2 Temmuz 2020 Perşembe

Karadağ’dan ve orada şehid olan müminlerden haberiniz var mı?


         Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma
         Tarihçi gezgin, konferans için Karaman’a davet edildiğinde, hiç tereddüt etmeden, “inşallah gelirim” demiş ve etrafı tarih kokan o güzel beldeye neden daha önce gitmediğinin utancı içinde, Yunus Emre’nin beldesi olduğu rivayet edilen “o iller”e gitmek üzere Konya havaalanına inmişti. Havaalanında onu, “Emre”si, sarığı ve katran bastonu olmayan Yunus’la arkadaşı Şadan karşılayıp Karaman’a doğru yola koyulmuşlardı...
         Tarihçi seyyah, bu mihmandarlarla ilk defa karşılaştığı için susmayı tercih ediyor, kendisine yöre hakkında bilgi veren o tatlı dilli insanları dinliyordu. Ama birden kendi kendine,
         Canlar canını buldum, bu canım yağma olsun,
         Assı ziyandan geçtim, dükkânım yağma olsun
         . . .
         Yunus ne hoş demişsin, bal u şeker yemişsin,
         Ballar balını buldum, kovanım yağma olsun!” deyiverdi: Çünkü mihmandarları çevreyi o kadar güzel anlatıyorlardı ki,  kelimelerinde hem bal vardı, hem de “bal olmaya özenen” şeker!..
         Tarihçi, mihmandarlarıyla konuşuyor fakat hayalinin içinde kaybolduğu “Karadağ”, onu öylesine alıp bir yerlere götürüyordu ki, âdeta neler konuştuğunun farkında bile olmuyordu. Kim bilir mihmandarlarının sorularına verdiği cevaplarında bile neler saçmalıyordu ve mihmandarları teeddüben bu saçmalıklarını duymazlıktan geliyorlardı. Karaman’a varıncaya kadar soğuk sularını içirdikleri çeşmeler, yemek yedirdikleri aşhaneler, “seyyah” olmasına rağmen, hayatında ilk defa gördüğü “katran ağaçları”, onu “Karadağ” düşüncesinden ayıramıyordu. Bu “Karadağ” zihnini o kadar meşgul ediyordu ki dünya kâşanelerinde yaşayanları mahv u perişan eden “görevli Korona” bile umurunda değildi Tarihçi’nin… Ondan başka kim inanırdı ki, akşam vereceği konferans esnasında bile “Karadağ”ın zihnini meşgul edeceğine. Yoksa “dağların gizemlerine âşık olmak” bu muydu sahi? Herhalde buydu ki, dünyanın neresine giderse gitsin, şehirlerin AVM denen “vakit öldüren illüzyon dükkânları”na gitme yerine, dağların patikalarına tırmanmayı ve bu uğurda taşlar ve dikenlerle yaralanmayı tercih ediyordu… Hele bu tırmanışlarda, kayadan kayaya uçarcasına atlayan dağ keçilerini gördü mü, kendi kendine, “yaşasın hürriyet!” deyip çarpan yüreğine en büyük mutluluğu yaşatıyordu… Dağları öylesine seviyordu ki, çalılıklarına tutunup çıktığında, eline batan “sevgili dikencikler”den, parmaklarını öpüyorlarmış gibi, zevk alıyor, akan kanların farkında bile olmuyordu…
          Karaman’a varışının ertesi günü Tarihçi’nin mihmandarları onu önce Yunus Emre’nin kabrine, oradan da “Ak Köprü” ve “Manazan Mağaraları”na götürdüler.

Ak Köprü

Mağaralar… Gizemli mağaralar… Aguşlarında Allah’ın elçilerini/ peygamberlerini barındırıp “melce” olan; tiranların ve insan kanı dökmekten zevk alan zalim despotların, kralların, diktatörlerin zulmünden kurtulmak için sığındıkları “kutsal karanlıklar” olan “rahmet melceleri mağaralar”… Sırf Yüce Yaratıcı’ya “salih kul” oldukları için idarecileri tarafından işkencelere tabi tutulan “gerçek müminler”in, mücadelelerini sürdürebilme uğruna yüzyıllarca “mağara hayatı” yaşayıp böylece tarihe “Ashab-ı Kehf”/Yedi Uyuyanlar olarak geçen “yiğit müminler”in barınağı mağaralar…

Manazan Mağaraları’na tırmanırken

Manazan Mağaraları’na çıkarken, o karanlık deliklerden yıllanmış isli duvarlara tırmandığında, dar deliklerine girmek için, Allah’ın bunun için yarattığı pullarını kullanan yılanlar gibi üstü başı toz-toprak içinde kalmasına aldırmıyor, asırlar öncesinden bu deliklerden tırmanırken yaralanan, düşen, ölen; mağara örümceklerine ısırma şehvetini tattıran “mağara yerlileri” insanları düşünürken, insanoğlunun yazgısını bir daha düşünüp duraklıyor, arkasından çıkmakta olan yol arkadaşları, onun yorulduğunu zannedip, “Hocam isterseniz biraz dinlenip, öyle devam edin” şeklinde ikazlarına muhatap oluyordu…  İşte, “gülü seven, dikenine katlanır” sözü, tam da bu gibi serüvenler için söylenmiştir…

Manazan mağaraları

Ve işte mağaranın ünlü salonu… “
Mağara Devlet” buradan yönetilmiş olmalı… Kaya duvarda, değişik amaçlar için kullanılmış onlarca nişVe nihayet, bu deliklerden oluşan merdivenin, kayaya oyulmuş, sadece ayakucunun konacağı kadar bir alandan oluşan oyuklarına basa basa ve isli duvara sürtüne sürtüne aydınlığa çıkıyor Tarihçi ve mihmandarları… Tarihçi’nin pardösüsü, mağara deliğinin is ve çamurlarına sürtüne sürtüne renk değiştiriyordu…
Aşağı yukarı 400 metrekare kadar genişliğe sahip olan mağaranın en güzel bölümü, 5-6 metrekareden oluşan seyir penceresi. Pencere içerisinde ayağa kalkamıyor, oradan seyrediyorsunuz tırmandığınız dağın dibinde uzayıp giden değişik ağaç ve bitkilerle bezenmiş vadiyi…

Manazan mağaralarından Manazan vadisi
Bunun gibi onlarca mağaranın bulunduğu bu kaya-dağ, Allah tarafından ȃdeta kolay oyulabilmesi için, yumuşak “kireçtaşı”ndan yaratılmıştır. Yazıyla anlatılamayan bu harika mağaraların gizemi, ancak görünce anlaşılabilir…

İncesu mağarası
Manazan Mağaraları kadar olmazsa bile, insan eliyle değil, ilȃhî kudret tarafından yaratılmış olan İncesu Mağarası da görülmeye değer. Fakat buraları gezerken bile Tarihçi’nin zihninde hâlâ Karadağ dolaşmaktadır…
İncesu mağarası, 350 metre uzunluğunda, yerden en fazla yüksekliği iki, bazı yerleri ise bir metreden az olan ve sarkıt-dikitlerden oluşan muhteşem bir mağara. Mağaranın iç taraflarına gidildikçe, tabanda akan berrak bir su görülür ki, kayadan damla damla süzülerek akan bu sudan, şifa niyetine içmek iyi oluyor… Tarihçi de öyle yaptı…



Karadağ için saatleri saymasına rağmen, Manazan ve İncesu mağaralarından sonra Taşkale’yi görmeden yapamazdı Tarihçi…

Taşkale
Taşkale, tıpkı Manazan’da olduğu gibi, kireçtaşı ile kaplı bir dağın, oyularak meskûn bir hâle getirilmesiyle oluşturulmuş, oldukça ilginç bir yerleşim yeridir. Önceleri insanların içinde yaşadıkları bu “oyulmuş taş evler”, şimdilerde, soğuk hava deposu olarak kullanılmaktadır. Özellikle bu tabii buzhanede korunan tulum peyniri, lezzetli tadıyla gerçekten Tarihçi’nin çok sevdiği küflü “rokfor”u aratmamaktadır. Sadece küfü eksik! 

Taşkale ve dağdaki tabii buzhaneler

Aynı taş-dağın içine bir de cami oyulmuştur ki Tarihçi’ye, orada namaz kılmak da nasip oldu.
Tarihçi konferans için gitmiş, fakat nelerle karşılaşmıştı! “Korona/Pandemi”sinin bütün dünyayı kasıp kavurmaya başladığı günlerdi ki, yavaş yavaş insanoğlunun yaşam tarzına müdahale ediliyordu. Karaman’a gitmeden önce de, konferans yapılmasına müsaade edilip edilmeyeceğini sormuş, “Hocam hele bir gel de; konferansa müsaade edilmezse, seni o çok sevdiğin dağlarda gezdiririz!” cevabını almış öyle çıkmıştı yola.
Gerçekten Tarihçi’nin konferans yapmasına izin verildi ve çok şükür konuşmasını yapabildi…
. . .
         Karaman macerası bitmiş, artık dönme zamanı gelmişti. Gerçi mihmandarları onun isteğini mutlaka yerine getireceklerini söylüyorlardı amma Tarihçi endişeliydi. Çünkü sabahleyin onu Konya havaalanına götüreceklerdi… Peki, dağa, Karadağ’a nasıl gidilecekti?
         Mihmandarları Karadağ’ı bildiklerinden, Tarihçi gibi endişelenmiyor, tarihin belli bir döneminden sonra "Bin bir Kilise“" olarak adlandırılmaya başlanan Karadağ’ın eteklerine geldiklerini müjdeliyorlardı. Kim bilir; belki de Tarihçi’nin bu telaşı, kendileri için taş, toprak ve yer yer ağaçlarla çalılıklardan oluşan dağlara bigâne olanlar için saçma ve belki de anlamsız geliyordur. Oysa Tarihçi’nin en büyük zevki, hasretlerini çektiği dağlara tırmanmaktı. O tırmanışların, onun için ne kadar zevkli, ne kadar tatlı ve bunlardan da önemlisi, ne kadar anlamlı olduklarını, dağları sevmeyenler bilmez, anlamaz ki, dağlara böylesine âşık olmayı saçma bile görenler… Kayalıkların yeşil yosunlarını, “gel beni al!” diye yalvaran kengerleri, boynunu büken sümbülleri, kokusuna doyulmaz dağ kekiklerini, zirvedeki son karlardan süzülüp akan gümüş suları, arada bir kayalıklardaki tahtlarından size nağmeler döktüren bülbülleri, telaşa kapılmış tavşanların, “dağ vitesi”yle zirvelere doğru kaçışmaları sizi öylesine alıp bir başka dünyalara götürüyor ki, bütün bu güzellikleri insanoğluna bahşeden Allah için, secde edesi geliyor henüz erimemiş olan karlar üzerine…

Karadağ’daki kiliselerden bir tanesinin yıkıntıları

İşte Tarihçi bu duygular içerisinde kendisini buluyor Karadağ’ın gizemli kayalıkları, tepecikleri, yok olmaya yakın eskiçağ tapınakları, her biri harabeye dönmüş kiliseleri ve ilk dönem Müslüman fetihlerinden sonra inşa edilmiş olan camileri arasında…

Müslümanlardan kalma bir caminin kapısı ve mihrabı

Yaşını tahmin etmek Tarihçi’nin haddi olmadığından, “binlerce yıl öncesi” tabirini kullanarak hayran kalıyor bu krater dağın arasına sıkışmış bunca uygarlığın farklı farklı gizemlerine…
         2271 metre irtifadaki tepesi “Mahalaç”la, size hayretlerle bezenmiş gizemli bir tarih ziyafeti çekiyor Karadağ…

Tarihçi seyyah, Karadağ’da mihmandarlarıyla birlikte

Ve buradan gelip geçmiş medeniyetlerin insanoğluna neler yaptırdığını/yaptırabildiğini düşünüyor ve tabi Kur’an’ı Kerim’in Duhȃn Suresinden[1] şu ayetlerini okumadan edemiyorsunuz:
كَمْ تَرَكُوا مِنْ جَنَّاتٍ وَعُيُونٍ ﴿٢٥﴾ وَزُرُوعٍ وَمَقَامٍ كَرِيمٍ ﴿٢٦﴾ وَنَعْمَةٍ كَانُوا فِيهَا فَاكِهِينَ ﴿٢٧﴾ كَذٰلِكَ وَاَوْرَثْنَاهَا قَوْماً اٰخَرِينَ ﴿٢٨﴾
Hangi medeniyetlere ait oldukları bilinemeyen harabeler arasında gezerken, Hıristiyanlık öncesi tapınaklar, kiliseler ve harabeye dönmüş cami kalıntılarına rastlıyor, insanoğlunun binlerce yıllık serüveni karşısında apışıp kalıyorsunuz...

İslâm ve Hıristiyanlık öncesi dönemlere ait bir anıtkabir
Kim bilir, belki Yahudilerin yardımıyla Romalılar tarafından çarmıha asılmaya götürülen Hz. İsȃ’nın müminlerinden kaçabilenlerin bir kısmı buralara kadar gelmişler ve muhtemelen Mekke’de İslȃm zuhur edinceye kadar da buralarda kalmışlardır? Hatta gelenlerden bir ya da ikisi Hz. İsâ’nın havarilerinden de olabilir. Nitekim bu coğrafyaya yakın olan Busra’da da Bahira adında bir rahip yaşamaktaydı ki, Hz. Peygamber (s.a.s) çocuk yaşta amcası Ebȗ Talib’le yaptığı seyahatte Rahip Bahira onu, yani Hz. Peygamber’i tanımış ve onu Yahudilerin şerrinden koruması için amcası Ebȗ Tȃlib’e tembihlemişti.  Hatta Hz. Muhammed(s.a.s)’i gören bazı Hıristiyanlar, onu dinleyince ağlamışlardı. Bu gibiler için Kur’an-ı Kerim’in Mâide Suresinde[1] şöyle buyuruluyor:

 لَتَجِدَنَّ اَشَدَّ النَّاسِ عَدَاوَةً لِلَّذِينَ اٰمَنُوا الْيَهُودَ وَالَّذِينَ اَشْرَكُوا وَلَتَجِدَنَّ اَقْرَبَهُمْ مَوَدَّةً لِلَّذِينَ اٰمَنُوا الَّذِينَ قَالُٓوا اِنَّا نَصَارٰى ذٰلِكَ بِاَنَّ مِنْهُمْ قِسِّيسِينَ وَرُهْبَاناً وَاَنَّهُمْ لَا يَسْتَكْبِرُونَ ﴿٨٢﴾ وَاِذَا سَمِعُوا مَٓا اُنْزِلَ اِلَى الرَّسُولِ تَرٰٓى اَعْيُنَهُمْ تَفِيضُ مِنَ الدَّمْعِ مِمَّا عَرَفُوا مِنَ الْحَقِّ يَقُولُونَ رَبَّنَٓا اٰمَنَّا فَاكْتُبْنَا مَعَ الشَّاهِدِينَ ﴿٨٣﴾
İşte, Tarihçi Karadağ harabelerini inceleyip bu birçok dine ait eser kalıntılarını gezerken, kendi kendine şunu mırıldandı:
-  Kim bilir, belki geçmiş tarihte bu eski kiliseler yanında Yahudiler ve Romalılar tarafından öldürülenler/şehid edilenler, birer “Havari” veya en azından İslȃm’dan önce Hz. İsȃ’ya inanmış müminlerdendiler?..
Tarihçi kendi kendine bunları mırıldanırken, mihmandarları ona, “haydi hoca uçağa geç kalıyoruz” dediler. Bunun üzerine Tarihçi,  tarihiyle, karlarıyla, sırlarıyla, gizemleriyle ve kendisine hediye edilmiş olan “katran bastonu”yla karlara basa basa yürüyüp terk etti Karadağ’ı…

Karadağ’ın karlı zirveleri



 [1] Ayetler, 25-28.
[2] Kuşku yok ki iman edenlerin, insanlar içinde en amansız düşmanlarının Yahudiler ve şirk koşanlar olduğunu göreceksin. Yine, onlar arasında iman edenlere sevgi bakımından en yakın olanların da, "Biz Hıristiyan’ız" diyenler olduğunu göreceksin. Çünkü bunların içinde (insaflı) keşişler ve rahipler vardır ve onlar büyüklük taslamazlar.  Peygamber’e indirileni dinledikleri zaman hakikate dair bilgileri bulunduğundan dolayı gözlerinden yaşlar boşandığını görürsün. Derler ki: "Rabbimiz! İman ettik, bizi hakka şahitlik edenlerle beraber yaz.” (K.K. Maide Sȗresi, 82-83).

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar