İnsanın Tarihi
Prof. Dr. Adnan Demircan
Son dönemlerde toplumların
tarihinden çok kişilerin tarihine merak sardım. Devletlerin tarihini
incelediğimizde insanların istatistik konusu olduğunu ve önemsizleştiğini
düşünmeye başladım. Filan askeri sefer için yüz bin asker sevk edildi, diyoruz.
On bin insan öldürüldü, diye anlatıyoruz. Oysa bunların her biri bir hikâye, bir
dram…
Geçenlerde bir yakınım
uzaktan akrabamız olan birisinin hikâyesini anlattı. Hüzün ve acı dolu bir hikâye…
Hikâye 1950’li yılların ilk yarısında başlamış olmalı…
Ahmet, eskiden çoğu yerde görülebileceği
üzere askere gitmeden önce evlenmiş. Bir oğlu da dünyaya gelmiş. Terhis zamanı
gelmiş, ancak Ahmet’ten haber yok. Tabii o dönemde iletişim imkânları çok
kısıtlı. Ailesine vefat ettiği haberi ulaşmış nasılsa. Belki bir söylenti,
kulaktan kulağa dolaşan bir dedikodu… Öyle ya… Ölmemiş olsaydı, kendisiyle
birlikte askere gidenler gibi dönerdi.
Ahmet’in ölüm haberinin
üzerinden bir süre geçtikten sonra, ebeveyni gelinleri Ayşe’yi çocuğuyla ortada
bırakmamak, Ayşe’nin yabancı biriyle evlenmesi durumunda torunlarının perişan
olmasını engellemek için eskiden çokça başvurulan bir yöntemi hayata
geçirmişler. Gelin, küçük oğullarıyla evlenecek, böylece hem çocuk babasız
büyümeyecek hem de gelin sığınacağı bir çatı bulacak. Hâsılı Ayşe’yi Ahmet’in
kardeşi Hasan’la evlendiriyorlar. Bir süre sonra çocukları oluyor. İnsanlar ölüme
de alışıyorlar zamanla… Hayat devam ediyor.
Yıllar sonra Suudi Arabistan’dan
İstanbul’a gelen bir otobüste orada çalışan bir işçiyle Ahmet’in bir hemşehrisi
yan yana oturuyorlar. Yolda tanışıp sohbet ediyorlar. Adam Kastamonulu, yan
koltukta oturan ise Mardinli… Mardinli olduğunu öğrenince,
-Benim babam da Mardinli
aslen, diyor.
Yanında oturan genç, soruyor:
-Neresinden?
-Ömerli’den diyor.
-Ben de Ömerliliyim, deyip “Soyadınız
ne?” diye sorunca adam soyadını söylüyor. Bunun üzerine Ömerlili genç babasının
adını soruyor. Ahmet olduğunu söyleyince onu tanımadığını söylüyor. Yolculuk
bittikten sonra ayrılıyorlar. Birkaç ay sonra genç, Ahmet’in soyadını taşıyan
bir akrabasına yaptığı yolcuğu anlatarak,
-Adamın bahsettiği Ahmet diye
bir akrabanız olduğunu bilmiyorum, kim o, diyor.
Ahmet’in akrabası, onun
öldüğünü biliyor. Bu hikâyeyi dinleyince, Mersin’de ikamet eden Ahmet’in oğlu
Süleyman’ı arayarak söz konusu kişinin babası olabileceğini söylüyor. Süleyman,
babasının askerde öldüğünü, annesinin ise amcası Hasan'la evlendiğini
biliyor. Üvey kardeşi, aynı zamanda amcasının oğlu İsmail’le görüşüyor ve babasını
bulmak üzere Kastamonu’ya gitmeye karar veriyorlar.
Doksanlı yılların başında,
Ahmet’in ölüm haberinin gelişinin üzerinden yaklaşık otuz yıl geçtikten sonra,
yaşadığına dair ümitle oğlu Süleyman babasının peşine düşüyor.
Ancak babasının adresiyle
ilgili hiçbir bilgileri yok. Bu sebeple valilikten yardım istemeyi düşünüyorlar.
Valiliğe giderek görüşme talebinde bulunuyorlar. Vali Bey, onları kabul ediyor.
Hikâyelerini dinledikten sonra bir otele yerleşmelerini ve araştırma yapması
için kendisine zaman vermelerini istiyor. Birkaç gün sonra valilikten
aranıyorlar. Heyecanla Vali Bey’e çıkıyorlar. Vali Bey, kendilerine çay ikram
ediyor ve sakin bir şekilde anlatıyor:
-Kardeşim, Ahmet’i buldum. Kendisini
valiliğe çağırdım. Sizden bahsettim. Hikâyesini kendisinden dinledim. Askerdeyken
bir disiplin suçu sebebiyle ceza almış. Bu sebeple terhis olması gerektiği
zamanda dönememiş. Memleketine ancak iki sene sonra gelebilmiş. Evlerinin
olduğu sokağa kadar gitmiş, Ayşe’yi kucağında bir bebekle görmüş. Kendisini tanıyamayan
bir kadına sormuş Ayşe’yi…
-Kocası askerde öldü, onu
kocasının kardeşiyle evlendirdiler, demiş.
Bunu duyunca gerisin geriye
dönmüş. Seni mutlaka görmek istiyorlar, dedim. Ancak sizinle görüşmeye ikna
edemedim. Geçmişine küsmüş ve bir daha geriye dönüp acılarını tazelemek
istemiyor.
Çaresiz ayrılmışlar…
Ne acılar var hayatta… Derine
inmediğinizde insanların dış görünüşlerinden yaşananları anlamak mümkün değil.
0 yorum:
Yorum Gönder