İslam’ın,
cahiliye dönemine nazaran, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde kadın kimliği
ve kadın hakları noktasında önemli adımlar attığı bir gerçektir. Günümüz
Müslümanları da bunun haklı gururunu yaşamakta ve buna sıklıkla vurgu
yapmaktadırlar. Bununla birlikte tarihin birçok döneminde kadınlara dönük İslam
coğrafyasında yaşanan bazı olumsuz uygulamalar, özellikle de günümüz İslam
ülkelerindeki kadının durumu esas alınarak gerek İslam’a gerekse Müslümanlara
dönük eleştiriler yöneltilmektedir. Aşağıda arz edeceğimiz örnek ise sanılanın
aksine kadının, bireysel de olsa, erkek üzerinde ciddi manada baskı kurduğunu
göstermektedir.
Meşhur
İslam tarihçisi Mesudî, “Mürûcü’z-Zeheb” adlı eserinde (3/217-220) Abbasi
Devletinin ilk halifesi Ebü’l-Abbas Abdullah es-Seffah’ın (ö. 754) siyasi
faaliyetlerinin yanı sıra onun özel hayatına dair bilgiler vermektedir. Bu
çerçevede onun evliliğinden söz etmekte ve eşinin onun üzerindeki baskısına
işaret etmektedir:
Ümmü
Seleme bint Yakub el-Mahzumî, Emevi halifelerinden Velid b. Abdülmelik’in oğlu Abdülaziz’le
evliydi. Kocası ölünce Emevilerin kudretli sultanı Hişam’la evlendi. O da ölünce
kadın bir süre dul olarak hayatını sürdürdü. Kadın bir gün bir yerde oturuyorken,
Ebü’l-Abbas es-Seffah onun yanından geçti. Son derece yakışıklı ve zarif bir
gençti. Kadın onun kim olduğunu sordu. Hakkında yeterince bilgi topladıktan sonra
bir cariyesini ona gönderip onun aracılığıyla kendisine evlilik teklifinde
bulundu. Cariyeyi gönderirken;
-
Ona, şu yedi yüz altını sana göndereceğimi bildir, dedi.
Kadın
zengindi; malı mülkü büyük bir serveti vardı. Cariye, Ebü’l-Abbas es-Seffah’a
gitti ve ona olanları arz etti.
O
da:
-
Ben fakirim malım yok, dedi. Bunun
üzerine kadın ona altınları gönderdi. O da kendisine minnettar kaldı. Hemen Ümmü
Seleme’nin kardeşine giderek kız kardeşiyle evlenmesi için ondan izin istedi. O
da izin verince evlendiler.
Adam,
kadının kendisine verdiği altınlardan beş yüzünü ona mihir olarak geri verdi.
İki yüz altını da hediye olarak dağıttı. Kadının evinde gerdeğe girdi. Odaya
girince yüksek bir tahtın üstünde kadının uzanmış olduğunu gördü. O da yanına
çıktı. Kadının bütün uzuvları mücevherlerle kaplıydı. Onun için ona ulaşmakta
sıkıntı çekiyordu. Bunun üzerine kadın, cariyelerinden birini çağırdı ve aşağı
inip elbiselerini değiştirdi. Renkli elbiseler giydi. Ayrıca aşağıda bir yere
adam için bir yatak serdi. Adam yine onunla ilişki kuramadı. Bunun üzerine
kadın, onu teselli etmek ve moralini düzeltmek için:
-
Bu senden kaynaklanan bir durum değil; erkekler böyledir. Senin başına
gelenlerin benzeri onların da başına geliyordur, dedi.
Adam,
o gece onunla ilişki kuruncaya kadar uğraştı. Kadın onu mutlu etmişti. O da
onun üstüne evlenmeyeceğine ve bir başkasıyla olmayacağına yemin etti. Kadın, ona
Muhammed ve Rayta adında iki çocuk doğurdu. Onun üzerinde fazlasıyla tahakküm
kurdu. Öyle ki adam, halife oluncaya kadar, karısına danışmadan ve onun emri
olmadan hiçbir işe karar vermiyordu. Onun dışındaki kadınlara, ne hür ne de
cariye, yaklaşmıyordu. Onu başkasına değişmeyeceğine dair verdiği söze sadık
kaldı.
Hilafet
makamına oturduktan sonra; bir gün Halid b. Safvan adındaki bir dostuyla baş
başa sohbet ediyorlardı. Dostu ona şöyle dedi:
-
Sultanım, ben sizin kudret ve mülkünüzün genişliğini düşünmüyorum da; merak
ediyorum neden kendinizi bir kadına kaptırmışsınız ve sadece onunla
yetiniyorsunuz. O hastalandığında siz hastalanıyorsunuz, kaybolunduğunda
kayboluyorsunuz. Cariyelerin zarafetinden ve onların müthiş lezzetinden kendinizi
mahrum ediyorsunuz. Sultanım kimisi uzun ve ince boylu, kimisi bembeyaz ve
yumuşacık, kimisi buğday tenli ve güzel, kimisi esmer ve narindir. Çok iyi eğitim
almış tatlı dilli bu cariyeler, konuşmalarıyla baştan çıkarır, halvetiyle
lezzet verir. Ya hür kızlara ne demeli!.. Uzun boylu beyazları, kırmızımsı
siyahları, kalçalı sarışınları; tatlı dilli, uzun boylu, ince belli, kıvrımlı
zülüfleri, sürmeli gözleri, tombul memeleri olan Kufe ve Basra doğumlu kızları;
onların süslerini, ziynetlerini ve endamlarının güzelliğini eğer görseydiniz ne
güzel bir şey görmüş olurdunuz Sultanım.
Halid,
onları çok iyi tarif ediyordu. Dilinin tatlılığı ve anlatımındaki ustalığıyla
konuyu abartarak uzun uzun anlatıyordu. Sözünü bitirince Ebü’l-Abbas ona şöyle
dedi:
-
Vay Halid! Vallahi senden duyduklarımdan daha güzel bir konuşmayı daha önce asla
duymadım. Söylediklerin içime oturdu, bana tekrarlayıver onu.
Halid
de konuşmasını öncekinden daha güzel bir şekilde tekrarladı. Sonra yanından ayrıldı.
Ebü’l-Abbas ise ondan duyduklarını düşünerek yerinde çakılı kaldı. Karısı Ümmü
Seleme yanına girdi. Onun derin düşüncelere daldığını görünce;
-
Seni iyi görmüyorum Sultanım, hoşuna gitmeyen bir şey mi oldu, yoksa kötü bir
haber geldi de ona mı içerlendin? dedi.
-
Onlardan hiçbiri olmadı, dedi.
-
Peki derdin nedir? dedi.
Halid
ile aralarında geçen konuşmayı saklamaya çalıştı. Ancak Halid’in dediklerini
ona söyletinceye kadar kadın onu rahat bırakmadı.
-
Peki sen ne dedin fahişenin oğluna? dedi.
-
Suphanallah!.. O bana nasihat ediyor, sen ise ona hakaret ediyorsun? dedi.
Karısı,
sinirle halifenin yanından çıktı ve Neccarilerden[1]
bir grubu Halid’e gönderdi. Yanlarında sopalar vardı. Emri kesindi:
-
Onda sağlam bir kemik bırakmayın!..
Başına
gelecekleri Halid şöyle anlatıyor: Ben çekip evime gittim. Sultanda bıraktığım
etki, söylediklerimi beğenmesi beni mutlu etmişti. Karşılığında bana hediyelerin
geleceğinden şüphem yoktu. Çok geçmeden o Neccariler bana geldiler. Evimin
kapısında oturuyordum. Onların bana doğru yöneldiklerini görünce mükâfat ve
hediyelerden artık emindim. Nihayet başımda durdular ve beni sordular.
-
İşte o Halid benim, dedim.
Onlardan
biri yanında bulunan sopayla üzerime doğru ilerledi. Sopayı bana doğru uzatınca
yerimden fırladım ve hemen içeri girdim. Kapıyı üzerime kilitledim. Gizlendim
ve günlerce o halde kaldım. Evimden dışarı çıkamıyordum. Ümmü Seleme tarafından
onların bana gönderildiklerini düşündüm. Ebü’l-Abbas da beni ısrarla yanına
çağırıyordu. Bir gün aniden bir grubun üzerime hücum ettiğini gördüm.
-
Sultana cevap ver, dediler.
Artık
hayattan ümidimi kesmiştim. Atıma bindim, fakat kendimde değildim. Betim benzim
solmuştu. Saraya varmadan önce birkaç muhafız beni karşıladı. Halifenin
huzuruna çıktım. Odada kimse yoktu. Biraz bekledim, sonra selam verdim. Oturmamı
istediler. Arkamda bir kapının olduğunu fark ettim. Üstüne perdeler indirilmiş,
ardında da bir hareket vardı.
-
Halid, üç gündür seni görmüyorum?
-
Hastaydım Sultanım.
-
Vah, vah! Sen son gelişinde kadınlar ve cariyeler hakkında konuşmuştun. Anlattıklarından
daha güzel bir konuşmayı kulaklarım asla duymamıştı. Onu bana tekrarlayıver.
-
Evet Sultanım, Arapların kuma anlamındaki “zırra” ismini “zarar”dan
türettiklerini ve onlardan birisinin zorda kalmadıkça birden fazla kadınla
evlenmediklerini size anlatmıştım.
-
Vah! Konuşmanda bu yoktu.
-
Hayır, vallahi Sultanım! Üç kadın, üzerinde tencerenin kaynatıldığı üç taş
gibidirler, demiştim size.
-
Resulullah’la olan akrabalığımdan uzak olayım eğer konuşmanda bunu senden
duyduysam.
-
Dört kadın, sahipleri için bir araya gelmiş kötülüktürler; ömrünü çürütür,
ihtiyarlatır, bir deri bir kemik bırakırlar demiştim size.
-
Vah! Bu konuşmayı vallahi daha önce ne senden ne de bir başkasından duydum.
-
Evet, vallahi duydunuz.
-
Yazıklar olsun sana! Beni yalancı mı çıkarıyorsun?
-
Beni öldürmek mi istiyorsunuz Sultanım?
-
Bana anlattıklarına devam et!
-
Bekâr cariyeler, erkektirler; sadece erkeklik organları yoktur demiştim size.
Halid
şöyle devam ediyor: Perdenin arkasından gülme sesi duydum.
-
Evet, ayrıca size Mahzum oğulları Kureyş’in gülüdürler. Senin yanında da o güllerden
bir tane var. Sen ise ondan başka kadınlara ve cariyelere göz koymaya
kalkıyorsun. İşte bunları anlatmıştım Sultanım.
Halid
şöyle devam ediyor: Perdenin arkasından şöyle bir ses geldi:
-
Doğru söyledin amca! Temize çıktın. Sen bunları sultana anlatmıştın. Ancak bunlar
dilinden değişerek ve dönüşerek dökülmüşler.
Ebü’l-Abbas
ise şöyle dedi:
-
Allah canını alsın senin! Neyin var böyle?
Artık
mutlak bir ölümden kurtulmuş olmanın sevinciyle yanlarından ayrıldım. Peşimden
Ümmü Seleme’nin elçilerinin bana geldiğini fark ettim. Yanlarında on bin
dirhem, bir taht, bir koyun ve bir köle vardı.
[1]
en-Neccariyye: İlk Abbasi halifesinin karısı Ümmü Seleme’nin aşireti, adamları,
onun köle ve hizmetkarlarına verilen isim.
Başlıkla konu pek uyumlu değil sanki, mesudî yazmışsa yazmış şuan içinde bulunduğumuz süreçte hangi yönüyle ders çıkaracağımız bir hadise bu anlatılan? Bize ne Seffah'ın cinsel hayatından? Siz buna İslam tarihi mi diyorsunuz? Biraz ciddiyet lütfen, fazla bir şey istemiyoruz.
YanıtlaSilFahişe oğlu ne kadar zarif bir küfür
YanıtlaSilHele cariye ve hür kızların betimlemesi bir ara nerde yazı okuyorum dedim