18 Ocak 2017 Çarşamba

Lisân-ı Osmânî Husûsunda Bazı Mülâhazât

Doç. Dr. Cahit Külekci
Bir kısım müellif ‘Osmanlıca’ olarak telaffuz edilen ve dahi bu şekliyle günümüz Türkçesi’ne de yerleşmiş bulunan kelimenin/nitelemenin, ihtivâ ettiği kapsam bakımından hatalı olduğundan dem vurmaktadır. Esâsında haklı bulduğumuz bu tespitin, neticede ‘galat-ı meşhûr’ olarak tavsîfine de uzak olmadığımızı belirtmek istiyoruz. Bu minvalde XVI. yüzyılın ilk yarısında vefât eden, müderris/ şeyhu’l-İslâm Şemseddin Ahmed b. Süleyman, bir diğer ifadeyle İbn Kemâl, bahse mevzû‘ mesele hakkında çeşitli telakkîlerde bulunmuş, üstelik bununla da yetinmemiş söz konusu telakkîlerini kaleme almıştır. Biz de çok seneler önce kaleme alınmış yazıyı günümüz Türkçesi’ne kazandırmaya çalışarak, galat-ı meşhur ile lügat-ı fasîh arasındaki tatlı rekâbete katkıda bulunmayı istemişizdir.


/Efendiler, Arap harfleri ile Türkçe bir kelimeyi yazmakla yeni bir dil elde etmiş olmazsınız. Çok çok yeni bir usûl elde edersiniz. Zamanında Selçukîlerin, belki de zorunlu olarak Türk dilinden uzaklaşmış olmalarıyla bu sürecin meftûh olduğu, Osmanlı’nın da aynı sürece fazlasıyla katkı sağladığını söylemekle iktifâ edelim, zira bu hamur çok su götürür./

İsmini az önce zikrettiğimiz İbn Kemâl, risâlesinin başlarında Eyyûb el-Ensârî’den söz ederek adı geçen sahabîden bahsederken isminin sadece ‘Eyyûb’ şeklinde telaffuz edilmesinin tuhaf bir hata olduğunu aktarır. Sahabînin ismi Hâlid, künyesi ise Ebû/ Ebî Eyyûb’dur. Buna göre sahabîden söz ederken, şayet ismi zikredilecekse Hâlid, künyesi zikredilecekse Ebû/ Ebî Eyyûb denmelidir. Çok mu önemlidir, elbette. Birisi sizin isminizi yarım söylese hoşunuza gider miydi? Ya da… Sizin isminizi hiç bilmese de sizi künyenizle, künyeniz de örneğin Ebû’l-Esved olsun, şşşt kara, gelsene bura, şeklinde bir de kâfiye yaparak söylese… Nasıl?

İbn Kemâl’in dikkat çektiği bir diğer kelime de günümüzde sıklıkla kullandığımız ‘enâniyet’ kelimesidir. Enâniyet kelimesinin Arapça, I. tekil şahıs zamiri olan ‘ene/ ben’den türediğini sanmanın cühelâ icâdı olduğunu ifade eden İbn Kemâl, mezkûr kelimenin esâsında Arapça kökenli olmayabileceğini bile söylemektedir. Sözün burasında ifade etmeliyiz ki, herhangi bir kelimeden bahsederken ‘Kardeşim, bu kelime Arapça’dır, Farsça’dır, Türkçe’dir.’ demek bir hayli birikim istemektedir. Lügate pehlivanlık yapmayınız, Cevherî’den vazgeçmeyiniz.

Billûr kelimesi de galattır İbn Kemâl’e göre. Kelimenin aslının ‘bellûr’ olduğunu aktaran İbn Kemâl’in bu tespiti bir kenara rivayetlerde geçen billûr kelimesini ‘kırılgan cam’ olarak terceme etmek de ayrı bir ironidir. Ne diyelim, Fenikeliler’in canı sağ olsun. İşte tam da cümlede geçmişken belirtelim, İbn Kemâl ‘tercüme’ kelimesinde de benzeri bir hataya dikkat çeker. Müderris ve şeyhu’l-İslâm olan müellife göre kelimenin okunuşu esnâsında ‘cim’ harfinin ötreye tahavvülü söz konusu galata sebebiyet vermektedir. Kelimenin ‘fa’lele’ vezninde ‘terceme’ şeklinde telaffuz olunması gerekmektedir ki, biz de yazımızda az önce kullandığımız kelimeyi bu şekliyle yâd ettik. Daha önceki yazılarımızda ise bilmiyorduk, Allah affetsin!

Bir kimsenin ilmi ya da gayri şeyi terk ettiği halde ism-i mefûl olarak mezbûr eşyâ için ‘metrûk’ denmesi de galattır ki aslı ism-i fâil olarak, ‘târik’ şeklinde telaffuz olunmalıdır. [Bu konuda İbn Kemâl’e katılmamız mümkün değildir, demek istemiyorum zira bir şeyhu’l-İslâm var karşımızda amma ve lâkin… Evrâk-ı metrûke, şeklinde bir ifadeyi bizzat muhterem müderris ve şeyhu’l-İslâm İbn Kemâl de kullanmaktadır, bir diğer eserinde. Tutarsızlık demeyelim, belki kastedilen şey… Savunamadık bunu efendiler!]

‘Âh âh azizim, aramızdaki muhabbete gölge düşürüyor canına yandığım bedbaht günlerim.’ cümlesindeki ‘muhabbet’ten kasıt tam olarak nedir, bilinmez lâkin kelimenin bu şekilde telaffuzu galattır der, İbn Kemâl. ‘Mehabbet’ değil midir ki, yaratılışımıza müsebbib hâl? Öyledir efendim! Bu çerçeve de olmayan bir harfi oldurarak, şizofreni ile temâs kurmanın ‘hayvân’ kelimesinde müşahhaslaştığı da belîdir efendim! ‘Hayy’ ve dahi türeyerek ‘hayeyân’dır aslı, hayevân ya da hayvan nedir ki!

Mesleme b. Abdilmelik, İslâm tarihinin önemli şahsiyetlerinden biridir. Abdülmelik b. Mervân’a mensûb olduğu halde halife olamayan ender kişilerdendir. Ancak ‘Mesleme’ kelimesi garîb bir anlama işaret etmektedir. Mezkûr kelimenin ‘Müslime’ olması lâzım iken bir kezzaba sirâyet eder deyu kelimenin sesini bozan, Müseylime kâzibinden daha kâzibdir. [Ağır oldu, lâkin ifadeler İbn Kemâl’e âittir. Gerçi ‘hüm ricâl, nahnü ricâl’ idi, geçelim efendim, şeyhu’l-İslâm var karşınızda.] Elbette ‘masraf’ kelimesini kullanırken hangimiz aklına gelirdi ki kelimenin aslının ‘masrif’ olduğu. Fi’l-hakîka, ‘mûceb’ kelimesinin ‘mucib’e dönerek, nâs beyninde şuyû‘ bulmasına da taaccüb olunur. Sözü gelmişken ‘maden’ kelimesini de medd yaparak ‘mâden’ şeklinde telaffuz etmeyi kim ihdâs etmiştir? Ya da cühelânın uydurduğu, Arapça ve Farsça’da olmayan ‘felâket’ kelimesinin ‘felek’ten mi müştak sanırsınız? ‘Maksad’ değildir esâs olan ‘maksıd’ımızdır efendiler!

Osmanlıca, Osmanlı döneminde konuşulan ve yazılan Türkçe’ye denmektedir. Osmanlı Türkçesi belki dil üzmektedir, çünkü tek kelimeden müteşekkil değildir. Fakat Osmanlıca diyerek aslında belirli bir dönemi lisânı açısından ötelediğimizi zımnen söylemek istiyoruz. Böylelikle gençlerimizin Osmanlı Türkçesi tedrisâtını gerçekleştirirken, ecdadına duyması gereken yakınlığın Osmanlıca ifadesiyle sağlanamadığını da bu çerçevede beyân edelim. Sanki farklı bir lisân edâsı, hedeflediğimiz sonuca ulaşmamızı engellemese de geciktirmektedir. Sözün özü, Selçukluca demiyorsanız Osmanlıca… En iyisini Allah bilir.

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar