolaşarak İslam toplumunun Medineli birkaç kişide hayat bulmasını sağlamış, Akabe görüşmeleri ve sözleşmeleriyle tohum fideye dönüşmüştür. Bu fidelerin ağaç, ardından da ormanlar halini alması Yesrib şehrinde gerçekleşecektir. Hz. Peygamber’in hicretiyle beraber Yesrib, Medine olacak; bu şehirden hareketle medeniyet, İslam medeniyeti yüz yıllar boyu vücut bulacaktır. Farklı din, dil ve kavme mensup insanların asırlarca birlikte, huzur içerisinde yaşadığı İslam medeniyetine insanlık şahit olacaktır. Medine’den medeniyete giden yolun başında atılan sağlam adımları bilmek gerekmektedir. Böylece Medine’yi ve İslam medeniyetini anlayan Müslüman her zamanda ve mekânda aynı medeniyeti oluşturmanın gayreti içinde olacaktır.
I. Akabe biatiyle birlikte Musab b. Umeyr ile Abdullah b. Ümmü Mektum Medine’ye Hz. Peygamber tarafından gönderilmiştir. Onların görevi insanları İslam’a davet etmek, onlara namaz kıldırmak ve Kuran-ı Kerim’i öğretmek idi. Bu iki kişiden bir tanesi büyük bir servet ve zenginlikten sonra maddi olarak çok sıkıntılı bir hayatı yaşamakta, diğeri ise bir rivayete göre doğuştan, başka bir rivayete göre ise beş yaşında görme yetisini kaybeden görme engellidir. İnsanların ihtidası, şuurlu ve bilinçli bir hale gelmesinde zenginliğinin ya da herhangi bir engelinin olmaması şart değildir. Maddi imkânlar olmasa da insan bazı yetilerinden mahrum olsa da bu hizmeti en güzel biçimde yürütebilir.
Medine’deki Musab b. Umeyr, Medineli Esad b. Zurare ile Müslümanlara Cuma namazı kıldırmaya başlamıştır. Bu güvenliğin olduğu her yerde Cuma namazının kılınabileceğini gösterdiği gibi, Müslümanların cumaları özellikle bir araya gelerek birbirlerinden haberdar olmalarının gerekliliğini de ortaya koymaktadır. Her mahalledeki Müslümanları birleştiren, onları yekvücut haline getiren, birbirinin derdiyle hemhal olduran bir özelliğe sahiptir Cuma namazları.
Allah Rasulü’nün Medine’ye hicretten sonra ilk yaptığı iş önce Kuba’da ama daha önemlisi şehrin merkezinde mescid inşa etmek olmuştur. “Hz. Peygamber, ‘Yeryüzü benim için mescid kılınmıştır.’[1] buyurmuştur. Bu da İslam’da mescidin sadece namaz ikamesi için olmadığını, bunun dışında hem dini hem de kültürel bir merkez olarak çok önemli bir yere sahip olduğunu göstermektedir.”[2] Mescid inşa ederken mescidin parasını bizatihi ödemiş, mescid inşaatında kendisi de çalışmıştır. Bunlar bizim için örneklik teşkil eden hususlardır. “Hz. Peygamber “Allah’ım, ecir ahiret ecridir. Ensar ve muhacirlere merhamet et” diyordu. Bu yolla birlikte dua etme, zikir yapma, dilekte bulunma ve yakarışta bulunmayı öğrenmişlerdir. Hz. Peygamber, bu vesile ile dua ederken ensara öncelik tanımış, onların adını muhacirlerden önce anmıştır. Bu mesajla bir başka değişim ve dönüşüm daha yapılmış, insanlar o toplumda mescidi mensup olduğu aile, kabile ve soy ile anılmamış, tamamı ensar/yardımcı olma vasfıyla anılmışlardır. Onlar Müslüman olma vasfının yanında muhacirlere ve onların başında Hz. Peygambere destek vermeleri, himaye etmeleri ve onu korumada tutmaları, onlara bu vasfı kazandırmıştı. Hz. Peygamber mescit yaparken dahi onları ve muhacirleri vasıflarıyla anmış, onlara dua etmiştir. Bu toplumda ensar ve muhacir olma vasfının dışında her hangi bir kimliğe ve alt kimliklere yer verilmesine gerek görülmemiştir. Daha sonra inecek olan ayetler de onları bu vasıflarıyla anacaktır.”[3]
Allah Rasulü’nün Medine’de ilk yaptığı iş müâhât (kardeşlik) olayıdır. Müslümanlar siyasi görüşü, mezhebi, meşrebi, tarikatı ne olursa olsun kardeştir. Bu, inanç bağına dayalı bir kardeşliktir. Birbiri için canını veren, mal varlığını birbiriyle paylaşan bir kardeşliktir. Kardeşlik projesinin en önemli sonucu sağlam bir toplum, sağlam bir devlet oluşturulmuştur. Bugün bir Müslüman özellikle din görevlisi, görev yaptığı yerde görüşü ne olursa olsun sağlam ve muhkem bir toplum oluşması için İslam kardeşliğini ilk sırada gözetmelidir. Bu noktada alt kimlikleri göz ardı etmeli ve hizmetini İslam kardeşliği esasına göre yürütmelidir. Mezhep, meşrep, tarikat, cemaat bağlılığı olsa bile bunu gündeme getirmemelidir. Medine’deki ilk kardeşlik esnasında kardeşlerin birbirlerine mirasçı olabilmeleri ve Bedir savaşından sonra miras ile ilgili hükümlerin belirlenmesine kadar bunun devam etmesi önemli bir ayrıntıdır.
Medine’den medeniyete giden yolda atılan bir adım da nüfus sayımıdır. Askeri amaçla gerçekleştirilen bu sayımda 1500 erkeğin olduğu belirlenmiştir. Bu bize insanların potansiyellerini öğrenmenin önemini anlatmaktadır. Herhangi bir faaliyet gerçekleştirileceği zaman, elimizdeki insan gücünün becerisi, yeteneği, maddi imkânını bilmemize imkân veren bir faaliyettir bu. İnsanı bilmeden, tanımadan, insanı merkez almadan sağlam bir toplum oluşma/oluşturma imkânı yoktur. Muhkem bir toplum oluşturmadan bir medeniyet kurma ihtimali de söz konusu değildir.
İslam medeniyetinin en önemli vasıflarından birisi hoşgörü medeniyeti olmasıdır. İnsanı insan olması hasebiyle önemseyen bu bağlamda farklı inanç mensuplarının rahatça yaşayabildiği İslam medeniyeti, önde gelen birçok medeniyetten bu anlamda farklılık göstermektedir. Farklı inanç mensuplarına değil yaşam hürriyeti aynı zamanda dini düşünce ve kanaatlerini hem yaşama hem de ifade edebilme hürriyeti tanıyan İslam medeniyetinin temelinde Medine’deki farklı isimlerle anılan farklı kesimlerin imza attığı Medine Vesikası yer almaktadır. Farklı inanç kesimleri de dâhil olmak üzere toplumun her katmanının hak ve sorumluluklarının belirlendiği; eğitim, ekonomi ve hukuk vb. alanlarda teşkilatlanmanın gerçekleştirildiği bu vesika bir anayasa niteliğinde bulunduğu çağın ötesinde hükümler içermektedir. Müâhât (kardeşlik) inanç bağıyla insanları bir arada tutarken, bu vesika aynı devlet çatısı altında vatandaş bağıyla insanların barış ve huzur içerisinde yaşamasını teminat altına almıştır. Horasan’dan Anadolu’ya, Suriye’den Endülüs’e kadar farklı din mensuplarının birlikte yaşadığı, görüş ve düşüncelerini açıkladığı ve rahatça ibadetlerini yapabildiği bir ortamın referansı Medine Vesikası olmuştur.
Medeniyet belli bir toprak diliminde olacağı gibi bir vatan da belli sınırlar içerisinde yer alır. Bu sebeple Hz. Peygamber, Kab b. Malik’i Medine şehir devletinin sınırlarını belirlemesi için görevlendirmiştir. Çünkü sınırları belli olan bir toprak parçası ancak vatan olabilirdi.[4] Bir Müslüman da hizmetini yürütürken, insanlara İslamiyet’i ve güzelliklerini ulaştırırken en yakınından başlayıp kademe kademe ilerlemeli, sınırlarını iyi belirlemelidir. Yine insanların en temel hak ve hürriyetlerinden mahrum olma anlamına gelen vatansızlığın, bir sorun olduğu unutulmamalıdır.
Böylece kurulan Peygamber şehri asırlar boyunca model alınacak şehirler ve İslam toplumlarıyla birlikte İslam Medeniyetinin temelini oluşturmuştur. İslam medeniyeti elbette ki farklı medeniyetlerden faydalanmış, onlarla etkileşim içinde olmuştur. Ancak tevhide dayalı bir şekilde insanı merkeze alan, bu bağlamda insanın dinine, diline, rengine, mezhebine bakmayan bir medeniyet oluşturarak, bütün medeniyetlerden çok farklı özelliklere sahip olmuştur. İslam medeniyetinin çocuklarının bugünkü işler acısı halinden kurtulması ve dünyaya örnek bir toplum oluşturması İslam medeniyetini yeniden yaşaması ve yaşatması ile mümkün olacaktır.







[1] Buhari, Teyemmüm, 1.
[2] Mustafa Karataş, “Hz. Peygamber’in Yerleşim ve Şehirleşmeye Yönelik Çabaları: Medine Örneği”, İstanbul İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2013,  28, s. 65-66.
[3] Mevlüt Koyuncu, “Medine Şehir Devleti”, SAÜ Fen Edebiyat Fakültesi Dergisi, 2009 II,  s. 93.

Yazarlar