Yrd. Doç. Dr. Feyza
Betül Köse
İslâmiyet’te
kadının yeri ile ilgili olarak çok sayıda çalışmanın yapıldığı ve bu konunun
gündemden neredeyse hiç düşmediği malumdur. İslâm’ın kadına dair hükümlerinin
pratiğe döküldüğü Hz. Peygamber dönemi ve hemen akabindeki Peygambersiz yaşama
intibakın sağlanmaya çalışıldığı Dört Halife Dönemi’ndeki uygulama örneklerinin
dikkate alınması, konunun doğru değerlendirilmesine imkân sağlayacaktır. Bu
yazı ile günümüz Müslümanı için tarihî referans değeri taşıyan Dört Halife
Dönemi Medine’sinde kadının konumunun ortaya konulmasına katkı sunmayı
amaçlamaktayız.
Kaynaklarımız kadının
Resulullah zamanında sahip olduğu sosyal konumunu yaklaşık olarak bu dönemde de
devam ettirdiğini göstermektedir. Rivâyetlerden Arap kadınının çeşitli
vesilelerle sosyal hayata dâhil olduğu anlaşılmaktadır. Örneğin dönemin
Medine’sinde isteyen kadınlar mescide giderek namazlarını cemaatle kılmaktaydılar.
Ayrıca bayram namazları sadece erkeklerin katılımıyla kılınmaz, kadınlar da bu
namaza iştirak ederlerdi. Bunun yanında çeşitli nakiller şehirde zaman zaman
düzenlenen eğlenceleri kadınların da seyredebildiklerini haber vermektedir. Hz.
Ömer’in kadınların sosyal hayata katılımı konusunda Hz. Peygamber ve Hz. Ebû
Bekr çizgisinden bir ölçüde ayrıldığı, örneğin onların mescide gelmelerine
kısıtlama getirmek istediği bilinmektedir. Bu isteği öncelikle kendi eşi ve
oğlu tarafından kabul görmeyen Halife, mescide kadınlar için ayrı bir kapı
yaptırmış ve teravih namazlarında ayrı bir cemaat oluşturarak, sofada
erkeklerin imamından farklı bir imamın onlara namaz kıldırmasını sağlamıştır.
Hz. Osman, teravih namazlarındaki bu ayrımı ortadan kaldırmakla birlikte
kadınlardan, erkeklerin ayrılmalarından sonra mescitten çıkmalarını istemişti.
Dört Halife Dönemi Medine’sinde kadınların mescide gelmekten tamamen
alıkonuldukları bir dönemin yaşanmadığı, namaz vakitlerinin yanı sıra
hutbelerde de mecsitte bulundukları hatta Ramazan ayında burada toplanarak,
oruç tutan çocuklarını oyalayabilmek için çeşitli örgü oyuncaklar hazırladıkları
rivâyetlere yansımıştır.
Kadınların bulundukları
bir başka sosyal ortam ise cenaze törenleridir. Rivâyetler kadınların da cenazeye
katıldıklarını ve kabristana kadar geldiklerini ortaya koymaktadır. Örneğin Hz.
Osman’ın hanımı Nâile, Ümmü’l-Benîn bnt. Uyeyne ve Hz. Osman’nın beşinci kızı o
günlerin zor şartlarına rağmen Hz. Osman’ı kabre götürenlerle beraberlerdi.
Cenazesinde kadınların bulunmasını istemeyenlerin buna dair bir vasiyette
bulundukları görülmektedir ki Hz. Ömer bu kişilerden biridir (İbn Sa’d, III,
340; Belâzurî, X, 436-437).
Cenaze
bahsinde sözünü etmemiz gereken bir âdet de mersiye söylenmesidir. Mersiye
söyleyenlerin ise ağırlıklı olarak, eşleri ve yakınları için ağıt yakan
kadınlardan oluştuğu ve her ailede şiirden anlayan kadınların bulunmasından
dolayı mersiye söylemenin âdeta onlara özgü bir iş halini aldığını
söyleyebiliriz. Şiirle iştigal eden kadınların hemen her ailede bulunması ile
birlikte Hansa bnt. Amr b. eş-Şerîd gibi bu şehirde yetişen meşhur kadın
şairler de vardı (İbn Abdilber, IV, 1827).
Medine’de birbirini
tanıyan kadın ve erkeklerin dışarıda selamlaşarak konuştuklarına dair nakiller
(İbn Sa’d, III, 367; İbn Ebî Şeybe, VIII, 456; İbn Şebbe, I, 411; İbn Abdilber,
IV, 1832) de kadının toplum içinde yalıtılmış bir hayat sürmediğini ortaya
koyan delillerdendir. Ayrıca Taberî’de yer alan bir rivâyet, Hz. Ömer’in bir
gün ordudan haber getiren bir askeri evine yemeğe getirdiği, sofra hazır
olduğunda da hanımı Ümmü Gülsüm’ü kendileriyle beraber yemek yemesi için
çağırdığını haber vermektedir. Ümmü Gülsüm’ün “Madem benim başkalarının yanına
çıkmamı istiyorsun o halde beni de İbn Ca’fer’in, Zübeyr’in ve Talha’nın
hanımlarını giydirdikleri gibi giydirsen ya!” şeklindeki cevabı (Taberî, IV, 187-188) kadınların eve
gelen misafirlerle beraber oturması ve yiyip içmesinin o dönemde normal
karşılandığını göstermektedir.
Ticarî hayatta
kadının görünürlüğünü de bu bağlamda değerlendirmek mümkündür. Abdullah b.
Mes’ûd’un eşi Rayta bnt. Abdillah gibi bir zanaatla uğraşan ve elde ettiği
gelirle evini geçindiren kadınların yanı sıra kazandığı bu geliri tasadduk eden
kadınlar da vardı. Hind bnt. Utbe ise
Beytülmâl’den ticarî kredi çekerek aldığı 4000 dirhem ile Benî Kelb kabilesi
ile ticaret yapan bir isimdir. Ticarî hayattaki kadına dair ilginç bulduğumuz
bir rivâyet de oğlu Abdullah b. Ebî Rebîa’nın Yemen’den gönderdiği güzel
kokuları satan Esmâ bnt. Muhâribe ile ilgilidir. Okuma yazma bilmeyen Esma,
istenilen miktarı tartarak küçük şişelere doldurmakta ve kendisinden alışveriş
yapan kadınların veresiye defterindeki hesaplarına borçlarını yazdırmaktaydı
(İbn Sa’d, X, 284; İbn Hacer, I, 10).
Resulullah
zamanında ticaretle uğraşan Müleyke, Kayletü’l-Enmâriyye gibi kadınların Dört
Halife Dönemi’nde de ticarî faaliyetlerine devam edip etmediklerini kesin
olarak bilmesek dahi çarşıda Şifâ bnt. Abdillah, Semrâ bnt. Nuheyk gibi ürün ve
fiyat denetimini gerçekleştiren hanım muhtesiplerin görev almaları burada
kadınların da satış yapmakta olduklarını düşündürmektedir.
Medineli
kadınlar gerekli gördüklerinde haklarını bizzat aramak için doğrudan
yetkililere başvurabilmekteydiler. Hz. Fatıma’nın Fedek arazisi konusunda Hz.
Ebû Bekr ile bizzat görüşerek miras payını istemesi bu konudaki örneklerden
yalnızca biridir. Gecelerini namaz kılarak, gündüzlerini ise oruçlu olarak
geçiren kocasından şikâyetçi olan bir kadın, yine “Hayrı az, şerri çok diyerek”
eşini halifeye şikâyet eden bir diğer kadın bu konuda zikretmemiz gereken
örneklerdendir. Kendisini döven efendisini Halife Ömer’e şikâyet eden cariye
(Mâlik b. Enes, Itk: 7) örneğinde olduğu gibi bu konuda cariyelerin de tıpkı
hürler gibi özgüvenli davrandıkları görülmektedir (İbn Sa’d, II, 273; Buhârî,
Humus: 1, Meğâzî: 14, Ferâiz:3; Müslim, Cihâd: 53, 54; İbn Şebbe, I, 196;
Muhibbu’t-Taberî, I, 165; İbn Kesîr, VIII, 186; Zehebî, Târîh, V, 33).
Kadınların
halifelere müracaat sebepleri sadece şikâyet değildi. Onlarla istişâre etmek de
bu görüşmelerin bir diğer nedeniydi. Örneğin Akîl b. Ebî Tâlib ile Ali b. Ebî
Tâlib’in kendisine evlenme isteği ilettikleri Fatma bnt. Utbe, konuyu Halife
Osman ile istişâre etmişti (Belâzurî, II, 333-334). Kendisini Mücâdele
Suresi’nin ilk ayetlerinin inişine sebep olan kadın olarak tanıdığımız Havle
bnt. Hakîm, Hz. Ömer döneminde de etkinliğini devam ettirmiş ve pek çok kez halifeyle
görüş alışverişinde bulunmuştur. Ümmü Varaka’nın toplumsal hayatta öne çıkan
konumunu Hz. Ömer döneminde de devam ettirdiği, yine Ümmü Seleme’nin de dönemin
etkin isimlerinden biri olduğu hatırlanmalıdır. Hz. Âişe’nin etkinliği ise her
türlü izahtan vârestedir.
Kadınların
Halife ile rahat görüşebilmelerinin yanı sıra evlilik gibi kendileri için son
derece önemli konularda babaları ile rahat bir şekilde konuşabildikleri de
görülmektedir. Örneğin, Hz. Ömer’in vefatından sonra dul kalan eşi Ümmü Gülsüm,
kendisini evlendirmek istediğini söyleyen babası Hz. Ali’ye, “Ben, kadınların
istediğini isteyen bir kadınım, kadınların dünyalık olarak aldığını almak,
kendi işimi görmek isterim” demişti (İbn İshâk, 234). Yine Hz. Osman’ın da kızlarından
birini evlendirmek istediğinde yanına oturup ona danıştığı rivâyet edilmektedir
(İbn Ebî Şeybe, VI, 19).
Bilindiği
üzere o dönemlerde kadınlar sosyal statü itibariyle hür ve cariye olarak
birbirinden ayrılmaktaydı. Hür kadınların her ne kadar erkeklerle eşit
toplumsal konuma sahip olmadıkları bilinse de onların cariyelerle de bir
tutulmadıkları görülmektedir. Bunun en belirgin örneği kıyafet ve tesettür
konusunda göze çarpmakta ve iki kesimin tesettür sınırları birbirinden
ayrışmaktadır. Hz. Ömer’in elindeki kırbaç ile hür kadınlar gibi başını örtüyle
kapatan bir cariyenin başına, örtüsü düşünceye kadar vurarak cariyelerin hür
kadınlara benzememeleri gerektiğini söylemiş olduğuna dair rivâyet (İbn Sa’d,
IX, 125), bu ayrışmanın
ortadan kalkmaması yönündeki kararlılığı ortaya koymaktadır. Cariyeler için
sadece başlarını örtmeleri değil bir dış kıyafet olan cilbâbı giyinmeleri de
yasaktı.
Kuşkusuz hür
kadınlar ve cariyeler arasındaki farklılık sadece tesettür alanına özgü
değildir. Öncelikle belirtilmesi gereken husus cariyelerin tıpkı bir ticarî mal
gibi alım satıma konu olmaları ve pazarlarda da satılmalarıydı ki özellikle
hadis literatürümüzde ve özellikle Musanneflerde bu hususa dair çokça rivâyet
mevcuttur. Efendisinden çocuk dünyaya getiren cariyeler olan ümmü veledler Hz.
Peygamber ve Hz. Ebû Bekr dönemlerinde satılabiliyorken Hz. Ömer onların
satılmasını yasakladı. Hatta bu hüküm düşük yapan cariyelere de teşmil edildi.
Düşük yapmış ümmü veledi dört bin dirheme satan bir adama kırbacıyla vuran Hz.
Ömer, “Kanı kanınıza, etleri etlerinize karışmışken siz de onların parasını mı
yediniz” diyerek tepkisini dile getirmişti. Hz. Osman döneminde de devam eden
bu yasak Hz. Ali’nin hilâfeti döneminde kaldırılmış ve Hz. Ali, kendisinin de
önceleri Hz. Ömer ile aynı görüşte olduğunu ancak daha sonra bu fikrini
değiştirdiğini belirtmiştir (İbn Şebbe, I, 386). Halifelerin ümmü veledlerin
dışındaki cariye ve esirlerin satışında da çocukların annelerinden
ayrılmamalarını istedikleri bilinmektedir.
Cariyelerin devlete
ait olup olmaması onların hukukî durumlarını da etkiliyordu. Devlete ait yani Beytülmâl’e
kayıtlı olan cariyelere kimse dokunamıyor iken cariye kişiye ait ise tasarruf
hakkı sahibinin oluyordu. Cariyelerle ilgili olarak o dönemden rivâyetlere
yansıyan bir başka durum da evli olan cariyelerin hediye edildikleri veya
satıldıklarıdır (İbn Ebî Şeybe, VI, 456; Beyhakî, V, 528). Ancak bu durumda bud’
denilen cariyeyle ilişkiye girme hakkı kocasına ödenmeden onunla birlikte
olunamadığını da eklememiz gerekmektedir. Konuya dair bir anektot Abdurrahman
b. Avf ile ilgilidir. Onun, gördüğü bir cariyeyi çok beğendiği ve sahibinden
dört bin dirheme satın aldığı rivâyet edilmiştir. Ancak cariyenin evli olduğunu
öğrenen İbn Avf, kocasına onu boşaması için beş yüz dirhem teklif etmiş,
kocasının kabul etmemesi üzerine cariyeyi geri vermiştir (İbn Ebî Şeybe, VI,
457).
Medinelilerin cariyeleri
ile ilişkiye girdikten sonra onu satmak istemeleri durumunda hamile olup
olmadığını anlamak üzere cariye âdet görüp temizlenene kadar bekledikleri,
hamile olmaması durumunda sattıkları bilinmektedir ki şayet beklemeden satarlar
ve cariye de yeni efendisinin yanında doğum yaparsa mesele dava konusu
olabiliyordu.
Kadınların
tarafı oldukları dava türlerinin bir diğeri de kendilerine uygulanan şiddetle
ilgiliydi. Bazı durumlarda halife, şiddet gören kadınlara diyet ödenmesine
karar verebiliyordu. Bu durumların halife tarafından haksız olarak
değerlendirilmesi diyet kararında etkili olmalıdır. Örneğin Osman b. Maz’ûn’un
vefatından sonra hanımı, eşinin başka bir hanımından olan oğlu tarafından
şiddet görmüş ve yüzünde yaralar açılmıştı. Şikâyet üzerine Hz. Ömer, kadına
diyet ödenmesine karar vermişti (İbn Şebbe, I, 386). Bu tür davalar Dört Halife
Dönemi Medine’sinde kadına yönelik şiddetin varlığını gösteren işaretlerden
sadece biridir. Bazı isimlerin ise bu konuda özellikle belirginleştiğini
söylemek mümkündür. Örneğin Zübeyr b. el-Avvâm’ın hanımlarına karşı çok sert
davrandığı, çamaşır asılan çubukları onların üzerinde kırdığı rivâyet
edilirken, Hz. Ömer’in de hanımlarını, hizmetçilerini hatta gelini Safiyye’yi
dövdüğü nakledilmektedir. Her iki isimle de evlilik gerçekleştiren Âtike bnt.
Zeyd evlenirken Hz. Ömer’e ve ondan sonraki eşi Zübeyr b. el-Avvâm’a kendisini
mescide gitmekten alıkoymamaları ve ona vurmamalarını şart koşmuştu. (İbnu’l-Esîr,
VIII, 182-183).
Bunun dışında
Hz. Ömer’in dışarıya koku sürünmüş olarak çıkan kadınlara müdahale ve
cezalandırmakla tehdit ettiği de anlaşılmaktadır. Esasen çeşitli rivâyetler Medineli
kadınların yaşantılarında, giyim, kuşam ve süslenmelerinde zamanla
değişikliklerin olduğunu ve kadınların bu konularda gittikçe daha rahat
davranmaya başladıklarını göstermekteyse (Mâlik b. Enes, Kıble: 15; Buhârî,
Ezan: 162) de bunu genele teşmîl etmenin yanlış olacağı kanaatini taşımaktayız.
Kadınların
kullandıkları giysiler maddi imkânlara göre değişiklik göstermekteydi. Kadınlar
dışarıda genellikle uzun elbise üzerine kaftan tarzı bir kıyafet ile bulunuyorlardı.
Yüzlerini örterek dışarıya çıkan kadınlar olduğu gibi yüzünü açık bırakarak
yabancı erkeklerle konuşanlar da vardı (İbn Asâkir, LXIX, 250-251). Bununla
birlikte kadınların ince, şeffaf ve göz alıcı renklerde kıyafet kullanmaları
sahabîler tarafından yasaklanmıştı. Örneğin Hz. Ömer, kadınların Mısır’da imal
edilen kabatî türü kumaştan yapılan giysileri giyinmelerini çok ince olması
nedeniyle yasaklarken sahabîler, çarpıcı renklerde ince kumaşlardan mâmul
kıyafetlerin giyilmesine izin vermemekteydiler. Maddi zenginleşmenin yaşandığı
dönemde ashâbın, hanımlarının giysileri için oldukça yüklü miktarda para
harcadıkları da konuya dair rivâyetler arasındadır (İbn Sa’d, III, 55;
Belâzurî, VI, 102).
Medineli
kadınların süslenmek için çeşitli yollara başvurdukları, ellerine kına
yaktıkları, bazılarının kına ile nakışlar yaptıkları, gözlerine ismid cinsi
sürme çektikleri, yüz kıllarını aldırdıkları ve yüzlerinde çıkan sivilceleri
tedavi ettirdikleri görülmektedir. Koku sürünme ve sürme çekmenin Medineli
kadınlar arasında yaygın olduğunu gösteren bir rivâyette Hz. Osman’ın eşi Nâile’nin
babasının, kızını gelin çıkarmak üzere geldiklerinde söylediği, “Senden daha
güzel kokular sürünen Kureyş kadınlarından bir kadının üzerine gidiyorsun,
gözüne sürme çek ve su ile güzelleş” şeklindeki sözleri yer almaktadır (İbn
Şebbe, II, 111).
Kadınların
süslenmesinin bir diğer yönü olan takılar ise, Resulullah döneminde de
kullanılan bileklik, küpe, gerdanlık ve altın yüzüklerden oluşmaktadır. Bu
takılar evlenen kızlarına babaları tarafından da takılabiliyordu. Bunun bir
örneğini de Abdullah b. Ömer’in kızlarına hediye ettiği altın takılar
oluşturmaktadır.
Kızların gelin
olmalarından önceki senelerde yaşadıkları bir hadise de sünnet edilmeleriydi.
Bu vesile ile yemek davetleri ve törenler de düzenlenebilmekteydi. Örneğin Zeyd
b. Sâbit kızını sünnet ettirmesi nedeniyle Muhâcir ve Ensâr’ı davet ettiği bir
yemek vermiş, birden fazla yemek çeşidinin ikram edildiği davette bir şarkıcı
da şarkılar söylemişti (İsfehânî, XVII, 120).
Buraya kadar
aktardıklarımız, kadınların sosyal hayatta etkin ve görünür olduklarını ortaya
koymaktadır. Ancak hür kadınların iddet süreleri içerisinde bazı kısıtlamalarla
kayıtlı olduklarını da belirtmemiz gerekmektedir. Şayet eşinin ölümünden dolayı
iddet bekleyen kadın hamile ise mutlaka eşlerinin evinde doğum yapması
sağlanıyordu. Babasının evine ziyarete giden böyle bir kadının doğum sancıları
çekmeye başladığı Hz. Osman’a haber verildiğinde Halife, kadının kendi evine
nakledilmesini istemişti. Hz. Ali ise kızı Ümmü Gülsüm’ü eşi Hz. Ömer vefat
ettikten yedi gün sonra başka bir eve nakletmiştir ki bu durum, yasağın
hamileleri kapsadığını düşündürmektedir. Bunun yanında iddet içerisindeki
kadınların hac ve umreye gitmeleri yasaklanmış, hatta gidenler yoldan geri
döndürülmüştür (Mâlik b. Enes, Talâk: 88; İbn Ebî Şeybe, VI, 569). Şayet kadın
eşinden boşanmasının akabinde iddet bekliyor ise onun için bu yönde herhangi
bir kısıtlama getirilmiyordu. Öyle ki maddi durumu iyi olan Zübeyr b. el-Avvâm,
Medine’de yaşayan böyle kadınların iddet süreleri içerisinde kalabilecekleri
bir ev tahsis etmişti. İddet süresinin sonunda kadınların genellikle başka
evlilikler yaptıklarını ve bunun o toplumda olağan bir durum olduğunu
söyleyebiliriz. Örneğin Cafer b. Ebî Tâlib’in vefatından sonra Hz. Ebû Bekr ile
evlenen Esma bnt. Umeys onun vefatından sonra da Hz. Ali ile evlenmişti. Hz.
Ali’nin kızı Ümmü Gülsüm, eşi Hz. Ömer’in vefatından sonra Avn b. Ca’fer ve
onun vefatından sonra da Muhammed b. Ca’fer ile evlenmişti. (İbn İshâk, 234,
235).
İddet
sürecindeki kadınlara yönelik sosyal yardımlaşmanın bu örneğinin yanında bir
başka yardımlaşma örneğini de ebeveyni vefat eden kızların ve dul kadınların
himâye altına alınması oluşturmaktadır. Anne babasını kaybeden ve velisi
bulunmayan kızlar evlenme yaşı gelinceye kadar bir Medinelinin yanında
kalabiliyor ve onun himâyesine giriyordu. Örneğin Ebû Zer, Rebeze’de vefat
ettiğinde Hz. Osman onun kızını himâyesine almış ve kendi ailesinin yanına
yerleştirmişti (İbnu’l-Esîr, I, 565). Ömer, kocasının oğlu ile evlenen
Müleyke’yi Manzur’dan ayırdığı zaman, “Bu kadını himayesine kim alacak?” diye
sormuş, Abdurrahman b. Avf’ın “Ben” diye cevap vermesi üzerine Müleyke onun
evine yerleştirilmişti (İbn Hacer, VI, 142).
Herhangi bir
suçu tespit edilen Medineli kadınlara, halifeler tarafından çeşitli cezaların
verildiği de görülmektedir. Örneğin kendine ait köle ile evlenmek isteyen bir
kadın ve kölesi, Halife Ömer tarafından kırbaçlatılmıştı. Yine Hz. Ömer’e
kocasına karşı âsi olduğu suçlaması ile getirilen bir kadına Halife’nin verdiği
ceza kadının üç gün boyunca içerisinde fazla çöp bulunan bir eve hapsedilmesi
olmuştu. Sürenin sonunda kadına, “Halinden memnun musun?” diye sorulduğunda
kadının, “Kocamla evlendiğimden beri hapsedildiğim şu üç gün dışında rahat yüzü
görmüş değilim” cevabını vermesi üzerine Hz. Ömer, kadının kocasına
“Kulağındaki küpeler dışında her şeyini alıp onu boşa” demiştir (İbn Ebî Şeybe,
VII, 376). Yine zina eden kadınların Medine dışına sürüldüğüne dair de
rivâyetler mevcuttur.
Rivâyetlerin
genelinden çıkardığımız sonuç dönemin Medine’sinde kadının bir birey olarak
kabul edildiği, onların da kendilerini toplumsal hayattan uzak görmedikleri ve
bu hayata katılımlarında kayda değer bir sorun yaşamadıkları şeklindedir. Ancak
her dönemi kendi şartları çerçevesinde değerlendirmek mecburiyetinde
olduğumuzu, hadise ve olguları günümüzün bakış açısıyla yorumlamanın bizi
yanlış sonuçlara ulaştırabileceğini de vurgulamamız gerekmektedir. İslâm
toplumlarında kadının konumunun giderek kadın aleyhine ve gerileme
diyebileceğimiz süreçler yaşadığı genellikle kabul gören bir düşüncedir. Bu
düşüncenin doğruluğu veya yanlışlığının görülebilmesi ve toplum yaşamında
kadının yerinin İslâm’ın ilk dönemleri ile kıyaslanabilmesi için Dört Halife
Dönemi sonrasında kadının sosyal hayattaki konumuna dair çalışmaların yapılması
lüzumu kendini hissettirmektedir.
Netameli bir konu olan köle ve cariye konusunu, Arab örfü ile bezenmiş dini hayatın kuşatmasından ve değer yargılarından soyutlayarak objektif bir yoruma- kritiğe tabi tutmak henüz başarılmadı gözüküyor.. yazarın kitabı arab toplumun islam etkisinde yazılanların bir nakili.. Halbuki TÜRK tarihi ve toplumunun kadına verdiği değerin Arab toplumundan çok üstün ve insani olduğu ortada lakin islamist söylem TÜrk'e alerjisinden baskıcı "islam" devlet toplumlarının şaibe devrelerinden o alana özellikle girmemektedir.
YanıtlaSil