Mehmet Ali Durmuş
Dünyada hayatın başladığı günden
beri, orada yaşamış nice topluluklara kendi içlerinden birer elçi göndermekle Allah,
onlara büyük bir lütufta bulunmuştur. Bu lütuf en son, miladi 7. yüzyılın ilk
çeyreğini kapsayan yıllarda yinelenmiş ve onunla elçiler kapısı kapanmışsa da,
lütuf kapısı kıyamete kadar gürül gürül akacak şekilde ardına kadar açık
bırakılmıştır.
Evet: Çölün ortasında, dağlarla
çevrili kurak, ekinsiz bir şehir olan Mekke toplumu içinden, Muhammed (sav)’i
elçi olarak seçmesi Allah'ın en büyük lütuflarından biridir. Bu lütfu, bizzat
onun sahibi tanımlamaktadır:
لَقَدْ مَنَّ اللّٰهُ
عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ اِذْ بَعَثَ ف۪يهِمْ رَسُولاً مِنْ اَنْفُسِهِمْ يَتْلُوا
عَلَيْهِمْ اٰيَاتِه۪ وَيُزَكّ۪يهِمْ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَۚ
وَاِنْ كَانُوا مِنْ قَبْلُ لَف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍ
“Şüphesiz ki içlerinden kendilerine Allah'ın ayetlerini okuyan, onları
arındıran, kendilerine Kitabı ve hikmeti öğreten bir elçi göndermekle Allah müminlere
büyük bir lütufta bulunmuştur. Hâlbuki onlar daha önce apaçık bir sapıklık
içindeydiler.” (3/Âl-i İmran, 164).
İnsanoğlunun yeryüzünde şahit olup, duyduğu,
gördüğü, teneffüs ettiği en büyük lütuf nedir diye sorulsa, hiç kuşkusuz
cevabın, “risalettir!” olması icap eder.
Ayette, bizzat Muhammed ismi
anılmayıp da, sadece “içlerinden bir elçi…” denmiş olmasının büyük bir hikmeti
olsa gerektir. Anlaşılan o ki, bizatihi lütuf olan, ‘elçi’dir, daha doğrusu
elçiliktir. Elçilik, Allah'ın yeryüzüne, insanoğluna yönelik iradesini insana
ilettiği için önemlidir, yüce bir görevdir. Elbette bu Elçi’nin Abdullah oğlu Muhammed
(sav) olması da ayrı bir lütuftur. Bu, her şeyden önce Allah'ın seçimi olması
hasebiyle mutlak bir güzelliktir. Elçinin Muhammed (sav) olması biz mü’minler
nazarında tartışmasız bir değer ve öneme sahiptir. Elçiliği kime vereceğini Allah'tan
başka kim bilebilir ki? Bu açıdan bakınca, elçinin Muhammed (sav) olmasına en
küçük bir itiraz bile, elçiyi tensip eden Allah'a yapılmış bir itiraz sayılacağı
için, bu bir iman meselesidir.
Muhammed (sav), Allah'ın tevdi
ettiği elçilik görevini bihakkın yerine getirmiş, biz müminler için mükemmel
bir örneklik ortaya koymuştur. Bu konuda Rabbi ondan razı, o da rabbinden
razıdır. Biz de Muhammed (sav)’den razıyız, ona duacıyız ve namazımızda bile
ona salât ü selam göndeririz.
***
Elçi biz insanlara Allah'ın lütfudur
çünkü o, Allah’la aramızdaki buluşma noktasıdır. Elçi ilah değildir, tıpkı
bizim gibi bir beşerdir. Bir beşer olarak, benim sahip olduğum bütün beşeri
özellikler, nefsanî arzular, yüce ideallere olan eğilim onda da vardı. Fakat
Rasûl, nefsine gem vurmasını biliyordu. İnsan kelimesine tam olarak denk düşen
bir hayat sürdü. Ağlıyordu, gülüyordu, yiyip-içiyordu, evleniyordu, çocuklarına
babalık, hanımlarına kocalık yapıyordu. Komşuları ile iyi geçiniyordu,
müminlere imam/önderlik yapıyordu. Kâfirlere karşı ise tarihin en anlamlı, en
takdire şayan, en tesirli ve en seviyeli duruşunu gösteriyordu; tıpkı atası
İbrahim (a.s) ve diğer selefleri gibi…
Rasûlullah bizlere Allah'ın lütfu
idi çünkü elçisiz (elçinin örnekliği bilinmeyen) bir dünyada, biliyoruz ki biz
kulların burnu dalaletten çıkmayacaktı. Zaten Mekke halkının, Muhammed
(a.s)’dan önceki hayatının dalalet olduğunu hatırlatmakla rabbimiz, bu gerçeğe
işaret buyurmuş olmaktadır. Bizler de dalalette idik ve risalet lütfundan
nasipdâr olarak, Allah'ın nurlu yoluna çıkmış olduk.
Allah'ın Elçisi, arzda halife olsun
diye yaratılmış insanın, yaşadığı dönemdeki ve kendi şehrindeki soyuna Allah'ın
ayetlerini okudu, onları şirkten ve cahiliyeden arındırdı; onlara kitabı ve
hikmeti öğretti. İnsan soyu için bundan daha büyük lütuf düşünülebilir mi?
Şimdi o lütuf bizde, bizim önümüzde
durmaktadır: Bu lütfu alıp bağrımıza basacak, gönlümüze dolduracak ve bütün
uzuvlarımızdan bu lütfun sadır olmasına mı çalışacağız; yoksa, ona inanan,
‘içeriden birisi’ görünerek elimizin tersi ile sırtımızın arkasına mı atacağız?
Kendimizi lütfa mı uyduracağız, yoksa lütfu kendimize mi?
Risalet, biz insan türü için paha
biçilmez bir nimettir. Risalet, Allah'ın bizden istediği kulluk biçiminin
eksiksiz ve fazlasız, ifratsız ve tefritsiz en ideal şekli, orta yolu, vasat
biçimidir. Risalet Nuh’un gemisidir, Musâ’nın asâsıdır, Îsa’nın nefesidir,
Muhammed (sav)’in Mekke ve Medîne’sidir.
İnsanoğlu her zaman vahye müdahale
etmiş, elçilerin önüne sıradağlar gibi dikilmiştir. Rasûllerin ağzına ellerini
tıkamışlar, konuşturmamışlardır. Rasûller ahirete irtihal edince ise, -tabi
toplum hayatta kalabilmişse- kendilerini tanrılık makamına oturtarak, vahiy
üzerinde istedikleri tasarrufu yapmaya kendilerini yetkili görmüşlerdir.
Bu bilindik süreç, Muhammed (sav)’in
ardından da tekrarlanmış ama Kur'an’ın ilahi koruma altına alınması, İslam'ın dost
görünümlü kimi düşmanlarının dişleri ile geveledikleri bir meta haline
gelmesinin önüne geçmiştir. Kur'an ilk günden itibaren korunduğu için, paralel
din İslam'ın kalbine pençesini uzatamamış, bununla beraber, İslam'ın etrafında
dolaşarak birçok habis etki bırakmaya çalışmıştır. Fakat bu habis izlerden
dolayı yeise düşmeye gerek yoktur çünkü Kur'an başından sonuna kadar batılı zevâle
mahkûm etmekte ve müminleri alabildiğine yüreklendirmekte, teşcî etmektedir; önemli
olan imanın halavetine varabilmektir…
Risalet biz müminlere kâmil bir
modeldir. İslam ancak Muhammed (sav) kadar yaşanabilir. İslam'ın en ideal ferd,
aile ve toplum modeli onun mutenâ hayatında mündemiçtir. Onun hayatında hiçbir
aşırılığa yer yoktur. Onun yaşamına baktığımızda, İslam'ın anlamakta güçlük
çekeceğimiz bir şiarı da bulunmamaktadır. Bütün mesele Rasûlullah Muhammed
(sav)’in sîretini doğru okuyabilmek, sahih şekilde anlayabilmektir.
Elçi Muhammed (sav) kelimenin tam
anlamıyla bir Müslüman modelidir. Mümin ve Müslim kimdir diye sorulacak sorunun
cevabı, tereddütsüz odur. Rasûlullah (sav)’in imanını Kur'an belirliyordu,
hangi şeylerin imanın konusu, hangilerinin iman dışı olduğunu Kur'an’dan almıştı.
Bütünüyle Allah'a yaptığı kulluğunu/itaatini sadece ve sadece Kur'an öğretmişti.
Haramları ve helalleri sadece Allah tanımlamaktaydı. Rasûlullah ne haramlara
bir haram ilave etti, ne de helallere ekleme ya da çıkartma yaptı. Allah nasıl
belirlemişse, onunla yetinmek durumundaydı.
Rasûlullah’ı gerçek bir İslam modeli
olarak öğrenen müminler hiçbir zaman mistik veya modern hezeyanlara kapılmazlar,
mistik veya modern hezeyanlara pirim vermezler, kurtuluşlarını bu çirkef
hezeyanlarda aramazlar. Risalet bu çirkeflere geçit vermez.
Rasûlullah bugünün insanına en
fazla, ahlakıyla, yaşam biçimiyle, kâfir sistemler karşısında takındığı
tavırla, dik durmak demenin ne olduğunu göstermekle; hâsılı gerçek bir insan
olmakla model olmuştur.
Dünyanın her bir köşesinde İslam
adına ortaya çıkan bin bir türlü anlayış, görüş, düşünüş ve yaşayış biçimi
İslam’ı bütün dünyaya, her türlü seviyesizliğe izin veren karmaşık bir inanç
koleksiyonu gibi göstermektedir. Herkes her türlü sanrısını, kuruntusunu ve ideolojik
edepsizliğini bir şekilde İslam’la bağdaştırıyor ve tıpkı Samirî misali, “bu İslam’dandır
ama siz unuttunuz!” diyor. İşte tam da bu noktada Allah Rasûlü’nin aziz mirası
biz müminler için Allah'ın en büyük lütfu olarak karşımızda durmaktadır.
Rasûlullah’ı en doğru şekilde takip
edebileceğimiz kaynak hiç şüphesiz bu Din’in yegâne kaynağı olan ve Muhammed’i
(sav) ‘Rasûlullah’ kılan Kitabullah’tır. Önce Kitabullah’a bakmalı, siyer
malzemelerine ondan sonra müracaat etmelidir. Kur'an’ın tanıttığı Rasûlullah
doğru Rasûlullah’tır. Bu, onun hakkında oluşturulmuş devasa bir yazılı
edebiyatı reddetme veya küçümseme anlamına gelmemelidir. Çöpe atma olarak hiç
görülmemelidir.
İslam’ın tek kaynağı, Rasûlullah’ın
tebliğ ettiği Kur'an’dır ama ‘Kur'an İslamı’ adına bize Peygambersiz bir
İslam(!) projesini empoze eden, İslam'ın namaz gibi, oruç gibi mukaddes
ibadetlerini ortadan kaldıran münafıkça yaklaşımlar İslam’la alakalı olamazlar.
İslam üzerinde diledikleri gibi at oynatmak isteyen nifak hareketlerinin,
Peygambersiz bir İslam tasarladıklarında kuşku yoktur. İslam’ın, her isteyenin
istediği şekli verememesindeki en büyük etken, Kur'an’ı bizim gibi beşer bir
Elçi’nin tebliğ etmiş olmasıdır. O beşer elçinin nümune-i imtisal olması her
türlü sapmanın önüne geçmektedir.
Bize yolumuzu, ibadet biçimlerimizi
ve inancımızı öğreten Allah, içimizden/bizden birini bize elçi göndermekle bize
en büyük lütuf ve ikramı vermiştir. Bize düşen, o Lütfa tabi olarak Allah'ın
rızasını kazanmaktır.2 Aralık/2 Rebiül evvel 2016/1438
0 yorum:
Yorum Gönder