31 Temmuz 2020 Cuma

Hakikat Budur, O Kadar!

 


Ebû Ömer b. Dâvud

“İşte gerçek inanç… Hakikat budur, başkası değil!” Herhalde bu cümleler, dünyadaki bütün dinlerin bağlılarının bir kısmı tarafından ifade edilmiştir. Dünyada öyle inançlar var ki bir insanın inanması için beyinsiz olması gerekir, diye düşünüyorsunuz, ancak bakıyorsunuz bir sürü insan ölümüne bu inanca inanıyor, hatta onun uğrunda ölüyor.

Şimdi diyeceksiniz ki insanların inançlarının doğruluğuna inanmalarından doğal bir şey yok. Tamam, öyle…

Peki, insan, saçma olana inanmak zorunda mı?

30 Temmuz 2020 Perşembe

Bayram o bayram ola: Kevser Sûresi -Çoklu Meal Denemesi-

***
“Bayram o bayram ola”
***

KEVSER SÛRESİ
-Çoklu Meal Denemesi-

أعوذ بالله ... بسم الله...
اِنَّٓا اَعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرَۜ(1). فَصَلِّ لِرَبِّكَ وَانْحَرْۜ(2). اِنَّ شَانِئَكَ هُوَ الْاَبْتَرُ(3)


Prof. Dr. Cağfer KARADAŞ
KELİMELER
Kevser: 1. Bol nimet, 2. Peygamberlik, iman ve İslam nimeti, 3. Cennette Kevser ırmağı/havuzu. Salat: 1. Mutlak ibadet, 2. Mutlak namaz, 3. Hacda kılınan namaz. 4. Şükürde bulunma. Nahr: 1. Mutlak kurban 2. Hac kurbanı 3. Namazda tekbirlerde elleri göğüs hizasına kaldırmak. 4. Namazda elleri göğüs üstünde üst üste koymak 5. Namazda göğsü kıble yönüne çevirmek. Şâni’: 1. Öfkeli, 2. buğz eden, 3. Kin ve nefret besleyen. Ebter: 1. Nesli kesik, 2. Hayırsız, bereketsiz ve değersiz 3. Etrafında kimse kalmayan ve gelecekte anacak kimsesi bulunmayacak olan. 4. Yetersiz ve eksik.
YORUMLAR
1. Sûrenin yalın ve kısa anlamı:
“Ey Peygamber! Sana kevser verdik. Öyleyse sadece Rabbin için salat kıl ve nahr et. Kesinlikle ebterdir, sana öfke duyan.”

2. Bu sûrenin bir önceki Maûn Sûresini tamamlayan bir anlamı var. O sûrede hesap gününü inkâr eden bu yüzden yetimlere, fakirlere ve hatta komşulara kötü davranan; ibadeti de bir gösteriş haline getiren müşriklerin ve münafıkların özellikleri anlatılmakta. Bu sûrede ise, Allah’ın verdiği nimetlere şükretme; ibadeti sadece Allah için yapma, insanlara iyi davranma, yardımsever olma, daha da önemlisi kimseye kin ve nefret beslememe gibi önemli özelliklere işaret olunmakta. Bütün bunlar Peygamberimiz üzerinden dile getirilmekte.

“Ey Peygamber! Sana müşriklerin / münafıkların asla sahip olamayacakları ve hayallerine bile getiremeyecekleri dünya ve ahiret nimetleri verdik. Onların yaptığının aksine sen sadece Rabbin için ibadet et ve yine Rabbin için kurban kes. Namazda bütün benliğini Rabbine ver, kestiğin kurban etlerini de insanlara dağıt. Seni nesli kesik, hayırsız, bereketsiz ve kimsesiz gören nefret sahibi müşrikler / münafıklar tam söyledikleri şekilde hayırsız ve bereketsiz olanlardır.”

3. Hz. Peygambere verilen İslam nimeti ve Mekke döneminde o nimetin şükrünün göstergesi olan namaz ve kurban ibadetleri zikredilmekte. Sûrenin Mekke’de indiği görüşü bunu desteklemekte.

“Ey Peygamber! Seni elçi seçtik, Kur’an’ı indirdik, din olarak İslam’ı belirledik. Bütün bu nimetleri sana ve inananlara biz verdik. Bu nimetlerin gereği olarak namazı Rabbin için kıl ve kurbanı O’nun için kes. Sana kızan, nefret eden ve kimsesiz gören o müşriklerin bu nimetlerden yana hiç nasibi olmayacak. Onların taraftarları yok olacak, putları için yaptıkları ibadetlerinin ve kestikleri kurbanlarının hiçbir değeri olmayacak, hepsi boşa gidecek.”

4. Beş vakit namaz ve kurban ibadeti anlatılmakta. Bu suresinin Medine’de nazil olduğu görüşü bu anlamı desteklemekte.

“Ey Peygamber! Sana sayısız dünya ve ahiret nimeti verdik. Rabbin için beş vakit namazını kıl, kurban zamanı kurbanını kes. Kin ve nefretle sana nesli kesik ve hayırsız diyenler senin ulaştığın hiçbir nimete ve zafere ulaşamadılar. Allah için kıldığın namazların ve kestiğin kurbanların ahirette karşılığını fazlasıyla bulacaksın. Ama dünyada putları için ibadet edenlerin ve kurban kesenlerin öte dünyada elleri boş kalacak. Bu dünyada seni yalnız ve kimsesiz görenlerin öte dünyada hiçbir değeri ve destekçisi olmayacak.”

5.  Hac zamanı kılınan namazlar ve kesilen kurbanlar anlatılmakta.

“Ey Peygamber! Sana hak din ve bol nimet verdik. Bu nimetlerden biri de Hz. İbrahim’in hac ibadeti. Müşriklerin onun dinini bozarak hac zamanı putlara ibadet etmelerinin ve kurban kesmelerinin aksine sen hac esnasından namazlarını Rabbin için kıl ve kurbanını Rabbin için kes. Gözlerini kin ve nefret bürüyenler, seni küçük görüyorlardı, çevrende kimsenin kalmayacağını ve gelecekte seni anan kimse bulunmayacağını iddia ediyorlardı. Hacda Allah’ın emrine uyarak namaz için toplananlara ve kurban kesmek için koşturanlara baksınlar da, kendilerinin hükmünün bittiğini, Allah’ın dışındakilere yapılan ibadetlerin ve kesilen kurbanların nasıl boşa gittiğini görsünler ve anlasınlar.”

6. Hz. Peygamber –salat ve selam üzerine olsun- ve ümmetine cennette verilecek Kevser ırmağı / havuzu haber verilmekte. Sûre hakkında nakledilen hadîsler bu anlamı desteklemekte.

“Ey Peygamber! Öte dünyada kâfirler ve müşrikler bir damla su için kıvranırken sana ve ümmetine ebedî yetecek genişlikte ve bollukta Kevser ırmağını / havuzunu verdik. Bu nimete teşekkür olarak Rabbiniz için namaz kılın ve kurban kesin. Kin ve nefretle sizi küçük görenler, ezik ve eksik muamelesi yapanlar, bu dünyada belki bolluk ve refah içinde olabilirler ama öte dünyada bir yudum su için çırpınacaklar. Bu dünyada elde ettiklerinin hiçbir getirisinin ve değerinin olmayacağını görecekler. Kendi eksikliklerini anlayacaklar ve orada hiçbir destekçi bulamayacaklar.”

7. Verilen nimetlere karşı namaz ile şükürde bulunulması ve namazın da belli şekil ve usulde kılınması emredilmekte. Bazı sahabilerden ve tabiin alimlerinden gelen nahr kavramı ile ilgili bilgiler bu yorumu desteklemekte.

“Ey Peygamber! Sana ve senin şahsında ümmetine büyük nimetler verdik. İslam ile müşerref kıldık. İslam’ın en güzel ve ayırt edici sembolü olan namazı sadece Allah için kıl. Namaz kılarken göğsünüz kıble yönüne dönük olsun, tekbirlerde ellerinizi göğsünüzün üst hizasına kaldırın, kıyamda ellerinizi göğüs üzerinde üst üste koyun. Müşrikler, gözlerini ve kalplerini kör eden kin ve nefretle haktan yüz çevirerek ve seni küçük görerek sana ve ümmetine verilen nimetten mahrum kaldılar. Putlara yaptıkları ibadetin hiçbir sonucunun ve karşılığının olmadığını da ahirette görecekler.”

8. Namaz üzerinden bedenî, kurban üzerinden malî bütün ibadetler ifade edilmekte. İslam’ın dört önemli ibadetinden namaz ve oruç bedenî, zekat malî, hac ise hem bedenî hem malî ibadet.  Ancak bu ibadetlerdeki en önemli husus ihlas ile yapılmaları. İhlas, ibadetin sadece Allah için yapılmasının adı. Bu surede bütün ibadetlerin Allah için yapılması vurgusu çok net görülmekte.

“Ey Peygamber! Sana ve senin şahsında ümmetine sayısız nimetler verdik. Bunun şükranı olarak namaz gibi bedeni ibadetleri ve kurban gibi mali ibadetleri sadece Rabbiniz için yapın. Allah’ı bırakıp putlara yönelen, sana kin ve nefret besleyen müşriklerin ve insanlar görsün diye ibadet eden münafık ve mürailerin yaptıkları bedenî ve mali ibadetlerin hiçbir karşılığı olmayacak. Gelecekte ne kendileri ne de yaptıkları anılmaya değer bulunacak.”

9. Deistlere, ateistlere ve dini küçümseyenlere cevap teşkil etmekte.

“Ey Peygamber! Her türlü nimeti ve imkânı sana ve inananlara biz verdik. Evren bizim yaratmamızla kuruldu ve müdahalemizle devam etmekte. Bunun şükrünü yerine getirmek için sadece Rabbinize ibadet edin ve O’nun adına kurban kesin. Gönderdiğimiz Peygambere kin ve nefret besleyenler, indirdiğimiz Kitaba saldıranlar, esaslarını belirlediğimiz dini yok sayanlar ve inanan kullarımızı hor görenler bilsinler ki, hükmümüz her daim baki kalacak. Onlara mühletimiz ölümle veya kıyametle dolacak. Ölümün gelmesiyle veya kıyametin kopmasıyla bütün inkârcıların ve din düşmanlarının inançları ve iddiaları sönecek, söylediklerinin gerçek olmadığı görülecek. Onların bu dünyadaki bütün yapıp etmelerinin boş ve geçersiz olduğu hesap günü netleşecek. Orada onlar için ne bir destek ne de bir sığınak olacak. Kimseler de yüzlerine bakmayacak.”

HANGİSİ DOĞRU?

“Bu yorumların/meallerin hangisi doğru?” diye sorarsanız, şunu söyleyebiliriz: Tefsirlerimizde gelen bilgiler dâhilinde ve metnin elverdiği çerçevede bunların hepsi doğru kabul edilebilir. Ancak “Yüce Allah’ın muradı nedir? İlk muhatap olan Peygamberimiz –salat ve selam üzerine olsun- tam olarak bundan ne anlamış?” gibi soruların cevabı bendenizi aşar. İmam Matüridî’nin dediği gibi işte bu noktada durmak gerek. Ancak bütün bu yorumları, Kur’an’ın anlam zenginliği olarak görmekte bir beis yok. Çünkü böyle anlamayı engelleyici ve yasaklayıcı bir hüküm yok. Zaten her bir yorum yeni bir açılım ve geniş bir imkân sağlamakta. Belki de Yüce Rabbimiz bize kolaylık olsun diye bu genişliği sağlamakta. Zaten bakıldığında yorumların birinin ötekini geçersiz kılmadığı açıkça görülür. Hepsini doğru kabul ettiğimizde bir çelişki ve karmaşa yaşanmaz. Sözgelimi nahr kelimesi, aynı anda hem kurban hem de tekbir alırken elleri göğüs hizasının üstüne kaldırmak şeklinde düşünülebilir. Nitekim her birini tatbik eden mezhepler olmuş. Aynı şekilde kevser kavramı, hem bol nimet hem de Kevser ırmağı olarak anlaşılabilir. Kevser ırmağının da bir nimet olması dolayısıyla âlimlerin çoğu bol nimet anlamını tercih etmiş. Ama diğeri ile ilgili de hadîsler var. Dolayısıyla böyle bir özel mana verilmesi de mümkün. Diğer kavramlar da üç aşağı beş yukarı aynı. İsterseniz sözümüzü geçmiş âlimlerimizin sünneti üzere bağlayalım: Muradının ne olduğunu, ancak yüce Rabbimiz bilir.
 
SÛRENİN ÖNEMİ

Fahreddin Razî’nin ifadesine göre bu sûre kendinden önceki sureler için tamamlayıcı, sonrakiler için asıl konumda. Bu çerçeveden olmak üzere İmam Razî, Duhâ’dan başlayıp Nâs ve Felak’a kadar bütün sûrelerin bu sûre ile olan irtibatını gösterir ve bu sûrenin mihver özelliğine dikkat çeker. Meraklısı için tavsiye olunur.

Hamdimiz ve şükrümüz âlemlerin rabbi Yüce Allah’a olsun!

MERAKLISINA
Matüridî, Te’vilâtü’l-Kur’ân, nşr. Bekir Topaloğlu-Ahmet Vanlıoğlu, İstanbul 2006, Mizan Yayınları.
Ebü’l-Leys, Tefsîru’s-Semerkandî, Beyrut 1427/2006.
Zemahşerî, el-Keşşâf, nşr. Muhammed Said Muhammed, Kahire ts. Daru’t-Tevfikiyye.
Farheddin er-Razî, et-Tefsîru’l-Kebîr, İhyau’t-Turasi’l-Arabî, XIV, 86-93.
Beydavî, Envarü’t-tenzîl ve esrarü’t-te’vîl, nşr. Nasurüddin Ebu Said, Beyrut 2001.
Safedî, Keşfü’l-esrâr ve hetkü’l-estâr, nşr. Bahattin Dartma, İstanbul 2019.
Kevser Sûresini tefsir eden kısımlar.

6 Zilhicce 1441 / 27 Temmuz 2020


29 Temmuz 2020 Çarşamba

Aileye Adil Olmak Gerekir

Dr. Öğr. Üyesi İbrahim BARCA
İnsanlık tarihi kadar kadim bir kurum olan aile; günümüze kadar birçok farklı din, kültür ve medeniyetler tarafından korunmaya ve yaşatılmaya çalışılmıştır. Bunun için toplumlar dini veya dini olmayan hukuk metinlerinde kanun ve kurallar vaz etmiş; edebi metinlerinde ailenin önemini işlemiş, sanatsal faaliyetlerinde aileye yer vermiş, örf ve adetleri ile aileyi korumaya çalışmış ve bireyleri aile olmaya teşvik etmiştir.  Yahudiler sebepsiz olarak aile sahibi olmamayı bir suç sayarken Hıristiyanlar ise aileyi Allah’ın kutsadığına inanırlar. İslam’da birçok ayet ve hadis aileden ve aile ile ilgili konulardan söz eder. İslam’da muhafaza edilmesi gereken beş unsurdan birisi nesil yani dolayısıyla ailedir. Her üç semavi dinde insanlığın Âdem ve Havva çiftinden çoğaldığına inanılmaktadır. İster sembolik ister hakiki manada alınsın bu inanış, ailenin insanlığın ortaya çıkması ile eşzamanlı ortaya çıktığına inanıldığını göstermektedir.

28 Temmuz 2020 Salı

Mısır Fetva Kuruluna Cevap

Celil Çelik
acelilcelik@gmail.com

Mısır Fetva Kurulu, Peygamberimizin (s.a.v.) muhtelif hadis kaynaklarında rivayet olunan müjdesine rağmen 2020 yılında verdiği bir fetvada Konstantiniyye’nin fethini işgal olarak nitelendirmiştir.

27 Temmuz 2020 Pazartesi

Yakın Gitsin!

Prof. Dr. Şaban ÖZ
Bir kurum düşünün ki, içinden hiçbir zaman bir hain çıkmamış, çıkartmamış. Dini istismar eden biri çıkmamış. Ne kefen satmış ne de ucu dışarıda olan gruplara biat etmiş. Hatta bütün kurumlardan onlarca FETÖ’ye müntesip ihraç edilmesine rağmen bu kurumdan ihraç edilenler “katakulle” ile o yapı tarafından sokulmuş üç beş kişi ile sınırlı kalmış.
Bu kurum sadece Türkiye’ye değil bütün İslam âlemine de öncülük ettiğini düşünün. Hatta bu kurumun anlattığı dinî düşünce ile ülke aslında direkten dönmüş olsun! 
Bu kurum hiçbir zaman devletine, bayrağına, ülküsüne, atasına ihanet içerisine de girmemiş olsun. Bu kurumda çalışanlar hiçbir zaman kadınlar şöyle dövülür, kadınları böyle dövün dememiş. Bu kurumda çalışanlar hiçbir zaman ne kefen ne na’leyn işine girmiş, hatta son zamanlarda birileri çıksa dahi kıssa anlatan bir ikisine iltifat etmemişler, onaylamamışlar! 
Bu kurumda çalışanlar hiçbir zaman “Allah’a aracı koşun” dememiş; bu kurumda çalışanlar veya yetişenler hiçbir zaman “aklınızı kiraya verin” dememiş; bu kurumda çalışanlar veya yetişenler hiçbir zaman “Kur’an” ve “Sünnet” haricinde sağa sola itaat edin dememiş!
Bu kurumda çalışanlar veya mezun olanlar cennetten arazi falan da satmamışlar; sorgu suali de hafife almamışlar, şu tarikata şu cemaate mensup olursanız doğrudan cennete gidersiniz falan da dememişler. Kur’an demişler, sünnet demişler, Siyer demişler!
Hiç mi kötüsü çıkmamış peki? Çıkmaz mı? Unvanlarının arkasına saklanıp ağzından çıkanı kulağı duymayan iki üç hadi zorlayalım beş kişi! Ama o beş kişiyi ne diğerleri tasvip etmiş ne de onlar gibi düşünmüş! Ama asla taviz vermemişler Kur’an, Sünnet ve Siyer’den.
Evet, bildiniz bu kurumlar İlahiyat ve İslamî İlimler Fakülteleri!
Ancak ne hikmetse bu ülkenin “güya” din öğretmekle yükümlü olan geriye kalan bütün yapıları düşman olarak sadece bunları bellemişler!
Tek tek bir daha tekrarlayalım:  
Vatana ihanet mi etmişler? Hayır!
Dinî ticarete mi çevirmişler? Hayır!
Vatana ihanet edenlerle iş mi tutmuşlar? Hayır!
Vatana ihanet edenlere biat mi etmişler? Hayır!
Allah ve Peygamber dışında otorite mi tutmuşlar? Hayır!
Düşünmeyi mi yasaklamışlar? Hayır!
Düşünmeyin, soru sormayın mı demişler? Hayır!
Kadınları, engellileri mi horlamışlar? Hayır!
Bayrağa, orduya dil mi uzatmışlar? Hayır!
Himmet mi toplamışlar? Hayır!
Topladıklarını faize mi yatırmışlar? Hayır!
Yalancı peygamberlere mi inanmışlar? Hayır!
Ortalıktaki mehdilerin peşine mi düşmüşler? Hayır!
Cehaleti mi övmüşler? Hayır!
Kendilerine âlim deyip geleneğe ayıp mı etmişler? Hayır!
Öğrencilerini sorgusuz sualsiz itaate mi çağırmışlar? Hayır!
Dini istismar mı etmişler? Hayır!
Kitaplarını satıp zengin mi olmuşlar? Hayır!
Hayır! Hayır! Hayır!
Peki, resmi, gayr-i resmi din konusunda konuşan herkesin bu ilahiyatçılara düşmanlıkları niye? Allah aşkına alıp veremedikleri ne?
Tek seçenek… Tek cevap!
Çünkü ilahiyatçılar onların “ticaretlerine” “ajandalarına” “sırlarına” “siz bilmezsinizlerine” “dövün gitsinlerine” çomak sokuyor! Düşünsenize ilahiyatçıların olmadığı bir Türkiye’yi! Gelsin yanmaz kefenler, gitsin na’leynler, gelsin fetö’ler gitsin mehdiler…
İşin acı tarafı; tekrar kandırılıyorsunuz ve tekrar dönüp diyeceksiniz ki “ilahiyatçılar bizi uyarmadı”!
İşin ilginç yanı ise söz konusu kendileri olduğu zaman “isim verin” diye “yırtınmaya” öykünenlerin ilahiyatlara konu gelince “sıra bende” deyip meydana atılmaları. Onlarca kurum, yüzlerce isim hiç utanmaksızın iki üç “şöhretsever”e kurban ediliyor!
Neymiş efendim, “kafaları karışıyormuş” Sabah akşam mehdi çıkınca kafanız karışmıyor da “bunlara inanmayın” denilince kafanız karışıyor öyle mi? Din ticarete alet edilip cennetten parsel satılınca kafanız karışmıyor da “Kur’an’a uyun” “Resul’e uyun” denilince kafanız karışıyor öyle mi? Kafanız karışık mı bilmem ama güzel olduğu kesin.
YÖK bile işi gücü bırakıp ilahiyatlardaki derslerle, müfredatla uğraşıyorsa…
Kapatmayın ya Allah billah aşkına yakın gitsin!

26 Temmuz 2020 Pazar

Tarihin Yirmi Beşinci Karesi [Akhilleus ve Kaplumbağa Paradoksu -I]

Doç. Dr. Cahit KÜLEKÇİ
Tarih, evrensel usûllere sahip bir ilim dalıdır. Esasında ilim dalı ifadesi mesbûk cümlenin tamamlanabilmesi için kullanılmıştır. Aksi halde içerdiği hakikî anlamın konumuzla ilgisi bulunmamaktadır. Bir başka ifadeyle tarih, tecrübe edilebilir bir satha nüfuz etmediği/ edemediği için Kimya, Biyoloji, Fizik, Astronomi, Cebir gibi ilmî karaktere sahip değildir. Dolayısıyla ‘tarih ilmi’ ya da eskilerin diliyle ‘ilm-i târîh’ kanaatimize göre çok tutarlı ve doğru bir tamlama olmayacaktır. Ancak yazımızın ilk cümlesinde sarf ettiğimiz üzere tarih, belirli evrensel usûllere sahiptir ve en azından bu yönüyle ‘ilim’ muzâfını hak etmektedir. Şu halde yazımızın bundan sonraki kısımlarında muhtemel olarak kullanılacak tarih ilmi/ ilm-i tarih vb. ifadelerden kastımızın da ne olduğunun veya olmadığının açıkça ortaya konduğunu düşünmekteyiz. Bu bağlamda tarih, evrensel prensipler çerçevesini aşmamak kaydıyla geçmişin bilgisini değerlendiren, bir sonraki nesle aktaran toplumların hâfızası niteliğindeki ilim dalı olarak tanımlanabilir.
Unutulmaması için yazımızın hemen başında bir hususun altını çizelim, geçmişin bilgisini sonrakilere aktaranlar arasında da bir takım sıkıntıların olabilmekte, hatta bu husus zaman zaman rekabetvarî bir hâl dahi alabilmektedir. Sözün özü Ezop ve Akhilleus’ta olduğu gibi bazı antik Yunan masalcıları arasında da bahse mevzu tuhaf bir rekabet durumu vardır. Sonrakiler, önceki dönemlerden aktarıla gelen, mitolojik unsurları muhtevi hikâyelerdeki karakterleri değiştirerek kendilerine mâl edebilmekte, özgün hikâyeler gibi sunabilmektedirler. Gerçi bu durumun kısmen benzerleri, teorisi izaha muhtaç ama pratik anlamda günümüzde de devam etmektedir. Farkı ise söz konusu durumun antik Yunan masalcılarına özgü bir unsur olmaktan çıkmasıdır. Örneğin Lehçetü’l-Hakâyık’ı bir asır kadar sonra Hadîkatu’l-Hakâyık şeklinde, öncekini çağrıştırıcı bir biçimde görebilmekteyiz ki kanaatimizce bunda ciddi bir intihâl sorunu bulunmamaktadır. Sadece bizi düşündürenin, özgünlüğün neden tercih edilmediğidir. Milyonlarca kelimenin soyu mu tükenmiştir?
Okuyucuya özel not: Bu son örnekte yer alan isimlendirmelerle verilmek istenen mesaj gerçek lâkin bizim meseleye olan yaklaşımımız tamamen uydurmadır. Kıyas için böyle yapılmıştır. Merkûm eserlerin peşine düşüp de özgünlükler ya da benzerlikler aranmamalıdır.
Ezop, kaplumbağa ve tavşanın karşı karşıya geldiği bir masal aktarmıştır. Hikâye malûmdur. Tavşan hızlıdır ama Ezop’un fablında kaplumbağa karşısında tavşana şans tanınmamıştır. Ancak müverrih için asıl sorun bundan sonra başlamaktadır.
Hazır yukarıdaki paragrafta da geçmişken belirtelim, tarih ilmiyle iştigâl eden kimselere tarihçi, müerrih veya müverrih denilir. Bir tarihçi geçmişin izini sürerken karikatür ya da resim yapmak yerine imkânlar dâhilinde fotoğraf çekmeyi misyon edinmelidir.
Mezkûr tarihçi çektiği fotoğraflara bazı filtreleri de ekleyebilmelidir ki bu da esasında tarihçinin meziyetiyle ilgili bir durumdur. Aksi halde geçmişe ait verilerin tamamının değiştirilemez mutlak doğrular şeklinde ele alınması akla da İslâm’a da aykırı bir durumdur. Yaratılan her kitap noksandır, tam değildir. Muhakkak surette hataları vardır. Buna ve başka aslî sebeplere bağlı olarak tarihçinin tamamen ve kusursuz biçimde objektif olmasını beklemek doğru değildir. Fakat burada tarihçiye düşen en önemli husus, ‘Kırmızı Başlıklı Kız’ın hikâyesini kurttan da dinlemesidir. Ve kabul edilmelidir ki bu durumun objektiflikle hiçbir ilgisi yoktur. Olanı- biteni fotoğraflamakla ilgilidir. Kaldı ki objektif olmakla tarafsız olmak arasında da belirgin farklar vardır ama konumuzun bu farklarla ilgisi olmadığından mesele kısa kesilmiştir.
Öte yandan Ezop’un telif ettiği fablın kurgusu daha sonraki süreçte çeyrek tanrı(!) olarak da nitelendirilen Akhilleus’ta farklı bir hâl almıştır. Akhilleus, annesi ölümlü babası tanrı olan yarı tanrı bir baba olan Peleus ile su tanrıçası olan Thetis'in oğludur ve işte bu yönüyle çeyrek tanrılar kategorisinde yer almıştır.
Ezop’taki tavşanın yerine Akhilleus kendisini kopyalamıştır. Kaplumbağa ise aynı şekilde kalmıştır. Hikâye de Akhilleus ve Kaplumbağa şekline dönüşerek yazımızın hareket noktasını oluşturmuştur. Bir başka ifadeyle milattan yaklaşık beş asır kadar önce tarihte telfîk yapılarak, antik de olsa intihâl süreci başlamış bu durum da yazımıza konu olmuştur. Kaldı ki bir usûl maddesi olarak telfîk, bazı İslâm tarihi kaynaklarında yer alan râvîlere de ilhâm kaynağı olmuştur. Özellikle Resûlullah’ın (as) Hz. Ali ile olan münâsebetlerinde sıkça kullanılan bu antik usulün, kimi mezheplerin ideolojik argümanları ya da saplantıları hâline dahi gelmesi gerçekten şaşılacak bir hâdisedir. Gerçi medeniyetler arasındaki etkileşimin nelere kâdir olduğu da malûmunuzdur. Diyeceğimiz o ki, mesele kimi zaman sadece Hz. Ali taraftarlarından dinlenildi, o şekilde değerlendirildi ve rivâyetlere yansıtıldı. Kimi zaman da tam aksi yapıldı. Yazılanlara reaksiyon gösterilmekle yetinildi. Tepkisel eserler telif edildi. Hatta bir dönem öyle bir hâl aldı ki, karşı taraftan ses çıkmayınca hiçbir eser telif edilemedi, fikir beyân edilemedi. Üstelik telif alanında fetret dönemine girildi, denilerek durum son derece pişkin(!) bir şekilde meşrulaştırıldı.
Bahse konu mevzuya farklı bir örnek daha olması açısından… İfk hâdisesinde bazen Hz. Âişe annemize söz verildi. Bazen Hz. Ali’ye, bazen de Hz. Ebû Bekr sözü aldı. Her şeyden öte gerçekte ise Resûlullah (as) ve Âişe vâlidemiz çok üzülüyordu. Çünkü ortada reaksiyonel durumlar vardı ve nihayet âyetlerle durum açığa çıkarılarak toplumsal uzlaşı sağlanabilmişti. Olaylara ilk andan itibaren şâhit olan sahabenin, olayın merkezinde yer alan Safvân b. Muattal’ın psikolojisiyle çok da ilgilenmeyişini, işte yazımızın başından beri dikkat çekmeye çalıştığımız eksik sonuçlara götüren kusursuz mantıksal akıl yürütmenin varlığıdır ki antik Yunanlılar buna Akhilleus ve Kaplumbağa Paradoksu ismini vererek hâdiseyi yine pişkin bir şekilde meşrulaştırmışlardır. Asıl tuhaf olan ise bu paradoksa bilerek veya bilmeyerek İslâm tarihçilerinin de temas ediyor olmasıdır. Bir sonraki yazımızda nasipse yirmi beşinci karenin ne olduğunun yanı sıra hem hikâyeyi hem de bu paradoksun İslâm tarihine yansımasını izaha gayret edeceğiz.

İsa Baba Sokak

Prof. Dr. Adnan Demircan
Ömerli’yi anlatmaya mahallemizle Yukarı Mahalle’yle devam ediyorduk. Mahallenin anlatamadığım bazı özelliklerini daha sonraya bırakmıştım. İnşaallah Yüce Rabbim bu sözümü tutmayı nasip eder.
Son zamanlarda İsa Baba Sokağı'nda düzenleme çalışmaları yapıldı. Bu fotoğraf düzenle çalışmaları sırasında çekilmiş. Evimizin dış kapısı sağ tarafta... (Kaynak: Ömerli Belediyesi'nin facebook hesabı)


24 Temmuz 2020 Cuma

Tevhîd


Dr. Halil ORTAKCI
İslam inancı denildiğinde akla gelen ilk kavramlardan biri tevhîddir. Bu kelime en genel anlamıyla Allah’ı birlemek demektir. Ancak Allah’ı birleyen her kişi de mü’min kabul edilmez. Zira içerisine tecsim ve teşbih karışan tevhîd inancı doğru bir yaratıcı tasavvuru oluşturmaz. Zihnimizde önemli yer tutan kavramın anlam alanının oldukça geniş olduğunu söylemek gerekir. Kur’an’da Allah’ın birliğini ve ona ortak koşmayı yasaklayan çok sayıda ayet olsa da tevhîd kelimesi geçmemektedir. Kelime hadis kaynaklarında (hadislerde) da çok az geçmektedir. Bu kavram İslam’ın ilk dönemlerinde kişiyi şirkten uzak tutan ve Allah’a ulaştıran tüm eylemleri kapsamaktaydı. Mukâtil b. Süleyman (ö. 150/767), tefsirinde Kur’an’da geçen birçok kelimenin tevhîd anlamına geldiğini ifade etmektedir. Buna göre tevhîd şu manalara gelmektedir: Allah’ın birliği,[1] Allah’ı birlemek,[2] Allah’a ortak koşmama,[3] yalnız ona kulluk etmek,[4] dini Allah’a halis kılmak,[5] tespih etmek,[6] İslam, dosdoğru din,[7] hak,[8] kelimetün tayyibetün,[9] din,[10] itaat,[11] Rabbin emri,[12] el-kavlü’s-sâbit,[13] iman,[14] ateşten kurtuluş,[15] kişiyi azaptan kurtaracak olan ticaret,[16] sırât-ı müstakîm,[17] Lâ ilâhe illallah,[18] Allah’ın insandan aldığı ilk misak,[19] kavlen sedîdâ (doğru söz),[20] kulluk,[21] iyilik,[22] urvetü’l-vüskâ, takvâ, [23] Allah’ın birliğine iman etmek ve ona hiçbir şeyi ortak koşmamak,[24]
Görüldüğü üzere kelimenin anlam dünyası son derece geniştir. Sonraki dönemlerde bu kavramın çerçevesi felsefe ve kelâmın da etkisiyle çok daha fazla zenginleşmiş ve kendi içerisinde ulûhiyet ve rubûbiyet olmak üzere ikili bir tasnife tabi tutulmuştur. Ancak bu kelimenin tam olarak hangi manaya geldiği ve niteliği hakkında çok çeşitli görüşler ortaya atılmıştır. Dolayısıyla her âlim, mezhep ve meşrep bu kavrama farklı anlamlar yüklemiştir. Bu sebepten ötürü de kavram üzerinde yapılan tartışmalar sonuç vermemiştir.
Kelime olarak “birlemek” anlamına gelen bu kavrama zaman içerisinde yüklenen ideolojik manalar ise Müslümanların ayrışmasının sebebi, ötekileştirmenin adresi olmuştur. Bugün kendisini muvahhid olarak adlandıran DEAŞ türevleri yapı ve kişiler, tevhîd adı altında tekfircilik yapmaktadırlar. Esasında özü itibarıyla Allah’ın vahdâniyetine işaret eden tevhîd kavramı, farklı düşünenlerin kafasına indirilen bir tokmak halini almıştır. Herhalde bu durum, Müslümanları “aynı bedenin farklı uzuvları” olarak tavsif eden Hz. Peygamber’in (s) öğretilerine ve İslâm’ın ruhunu aykırıdır. Sonuç itibarıyla diyebiliriz ki kişiyi şirkten uzak tutan ve Allah’a götüren tevhîdî amellerden biri de Müslümanların ittihadıdır/birliğidir. Tevhîd kavramı da bu şekilde değerlendirilmelidir.

21 Temmuz 2020 Salı

Dövmeye Giriş

Prof. Dr. Adnan Demircan
Uzun zamandır dövmeyle ilgili bazı şeyler okumak istiyordum. Çünkü son zamanlarda dövmeli insanların sayısında ciddi bir artış olduğunu gözlemliyorum. Ancak konuyla ilgili İlahiyat alanında Hadis Anabilim Dalında tamamlanmış bir yüksek lisans tezi ile İslam Hukuku Anabilim Dalında devam eden bir yüksek lisans tezi dışında pek çalışma yapılmadığını hayretle gördüm. Adli Tıp alanında hazırlanmış bir yüksek lisans tezi ile Mimarlık Anabilim Dalı Kent Çalışmaları ve Yönetimi Programı’nda hazırlanmış bir sosyoloji yüksek lisans tez çalışması da gördüm.

Konunun ekonomik boyutu bir yana, psikolojik, kültürel, hukuki, siyasi, tıbbi, dini boyutlarının farklı açılardan irdelenmeyi hak ettiğini söylemeliyim.

Dövmenin köklü bir geçmişi var. Dövmenin tarihsel gelişimi açısından süslenme akla gelen ilk önemli etken… Ancak asırlar boyunca gördüğü ilgi sadece süslenmeyle izah edilemez. Kaldı ki dövmenin bugün özellikle şehirlerde, ama daha çok batıdan yayılarak büyük bir ilgiye mazhar olduğu da bir gerçek… Modern toplum açısından işin yerleşik değerleri ve gelenekleri protesto boyutu olduğunu da düşünüyorum.

20 Temmuz 2020 Pazartesi

Savaş

Ebu Ömer b. Dâvud
Bildiğimiz dünya tarihi bir bakıma savaşlar tarihidir. Hemen her dönemde bir yerlerde savaşlar var. Dünya bir kişiye büyük, iki kişiye küçük olduğu için dünyayı elde etmek ve ona hâkim olmak için insanlar sürekli savaşmışlar. Savaşmak için birçok sebepler oluşturmuşlar. Bazen etnik köken farklılığı, bazen ideoloji, bazen din, bazen de din içindeki görüş farklılığı ya da mezhebi bağlılık çatışma sebebi olmuş.

Ḥarıt Foḳ

Prof. Dr. Adnan Demircan
Daha önce Ömerli’nin Eski Çarşı’sını (Soḳı’l-Atîḳ) anlatmıştım. Çarşının bittiği yerde Ḥarıt Foḳ’a yani Yukarı Mahalle’ye girilir. Bir de Ḥarıt Teḥt var. Aşağı Mahalle… Bu taksim, Eski Ömerli’nin geleneksel yapısını gösteriyor. Öyle anlaşılıyor ki Ḥarıt Foḳ, Eski yerleşim yeri… Sonradan Ḥarıt Teḥt şekillenmiş. Ancak Ömerli ilçe olduktan sonra üç mahalleye ayrılmış: Şafak Mahallesi, Cumhuriyet Mahallesi ve Yeni Mahalle… Ḥarıt Foḳ, daha çok Şafak Mahallesine tekabül ediyor. Ḥarıt Foḳ’un bir bölümüne, bizim evimizin de bulunduğu bölgeye Ḥarıtı’d-Debbo, yani Su Deposu Mahallesi de deniyor. Ama bu, burasının resmi adı değil, bizim verdiğimiz bir isim… Su deposunun bir alamet olması ve uzaktan görülebilmesi sebebiyle deponun inşasından sonra ortaya çıkmış.

Bizans dönemi Ma‘serté’si Ḥarıt Foḳ’un bitişiğinde mahallenin güneyinde bulunuyordu. Kilisenin güneyi ve güneydoğusu… Yüzeyde pek bir yapı kalmamış. Ancak son dönemlerde buralarda inşa edilen evlerin temel kazılarında bazı tarihi kalıtlar bulunuyordu. Ortaokulda okuduğumuz yıllarda okulun güney doğusuna inşa edilen bir evin temel kazısı sırasında kayaya oyulmuş bir çocuk mezarı çıkmıştı. Mezardaki çocuğun bazı kemiklerini gördüğümü hatırlıyorum. Tabii kemikleri çıkarıp temelin kazımına devam edildi.
Ḥarıt Foḳ'taki evlerden bazıları... Damlar sonradan betonla kaplanmış. (www.omerlim.com)

19 Temmuz 2020 Pazar

Halifenin Kılıcıyla Başı Kesilen Âlim Veya Ahmed b. Nasr el-Huzâ’î’nin Mihnesi


Prof. Dr. Mehmet Salih ARI
Abbâsî halifeleri devrinde bazı âlimlerin halku’l-Kur’an (Kur’an’ın yaratılmışlığı) konusuna sorguya çekilmesi ve bir kısmına eziyet edilmesine ilişkin olaylarla yönetimin bu tutumu Mihne diye anılmıştır. Mihne olayı Abbâsî halifelerinden Me’mûn döneminde (813-833) başlatılmış ve bu uygulamalar Vâsiḳ döneminde (842-847) zirveye çıkmıştır. Mihne sürecinde sorguya çekilen âlimler, devlet politikası haline dönüşen Kur’an’ın yaratılmışlığını kabul ettiklerinde serbest bırakılmışlar, ancak Kur’an’ın mahlûk olmadığını savunduklarında ya kırbaçlanmışlar ya hapse atılmışlar ya da eziyet edilip öldürülmüşlerdir.

Beyaz Öküz

Ebû Ömer b. Dâvud

Bir gün Hz. Ali konuşma yapmak üzere kalkıp minbere çıktı ve konuşmaya başladı. Ancak kendisine muhalif olan Haricîler kalkıp onun konuşmasını kestiler. Hz. Ali hemen minberden inerek evine gitti. Canı sıkılmıştı. Yanında bulunanlara içinde bulunduğu durumu,
-Ben beyaz [öküzün] yenildiği gün yenilmiş bir adamım, dedi.
Sonra şöyle devam etti:
-Benim durumum, üç öküzle bir aslanın hikâyesine benzer. Vaktiyle biri kırmızı, biri siyah, biri de beyaz olmak üzere üç öküzle bir aslan ağaçlık bir ormanda karşılaştılar. Aslan beyaz öküzü yemek istiyordu, fakat diğer öküzler onu savunuyorlardı. Bunun üzerine aslan kırmızı ve siyah öküze, “Bu ormanda bizi rezil-rüsva eden, bizi teşhir eden ve başkalarının bizi görmelerine yol açan şu beyaz öküzdür” dedi. Siyah ve kırmızı öküzler, beyaz öküzle aslanı baş başa bıraktılar. Aslan yalnız kalan beyaz öküzü yedi. Aslan diğer iki öküze bir şey yapamıyordu. Beyaz öküze uyguladığı planı kırmızı öküze uygulayarak, ‘Benim rengim de senin rengin gibidir. Ancak bizi bu ormanda rezil-rüsva edip teşhir eden bu siyah öküzdür’ dedi. Bunun üzerine kırmızı öküz siyah öküzü, onu yiyecek olan aslanla baş başa bıraktı. Aslan onu da yedi. Artık önünde bir engel kalmayan aslen kırmızı öküze, ‘Seni yiyeceğim’ dedi. Kırmızı öküz, ‘Tamam, ancak müsaade et de, üç kez yüksek sesle bağırayım’ dedi. Aslan, ‘Peki, bağır’ dedi. Kırmızı öküz, ‘Hey! Herkes bilsin ki, beyaz öküz yenildiği gün ben de yenilmiştim’ diye bağırdı. Hey! Herkes bilsin ki, Osman öldürüldüğü gün ben değersiz hale getirildim. (Belazüri, Ensab)
Değerli insanların linç edilmeye kalkışılması, ülkemizi dibe çeken yozlaşmışlığın sonucudur. İtibarsızlaştırmaya karşı duruş ilkesel ve ahlaki bir görevdir.

18 Temmuz 2020 Cumartesi

Kent Adaleti

Dr. Öğr. Üyesi İbrahim Barca
Kentli yani Arapçadaki ifadesi ile Medeni, kenti ile ilgilidir, kentine sahip çıkandır, onu tanıtmaya, geliştirmeye ve kalkındırmaya daima teşne olandır. Medeni, bedevinin zıttıdır. Yani yerel tabirle gundi değildir. Gundiden kastım, milletin efendisi olan köylüler değildir asla. Gündiden benim kastımyani bedevi ilim, sanat, felsefe, ekonomi, mimari, ahlak ve adalet vb. hiçbir şeyin kendisini ilgilendirmediği, her tarafı kirleten, yakıp yıkıp bozan,  herkese eziyet verebilen, ne kendisine ne da başkasına bir hayrı olmayan demektir. Medeni ise kendisinin ve yakınlarının sorunlarının büyük ölçüde kentinin sorunlarından kaynaklandığının farkındadır ve bu nedenle kentin sorunları bağlamında elini taşının altına koyar. Kentinin tarihini bilir, doğal ve tarihi eserlerine sahip çıkar. Kentine ait zenginlikleri ve servetleri bilir ve bunun kentin çocuklarına artırarak miras bırakır. Kenti için adil olandır, kentine karşı adaleti çalıştırandır. 

Bu Gidiş, Gidiş Değil

Ebû Ömer b. Dâvud
Hayat, dinamiktir. İnsanoğlu doğduğu andan itibaren öğrenmeye ve yeni şeylerle karşılaşmaya başlar. Bazıları buna daha çok dikkat ederler, bazıları pek farkında değillerdir. Bazı kişiler daha çok yeni şeylerle karşılaşırlar, bazıları daha az… Hayat hep böyle devam edip gider.

Gerçek Din

Ebû Ömer b. Dâvud
Son bir asırdır daha yoğun olmak üzere gök kubbede en çok yankılanan cümlelerden biri “Gerçek İslam'a göre…” ifadesiyle başlayan cümleler olmalı. Din konusunda herkesin bir görüşünün olması anlaşılabilir bir durum… Sorun bu değil. Asıl sorun, insanların görüşlerini bilgiyle beslememeleri, yargılarını zanlarına göre oluşturmaları ve bunları yegane doğrular zannetmeleridir.

15 Temmuz 2020 Çarşamba

Küfür

Ebû Ömer b. Dâvud
İslam, inanmayı kişinin özgürlük alanı olarak görmüş. Doğal olarak farklı inançlara sahip insanlar olacak. Bunların bir kısmı Müslüman aileler içinde büyümüş kişiler de olabilir. Bir kişinin Müslüman bir anne-babadan dünyaya gelmesi, yaşantısında bir Müslüman olarak kalmasını zorunlu hale getirmiyor. Nitekim şimdi ülkemizde Müslüman adını taşıyan, hatta sevgili Peygamberimizin adını taşıyan ve fakat ona düşman olan insanlar var. Müslümanlar olarak bunlarla da yaşamak zorundayız. Tabii bu zorunluluk onlar için de söz konusu… Çünkü tek taraflı bir barış ortamı oluşturulması mümkün değil… Tek tarafın iyi niyeti barış ve huzur için yetmez.

İslam, değerlerine inanmayanları kâfir olarak tanımlar. Kelime, “örtmek, gizlemek” gibi anlamlara sahip… Kâfir, Allah’ın birliğine, Elçisi’nin risaletine ve diğer iman esaslarına inanmayarak hakikati gizlediği için bu şekilde isimlendirilmiş. Kuşkusuz bu tanım İslam’a göredir.
Küfür kelimesi, dilimizde sövme anlamına geliyor ki bu da asli anlamına uygundur. Sövgüde asgari münasebet ölçülerinden çıkıp haddi aşma vardır.
Zaman zaman Allah’ın son elçisi Hz. Muhammed’e (sallallahu aleyhi ve sellem) hakaretlere varan ifadeler kullanan, hakaret eden, bunu görsel ve sosyal medyada paylaşan kişilerle karşılaşıyoruz. Esasen bunlar yeni değil. Bunlara Hz. Peygamber, hayattayken başlayan küfrün çağdaş versiyonu demek mümkün…
Kuşkusuz insan inanmayabilir, şüpheleri olabilir, bunun için araştırma yapmak isteyebilir. İnançsızlığını ve kuşkularını ifade edebilir. Bunlar anlaşılabilir. Ancak art niyetli olmak, saygısızlığı amaçlamak başka bir şey… İyi niyetli olmayan insanlara değerlerinizi dilediğiniz kadar anlatın, faydası olmaz. O halde bunların başka insanların inançlarına ve değerlerine karşı tahammülkâr olmalarını sağlamak gerekir. Bu kötü niyetliler, yaptıklarının karşılığını göreceklerinden emin olsalar, küfrederken iki kere düşünürler. Muhtemelen kimsenin kendilerine bir şey yapamayacağına güveniyorlar. İnanan insanların bunlarla meşru olmayan yollarla mücadele etmeyeceklerini düşünerek köpeksiz köyde değneksiz dolaşıyorlar.
İnanan insanların sabrının sınanması kötü bir şey… Her insan, aynı soğukkanlılıkla cevap vermez. Dolayısıyla haklı olan tepkiler, haksız eleştirilere malzeme edilebilir.
İnsanın değerlerine ve inancına hakaret edildi mi, feveran etmesi, kızması, hatta bazen kontrolsüz tepkiler göstermesi anlaşılabilir. Ancak Yüce Allah, bu durumda dahi meselenin başka bir boyutuna işaret eder: “Onların, Allah'ı bırakıp tapındıklarına sövmeyin, sonra onlar da haddi aşarak, bilgisizce Allah'a söverler. Böylece her ümmete yaptıklarını süslü gösterdik. Sonra dönüşleri ancak Rablerinedir. O, yapmakta olduklarını kendilerine bildirecektir.” (En‘âm 6/108)
Tabii şu da var: “Allah, zulme uğrayanın dile getirmesi dışında, çirkin sözün açıklanmasını sevmez. Şüphesiz Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Nisâ 4/148)

Yazarlar