28 Şubat 2017 Salı

Ebû Ömer b. Dâvûd Yazdı: Çalışma


  Yaygın kanaatimize göre milletimiz çalışmayı pek sevmez. Ancak bu yargının kişilerin deneyimleriyle ilişkili olduğu açıktır. Çalışma kültürünün coğrafî, tarihî, beşerî farklı etkenler çerçevesinde şekillendiğini biliyoruz. İlkokul kitabında okuduğumuz bir karınca ve ağustos böceği hikâyesi vardır. Hala kitaplarda yer alıyor mu, bilmiyorum. Bizi çalışmaya teşvik etmek için yazılan hikâyenin ne kadar etkili olduğu tartışılabilir. Bir taraftan çalışmanın önemini anlatırken diğer taraftan ağustos böceğinin gününü gün ettiğini hatırlatır.

Belam bin Baura (Diliniyutmuş Bağıranoğlu)

İslami mücadelede zulmün sac ayakları vardır ve bunların tümü Musa'nın mücadelesinde tebarüz eder: Firavun, Haman, Karun, Samiri ve Belam. Bunların her birisinin ötekilerden farklı bir işlevi, bir fonksiyonu vardır. Şu anki konumuz Belam.

Belam İslama karşı mücadelenin dini yönünü temsil eder. Böylece batıl güçleri satılık din adamları ve kalemini satmış aydınlar vasıtasıyla hak güçlerine karşılık vermeye çalışırlar.

***

Kuran'da Belam:
“Kendisine âyetlerimizi verdiğimiz hâlde, onlardan sıyrılıp da şeytanın kendisini peşine takıldığı, bu yüzden de azgınlardan olan kimsenin haberini onlara anlat.

Biz dileseydik onu onlarla (o ayetlerle) yükseltirdik. Ancak o kendisini yeryüzünde sonsuza kadar kalacak sandı ve arzularına uydu. Onun durumu üstüne varsan da soluyan, kendi haline bıraksan da soluyan bir köpeğin durumuna benzer. Bu kıssayı anlat, olur ki düşünürler.” (Araf 175-176)

Kuran'da ve hadislerde Belam'ın adı geçmemektedir. O sadece kötü örneklere bir örnek olarak verilir. Kuran ve peygamber bu tür durumlarda onun adını anmaya tenezzül etmez.

Allah kendisine bazı ayetler verdiği halde o hevasına uyarak bunlardan sıyrıldı ve böylece şeytan onun peşine takılarak onu azdırdı. Muhakkak ki Allah'ın ayetleri yegane koruyuculardır. Belam'ın bu koruyucu ayetleri bir kenara bırakarak nefsi hevasına uyduğu görülmektedir. Bu durumda şeytanın onu azdırması ve yoldan çıkarması kaçınılmazdır.

175'inci ayette iki kelime incelenmeye değer. (إنصلخ منها) sıyrıldı. Onu koruyan bir koyucuyu (ayetler) çıkarıp bir kenara koymasıdır. Takvanın da bir koruyucu elbise olduğunu hatırlayalım. Selehe derinin yüzülmesi çıkarılması anlamında da kullanılır. Yani onun kendisine özel olarak verilen ayetlerden sıyrılması, kendi derisini yüzerek, söküp atması gibidir.

İkinci kelime de (فأتبعه الشيطان), bu kelimeye takılmıştım. Etbaa kelimesi hem “peşine takıldı” ve hem de “onu peşine taktı” anlamlarına gelir. Bu farklılığı bazı meallerde de görebilirsiniz. Bunlardan hangisi doğru. Etbaa kelimesini fihristte taradığımda “kulak hırsızı cinin peşine takılan şihap (kayan yıldız, meteor, güdümlü füze)” için de aynı şekilde kullanıldığını gördüm. Burada “kulak hırsızı cinin peşine takılan şihap” ile “Allahın ayetlerinden sıyrılmış kişinin peşine takılan şeytan”ın durumu tamamen aynıdır. Her ikisinin de hedefinden sapması imkansızdır.

176'ncı ayetteki hırlayıp soluyan köpek misali de hayli ilginçtir. Çünkü hakk ehline saldırmak için kiralanmış bir alimin durumu budur. Üzerine gitsen de onu kendi haline bıraksan da o havlamaya ve hırmalaya devam edecektir.

***

İslami kaynaklarda ve tefsirlerde geçen rivayetler ışığında hikayesinin bir özetini aktarayım:
İslami külliyatta geçen rivayetlere göre: Belam Hz. Lut'un çocuklarındır, zaten Moab kavmi Hz. Lut'un çocuklarıdır. Belam Allahın kendisine vahiy indirdiği ilmi ledun sahibi bir kimse idi. Bazıları Peygamber olduğunu da söylemiştir. Kendisiyle dua edildiği duanın çevirilmediği ismi Azamı biliyordu.

Belam kendi kavmine tebliğde bulundu, fakat kendi kavmi yüz çevirdi. Belam da onları kendi haline bıraktı. (Birinci hata) Taki İsrailoğulları Moabların kalelerini ve surlarını kuşatıncaya kadar. O zaman kavmi Belam'a gelerek ondan yardım istediler. Sen Tanrının adamısın, duanın kabul olduğunu biliyoruz, bize dualarınla yardım et dediler.

Belam bunu reddetti. Ben Yakubun oğullarına karşı beddua edemem. Tanrı ve tanrının melekleri onlarla beraber. Ben beddua edemem dediyse de kavmi ısrar etti.

Belam'ın kendisine düşkün olduğu güzel bir karısı vardı. Karısına hediyeler verdiler ve ikna etmesini istediler. Eşi ona "istiharede bulun, Allah sana bir yol gösterecektir" dedi. Belam da istihare yapmayı kabul etti. (İkinci hata)

Rüyasında kendisine bu işin hayırlı olmadığı gösterildi. Yardımı etmeyi tekrar reddetti. Fakat karısı pes etmedi. Bir kez daha istihareye yat belki Allah sana başka bir yol gösterir. Israrın neticesinde Belam tekrar istihareye yattı ve fakat bu sefer bir şey görmedi. Karısı "gördün mü" rabbin eğer bunun olmasını istememe hususunda katı olsaydı sana tekrar gösterirdi. Belam yardım etmeyi kabul etti. (Üçüncü hata)

Eşeğiyle bir dağın tepesine çıkıyordu. Orada kurban kesecek ve İsrailoğullarını lanetleyecekti. Eşeği tökezleyip durdu. (Bu bölüm aynen Tevratta da geçiyor.) Belam eşeği dövdü, bu senaryo üç kez tekrarladı. Sonunda eşek dile geldi ve "görmüyor musun, Allahın melekleri bana engel oluyor" dedi.

Belam bundan sonra yaya olarak dağın tepesine çıktı. Orada kurbanını kesip sunusunu yaptı ve İsrailoğullarını lanetlemek üzere dua etmeye başladı. Fakat dua ettikçe dili dönüyor ağzından niyetinin tam tersine israiloğullarını kutsadığı ve moabları lanetlediği laflar çıkıyordu. Sonunda dili bir köpek gibi göğsüne kadar sarktı.

***

Belam'ın Tevratta geçen hikayesi de buna benzerdir. Belam'ın Kitabı Mukaddes'teki hikayesi Tevrat'ın Sayılar (22-23-24-25) kitabında geçer. Aşağı yukarı yukarıda aktardığımız gibidir.

Yalnız Tevrat'ta üzerinde durulması gereken ayrıntılar var. Birinci detay Fırat'ın kenarında oturan bir Aramlı olduğudur. Tevrata göre Moablı değil, Aramlı imiş. Bu durumda Moablar onu ücret karşılığında kiralamış oluyorlar.

İkinci detay da Belam'ın lanetlemek istediği İsrailoğulları hakkındaki kutsaması ile ilgilidir. Bunlar sıradan sözler değildi. Burada "Yakup'tan çölde bir asa çıkacak" dediği sözler Messanik (mesihin müjdesi) öğretinin temelidir. Tevratta bu öğretiyi dile getiren Hoşea ve İlya gibi büyük peygamberleri idi. Belam'ın İsrailoğullarının bu peygamberlerinin müjdesinden asırlar öncesinden haber vermesi son derece şaşırtıcıdır.

***

Belam bin Baura bir isim değil bir sıfattır. Bu isim/sıfat, Aramca dilinde Diliniyutmuş Bağıranınoğlu anlamına gelir.

Bel'am küçük dil, yutak anlamına gelir. Hatta Balgam kelimesi de buradan gelir. Çünkü Aramcada Bel'am (بلعم) ile Balgam (بلغم) aynı kelimedir.

Baor kelimesi de yine Aramca bir kelime olup Türkçe'deki Bağırmak ve Böğürmek diye bildiğimiz kelime ile aynıdır. Hayvan gibi bağırmak, öküz gibi böğürmek anlamına gelir.

Rivayetler de geçtiği üzere bağırma ve böğürmelerinden dilini yutağını parçalatmış. Bu yüzden ona Diliniyutmuş Bağıranoğlu ismi verilmiştir.

***

Belam'ın hatalı uygulamalarını şöyle değerlendirebiliriz:

Birinci hata şuydu: Kendisine tebliğ görevi verilen kişi bu görevi bırakmamalı. Tebliğin şartları imkansız hale geldiyse tebliğ şekli değişebilir. Ancak görev verilen görev verilmemiş gibi davranamaz.

İkinci hata da şuydu: Emir ve yasaklar, helaller ve haramlar istihareye ve istişareye açık değildir. Eğer bir şey haramsa onu yapıp yapmamak için istihare yapılamaz. Ancak istihare ve istişare kişinin muhayyer olduğu durumlar içindir. Buna rağmen Belam'a, yaptığı işin doğru olmadığı kendisine sadık rüyada da gösterilmiş.

Üçüncü hatası da şuydu: Yanlışta ısrar etti. Bu yüzden artık kendisine ilahi uyarı da kesildi.

Maruf Çetin

Prof. Dr. Rıza Savaş'la Röportaj

1-         Merhaba Hocam, Türkiye’de İslam Tarihi denilince akla gelen önemli isimlerden birisisiniz. Peki Rıza Savaş kimdir? Bize kısaca kendinizden bahseder misiniz?
1953’te Erzurum’da doğdum. İlk, orta ve yüksek tahsili Erzurum’da yaptım. 1980’de Erzurum Yüksek İslam Enstitüsünden mezun oldum. (Bu günkü Atatürk Ü.İlahiyat Fak.) 

Tevrat’ta Belʻam’ın Hikâyesi


Prof. Dr. Adnan Demircan
Sembol olmuş isimlerden biri Belʻam’dır. Önceleri iyi bir müminken daha sonra Hz. Musa aleyhine hile tertiplediği cezalandırıldığı rivayet edilen bir kişidir. Kur’ân-ı Kerim’de ismi zikredilmese de müfessirlerin çoğu aşağıdaki ayetlerde ondan söz edildiğini rivayet ederler:

27 Şubat 2017 Pazartesi

İslâm Tarihi Boyunca Selef ve Selefilik Kavramlarının Anlam Serüveni


Prof. Dr. Adem APAK

Günümüzde Selefiyye olarak bilinen siyasî ve itikadî ekol veya hareketin tarihsel temelleri İslâm tarihinin ilk asırlarına kadar ulaşır. Bu anlayış aslında fikir olarak Hicretin 2. ve 3. Asrında başlamış, tarihte anılan isimleriyle “Ehlü’l-Eser”, “Ehlü’l-Hadis” ve “Ashâbu’l-Hadis” gibi dinî grup nitelendirmeleri şeklinde farklı devirlerde farklı anlamlarla isimlendirilmiştir. Bu tebliğde Selef ve bu kelimeden türeyen Selefiyye kavramlarının İslâm tarihi sürecinde kazandığı anlamlar üzerinde durulacak, başka bir ifadeyle Selefiyye kavramının anlam süreci ortaya konulmaya çalışılacaktır.   

26 Şubat 2017 Pazar

Şeytan Üçgeninde Dans -Sünnicilik, Seleficilik, Şiicilik- II

Prof. Dr. Mehmet Azimli

              İslam Zirve değil, Tabandır.
Son dönem mezhebi mücadeleler çerçevesinde ilk dönem sahabe toplumuna bir özlem ve özenti gelişmekte, İslam’ın zirveden aşağıya doğru inişe geçtiği şeklindeki algı yayılmaktadır. Bu bağlamda;
Hz. Peygamber’in ashabıyla birlikte yaşadığı dönemin “Asr-ı Saadet” olarak algılanıp, bu dönemin asla erişilemez bir zirveyi temsil ettiği inancı, zorunlu olarak geleceği aşağıya ve kötüye doğru giden bir zaman dilimine, tarihi de kötümser (pesimist) bir tarih algısına dönüştürmüştür. Bu durum ilk İslamî asrın kutsallığı ve zirvede başlayan bir tarihi anlatmaktadır.[1]

24 Şubat 2017 Cuma

Ebû Ömer b. Dâvud Yazdı: Önyargı

Ebû Ömer b. Dâvûd
Yargıda bulunmak, insanın fıtrî bir özelliğidir. Bir çocuk dünyaya gözlerini açtıktan sonra gördüğü canlı ya da cansız varlıklar, işittiği sesler, hissettiği nesneler hakkında yargılarda bulunarak onları anlamaya çalışır. Ancak bilgi kaynakları çeşitlendikçe daha önceki yargılarını değiştirir. Çocukken görüş değiştirmek kolaydır. Bunu çocukların duygusal durumlarındaki hızlı değişiklikte gözlemleyebiliriz. Örneğin bir çocuk sizden nefret ettiğini söyledikten kısa bir süre sonra kendisine basit bir oyuncak hediye ettiğinizde sizi çok sevdiğini söyleyebilmektedir. Çok sevdiğini söylediği bir yemekten bir gün sonra nefret ettiğini gözlemleyebilirsiniz. Aslında çocuğun tavrı doğal olanıdır. Zira insanoğlu çocukluğundan itibaren yargılarını değiştire değiştire görüş sahibi olur. Görüş dediğimiz şey yargı haline gelmiş önyargılar değil midir?

20 Şubat 2017 Pazartesi

Ebû Ömer b. Dâvûd Yazdı: Amel

Ebû Ömer b. Dâvûd 
   
İnsanın çabası, hedeflediği şeyle anlam bulur. İslam, Müslümanlardan genel olarak iyi işler yapmalarını istemektedir. İyi iş, dinin ortaya koyduğu prensipler ve insanların tecrübeyle ulaştıkları evrensel ilkeler çerçevesinde bilinebilir. Başka bir ifadeyle söylemek gerekirse iyi davranış, Allah'ın emir ve yasaklarına uymayı, erdemli olmayı, insanlar için yararlı işler yapmayı gerektirir. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulmaktadır: "Kadın, erkek, inanmış olarak kim iyi iş işlerse, ona hoş bir hayat yaşatacağız. Ecirlerini yaptıklarından daha güzeli ile ödeyeceğiz." (Nahl 16/97)
   Allah’ın rızasının gözetilmesi, insanın çabasını daha anlamlı kılar. Yüce Allah şöyle buyurur: "İkindi vaktine and olsun ki, insan hiç şüphesiz hüsrandadır. Ancak inanıp yararlı iş işleyenler, birbirlerine gerçeği tavsiye edenler ve sabırlı olmayı tavsiye edenler bunun dışındadır." (Asr 103/1-3)

19 Şubat 2017 Pazar

Hz. Ali’nin Kabrinin Yeri


Arş. Gör. Emine Peköz

Hz. Ali, kısa süren hilâfetine rağmen şahadetinin ardından tarihte en çok konuşulan halifelerden biri olmakla kalmamış, İslâmî ilimlerin hemen hemen her dalında mevzu bahis olmuştur. Gerek Resûlullah ile olan nesep bağı ve onun damadı olarak soyunu devam ettiren tek kişi olması, gerekse çocuk denilecek yaşta ilk Müslümanlar arasına girmesi, onu İslâm ümmetinin nazarında önemli bir yere taşımıştır. Bununla birlikte Resûlullah’ın pek çok gazasında gösterdiği üstün gayretle adeta bir cihat abidesi olmasıyla, “Ben ilmin şehriyim, Ali de onun kapısıdır.” hadisine muhatap olan ilmî kişiliği ile, Nehcü’l Belağa’ya bakıldığında açık bir şekilde anlaşılan üstün edebî yönü ve hatipliği ile, tasavvufta adeta bir ekol haline gelmesine vesile olan takvasıyla Hz. Ali, Ali Şeriati’nin de deyimiyle ‘efsanevî bir hakikat’tir.

İslâm Devleti’nin neredeyse bir iç savaşa doğru sürüklendiği, siyasî ayrılıkların yaşandığı gayet sıkıntılı geçen hilâfetinin şehadetle sonuçlanması bile, Muaviye ve Haricîler’le yaşanan İslâm Devleti’nin tek siyasî otoritesi olma davasını sona erdirememiştir. Aksine bu durum, şahadetinin ardından ortaya çıkan mezheplere bakıldığında, siyasî olduğu kadar, dinî ve toplumsal bir boyut da kazanarak daha karmaşık bir hal almıştır.

İşte böyle bir dönemde şehit edilen Hz. Ali, hayattayken düşmanları olduğu kadar, tabiri caizse cesedinin dahi düşmanları olabilir korkusuyla gizlice defnedilmiştir. Vefat tarihi ile kabrinin yerinin ilk kez Harun Reşid (786-809) zamanında resmen ilan edildiği tarih arasında geçen uzun müddet, kabrin yeri konusunda pek çok ihtilafın doğmasına sebebiyet vermiştir. Kimi âlimler kabrin yeri hakkındaki muhtelif rivayetleri saydıktan sonra kesin olarak bir mekânın belirtilemeyeceğini ileri sürmüşler, kimileri de kabrin yerinin sahih olan rivayete göre Necef’te olduğunu söylemişlerdir. Fakat genel olarak gördüğümüz kadarıyla birinci gruptakiler, ikinci öngörüde bulunanlardan daha fazladır. Bu nedenle yazımızda kabrin yeri konusundaki farklı rivayetleri ortaya koyarak, bu konuda ön plana çıkmış belli başlı mekânlar üzerinde durmaya çalışacağız. Her ne kadar bu konuda ortaya atılan rivayetlerin farklılığı ve meselenin âlimlerce ihtilaflı bir konu olarak kabul edilmesi göz önüne alındığında, nihaî bir sonuca ulaşmak mümkün değil gibi görünse de, en azından bu meseledeki farklı rivayetler hakkında bilgi edinmek adına bu yazının faydalı olacağı kanaatindeyiz.

Hz. Ali’nin oldukça karışık bir siyasî ortamda şehit edilmiş olması, kabrinin yerinin gizli tutulmasındaki en büyük nedendir. Hz. Ali, Ümeyyeoğulları mezarını bulabilir korkusundan dolayı gizli bir yere gömülmüştür. Hz. Ali’nin mezarı, Ümeyyeoğulları’nın hâkimiyetinin 750’de bitmesi sonrasına kadar, özellikle Şiî Müslümanlar tarafından bir hac yeri olarak görülen (Kûfe yakınlarındaki) Necef’te yeri tespit edilene kadar ortada yoktur.[1] Necef, bu tespitin ardından kutsal bir şehir haline gelmiştir.[2] İşte bundan dolayı olmalı ki, siyasî iktidarı tamamıyla ele geçirmeye azmetmiş olan Ümeyyeoğulları’nın, Iraklılar’ın her daim ziyaret edip hatırlayacağı bir meşhede sıcak bakmayacakları aşikârdır. Diğer yandan, Hz. Ali’nin şehadetine neden olan ve davaları uğruna her türlü işi yapmayı mubah sayan Haricîler’in ise herkesçe bilinen bir kabre karşı nasıl bir muamelede bulunacakları bilinemediğinden, kabrin yerinin gizli tutulmasındaki bir etken de bu olsa gerektir. Yine gerek Haricîler’in gerekse Ümeyyeoğulları’nın, Hz. Ali’nin vefatından sonra ona destek verenlere ne şekilde davranacakları bilinmediğinden ötürü, Hz. Ali’ye ait olan bir kabrin ziyaret edilmesi durumunda insanların safları buna göre belirlenebilir endişesi de kabrin yerinin gizlenmesinde etkili olabilir. Nitekim daha sonraki dönemlerde, o coğrafyada değer verilen devlet adamlarının veya din büyüklerinin kabirlerine gösterilen ilgi yadsınamayacak kadar büyüktür, öyle ki halkın gösterdiği ilgi karşısında bu kişilerin ölü veya diri olmaları arasında anılarını taze tutmak adına adeta bir farkın olmamasının, Ortadoğu türbe kültürünün önemli bir özelliği olduğu malumdur. Buna örnek verecek olursak Şiî kültüründe, Hz. Ali’nin türbesinin bulunduğu yerin kutsallığından dolayı burada kılınan namazın başka yerlere nispetle 200.000 kat daha faziletli ve bir gece kalmanın 700 yıllık ibadete denk olduğu, buraya defnedilen cenazeden kabir azabının kalkacağı ve Münker ve Nekir’in sorularından muaf tutulacağı gibi çok sayıda rivayet mevcuttur. Bu tür rivayetler, Necef’in sürekli göç alan bir şehir olmasına ve burada Vadi’s-selâm adıyla anılan çok büyük bir kabristanın teşekkülüne yol açmıştır.[3] Kabrin üç asır sonra Büveyhiler zamanında Şiîler tarafından böyle bir ilgi görmekle beraber, diğer yandan 443’te (1051) Bağdatlı mutaassıp Şiî muhalifleri tarafından yakılması,[4] Hz. Ali’nin şehit edilmesinin yankısının hala sürdüğünü ve bu olayın siyasî ve toplumsal ortamı etkilemeye devam ettiğini göstermesi bakımından önemlidir.

Öyle ki günümüzde, Şiî kesimde Kerbela vakasının acısının, daha olay dün yaşanmışçasına hissedilmesine ve Hz. Zeyneb’in kabrine gösterilen hürmete bakılacak olunursa bu mesele daha rahat anlaşılabilir. İlerde bahsedeceğimiz gibi Hz. Ali’nin kabrinin Necef şehrinin inkişâfını sağlayacak derecede ihtimam görmesi ve Necef’in mutaassıp Şiîlerin, imamlarının yakınında gömülme isteği dolayısıyla muazzam bir kabristanla çevrili kutsal bir yer haline gelmesi de buna örnek verilebilir.

Yazılı kaynaklarda bulunmamakla birlikte, Hz. Ali’nin ne şekilde defnedildiği ve kabrin yerinin nasıl keşfedildiği ile ilgili halk arasında dolaşan bazı söylenceler bulunmaktadır.

Anlatıya göre, Hz. Ali’nin aldığı zehirli kılıç darbesi nedeniyle üç gün sonra vefat etmesinin ardından, oğulları Hasan ve Hüseyin, Hz. Ali’nin tabutunu alıp giderlerken, önlerine yüzü peçeli bir bedevî çıkar. Bedevî, Hz. Hasan ve Hüseyin’e tabutu kendisine vermeleri gerektiğini söyler. Bunun üzerine bedevîden yüzündeki peçeyi kaldırmasını isterler, fakat bedevî kılığındaki kişi yüzünü göstermez. Bu olayda yüzü peçeli şahsın Hz. Ali olduğu kabul edilir. Yani Hz. Ali kendi tabutunu kendisi almıştır.

Yine buna benzer bir söylencede de, Hz. Ali vefat ettikten sonra Hz. Hasan ve Hüseyin henüz cesedin yanında bulunurken ceset konuşmaya başlar ve yapmaları gereken cenaze işlemlerini saydıktan sonra onların vazifelerinin burada biteceğini, kendisini almaya bir bedevînin geleceğini söyler. Hz. Hasan ve Hüseyin cenazeyi yıkama, kefenleme, tabuta koyup bir deveye yükleme gibi işleri bitirdikleri esnada yüzü peçeli bir bedevî gelir ve hiç konuşmaz, tabutu alır ve uzaklaşır. Bedevî oradan ayrıldıktan sonra Hz. Hasan ve Hüseyin yaptıklarına bir anlam veremeyerek tabutu geri almak için bedevîye yetişmeye çalışırlar. Bedevînin yüzü ay ışığıyla aydınlandığında anlaşılır ki tabutu almaya gelen bedevî Hz. Ali’nin ta kendisidir.

Tabi ki bütün bu anlatılanlar söylenceden öteye geçmemektedir. Fakat tarihî kaynaklarda, Hz. Ali’nin cenaze işlemleri tafsilatlı bir şekilde anlatılmakla birlikte, defin işinin nerede ve ne şekilde olduğuna yer verilmemesi, bu tür söylencelerin oluşmasına zemin hazırlamış olabilir.

Hz. Ali’nin kabrinin ne şekilde tespit edildiğine dair rivayetlere gelince, bu hadisenin Harun Reşid devrinde, halife Kûfe çöllerinde bir av sırasındayken gerçekleştiği yönündedir. Rivayete göre birkaç ceylan avcılardan kaçarak orada bulunan bir tepeye sığınır. Peşlerinden giden av köpekleri ise ceylanlara dokunmadan geri dönerler. Harun Reşid yanında bulunan Abdullah ismindeki bir zata, tepeyi araştırmasını, muhtemelen bu tepenin mübarek bir yer olabileceğini söyler. Abdullah tepeyi araştırdığı sırada, Beni Esed kabilesinden olan yaşlı bir kişiyle karşılaşır ve onu da alarak Harun Reşid’in yanına getirir. Yaşlı adam Harun Reşid’e, atası Hz. Ali’nin kabrinin o tepede olduğunu işittiğini ve Allah-u Teâlâ’nın bu tepeyi emniyetli bir yer kıldığını nakleder. Bunun üzerine Harun Reşid, o tepenin yanında abdest alıp namaz kılarak gözyaşı döker.

Hz. Ali’nin kabrinin yerinin bir müddet gizli kaldıktan sonra, Harun Reşid devrinde (786-809) resmen ilan edildiği bilinmekle birlikte, kabrin yerinin tespiti ile ilgili rivayetler bu şekildeki söylencelere dayanmaktadır.

Daha sonra Hz. Ali’nin mezarı muhtelif yerlerde aranmıştır. Harici İbn Mülcem tarafından Kûfe Camii’nde şehid edilen Hz. Ali, bir rivayete göre Kûfe’ye defnedilmiştir.[5] Birçokları kabrin Kûfe’de caminin kıblesi altındaki bir köşede,[6] bazıları da bilakis Kûfe’ye iki fersah mesafede bulunduğunu iddia ediyorlardı. Bir rivayete göre ise, İmam Ali, Medine’de Fatıma’nın mezarı yanına defnedilmiştir. Başka bir görüş ise mezarın Kasr el-İmâre civarında olduğudur.

Yaygın kabule göre ise Hz. Ali’nin Kûfe civarında, şehri Fırat nehrinin taşmalarından koruyan setlere yakın bir yere gömüldüğü yönündedir ki, daha sonra burada Necef şehri inkişâf etmiş ve buraya Necef el- Kûfe de denilmiştir.[7] Kabrin başka yerlerde olduğuna dair rivayetler bulunsa da çoğu kaynakta ilk olarak bu mahal üzerinde durulmaktadır. Bununla birlikte kabrin ortaya çıkışının hicretten üç yüz sene sonra olması, bu rivayetin doğruluğunu tartışılır kılmıştır. Buna göre Necef’teki meşhed, gerçekte İslâm’dan önceki devirlerden kalma mukaddes bir mezar da olabilir; çünkü burada Âdem ve Nuh’un mezarlarının bulunduğu da söylenir.[8] Hatta bu kabrin Muğire b. Şu’be’nin kabri olduğu da söylenmiştir.[9] Ayrıca kabrin daha çok ilgi görmeye başladığı dönem iktidarda bulunan Büveyhoğulları’nın Şiî Rafizî olmaları, onların ziyaret edilecek ve böylece halkı bir araya getirecek bir mekânı ön plana çıkarmak maksadıyla taraflı davranabilecekleri yönünde şüphe uyandırmaktadır. Nitekim bazı eserlerde, Necef Şehitliği’nde Hz. Ali’nin kabri olarak ziyaret edilen yerin doğru olduğunu kabul eden rivayetlere karşın, Şerik b. Abdullah en-Nehaî ve Muhammed b. Süleyman el-Hadramî gibi bazı ilim ehli kişilerin bunu inkâr ettikleri yönünde bilgiler mevcuttur. Buna göre vefatının ardından üç asır geçmesine rağmen, hiç kimse o güne kadar Necef’teki kabrin Hz. Ali’ye ait olduğunu söylememiş ve oraya ziyaret maksadıyla gitmemiştir. Hâlbuki Kûfe’de Ehl-i Beyt ve Şiîler’den olanların sayısı diğerlerinden daha çoktur ve şehirde hâkim konumda olanlar da onlardır.[10]

Görüldüğü gibi kabrin bazı âlimlerce Necef’te olmadığı yönünde ittifak edilmesi, bu gibi göz ardı edilemez iddialara dayanmaktadır. Bu durum da Hz. Ali’nin şehit edildiği Kûfe’den 10 km. uzakta olan Necef’te değil de çeşitli rivayetlerde geçtiği gibi Kûfe’nin merkezinde defnedilmiş olabileceği ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Üstelik o günün hava ve yol şartlarında bir cesedi gizlice taşımak için 10 km. uzun sayılabilecek bir mesafe olabilir. Bununla birlikte konuyla ilgili eserlere bakıldığında, Hz. Ali’nin defnedildiği yerle ilgili olarak Kûfe’nin adı bugünkü Necef olarak geçmektedir. Bu nedenle akıllarda ilk olarak şöyle bir soru uyanmaktadır;  Kûfe, Necef’le aynı yer olarak addediliyorsa, o halde Hz. Ali’nin kabrinin Kûfe’de mi yoksa Necef’te mi olduğu tartışması neden ortaya çıkmıştır?  Bu sorunun cevabı ise Kûfe’den daha sonra kurulmakla birlikte Necef’in kısa sürede gelişerek iki şehir arasındaki 10 km. gibi bir uzaklığın kapanmasıdır. Böylece zamanla iki şehir birleşerek tek şehir haline gelmiş, hatta Hz. Ali’nin kabri dolayısıyla Necef,  Kûfe’den daha büyük ve ilgi gören bir merkez halini almıştır.

 Kabrin yerinin belirlenmesiyle ilgili farklı rivayetler bulunmakla birlikte, bu tespit Abbasîler’in ilk döneminde gerçekleşmiştir. Nitekim mezar üzerine Abbasî halifelerinden Davud b. Ali’nin (ö. 133-750) bir sanduka koydurduğu bilinmektedir. Bununla birlikte Şiîler baştan beri Hz. Ali evlâdı ile yakın çevresinin bunu bildiğini ifade etmektedir. Nakledildiğine göre Bağdat kurulmadan önce Abbasî halifesi Ebu Cafer el-Mansur tarafından Kûfe’ye çağrılan Cafer es-Sadık kabrin bulunduğu yere gelince devesinden inmiş, gusledip elbisesini değiştirerek dedesinin şahadet yeri olduğunu belirttiği kabrin başında durup onu selamlamış ve kabrin üzerine kapanarak üzüntüsünü dile getirmiştir. Yanındakilerden Safvan el-Cemal’in ondan izin alıp bu durumu Kûfe’de bulunan mensuplarına haber vermesiyle mezarın yeri daha geniş bir kitle tarafından öğrenilmiştir. Kabrin yerinin resmen tanınıp ilan edilmesi ve türbenin devlet eliyle tamir edilmesi ise Harun Reşid devrine (786-809) rastlamaktadır.[11]

Daha sonra Hamdanîlerin kurucusu Abdullah b. Hamdan (ö. 317-929), Hz. Ali’nin kabri üzerine kıymetli halı ve perdelerle döşeli bir türbe inşa ettirmiştir.[12] Bunun ardından Şiî Büveyhî hükümdarı Azud el-Devle 369’da (979) mezar üzerine yeni bir türbe yaptırdı. Hükümdar ile oğulları Şeref ve Baha el-Devle’nin de gömülmüş oldukları bu türbe Hamdallah Mustavfî zamanında hala mevcuttu. Daha bu sırada Necef ve çevresi 2.500 adımı bulan küçük bir şehir olmuştu.[13] Ölümü 414’e (1023-1024) doğru olan Hasan b. El-Fazl, Meşhed-i Ali’nin surlarını yaptırdı.[14] 443’te (1051) Bağdatlı Şiî muhalifleri tarafından yakılan türbe çok geçmeden onarıldı. 479 (1087) yılında bölgeye gelen Selçuklu Sultanı Melikşah ve veziri Nizâm’ül-mülk kabri ziyaret ettiler. İlhanlılar’dan Gazan Han şehrin ziyaretine gitmemekle birlikte şehrin imârına çalıştı.[15] İbn Battuta, Meşhed-i Ali’yi 726’da (1326) ziyaret etti. Seyyah şehri ve meşhedi tafsilâtı ile tasvir etmektedir. İbn Battuta nüfus sayısı ve binalarının güzelliği ile Necef’i Irak’ın en ehemmiyetli şehirlerinden saymaktadır. Safevî hükümdarı Şah İsmail, Kerbela ve Necef meşhedlerini ziyarete geldi. Kanunî Sultan Süleyman da 941’de (1534-1535) burayı ziyaret etti ve şehrin imârı için gereken emirleri verdi.[16] Daha sonra II. Abdulhamid’in de bölgede imâr faaliyetinde bulunduğu bilinmektedir.[17]

Sonuç olarak her ne kadar Hz. Ali’nin kabrinin Necef’te olduğu yönünde ihtilaflar mevcut ise de, türbe dolayısıyla şehrin Şiîlerce kutsal sayılması ve Sünnî hükümdarlar tarafından da ihtimam görmesi dikkate değerdir.

Hz. Ali’ye atfedilen bir diğer mezar da Afganistan’ın Mezâr-ı Şerif kentinde olup, şehir adını bundan almaktadır.  530’da (1136) Sultan Sencer ve 885’te (1480) Sultan Hüseyin Baykara zamanında, burada Hz. Ali’nin kabrinin bulunduğu iddia edilmiş, bunun üzerine yapılan türbelerin (ilk türbe Cengiz istilası sırasında yıkılmıştır) çektiği ziyaretçi kitleleri burayı bir ziyaretgâh ve ticaret merkezi haline getirerek, Mezâr-ı Şerif veya kısaca Mezâr adıyla anılmasına yol açmıştır. XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Belh’in giderek önemini kaybetmesiyle birlikte merkez fonksiyonu Mezâr-ı Şerif’e kaymış ve bunda 886 (1481) inşa tarihli türbenin, XIX. yüzyılın başlarında ihya edilmesinin büyük etkisi olmuştur.[18]

Mezâr-ı Şerif’in gelişerek, civarındaki kentleri geri plana itmesindeki en önemli faktör, tıpkı Necef’in zamanla Kûfe’den daha büyük bir şehir haline gelmesinde görüldüğü gibi, burada bulunduğuna inanılan Hz. Ali’nin türbesi olmuştur.

İki şehir arasındaki uzaklık göz önüne alındığında, Hz. Ali’nin na’şının o günün şartlarında Kûfe’den Mezâr-ı Şerif’e intikâli imkânsız olsa da, şehrin Şiîlerce kutsal sayılarak ziyaret edilmesinin ve yine pek çok türbenin bu şehirde inşa edilmesinin nedeni Hz. Ali’nin türbesinin varlığıdır. Dolayısıyla bazılarına göre bizde Yunus Emre’nin birkaç türbesinin olması misâli, asıl mezar başka bir yerde bulunmakla birlikte, Mezâr-ı Şerif’teki türbe sadece ruhâniyetine inanılan bir türbedir.[19]

Sonuç olarak Hz. Ali’nin vefatıyla, hilâfetin kime ait olduğu davası bitmemiş, âdeta hiç bitmemek üzere yeni başlamıştır ve İslâm dünyası içerisindeki dinî ve siyasî ayrılıklar daha çeşitli bir hal almıştır. Bu nedenle Hz. Ali’nin şahadeti bir nihâyet değil bir milâttır. Böylesi bir şehidin nerede defnedildiği ise bir o kadar önemlidir. Yine bu nedenle olacak olmalı ki kabrinin yeri uzun süre gizli kaldıktan sonra ortaya çıkarılmıştır. Fakat aradan geçen uzun zaman dolayısıyla kabrin yeri ihtilaflı bir konu olmuştur. Bugün Hz. Ali’nin kabri olarak kabul edilen bazı yerler bulunmakla beraber, hangisinin doğru yer olduğu kesin olarak bilinmemektedir. Bu ihtilaflı durum kabrin ortaya çıkarıldığı tarihten günümüze kadar devam etmiş, çoğu âlim bu konuda kesin bir yer belirtmemiş, sadece rivayetleri saymakla yetinmiştir. Kesin bir yer üzerinde ısrar ederek taraflı davranabileceği düşünülebilen Şiâ kesimi için de durum farksızdır. Bu, mezhep mensuplarının hem Necef hem de Mezâr-ı Şerif’teki kabri kutsal saymalarından anlaşılabilir.

Kabrin yerinin tam olarak bilinememesi, o dönemde Hz. Ali’nin na’şına yapılacak olan muhtemel bir saygısızlıktan ve sonrasında ise şirke varan aşırılıkların meydana gelmesinden daha iyi bir durum olarak kabul edilebilir. Belki de kabrin yerinin gizli tutulmasındaki en büyük tercih sebebi de haklı bir tutum olarak tamamen budur. Aynı zamanda bu, hem Hz. Ali’nin dostlarının hem de düşmanlarının tercihidir. Ancak, diğer yandan eğer ortada yeri belirli olan bir kabir olsaydı, Hz. Ali’ye nispet edilen birden fazla meşhed de olmazdı.

Yazımızda Hz. Ali’nin kabrinin yeri hakkındaki rivayetleri bir araya getirmeye ve meşhed olarak kabul edilen belli başlı yerler üzerinde durmaya çalıştık. Son söz olarak, biz de İbnü’l Cevzî gibi kabrin yeri hakkındaki muhtemel yerleri zikretmekle birlikte, doğrusunu ancak Allah bilir diyoruz.





[1] Eliade, Mircea, “Ali ibn Abi Talib”, The Encyclopedia of Religion, I, 205.
[2] Brıll, E. J. “Ali b. Abi Talib”, The Encyclopedia of Islam, I, 25.
[3] Öz, Mustafa, “Necef”, DİA, XXXII, 487.
[4] Öz, Mustafa, “Necef”, DİA, XXXII, 486.
[5] Avcı, Casım, “Kûfe”, DİA, XXVI, 340.
[6] İbn’ul Esir, el-Kamil fi-t-Tarih Tercümesi, III, 404.
[7] Darkot, Besim, “Necef”, M.E.B. İslâm Ansiklopedisi, XXXII, 157.
[8] Darkot, Besim, “Necef”, M.E.B. İslâm Ansiklopedisi, XXXII, 157.
[9] Sallabi, Ali Muhammed, Hz. Ali’nin Hayatı, Şahsiyeti ve Dönemi, s. 711.
[10] Sallabi, s. 711.
[11] Öz, “Necef” DİA, XXXII, 486.
[12] Darkot, “Necef”, M.E.B. İslâm Ansiklopedisi, XXXII, 158.
[13] Öz, “Necef” DİA, XXXII, 486.
[14] Darkot, “Necef”, M.E.B. İslâm Ansiklopedisi, XXXII, 158.
[15] Öz, “Necef” DİA, XXXII, 486.
[16] Darkot, “Necef”, M.E.B. İslâm Ansiklopedisi, XXXII, 158.
[17] Öz, “Necef” DİA, XXXII, 486.
[18] Kurtuluş, Rıza, “Mezâr-ı Şerif”, DİA, XXXIX, 518.
[19] Akyol, Taha, (www.milliyet.com.tr), erişim tarihi: 15.02.2010

15 Şubat 2017 Çarşamba

Şeytan Üçgeninde Dans -Sünnicilik, Seleficilik, Şiicilik- I

Prof. Dr. Mehmet Azimli
İslam dünyasına göz attığımızda Sünnicilik(Ehl-Sünnet değil) adına Kadizadeler,[1] Seleficilik(Selef değil) adına katliam makinalarına dönüşmüş teröristler, Şiicilik(Hz. Ali'nin taraftarı değil) adına sünni avına çıkmış beyni yıkanmış robotlar görmekteyiz.
Tam bir şeytan üçgeni içindeyiz. Şeytana pabucu ters giydirecek bu tipler, Allah adına ahkam kesip Müslüman katletmekteler. Batılılar ise bu işe benzin dökmekte ve memnun bir şekilde izlemektedirler.
Bu duygular arasında Şiilik, Sünnilik, Selefilik ve Haricilik gibi mezheplere ve bunlar üzerinden yapılan yorumlamalara değinmek istiyorum. Bu yorumların bir kısmında isabet edilse de bir kısmında ise bazı yanlışlık bulunmaktadır. Gözlem ve kanaatlerimi dört ana başlık etrafında sunmak istiyorum.
Haricilik, Selefilik Değildir.
Günümüzde sık sık Selefi örgütler olarak nitelendirilen IŞID, Taliban ve benzeri yapılar Hariciler’e benzetilmektedir. Ben burada büyük bir yanlışlık görüyorum. Belki tarihte anlatılan katliam türü bazı uygulamalarda benzerlik gibi görünse de Haricilik ontolojik olarak Selefilik ile ilgisi olmayan bir yapılanmadır. Doğuş sebebi ve ilkeleri açısından çok farklıdır.
Ancak nedense Hariciler, İslam tarihinin daimi suçluları olarak anlatılmaktan kurtulamazlar. Nerede yanlış bir iş varsa onlara mal edilir. Örneğin bu grubun Hz. Osman’ın katledilme sürecinde Medine’yi basan ve halifeyi katledenler oldukları yaygın bir kanaattir. Halbuki Medine’yi basan grubun içinde Eşter gibi Hz. Ali’nin taraftarı ve Adiy b. Hatem gibi Hz. Ali’nin yanında Haricilere karşı savaşan önemli kişiler vardır. Belki bu grubun içinde bir kısmının daha sonra Haricilere katıldığı söylenebilir. Ancak Medine’yi basan isyancıların Harici olarak nitelendirilmesini gerektirmez.
Esasen Hariciler, Hz. Ali döneminde ortaya çıkmış olup fikirlerini tam olarak ortaya koyamamış, kendini anlatamamış, sürekli olarak taşkınlıklarıyla gündeme gelen, bu sebeple marjinal olarak yaşamak zorunda kalan bir gruptur. Dindardırlar, Kur’an’ı her konuda öncelerler ve samimi bir bedevi imanı vardır.
Onlar samimiyetle Müslüman olmuşlar ancak Cemel ve Sıffin’de “gelin Müslüman öldürelim!” denilince şaşırmışlardı. Samimiyetle Hz. Ali’ye şunu soruyorlardı: “Cemel’de savaşıp Müslüman öldürmek caiz de, esir almak neden haram oluyor?” Doğrusu bu soruya cevap verilememiştir. Yine Sıffin’de savaşa girişmişler sonra anlaşma yapılmasına anlam verememişlerdi. “Şimdiye kadar niye bu kadar insanı öldürttünüz? Ölülerimiz nerde?(yani şehit olup cennete mi gitti? yoksa değil mi) Bize öğrettiğiniz İslam gereği Fitne kalmayıncaya kadar savaşmak gerekirken neden Muaviye ile anlaşma yolunu seçtiniz?” Diyorlardı.  Doğrusu onlarınki yaşananlar karşısında bir hayalkırıklığı tepkisiydi.
Ancak onlar kimseye kendilerini ifade edememişler ve anlatamamışlardır. Dahası Sünni algı tarafından sürekli olarak yanlış bir anlatımla Hz. Ali'yi Tahkim’e zorlayan grup olarak anlatılırlar. Bu doğru değildir ve sünnilerin bir iftirasıdır. Tam tersine onlar Hz. Ali'nin Tahkim’i kabul etmesine itiraz ile ayrılmışlardır.
İşte ilk İslam cemaatinin bütün bu ilkesizlikleri, Haricilerde savrulmalar meydana getirdi, bir daha da Müslüman dünya ile entegre olamadılar ve aralarındaki makas gittikçe açıldı. Sonuçta Haricileri ilk baştan itibaren gayet tutarlı, söylediklerinin arkasında duran, ilkeli bir grup olarak görmekteyiz. Onlar, Cemel Savaşı’nda savaşı başlatmamışlar, Tahkim’de de baştan itibaren sürekli Hz. Ali’ye savaşa devam etmesini telkin etmişlerdir. Dolayısıyla çıkış ve ilke olarak Selefi bir söylemle yanyana durmaları sözkonusu değildir ve böyle bir benzetme doğru değildir.[2]




[1] Kadızadeler ya da fakılar, Osmanlı Devleti'nde 1630-1680 yıllarında etkili olan vaiz sınıfıdır. 17. yüzyılda politik ve ideolojik farklılıklar oluşturarak din adına kendi yorumlarını dayatarak ayaklanmalar çıkarıp bir çok kişiye saldırmışlardır.
[2] Bkz. Mehmet Azimli, Dört Halifeyi Farklı Okumak-4, Hz. Ali, Ankara 2014, 143-154.

Ebû Ömer b. Dâvûd Yazdı: Haberler


Ebû Ömer b. Dâvûd
Çocukluğumda merhum babam, saat başlarında mutlaka -o dönemde- ajans [hatta yerli telaffuzla acans] dedikleri haberleri radyodan dinler, gündemi takip etmeye çalışırdı. Televizyonun henüz insanın hayatının iğfal etmediği yıllardı. Ayrıca ilçemizde gazete bayii olmadığı için abone olduğu Tercüman Gazetesi’ni bir hafta, kış aylarında iki haftalık gecikmeyle okumayı ihmal etmezdi. İmkânlar çerçevesinde bir hafta sonra okuduğu gazete üzerinden dünyayı anlamaya çalışırdı. Dinlediği ajansların ve okuduğu gazetelerin hayatında nasıl bir dönüşüme vesile olduğunu bilmiyorum. Ancak siyaseti takip ettiğini, CHP’ye muhalif olduğunu ve bu partiyi din karşıtı bir parti olarak algıladığını biliyorum. Acaba dinlediği haberler ve okuduğu gazete mi onun bu görüşünü şekillendirmişti, yoksa sahip olduğu görüşleri besleyecek kaynaklar mı arıyordu? Her insanın algı dünyası için sorulabilecek bir soru…

13 Şubat 2017 Pazartesi

İktidar-Ulema İlişkisi Bağlamında Câhız’ın Tarihçiliği

Dr. Mustafa KÖSE
Câhız, 160-/776[1]- 255/868[2] yılları arasında yaşamış ve ömrünün çoğunu Basra’da geçirmiş Mutezili bir alimdir. Kelami-edebi içerikteki eserlerinin en büyük hamisi olan iktidarla ilişkileri çerçevesinde Bağdat ve Sâmerrâ ile de uzun yıllar irtibatı olan müellif, 200/815 tarihlerinden sonra yazmaya başladığı risâlelerinde Basra Mutezilesinin önde gelen bir alimi olarak özellikle Me’mûn devrinin siyasi iklimini yansıtmıştır. “Fazlu Hâşim ‘alâ Benî ‘Abdi Şems” ve “Tasvîbü’l-Hakemeyn ve Tasvîbü Ali b. Ebî Talib fî Fiʻlih” isimli risâlelerinde (226/840) daha entelektüel bir tarzı temsil etmiştir. Bu araştırmada onun tarihçiliğinin izleri sürülecektir. Öncelikli olarak hadisler/rivayetler konusundaki yaklaşımı iyi bir başlangıç noktası olabilir.

Hz. Muhammed (sav) ve Çocuklar

Prof. Dr. Adem Apak

GİRİŞ

Çocukluk ve hemen bunun ardından yaşanan gençlik süreci, insan hayatının en önemli, en kritik ve hatta en sorunlu dönemidir. Çünkü insanlar; gerek fizikî, gerekse rûhi açıdan gelişim, değişim ve etkileşimi özellikle bu süreçte yaşamaktadırlar. Ayrıca insanda ahlâk eğitiminin temeli bu dönemde atılır, mesleğe ve hayata atılma da yine aynı süreçte gerçekleşir. Zamanla çocukluk çağını aşan genç, kimliğini, karakterini ve kişiliğini bu dönemde kazanmaya başlar; iyi veya kötü alışkanlıkları da yine bu zaman diliminde edinir. Temizlik, disiplinli ve düzenli çalışma, ana-babaya, büyüklere ve çevreye saygı, hoşgörü, sabır ve yardımlaşma, insan sevgisi, doğruluk, adalet gibi güzel erdemlerin temelleri de insan ruhuna çocukluk aşamasında atılır. 

Ebû Ömer b. Dâvud Yazdı: Slogan


Ebû Ömer b. Dâvud
Sloganlar çok etkileyicidir. İyi bir sloganın modern dünyada bir varlık kazanmaya kolaylıkla imkân verdiği tecrübe edilmiştir. Bazı ticaret erbabının, sermayelerinin önemli bir kısmını reklama ve tanıtıma ayırdıklarını gördüğümüzde şaşırıyoruz. Zira iyi bir tanıtım olmadan bir ürünü satmanın imkânı olmadığını herkes kabul ediyor. Sloganlar etkileyicidir ve bir anlamda ayartıcıdır. Sloganların insanları çarpma ve etkileme gücü vardır. Yıllar önce -henüz uçak kullanımının bu kadar yaygın olmadığı bir dönemde- Mardin’in ilçelerinden birisine ait bir otobüs firmasının “Rakibimiz Türk Havayolları” şeklinde bir reklam sloganıyla karşılaştığımda bununla konforu mu yoksa hızı mı kastettiklerini anlamamıştım. Hızı kastediyorlarsa aynı zamanda trafik hız sınırlarını ihlal etmeleri ya da ihlale yakın olmaları gerekirdi. Bu da aynı zamanda Türk Havayolları’nın taşımadığı kadar risk üstlenmek anlamına geliyordu. Anlayacağınız durum oldukça karışıktı. Ancak sloganın amacına ulaştığı anlaşılıyor, firmanın adını unutmama rağmen slogan hala aklımda… Bir dönem insanların tekerleme gibi söylediği bir çakmak reklamı sloganı vardı: Çakar çakmaz çakan çakmak. Çakmak çakıldığı zaman çakması tabiatından olmalı ama tekerleme benzeri bir sloganla marka insanların zihnine yerleştirilmişti.

8 Şubat 2017 Çarşamba

Evlilik Hazırlıkları − İlk Dönem Medine Toplumu Özelinde −


Yrd. Doç. Dr. Feyza Betül Köse
Bir kıza talip olmaktan başlayarak nişan, düğün merasimlerine ve evlilik kurumunun nasıl yürütüldüğüne dair bir çalışma o toplumun sosyal yaşamının önemli bir bölümüne ışık tutmuş olacaktır. Zira nüfusun hemen hemen tamamını ilgilendiren tüm bu süreçlerde toplumun süregelen âdetleri, algı ve anlayışları söz konusudur. Bu çalışmamızda hedefimiz, Hulefâ-i Râşidîn dönemi Medine’sinde çeşitli yönleriyle evlilik kurumuna hazırlık sürecini inceleyerek referans gösterilen bir toplumun bu konudaki uygulamalarını ortaya koymanın yanında şehrin sosyal hayatına dair bir perspektif sunmaktır.

O günün Medine toplumunda evlenmedeki en önemli amaçlardan birisi çocuk sahibi olmaktı ve bu amaçla özellikle bakirelerle evlenmek istenir ve Hz. Ömer gibi toplumun ileri gelenleri tarafından da bu durum teşvik edilirdi. Ayrıca Araplar, nikâhı uzaktakilerin yakınlaşması, düşmanlıkların dostluğa dönüşmesi, kabileler arasında ülfet meydana gelmesi, dostlukların oluşması için bir araç olarak kullanırlardı (Âlûsî, II, 6).

Evliliğin ilk aşaması olan kız isteme veya evlenme talebi farklı şekillerde olabiliyordu. Kaynaklarımızda bu hususa dair çok çeşitli rivâyetler bulunmaktadır. Bu aşamada esas olan, kızın velisi olan baba, erkek kardeş, amca veya amcaoğlu gibi yakınlarından istenmesiydi. Hz. Ömer’in, Hz. Ali’den kızı Ümmü Gülsüm’ü istemesi, Selmân’ın Hz. Ömer’in kızıyla evlenmek için Hz. Ömer’e müracaat etmesi verilecek sayısız örnekten yalnızca ikisidir. Hukukî sayılan ve geneli ifade eden durum, bu nikâhın velilerin izni ile ve şahitler huzurunda gerçekleşmesiydi. Hz. Ali, nikâhın sadece velinin izni ile ve şahitlerle olabileceğini söylemiştir ki daha öncesinde diğer halifeler de aynı hususu ifade etmişlerdi. Kendisini velisiz evlendiren kadınlar için ise “zina eden kadın” sıfatı kullanıldığı vâkidir (İbn Ebî Şeybe, VI, 17).

Evlilik talepleri her zaman damat adayının evlenmeyi istediği kızın velisine müracaatı şeklinde olmuyor, bazen veli durumunda olanlar da bu talebi damat adayı olarak gördükleri kişiye iletebiliyorlardı ki bu tür taleplerin çeşitli rivâyetlere yansıdığı görülmektedir (Zübeyrî, 352). Bunun yanında bazı babalar, “Benim bir kızım var, onunla kimi evlendirmemi uygun görürsünüz?” diyerek güvendiği kimselere danışırlar ve aldıkları cevaba göre damat adayına teklifi götürürlerdi (İbn Abdirabbih, VII, 107).

Hz. Osman, Mahzûmoğullarının meclisine katıldığında onlardan bazıları, “Bizden birileri ile evlensen ey Emîru’l-müminîn!” demişlerdi. Hz. Osman’ın, “Abdurrahman b. el-Hâris bana dünür olsun” demesi üzerine o da, “Ben senin dünürünüm” cevabını vermiş ve kızını Halife ile evlendirmişti (Belâzurî,  X, 176). Bu rivâyet, bir kabilenin üyelerinin, aradaki bağları kuvvetlendirmek veya dostluk tesis etmek üzere kendilerinden kız almasını bir kişiye teklif etmesine örnektir. Yine, bu amaçla kişinin bir kıza tâlip olduğuna dair örneklerden biri de Hz. Ali ve iki oğlunun, Kudaa’ya emîr tayin edilen İmriu’l-Kays b. Adiyy ile dost olmak için ondan kızlarını istemesi ve onun da üç kızını Hz. Ali, Hasan ve Hüseyin ile evlendirmesidir (İbn Hacer, I, 165).

Evlenmeyi isteyen dul kadınların, oğullarından kendilerini evlendirmelerini istediklerine de şahit olunabiliyordu. Buna dair bir örnekte dul bir kadın oğlundan kendisini evlendirmesini istemiş, oğlu bunu hoş karşılamayınca da Hz. Ömer’e durumu anlatmıştı. Neticede Hz. Ömer, kadının oğlunu ikna etmiş ve mesele oğlun annesini evlendirmesiyle sonuçlanmıştı (İbn Ebî Şeybe, VI, 338).

Benî Mahzûm kabilesinin üyelerinden bir grubun Hz. Osman’dan (İbn Şebbe, II, 155), Selmân el-Fârisî’nin Halife Ömer’den kendilerini evlendirmelerini talep etmeleri (Zehebî, I, 545) örneklerinde olduğu gibi evlenmeyi isteyen kimselerin halifeye müracaat ettikleri de bazı rivâyetlerde görülmektedir.

Medine toplumunda iki kardeşin aynı kıza talip olması da yaşanabilen ve yadırganmayan bir hâdiseydi. Nitekim Hz. Ali ile kardeşi Âkil aynı anda Fâtıma bnt. Utbe’ye talip olmuşlardı (İbn Asâkir, XLI, 20).

Bazı veli veya yakınlar, kendisine tâlip olunan kıza düşüncesini sormaktaydılar. Hz. Osman’ın, kızlarından birini evlendirmek istediğinde yanına oturup ona danıştığı (İbn Ebî Şeybe, VI, 19) yine Hz. Ömer, Ebû Bekr’in kızı Ümmü Gülsüm ile evlenmek istediğinde, Hz. Âişe’nin kıza fikrini sorduğu ve onun bu evliliği istememesi üzerine evliliğin gerçekleşmediği (Belâzurî, X, 111) bilinmektedir.

Sadece tâlip olunan kıza değil, kızın yakınlarına veya görüşüne itibar edilen kimselere de evlilik hususunda danışıldığını gösteren örnekler mevcuttur. Örneğin Fâtıma bnt. Utbe, Hz. Osman’a, Hz. Ali ve Âkil’in talepleri konusunda danışmıştı. Yine Hz. Ali, kızı Ümmü Gülsüm’ü Hz. Ömer istediğinde meseleyi Hz. Fâtıma’nın oğulları ile istişâre etmişti (İbn İshâk, 232).

Evlenmenin uygun bulunmasının akabinde mehir belirlenir ve nikâh akdedilirdi. Bu dönemde kadınlar için bir sosyal güvence işlevi gören mehir, tarafların maddi durumuna, toplumdaki konumlarına göre değişiklik arz ediyordu. Hz. Ömer, Ümmü Gülsüm ile kırk bin dirhem mehirle evlenmişti. Yine Hz. Osman’ın çeşitli evliliklerinde otuz-kırk bin dirhem aralığında mehirler ödediği bilinmektedir. Bir hanımıyla otuz bin dirhem karşılığında evlenen Abdurrahman b. Avf’ın başka bir hanımı ile yaklaşık üç buçuk dirhemlik mehir ile evlenmiş olması muhtemelen hanımlarının sosyal konumları ile ilgilidir. Ancak genel olarak sahabîler adeta sembolik olmaktan öteye geçmeyen çok düşük miktarlardaki mehirleri hoş karşılamamaktaydılar.

Fetihlerle birlikte Medine’de yaşanan zenginliğin mehir miktarlarına da yansıdığı dikkati çekmektedir. Hz. Ömer bu durumun olumsuzluklara sebep olduğunu görmüş ve Resulullah’ın kızlarını on iki ukiyyeden fazla miktarda bir mehir ile evlendirmediğini halka hatırlatarak onlardan yüksek miktardaki mehirlerden vazgeçmelerini istese de bu isteği kabul görmemiştir.

Mehir ödemede ve diğer masrafları karşılamada güçlük çeken, maddi durumu yetersiz gençlerin evlendirilmesini şehrin zenginleri üstleniyor ve tüm bu masrafları karşılıyorlardı ki Hz. Ömer’in de kimsesiz ve yardıma muhtaç kişileri birbirleriyle evlendirmeye teşvik ettiği bilinmektedir (İbnu’l-Esîr, II, 586; İbn Hacer, I, 307).

Mehir miktarı belirlendikten sonra nikâh akdine geçilmekteydi. Tarafların, şahitler huzurunda evliliği kabullerini ifade ederek sözlü akit yapmaları ile gerçekleşen nikâhın meşruiyeti şahit bulundurma ve ilân ile sağlanıyordu. Gizli kıyılan nikâhlar halifeler tarafından fâsid olarak tanımlanmıştı (Câhız, Hayevân, IV, 276; İbn Şebbe, I, 379-380). Nikâha dair belirtmemiz gereken bir husus da kadınların nikâh öncesinde çeşitli şartlar ileri sürebilmeleriydi. Örneğin Âkil b. Ebî Tâlib ile evlenen Fâtıma bnt. Utbe b. Rebîa, evlenmeden önce Âkil’e, “Senin evliliğe devamı bana garanti etmen, benim de sana harcama yapmam üzerine seninle evleniyorum” demişti (İbn Sa’d, X, 258-259). Hz. Ömer ve onun vefatından sonra Zübeyr b. el-Avvâm ile evlenen Âtike bnt. Zeyd, kendisine mescide gitmeyi yasaklamamalarını ve vurmamalarını nikâh öncesinde şart olarak ileri sürmüştü (İbnü’l-Esîr, VIII, 182-183).

Hz. Ömer’in yukarıda değindiğimiz kimsesiz ve yardıma muhtaç kimselerin birbirleri ile evlendirilmesi isteği bir yandan da denklik meselesi ile yakından ilgilidir. Zeynep bnt. Cahş ile Zeyd b. Hârise’nin evliliği, o toplumda denklik algısını ortaya koyan çarpıcı bir örnektir. İşte bu anlayıştaki bir toplumda gerek soy, gerek maddiyat gerekse fizikî özellikler bakımından birbirlerine denk görülmeyenlerin evlenmemeleri isteniyordu. Hz. Ömer, “Soylu olan kadınların, kendilerine denk olmayan erkeklerle evlenmelerini kesinlikle men ederim” demişti (İbn Ebî Şeybe, VI, 351). Yine Halife’nin, “Sizden biriniz kızını çirkin bir erkekle evlenmeye zorlamasın” dediği rivâyet edilir (İbn Şebbe, I, 408). Kendisine yaşlı bir adamla evlenmiş ve kocasını öldürmüş genç bir kadın getirildiğinde onu hapseden Halife Ömer insanlara, “Allah’tan sakının, erkekler dengi olan kadınlarla, kadınlar da dengi olan erkeklerle evlensinler” şeklinde ikazda bulunmuştur (İbn Şebbe, I, 408).

Konuya dair Ömer ailesinin taraf olduğu bir rivâyet ilginç bir anekdot teşkil etmektedir. Buna göre Selmân-ı Fârisî, evlenmek için Hz. Ömer’in kızını istediğinde bu durum Abdullah b. Ömer’e zor gelmiş ve Amr b. el-Âs ile karşılaştığında durumu ona anlatmıştı. Meseleyi halledeceğini söyleyen Amr, Selmân ile görüştüğünde ona, “Müminlerin emîri kızı ile evlenmen hususunda Allah rızası için tevâzuda bulunmuş” dedi. Buna öfkelenen Selmân, “Hayır, Allah’a yemin olsun ki onunla asla evlenmem” cevabını vererek bu talebinden vazgeçmişti (İbn Abdirabbih, VII, 97-98).

Taraflar arasındaki denkliğin bir diğer boyutunu da hür ve köleler arasındaki evlilikler oluşturmaktadır. Toplumda sayıları çok fazla olmasa da köle ile hür bir kadının evliliğine rastlanmaktaydı. Fakat buradaki şart kadının, kölenin sahibi olmamasıydı. Şayet kadın kölenin sahibi ise durum değişiyor ve bu evliliğe kesinlikle izin verilmeyerek taraflar cezalandırılıyordu. Bu duruma örnek teşkil eden bir rivâyete göre kadının biri Hz. Ömer’e, “Ey müminlerin emîri! Gördüğün şekilde bir kadınım ve diğer kadınların hepsi de benden daha güzel. Yanımda da dini ve emanetine güvendiğim bir kölem var. Onunla evlenmek istiyorum” demişti. Bunun üzerine Ömer, köleyi getirtip ikisini de ağır şekilde kırbaçlatmış ve köleyi uzak bir yerden kimselere satmıştı (İbn Ebî Şeybe, IX, 412).

Arap toplumunda eşi vefat eden veya boşanan bir kadının tekrar evlenmesi doğal karşılanan bir hadiseydi ki temelinde evliliğin sosyal güvence fonksiyonunun bulunmasının yer aldığı bu duruma dair dönemin Medine toplumunda sayısız örnekler mevcuttur. Hz. Ali’nin kızı Ümmü Gülsüm’ün, Hz. Ömer’in vefatından sonra Avn b. Ca’fer ve onun vefatından sonra da Muhammed b. Ca’fer ile evlenmiş olması; Esma bnt. Umeys’in çok sayıda evlilik gerçekleştirmesi bunlardan hemen akla gelenlerdir.

Ayrıca akraba evliliği de Medine toplumunda görülen ve hatta tercih edilen bir evlilik türüydü. Örneğin Zeynep bnt. Ali b. Ebî Tâlib, amcasının oğlu Abdullah b. Ca’fer b. Ebî Tâlib ile evliydi (İbn İshâk, 234-235). Hz. Osman, Hz. Ömer’in vefatından sonra kızı Fâtıma’ya tâlip olmuş ancak velisi durumunda olan abisi Abdullah b. Ömer, “Amcanın oğlu daha fazla hak sahibidir” diyerek kardeşini, Abdurrahman b. Zeyd b. el-Hattâb ile evlendirmişti (Belâzurî,  VI, 116).

Nikâhın akdedilmesinden sonraki süreç düğünün yapılması ve evliliğin gerçekleşmesiydi. Hz. Ömer’in, himâyesinde bulunan Ümmü Ebân’ı Hz. Osman ile evlendirdiğinde düğünden önce kızı Hafsa’ya teslim ederek, “kızın durumunu düzelt, gömleğini değiştir ve onun için iki elbise boya” (İbn Şebbe, II, 112; Belâzurî, VI, 116; İsfehânî, I, 250) şeklindeki sözleri gelin adaylarının eşlerinin evine gitmeden önce yaptıkları hazırlıklara işaret etmektedir. Gelinlerin bu hazırlık kapsamında yıkandıkları, gözlerine sürme çekildiği, tenlerine koku sürüldüğü (İbn Şebbe, II, 111),  saçlarının tarandığı ve yüzlerine devrin imkânları dâhilinde makyaj yapıldığı (İbn Habîb, Muhabber, 95) anlaşılmaktadır. Sadece gelin değil bazı damatların da süslendiği ve bunun için sarı boya kullandıkları nakledilmektedir (Buhârî, Nikâh: 7, 54). 

Kaynaklarımız bu dönemde düğünlerde yemek verildiğini göstermektedir. Genel olarak velime denilen bu yemeklerde çoğunlukla et ikram edilmekte bazen içecek olarak şıra da sunulmaktaydı. Erkeğin ilk veya sonraki evliliği olmasının ise bu yemeğin düzenlenmesinde herhangi bir belirleyiciliği yoktu. Bazı velîmelerde davetli sayısı sınırlı iken bazılarına ise Medine halkının büyük kısmının katılıyordu. Hz. Ebû Bekr’in kız kardeşi Ümmü Ferve’nin velîmesi bu tip geniş katılımlı bir yemekti (İbnu’l-Esîr, I, 250; İbn Hacer, I, 51; Sehâvî, I, 191). Sîrîn’in yedi gün devam eden velîmesinde olduğu gibi Medine’de günlerce devam eden ve her gün bir başka grubunun davet edildiği düğün yemeklerine de rastlanmaktaydı (İbn Ebî Şeybe, VI, 242). Kimi zaman gününden önce haber verilmeksizin verilen bu yemeklerde şayet oruçlu olan davetli var ise onun da gözlerine sürme çekilip kendisine güzel koku sürülmekte ve böylece o davetlinin, kendisine bir ikram yapılmış olarak ayrılması sağlanmaktaydı (İbn Şebbe, II, 113). Bu yemeklerde sahabîler, evlenen çift için dua ederlerdi (İbn Sa’d, IX, 120; İbn Ebî Şeybe, VI, 242).

Düğün kapsamında düzenlenen eğlencelerde şarkı söyleyen kadınlar, def ve davul çalanlar bulunmaktaydılar (Buhârî, Nikâh: 67). Rivâyetler özellikle Ensâr’ın eğlenceyi sevdiğini (Buhârî, Nikâh: 63), gölgeliklerde toplu olarak eğlendiklerini göstermektedir. “Üç şey için uykusuz kalınır” diyen Hz. Âişe, bunlardan birinin düğün eğlencesi olduğunu söylemiştir (Câhız, el-Beyân, II, 298). Halife Ömer ise yüksek ses duyduğunda kaynağını araştırmakta, bu sesin düğün veya sünnet eğlencesinden gelmesi durumunda müdahale etmemekteydi. Yine bu eğlencelerin bazılarında damadın başında def çalındığı nakledilmektedir (İbn Ebî Şeybe, VI, 93).

Medine’deki düğünlerle ilgili bir nakil, dönemin eğlencelerine dair önemli bilgi içermektedir. Olayı aktaran Âmir b. Sa’d’ın ifadesi şöyledir: “Bir düğünde Karaza b. Ka’b ve Ebû Mes’ûd el-Ensârî’nin yanına girdim. Bir de gördüm ki cariyeler şarkı söylüyorlar. Onlara, ‘Siz Resulullah’ın ashabısınız ve yanınızda bunlar yapılıyor’ dedim. Onlar da, ‘Bize düğünde eğlenme izni verildi’ dediler.” (İbn Hacer, I, 218) Bu rivâyette sözü edilen ruhsat ise Resulullah tarafından düğünlerde def ve şarkı söylenmesine verilen izindir (Ahmed b. Hanbel, III, 417; İbn Mâce, Nikâh: 20; Tirmîzî, Nikâh: 6; Nesâî, Nikâh: 72).

Bu şekilde hazırlıkları tamamlanan gelin Mescid’e getirilerek orada namaz kılar, sonra Resulullah’ın hanımlarının yanına giderek onların duasını ve evlilikle ilgili tavsiyelerini alır, sonra da eşinin evine götürülürdü. Zifaf için kocasının yanına giderken geline bir veya daha fazla sayıda kadın eşlik etmekte, şayet koca çok eşliyse düğünden sonra yeni evlendiği eşinin yanında birkaç gün geçirmekteydi (İsfehânî, I, 250).









Yazarlar