29 Temmuz 2016 Cuma

Deccâl ve Aveneleri Olan Bütün “Şeyatinu’l-insi ve’l-cin” Kaybetti, Allah’ın Kulları Kazandı

1950’li yıllardı, ilkokula yeni başlamıştım. Rahmetli babaannem, zaman zaman bana hikâyeler, masallar anlatırdı. Bunlardan bir tanesi de “Deccâl”la ilgiliydi. Şöyle anlatıyordu babaannem:

“Oğlum! Bir zaman gelecek, “Deccâl” diye birisi çıkacak. Dünyanın bütün şeytanlarının yanında olduğu bu Deccâl’a, kâfirler her türlü yardımı verecek. Deccâl’ın tek görevi ise, müminleri efsunlayıp dinden uzaklaştırmak, şeytanlarıyla birlikte bir “Deccâl krallığı”nı kurmaktır. Bu krallığını kurmak için, durmadan Peygamberlerin kendisine yardım ettiklerini, her zaman rüyalarına girdiklerini, kendisine yardımcı olan “ahmak” Müslümanlara anlatacak ve onlardan alacağı paralarla, “Deccâl krallığı”nı kurmaya çalışacak. Bunu yapmak için durmadan paralar dağıtacak, hileli yollarla kendi adamlarını şuraya buraya yerleştirecek, onlara ziyafetler/maklubeler sunacak ve yedirdiği lokmalarla, herkesi kendisine “kul” yapmaya çalışacak. Gerçek imanın ne olduğunu ve Resûlullah’ın nasıl bir Sirete sahip olduğunu bilmeyen gafil Müslümanlar, bazı dünyevi çıkarlar için onun vereceği paralara/dolarlara kavuşmak için yarışacaklar, onun uydurma rüyalarına kanacaklar. Ama Allah, daima doğru olanların, yani hakiki kullarının yanındadır…”

1980’li yıllardı… Erzurum Üniversitesinde hocalık yapıyordum. Kenan Evren o mahut darbesini yapmış, Müslümanlara kan kusturuyordu. O arada da darbeciler tarafından aranan(!) bazı zevat vardı ki, Fethullah Gülen’in fotoğrafı da bu arananların yanında duvarlara asılıydı. Fethullah aranıyor, fakat Üniversite lojmanlarında sohbet ediyordu. Yaptığı vaazlarında dine aykırı düşünceleri bir yana, demek ki bir yerlerle dirsek temasındaydı…

Yıl 1993. Naklen Sakarya Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’ne atandım. O zaman Fethullah’ın sağ kolu olan dekanımız Prof. Suat Yıldırım’dı.

Sakarya’ya geçişimden bir müddet sonra, fakültemize 20-25 tane araştırma görevlisi alınacaktı. Sınav sabahı, Dekanımız Suat Yıldırım, bana bir liste göstererek, “İhsan Bey, bu kimseleri fakülteye alacağız!” dedi. Ben de, “sınavı kazanırlarsa, alalım” dedim. O bana şu cevabı verdi: Hayır sadece bunları alacağız!

Bir Tefsir profesörünün bu şekilde konuşması, beni dehşete düşürmüştü. Nasıl olur da bazılarının hakları yenecek, ve daha önce belirlenmiş kimseler fakülteye araştırma görevlisi olacaktı? Dekana karşı çıkarak, “Hayır, bu dediğin asla olmayacak! Kim kazanırsa fakülteye o girecek!” dedim. Bu tutumuma karşı bir şey yapamadığından, sınav salonuna girerek, gizliden kendi adamlarına kopya verdi. Meğer kopya verip hırsızlık yapmak, onların itikadlarındanmış! Suat Yıldırım’ın kopya verdiğini gören adaylar, Rektörlüğe şikâyet ettiler. Herkese örnek olması gereken İlâhiyat Fakültesi’ndeki bu rezaleti araştırmak için, rahmetli Sabahattin Zaim Hocamız muhakkik tayın edildi. Olayın gerçekliğini tesbit eden Sabahattin Zaim Hoca, dekanımıza seslenerek; “utanmıyor musun?”(aslında başka şeyler de söyledi amma, buraya almak istemiyorum) deyip sınavı iptal raporu yazdı ve sınav iptal edildi.

Bu arada rektörlük seçimi yapıldı ve Kemal Gürüz’ün atadığı rektör Sakarya’ya geldi. Yeni gelen rektör de (İsmail Çallı) meğer bunların adamıymış!

Bu olayı müteakip, ben orada olduğum sürece düdüklerini öttüremeyeceğini anlayınca, kendisiyle aynı klikte olan rektörle birleşip, yanlarına YÖK Başkanı Kemal Gürüz’ü de alarak, Sakarya İlâhiyat Fakültesi’ndeki görevime son verdiler (ayrıntıları bilenler biliyor).

Onların bu ihanetine karşı, o zamanlar İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olan Recep Tayyip Erdoğan Bey, beni kendisine danışman olarak aldı.

İşte o yıllarda(1995-96 yılları) Fethullah, Amerika’ya gitmiş/götürülmüş/davet edilmiş, her neyse, durmadan rahmetli Erbakan Hocamız aleyhinde konuşuyordu. O tarihilerde Yeni Şafak Gazetesi’nde köşe yazıları yazıyordum. Bu sıralarda Fethullah, “Cebrail, ben siyasi bir parti kurdum yanıma gel dese, onu dinlemem” diye bir hezeyan savurmuştu. Ben onun bu hezeyanlarına “Cebrail’i dinlemeyen, Şeytan’ı dinler” şeklinde bir makale ile cevap vermiş, onun bu din dışı beyanatlarını lanetlemiştim. Ne var ki o zamanki Yeni Şafak yetkilileri benden yana değil, Fethullah’tan yana tavır koydular ve yazılarıma son verdiler. Demek ki “Deccâl”, büyük yol almıştı…

Ben de çekip Viyana’ya gittim ve orada başörtüsü mağdurlarına yardımcı olmaya başladım. Fakat nereye gittiysem, bu Deccâl’i anlattım. Anlattım amma, hiç kimse beni dinlemedi, onun din dışı düşünceleri ile ilgili anlattıklarımı “mübalağa” diye geçiştirdiler…

Tâ ki, 15 Temmuz meş’um darbesi yapılıncaya kadar… Şimdi beni her gören, “Hoca, sen ne kadar haklıymışsın!” diyorlar. Diyorlar amma, bu kadar şehit verildikten, ülke harabeye çevrildikten sonra!!!

Allah hepimizi ve özellikle Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ı, Amerika’nın uşağı olan bu Deccâl kılıklı şeytanın şerrinden muhafaza buyursun. Amin.

Prof. Dr. İhsan Süreyya SIRMA
 

27 Temmuz 2016 Çarşamba

İslam Dünyası’ndaki Akımlar ve Fethullah Gülen

Amerika ve Avrupa'nın İslam dünyasına bakışını ve ilişkilerini anlayabilmek için öncelikle yine bir ABD think-tank kuruluşu tarafından yapılan tasnifi bilmemiz gerekiyor. Rand Corporation isimli bir Ar-Ge şirketince hazırlanan bir rapora göre İslam dünyası dört temel akımdan oluşur. 1) Laikler 2) Modernistler 3) Gelenekçiler 4) Köktendinciler, radikaller

Laikler, din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını savunan ve dini değerlerin kamusal alanda geçerli olmasını istemeyen kesimlerdir. Bunlar batılı değer yargılarına en yakın olan kimselerdir. Bazı milliyetçiler, solcular, kemalistler laik gruba girerler.

Modernistler, muhafazakar bir din algısına sahip olmakla birlikte dinin katı yorumunu çağın değerlerine göre değiştirme taraftarıdırlar. Genel olarak Türkiye'deki merkez sağ modernist bir yapıya sahiptir. Aynı şekilde bazı milliyetçiler, kemalistler bu gruba girerler. Yine Türkiye'deki "tarihselciler" ve "Sadece Kuran"cıların büyük çoğunluğu modernisttir.

Gelenekçiler, mezheplere ve geleneksel dini kurallara sıkı sıkıya bağlı gruplardır. Bu kategori altındaki gruplar, genel olarak laik sistemden uzakta yaşarlar. İslam dünyasındaki İhvanı müslimin bu grupta yer alır. Hatta Hamas bile bu grupta zikredilmelidir. Keza katı bir şeriat ile yönetilen Suudi Arabistan da öyle.

Radikaller ve köktendinciler, bunlar da şeriatçılardır. İslami bir devlet hedefine sahiptirler. Bazı selefi ve cihatçı gruplar bu kategoriye girerler. Hamas Cihatçı bir grup olmasına rağmen bu cihadını sadece İsrail ile sınırlı tutmuştur. Halbuki cihatçı grupların cihat tanımı belirli bir bölgeye ülkeye has değildir. Bu gruplar Afganistan'da Çeçenistan'da Bosna'da yada dünyanın herhangi bir yerinde cihada koşabilirler. Bu yüzden Hamas'ı da radikaller arasında değil, gelenekçiler arasında zikretmek daha doğru olacaktır.

***

Amerikalılar'ın bu gruplarla ilişkisi ise şöyle olmaktadır. Radikallere karşı savaşa açarlar. Gelenekçileri sevmezler ve tehlike olarak görürler, ancak gelenekçilerin radikaller ile ilişkiye girmelerine ve radikalleşmesine engel olmaya çalışırlar.

Modernistleri ise görece olarak desteklerler ve laik kesimlerle ilişkilerini teşvik ederler.

Şimdi konunun özüne gelecek olursak;

Ak parti ilk kurulduğu zamanlarda Modernist bir çizgiye sahip idi. Bu yüzden batılılar ve Amerikalılar tarafından tasvip ediliyordu. Bir zaman Erdoğan'ın modernist çizgisini BOP projesi altında İslam dünyasına sunmaya çalışmaları bu yüzdendi. Erdoğan'ın Mısır'da seçimi kazanmış olan İhvan-ı Müslimin grubuna laik bir anayasayı önermesi de bu minvalde idi. Batılılar ile kavga etmek istemiyorsanız modern bir yaşam tarzını benimseyip laik bir anayasayı yürürlüğü koymanız gerekiyor.

Ak Parti bilhassa Ahmet Davutoğlu'nun Dış İşleri Bakanı olmasından ve Arap baharının patlak vermesinden sonra Osmanlıcı anlamında kucaklayıcı bir dış siyaseti benimsedi, bu da Ak Partinin modern çizgiden gelenekçi ve hatta radikal çizgiye kaymasına sebep oldu. İhvanı ve Haması destekledi. İslam ülkeleri ile daha fazla yakınlaştı, Arap baharı ile birlikte nisbeten ılımlı muhalif olan bazı cihatçı grupları destekledi. El-Nusra, Ahraruş şam vs. gibi. Bu da batılı gözüyle bakıldığında Türkiye'de bir eksen kayması olarak görülmektedir.

Fethullah Gülen hareketi ilk zamanlarda Gelenekçi bir hareket idi. Ancak zamanla (bilhassa Türk okulları furyası ile birlikte) batılıların desteğini kazanmak için modernist bir çizgiye kaydılar. Yine de Gülen Amerika'da olduğu yıllar içinde Amerikalılar kendisinden rahatsız olmuşlardır. 2009'da yayılmacı bir Osmanlıca olduğu gerekçesi ile az kala da Amerika'dan ihraç ediliyordu. Ancak o süreç içinde Fethullah Gülen Amerikalılara iki şeyi garanti etti:

1) Hareketinin her ne kadar geleneksel gibi görünsede de aslında modernist olduğunu,
2) Hareketinin radikal gruplara karşı her türlü işbirliğine hazır olduğunu temin etti.

O noktadan sonra Gülen ABD "yeşil İslam projesi"nin bir figürü haline geldi.

Çünkü Gülen Gelenekselcilerin taviz veremeyeceği bir çok konuda aşamalı olarak taviz verdi. Başörtüsünden tavizi daha 1980'lerin sonlarında vermişti. Hareketinin selameti ve gizlenme sözkonusu olduğunda başörtüsü, namaz, oruç, içki yasağı vs gibi temel konular da dahil birçok konuda esnetmede bulundular. İslami devlet, islam şeriatı gibi konular zaten mevzu bahis bile değildi.

Radikal gruplara karşı tavrı ise çok net olarak sürdürdü. İslam dünyasındaki işgallere, batının sömürü ve terörüne karşı hiçbir zaman tek bir laf etmezken, cihadi hareketlere karşı bütün gücüyle savaş açmıştır. Bizzat Fethullah Gülen dünyada en nefret ettiği kişinin Üsame bin Ladin olduğunu söylemiştir. El-Kaide, IŞİD, Selefiler, Selam/Tevhid vb. gruplara karşı amansız düşmanlığı da hep buradan gelir. Batı ile çatışmalı olan islami gruplara karşı bir tür vekalet savaşı veriyorlar. Dikkat ederseniz darbe girişiminden sonra bile, tüm gözler Gülen'e çevirilmiş iken, kendisi IŞİD ve Selam'a çatmıştır.

Hatta Ak Parti ile ilk kavganın sebebi de budur. Ak Parti Arap baharı ve Suriye Devrimi ile birlikte giderek modern çizgiden, geleneksel ve radikal eğilimlere yaklaşmıştır. Bu da Gülencilerin asla tahammül edemeyeceği bir konudur. Hükümet ile cemaatin ilk ihtilafı Suriye konusunda olmuştur. Ak Parti hükümeti Eset'e karşı muhalefetin yanında yer alırken, Fethullahçılar Amerika'nın Suriye politikasına paralel olarak tarafsız kalınmasını istemiştir. Sonraki süreçteki MİT tırları olayı, 17-25 Aralık operasyonları ve hatta darbe teşebbüsü de hep bu Amerika'nın vekalet savaşı adına yapılmıştır. Dikkat ederseniz darbe teşebbüsünden sonra bile Amerikalıların ağızlarında geveleyip durdukları şey, "Türkiye'nin IŞİD'e karşı yeterince savaşmadığı"dır. Darbeden hemen sonraki açıklamasında da Fethullah Gülen "Türkiye'nin ve AK Parti hükümetinin IŞİD'e en fazla yardım eden ülke olduğunu" söylemiş, Türkiye'yi ABD'ye hedef göstermiştir.

Yani mesele şudur; Türk devleti ve Ak Parti hükümeti, dördüncü grup olarak andığımız Radikaller/köktendinciler ile mücadele edecek midir, etmeyecek midir? IŞİD derken tüm köktencileri ve cihatçı grupları kastediyorlar. Buna en başta el-Nusra da dahildir. Onlar için bütün mesele budur.

Ak Parti hükümeti cihatçı gruplara ve geleneksel yapılara arasına mesafe koymadığı için, Fetö'cüler Amerikalıları, bu hükümeti devirip yerine geçebilmek konusunda ikna edebilmişlerdir. Yurtta Sulh Konseyi'nin bildirisindeki Laiklik, Atatürk'ün ilke ve inkilapları mesajı bilhassa Amerikalılara hitap etmiştir. Devletin eksenini laik ve modern bir çizgiye kaydıracaklarını ve geleneksel çizgiden uzaklaşıp radikal çizgiyle mücadele edeceklerini temin etmeye çalışıyorlardı.

Darbe girişimi mutlaka ABD'lilerin bilgisi ve onayı ile yapılmıştır. Aksi mümkün değildir. ABD topraklarında yaşayan Fethullah Gülen'in onların bilgisi ve onayı olmadan Türk hükümetine karşı bir darbe girişiminde bulunması mümkün değildir.

***

Şimdi geleneksel çizgiyi biraz daha anlamaya çalışalım. Arap Baharı özgürlük ve demokrasi talepleri ile başladı. Ancak Arap halkları özgür seçimlerde geleneksel islamcıları iş başına getirdi. Bu da Batılıların ve bilhassa Amerika'nın onaylayabileceği bir şey değil. Belki bunun bir tek istisnası Suudi Arabistan'dır. Geleneksel bir şeriat devleti olmasına rağmen önceleri İngiltere ile daha sonra ise ABD ile istikrarlı bir ticari ve siyasi ilişkiye sahiptir. Belki bunda Suud rejiminin bir hanedanlık ve moranşi olmasının ve istikrarlı petrol ihracatının etkisi vardır.

Mısır'da İhvan-ı Müslimin grubu Muhammed Mursi başkanlığında seçimi kazanmıştı. Laik ve modern bir anayasa yapmaya yanaşmadılar. Böylece batının hışmını çabuk çektiler. Sonuçta Mısırda laikler bir askeri darbe yaptı ve bu askeri darbeye modernistler ve hatta radikaller bile destek verdi. Çünkü Muhammed Mursi daha önce selefi/cihadi gruplara karşı savaş açmış, Sina yarımadasında onlardan epey kişi öldürmüştü. Böylece Mısır'da ABD'nin istediği şekilde gelenekçiler ve radikaller savaştırıldı; laik ve modernistler ise kurtarıcı gibi geldi. Filistin'in Gazze bölümünde de geleneksel bir grup olan Hamas, el-Kaide'ye karşı savaş açtı ve tasfiyede bulundu.

Bu sene Tunus'taki el-Nahda hareketi lideri Raşid Gannuşi de "Siyasal islamı bırakıp demokratik islama geçtiklerini" ilan etti. Yani geleneksel islami çizgiden modern çizgiye geçiş yaptıklarını deklare etti. Bu mesaj kuşkusuz batıya ve ABD'ye verildi. Çünkü her ne kadar ABD radikalleri bombaladığı gibi gelenekçileri bombalamıyor olsa da onları yıkmak için laik ve modern kesimlere her türlü lojistik desteği sağlamaktadır. Ayakta kalabilmek ve muktesebatını kaybetmemek için bu güvenceyi vermeye ihtiyaç duymaktadırlar. Ak Parti giderek bu çizgiden uzaklaştığı için ona karşı darbeye bile izin verilmiştir. Mısır ve Libya'nın durumu da aynı şekilde.

Belirtmek gerekir ki ne radikallerin ne de gelenekselcilerin hepsi aynı değildir ve birbiriyle pekala çatışabilirler. Örnek olarak Türkiye'deki Cübbeli Ahmet de Mustafa İslamoğlu da geleneksel çizgide olmalarına rağmen aralarında pekçok farklılık ve çatışma vardır. Keza Radikal iki grup olan el-Nusra (el-Kaide'nin Suriye kolu) ile IŞİD arasında kanlı bir savaş olmuştur.

Türkiye'de Milli Görüş hareketi, siyasi pragmatizm ve takiye gereği istikrarsız bir şekilde modernizm, gelenekçilik ve radikallik arasında gidip gelmiştir. Bir bakarsınız ki Atatürkçü kesilirler, ve bir bakarsınız ki ümmetçi... Bunu doğrudan siyasi, politik bir hareket olmalarına bağlıyorum. Gülen dışındaki diğer Nurcular ise hemen hepsi gelenekçidirler. Nakşibendi, Kadiri, Geylani gibi tarikatler de gelenekçidirler. Nazım Kıbrısi yada Adnan Oktar gibiler ise modern sayılır. Mezhepçilerin büyük çoğunluğu da radikaller değil, gelenekçilerdir.

***

Radikaller ise, cihatçı, şeriatçı, ümmetçi taifedirler. Filistin ve Kudüs'ün kurtuluşunu, ümmetin birliğini savunurlar. Afganistan'ın ve Çeçenistan'ın Rus işgaline, Bosna'daki Sırp katliamına karşı cihada koşanlar bu gruplardır. İlk defa İran devrimi ile ve sonra da Taliban ile birlikte devletleşmişlerdir. Günümüzde Afganistan'da, Irak'ta, Suriye'de, Yemen'de, Libya'da ve pekçok yerde etkin olarak savaşan gruplardır.

Radikal grupların sorunu kendi aralarında bir ittifaklarının olmaması ve hatta birbirine saygı göstermeyişidir. Halbuki ABD'li uzmanların da belirttiği gibi Radikaller ile Gelenekçilerin yakınlaşması batı dünyası için çok büyük bir tehdit olacaktır.

Türkiye'deki son darbe girişimi örneğinde Erdoğan, Radikallerin ve gelenekçilerin daha da yakınlaşmasını sağladı. Bu da batının ve ABD'nin en çok korktuğu ve nefret ettiği şeydir. Tankların ve mermilerin önüne atılanlar radikaller arasındaki cihatçılardır ve bu giderek daha geniş bir yelpazede gelenekselcileri de etkisi altına almaktadır. Cihatçı ve şehadetçi ruhun dar marjinal gruplar arasında kalmayıp daha geniş halk kalabalıkları arasında dalgalanması uluslararası sömürgeci devletler için sonu görünmeyen tehlikeli bir macera olarak görünmektedir.

***

Bir de İran ve şii dünyasının bu bağlamdaki Batı dünyası ile ilişkisini irdelemek gerekir. İran 1979 devriminde kitlesel boyutta radikal bir çıkış yaptı ve gelenekçileri de radikalleştirmiş oldu. Bu yüzden İran ile ABD ilişkileri gerilimli bir şekilde koptu. İran bundan sonra Hizbullah, Bedir Tugayları vb. gibi kendisine bağlı radikal Şii/İrancı uydu örgütler kurdurdu ve destekledi. Hizbullah 1983'te Lübnan işgalindeki ABD'ye saldırdı 241 ABD askerini öldürdü. Sonrasında da Güney Lübnan'da Şebaa Çiftliklerini işgal etmiş olan İsraile karşı gerila savaşını verdi. Amerikan karşıtı bir söylemde bulunan ve İsrail ile çatışma halinde olan Hizbullah da radikal örgütler arasında yerini almıştı. Ancak 2006 Lübnan savaşından sonra Hizbullah ve İsrail arasında barış antlaşması yapılmış ve İsrail-Lübnan sınırına 15,000 kişilik bir BM gücü olan UNIFIL askerleri yerleştirilmesine izin verilmiştir. Bu tarihten sonra Hizbullah ve İsrail arasındaki çatışmalar da sona ermiştir.

Önceleri İran ve şii dünyası, radikal bir çizgide iken İrak'ın işgalinden sonra anti-emperyalist yanını terkedip mezhepçi yanını daha da takviye etti. Böylece ABD ve batı dünyası nazarıyla Radikal görüntüsünden Gelenekçi görüntüsüne dönüşmüş oldu. Bu yüzden ABD'nin ve Batı dünyasının İran ve Şia ile ilgili kaygıları nisbeten azalmış gibi görünüyor. ABD İran'a yakınlaştı, İran üzerindeki ambargoyu kaldırdı ve hem İranı hem de Hizbullah'ı terör listesinden çıkardı. Hem Irak'ta, hem Suriye'de ve hem de Yemen'de İran'ın bulunmasına ve müdahalesine ses çıkarmadı.

Radikallikten gelenekçiliğe dönüşmüş bir İranı, Laik ve Modernlikten Gelenekçiliğe ve Radikalliğe dönüşmeye çalışan bir Türkiye'ye tercih ettikleri ortadadır. İran'ın Irak'ta cirit atmasına, IŞİD karşıtı operasyonlara katılmasına ses çıkarmayan ABD ve batı dünyası, Türkiye'nin Beşika'da bir askeri kamp kurmasına şiddetle itiraz ettiler. Keza Suriye'deki İran'ın varlığına ses çıkarmayan ABD Türkiye'nin Suriye'ye her türlü müdahalesine karşı çıkıyor.

Aynı durum Suudi Arabistan için de geçerli. Giderek Radikal muhaliflere yakınlaşan Suudi Arabistan batının ve ABD'nin daha fazla tepkisini çekiyor.

Maruf Çetin

26 Temmuz 2016 Salı

İlahiyat Bildirisi

www.ilahiyatbildirisi.com sitesinde darbeyi ve darbecileri kınayan ve bir daha böyle kalkışmaların yaşanmaması için doğru din algısının tesisinde ilahiyat fakültelerinin önemine vurgu yapan bir bildiri imzaya açıldı.  "Müslüman Islah Eder İfsat Etmez" başlığıyla imzaya açılan bildirinin metni aşağıdadır.

Müslüman Islah Eder İfsat Etmez

Yıllardır milletimizin maddi-manevi birikimlerini her türlü din ve ahlak dışı yolları işleterek grup menfaatleri uğruna sömürmek suretiyle devletimizin çeşitli kademelerinde önemli ölçüde güce kavuşmuş bulunan dini kisveli paralel örgüt, uluslararası odakların da desteği ile sonunda millet varlığımızı ortadan kaldırmaya yönelmiştir. Yüce Allah’ın lütuf ve inayeti, dirayetli ve basiretli liderlik ve tam bir millet dayanışmasıyla bastırılan hain darbe kalkışması hiç şüphesiz insanımıza ve ülkemize ağır zararlar vermiş, yüzlerce insanımız şehit olurken binlercesi gazi olmuştur. Masum dinî bir hizmet hareketi görüntüsü vermeye çalışan ve sonunda vahşetle gerçek hüviyetini açığa vuran bu yapı, en büyük hasarı İslam ve Müslümanlık algısına vermiştir. Dini-milli değerlerimizi kirleten ve Müslüman şahsiyetine, “güvenilmezlik, fırsat kollayıcılık, hıyanet, dostunu ve milletini satmak, dehşet ve vahşet saçmak” gibi sıfatların yakıştırılmasına sebep olan bu ifsat hareketenin; milletten darbe yemeleriyle sonuçlanan son kalkışmaları üzerine, aşağıda imzaları bulunan İlahiyat/İslami İlimler Fakültesi akademisyenleri olarak aşağıdaki hususları kamuoyuyla paylaşmak isteriz.
1. Yüce dinimiz İslam, insanlık ailesinin tamamı için baştan sona rahmettir. İnsanı her bakımdan diriltmeyi ve yaşatmayı gaye edinen rahmet dini İslam’ın, amacı ne olursa olsun bombalarla, tanklarla, tüfeklerle insan katliamına cevaz vermesi asla düşünülemez. Böyle bir kabul ve algı, dinimize karşı işlenmiş en ağır cinayettir. Ayrıca belirtilmelidir ki, Kur’an ve Sünnet verilerinin ve başta sahabe olmak üzere ilk neslin İslam algı ve pratiğinin tikel ve ezoterik yorumlarla kişi ve grup menfaatlerine araç kılındığı oluşumlar, İslam’dan açık bir sapma oluşturur. Kur’an ve Sünnet’in açık hükümleri ve Müslümanların ortak kabulleri bir kenara bırakılarak, rüya, menkıbe gibi nesnel bilgi kaynağı olmaktan uzak gizemli açıklamaları temel dini hareket noktası kabul eden bir İslam anlatısına ve buna dayalı oluşumlara milletimiz asla itibar etmemelidir.
2. Müslüman, Hz. Peygamber’in (s.a.) şahsında somutlaşan İslam ahlak ilkelerini kuşanmış, açık ya da gizli şirk unsurlarının bulaşmadığı saf tevhid akidesini benimsemiş; yalnızca Allah’a kullukta bulunan; emanet, mahremiyet, sadakat, doğruluk erdemlerine bağlı şahsiyet abidesi güven duyulan kişidir. Hiç kimse yaşanılan ağır travmanın etkisiyle, alnı açık başı dik onurlu Müslüman milletimizi ve onun şerefli evlatlarını; asla gerçek kimliği ile var olamayan, sürekli kendisini gizleyen, iradesi esir alınmış silik tiplerle bir tutma yanlışlığına düşmemelidir. Nitekim son darbe kalkışması esnasında canı pahasına sergilediği kahramanca mücadele ve direniş ile Müslüman milletimiz, omurgasının ve ana gövdesinin ne denli sağlam olduğunu bütün dünyaya açık bir şekilde göstermiştir.
3. Başta İlahiyat/İslami İlimler Fakülteleri olmak üzere ülkemizin dini eğitim-öğretim yapılan kurumlarına haşhaşi unsurlar istedikleri oranda bir sızıntı gerçekleştirememişlerdir. Bunun başta gelen sebebi, fakültelerimizde, Hz. Peygamber’den (s.a.) bu yana süregelen bilgi ve kabul çerçevesinde takiyye gibi batınî/haşhaşî yaklaşımların kabul görmemesi; bilakis akademik süreçlerin tamamında açık toplum, hür düşünce, eleştirel bakış ile hareket edilmesidir. Devletimizin bütün kademelerine olduğu gibi fakültelerimize de sızmış birkaç kişi, bütün içerisinde asla farklı bir ton oluşturacak düzeyde değildir, olamamıştır. Nitekim bu haşhaşi örgütlenme ilkokuldan üniversiteye kadar resmi eğitim kurumlarında nitelik ve nicelik bakımından arzuladığı insan unsurunu bulamayacağını fark etmiş ve her kademede paralel eğitim kurumları oluşturma yolunu seçmiştir.
4. Son olarak belirtmek isteriz ki, iradeyi körelten ve insanı adeta köle haline getiren benzer paralel yapıların oluşmaması ve toplumsal destek görmemesi için tabandan tavana toplumun bütün kesimlerinin bilinçlendirilmesi ve sorumlu davranması gerekmektedir. Bu noktada İlahiyat/İslami İlimler Fakülteleri, bu yapılara izin vermeyen anlayışını güçlendirecek, ilmi-sosyal faaliyetlerini ve programlarını çeşitlendirecek, paydaşlarıyla işbirliğini geliştirecek, hak ve hakikate işaret eden daha yoğun çalışmalarıyla insanımıza rehberlik etme sorumluluğunu eksiksiz yerine getirme çabası içerisinde olacaktır. Milletimiz İlahiyat/İslami İlimler Fakültelerinin, sahih İslami bilgi ve uygulama konusunda sadece Anadolu toprakları için değil bütün İslam coğrafyası hatta insanlık ailesi için en büyük güvencelerden birisi olduğundan asla şüphe duymamalıdır.
Kamuoyuna saygıyla duyurulur.

10 Temmuz 2016 Pazar

Çok Marifetli Bir Hanım Sahabî: Esmâ Bint Umeys

İlk Müslüman hanımlardan Esmâ bint Umeys çok yönlü ve renkli bir kişiliğe sahiptir. Hem ailesi, hem hayat tecrübesi hem de insanî ilişkiler açısından bilinmesi gereken bir şahsiyettir. Zira Siyer ve tarih kitaplarında bulunmayan bazı tarihi gerçeklikleri böylesi şahsiyetlerin biyografilerinde bulmak mümkün olabiliyor. Tarih, siyer, biyografi, hadis, tasavvuf, fıkıh gibi muhtelif alanların kaynaklarında değişik konular vesilesi bu isimle karşılaşılmaktadır.
Babası Umeys b. Mabed (Ma’d); annesi Hind (Havle) bint Avf’dir.[1] Hem babası hem de annesi sahabîdir. Esmâ bint Umeys, Has’am kabilesine mensuptur. Annesi Hind ünlü damatlara sahip bir kişi olarak tanınmıştır. Zira Hz. Peygamber (s)'in hanımlarından Meymûne bint Haris, Hz. Abbas’ın hanımı Ümmü’l-Fadl Lübâbe bint Haris ve Hz. Hamza’nın hanımı Selma bint Umeys, Esmâ bint Umeys’in kız kardeşleridirler.[2] Esma bint Umeys’in dokuz ya da on kardeşi vardı. Bunların altısı anne ve baba bir kardeş idiler.
Esmâ bint Umeys, Mekke’de Resûlullah (s) daha Daru’l-Erkam’a girmeden önce müslüman oldu ve Hz. Peygamber (s)’e biat etti. Habeşistan’a kocası Ca’fer b. Ebî Talib ile birlikte hicret etti. Abdullah, Muhammed ve Avn adında üç çocuğunu burada dünyaya getirdi.[3]
Esmâ bint Umeys, Habeşistan dönüşünde Resûlullah (s)’ın hanımı Hz. Hafsa’yı ziyarete gider. Hz. Hafsa ile sohbet ettikleri sırada Hz. Ömer yanlarına gelir. Hz. Hafsa’ya yanında bulunan kadının kim olduğunu sorar. O da Esmâ bint Umeys olduğunu söyleyince, Hz. Ömer “Ha! Şu Habeşli ve bahriyeli (deniz yolculuğu yapmış) kadın mı” diye sorar. Esmâ bint Umeys “Evet” der. Bunun üzerine Hz. Ömer: “Ey Esmâ bint Umeys! Bizler hicret etmekle sizleri geçmişizdir. Bunun için de Resûlullah’a sizden daha yakın ve daha layığızdır” der. Esmâ bint Umeys de bu söze çok alınıp kızarak: “Hayır, yanılıyorsun! Allah’a yemin ederim ki hiç de öyle değil! Sizler Resûlullah’ın yanında bulunuyordunuz. O sizin açlarınızı doyuruyor, cahillerinize de öğüt verip yetiştiriyordu. Bizler ise sırf Allah rızası için uzak diyarlarda Habeşistan’da bulunuyorduk. Vallahi, ben senin bu söylediklerini Resûlullah’a sormadıkça ne bir şey yer ne de içerim. Ben bunu muhakkak Resûlullah’a soracağım. Bu hususta Resûlullah'ın söylediklerine bir şey ilave etmem ve eksik bir şey söylemem. Hz. Peygamber (s) içeri girince Esmâ: “Ey Allah’ın Peygamberi, Ömer şöyle şöyle dedi. Ben de ona cevap olarak şunları söyledim” ve bu konuda Resûlullah'ın görüşünü sorar. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s) “Bu hususta bana sizlerden daha layık ve yakın kimse yoktur. Ömer ve arkadaşlarına bir hicret sevabı vardır. Siz gemi halkına ise iki hicret sevabı vardır. Sizin hicretiniz iki keredir. Siz hem Necaşî’nin ülkesine hicret ettiniz hem de yurduma hicret ettiniz.” Esmâ bint Umeys devamla şunları anlatır: Ebû Musa el-Eş’arî ve bazı arkadaşları defalarca bu hadisi benden dinlemek için grup olarak yanıma gelmişlerdir. Onlar için dünyada hiçbir şey Resûlullah'ın Habeş muhacirleri için buyurduklarından daha sevindirici olmamıştır.[4]
Hicretin 8. yılında Esma bint Umeys’in kocası Ca’fer b. Ebî Talib Mute’de şehid oldu.[5] Esmâ bint Umeys, kocası Ca’fer ’in şehid olduğu günü şöyle anlatıyor, o gün ben kırk deriyi tabakladım, hamurumu yoğurdum, çocuklarımın yüzlerini yıkadım ve onları yağladım (koku sürdüm.) Bu sırada Resûlullah (s) yanıma geldi ve “Ca’fer ’in çocukları nerede” diye sordu. Çocukları getirdim. Resûlullah (s) onları kucaklayıp kokladı. Gözleri yaşardı ve ağladı. Bunun üzerine ben “Ey Allah’ın Elçisi, Ca’fer ile ilgili bir haber size ulaştı mı?” diye sordum. Hz. Peygamber (s), “O bugün öldürüldü” dedi. Bunun üzerine ben kalktım ve bağırdım. Etrafımda kadınlar toplandılar. Resûlullah (s), “Ey Esmâ! Kötü söz söyleme ve göğsüne vurma” dedi. Sonra Resûlullah kızı Fatıma’nın yanına gitti. Fatıma “Vay Amcacığım!” diye bağırıyordu. Resûlullah (s) ise “Ca’fer gibi kişiler üzerine ağlayanlar ağlasın” dedi. “Resûlullah (s) Ca’fer ’in ailesi için yemek hazırlayın. Zira kendileri meşguldürler.”[6] Esmâ bint Umeys, kocası Ca’fer b. Ebî Talib’in şehid düşmesi üzerine mersiyeler söylemiştir.
Esmâ bint Umeys, Ca’fer b. Ebû Talib’in vefatından sonra Hz. Ebû Bekir ile evlendi. Bu evlilikten Muhammed adındaki çocuğu doğdu. Veda haccına giderlerken Zu’l-Huleyfe’de (veya Beydâ) onu doğurdu. Ebû Bekir Esmâ’yı geri göndermeyi düşündü. Hz. Peygamber (s) “yıkansın sonra ihrama girsin” buyurdu.[7]
Hz. Ebû Bekir’in vefatından sonra Esmâ bint Umeys, Hz. Ali ile evlendi; ondan Yahya ve Avn adında iki çocuğu oldu.[8] Hz. Ali ile evliliği sırasında bir gün Muhammed b. Ebû Bekir ile Muhammed b. Ca’fer tartışıp her biri diğerine “ben senden daha hayırlıyım. Zira benim babam senin babandan daha hayırlıdır” dediklerinde Hz. Ali, Esmâ’ya aralarında hükmet der. Esmâ ise “Araplar arasında Ca’fer ’den daha faziletli bir genç; Ebû Bekir’den faziletli bir yaşlı görmedim” der. Bunun üzerine Hz. Ali “bundan başka bir şey söyleseydin hoşlanmazdım. Bize bir şey bırakmadın.” der.[9]
Vasiyeti üzerine Hz. Fatıma’yı vefatından sonra yıkayan Esmâ bint Umeys[10] kocası Hz. Ebû Bekir’i de vefat edince vasiyeti üzerine yıkamıştır.[11] Kadınların cenazesi için tabut yapılması için işarette bulunun ilk kişidir. Zira Habeşistan’da bulunduğu sırada Hıristiyanların ölülerini tabuta koyduklarını görmüştü.[12]
Erken müslüman olmasından dolayı Hz. Ömer atıyye dağıtırken Esmâ bint Umeys’e 1000 dirhem vermiştir.[13] Çok sayıda kadın ve erkek raviler ondan hadis rivayet etmişlerdir. Bunlar arasında Hz. Ömer, İbn Abbas, Abdullah b. Ca’fer , Abdullah b. Şeddad, Urve b. Zübeyr, Said b. Müseyyeb, Ata b. Ebî Rebah, Şa’bî, Fatıma bint Hüseyin b. Ali ve benzeri kişiler bulunmaktadır.[14]
Esmâ bint Umeys’in Ca’fer b. Ebî Talib’den olan çocuklarının göz değmesinden dolayı rahatsız olmaları üzerine Resûlullah'dan izin alarak rukye uyguladığı rivayet olunmaktadır.[15] Rüya yorumlama konusunda yetenekli ve maharet sahibi olduğundan Hz. Ömer’in bu konuda görüşüne başvurduğu naklolunmaktadır.[16]
Esmâ bint Umeys’in Mısır valisi oğlu Muhammed b. Ebî Bekir’in ölüm haberini aldığında evinin mescid olarak kullandığı bir odaya kapandığı ve öfkesini tutmaya çalışırken göğsünde kan aktığı belirtilmektedir.[17] Bu olaydan iki yıl sonra hicri 39 ya da 40 (m.661 [?]) yılında vefat ettiği rivayet edilmektedir.[18]
Yukarıda anlatıldığı gibi erken dönemde müslüman olan Esmâ bint Umeys kocası Ca’fer b. Ebî Talib ile birlikte Habeşistan’a hicret etmiş orada üç çocuğu dünyaya gelmiştir. Mute savaşında şehid düşen Ca’fer’den sonra Hz. Ebû Bekir ile evlenmiş, ondan Muhammed adında çocuğunu doğurmuştur. Ebû Bekir vefatından sonra Hz. Ali ile evlenmiş ve iki çocuk dünyaya getirmiştir. Sosyal ilişkileri iyi olan Esmâ bint Umeys gerektiğinde bazı erkek sahabîlerle kimi konularda tartışmıştır. Rüya yorumlama, tabaklama, bazı ilaçları elde etme, rukye uygulama, tabut yapma ve dericilik gibi konularda hüner sahibi bir kadın sahabîdir. Aynı zamanda çok sayıda hadis rivayet etmiştir.
[1] İbn Sa’d, Tabakatü’l-Kübrâ, I-VIII, Beyrut 1968, VIII, 219.
[2] İbnü’l-Esîr, Usdü’l-Ğabe fî Marifeti’s-Sahâbe, I-VI, Beyrut 1989, VI, 14.
[3] İbn Sa’d, VIII, 219.
[4] İbnü’l-Cevzî, Sıfatu’s-Safve, I-II, Kahire, 2000, I, 335-336.
[5] İbn Sa’d, VIII, 219
[6] İban Sa’d, VIII, 220
[7] İbn Sa’d VIII, 220-21
[8] İbn Sa’d, VIII, 222.
[9] Zehebî, Siyerü A’lami’n-Nübela, I-XVIII, Kahire 2006, III, 519.
[10] Diyarbekrî, Tarihu’l-Hamis, Beyrut, ts. I, 277.
[11] İbn Sa’d, VIII, 221; Zehebî, III, 517.
[12] İbn Sa’d, VIII, 220.
[13] İbn Sa’d, VIII, 222.
[14] Ebû Nuaym el-İsfahanî, Marifetu’s-Sahabe, (thk. Adil b. Yusuf), I-VII, Riyad 1998, VI, 3256
[15] Humeydî, Müsnedü’l-Humeydî, I-II, Beyrut 1996, I, 328; Tirmizî, “Tıb”, 19.
[16] İbn Hacer, el-İsabe fî Temyizi’s-Sahabe, (thk. Adil Ahmed-Ali Muhammed), I-VIII, Beyrut 1415, VIII, 16.
[17] İbn Hacer, VIII, 16.
[18] Bkz. Yaşar Kandemir, “Esmâ bint Umeys” DİA, XI, 422-423.

Kürt Sorununda Çözüme Odaklanmanın Tam Zamanı

Devletimizin, -özellikle tek parti dönemi gibi zamanlarda- azınlıklara ve başta Kürtler olmak üzere diğer etnik kökenli vatandaşlara temel haklarını verme hususunda oldukça cimri davrandığı bilinen bir gerçektir. Ne yazık ki önemli bir kısmı tek parti dönemi ile ihtilal dönemlerinde yapılan yanlışlıklar, silahlı bir örgüt olan PKK’yı semirtip bu günlere getirdi.
PKK, geçmiş yıllarda baskıların ve çatışmaların yoğunlaştığı dönemlerin akabinde devletin sorunu çözmek adına attığı bazı adımları silahlı mücadelenin kazanımı olarak sundu; elde edilen bütün hakların silahlı mücadeleleri sayesinde gerçekleştiğini söyledi. Böylece çözüm adına atılan her adım suiistimal edilerek PKK’nın Kürtlerin temsilcisi olduğu algısının inşasına malzeme yapıldı. Kürtçe konuşma serbestisi, tabelaların aynı zamanda Kürtçe olarak da yazılması, Kürtçe kurslar ve üniversitelerde Kürdoloji bölümlerinin açılması, okullarda seçmeli Kürtçe derslerin okutulması ve devletin resmi olarak Kürtçe televizyon yayını yapması gibi önemli adımlar, PKK’nın mücadelesinin kazanımları olarak gösterildi. Hassaten çözüm süreci bu anlamda istismar edilerek halk üzerinde ciddi bir nüfuz oluşturuldu. Devletin güvenlik zafiyeti gösterdiği yerlerde vatandaşlar karşılarında PKK’yı gördüler. Vatandaşı -seksenli ve doksanlı yıllarda yapıldığı gibi- devlet ile PKK arasında tercihte bulunmak zorunda bırakma ya da PKK’nın insafına terk etme, sorunu besledi.
Nihayet çözüm süreci, -muhtemelen gelecekte daha iyi anlaşılacağı üzere- PKK’nın gücünün erimeye başlaması ve uluslararası aktörlerin devreye girmesiyle yeniden çatışma sürecine girdi. Bu konuda senaryolar ve iddialar havada uçuşmaktadır. Biz ne olduğundan ziyade neler olması gerektiğiyle ilgili kanaatimizi arz etmeye çalışacağız.
Öncelikle Kürt vatandaşlarımızın genel olarak oynanan oyuna gelmediklerini, duruşlarıyla PKK’nın bölgeyi karıştırma planlarını boşa çıkardıklarını unutmamak gerekir. Bölgede HDP’ye oy verenlerin çoğunun tutumu dahi bu yönde olmuştur. Yöneticilerimizin bu olumlu durumu göz ardı etmediklerini zannediyorum.
Çatışmaların devam ettiği ve insanların ciğerparelerinin toprağa düştüğü bu dönemde soruna odaklanmayı konuşmanın zor olduğunu bilmekle birlikte bunun tam zamanı olduğunu ve bunu yapabilecek bir siyasî irade bulunduğunu düşünüyorum. Yukarıda da ifade etmeye çalıştığım üzere bugüne kadar PKK, devletin attığı adımların silahın gücü sayesinde kendilerini muhatap almasının sonucu olduğu propagandasını yaptı. Devlet yetkilileri ise PKK’nın muhatap olmadığını, yapılanların olması gerekenler olduğunu ifade ettiler. Geçmişte atılan adımların istismar edilmesi, şimdi atılacak adımların devlet tarafından sağlıklı bir şekilde yönetilebilmesini gerektirmektedir.
Kuşkusuz devlet, bir taraftan güvenlik problemlerine sebep olan ve insan hayatına kasteden silahlı bir örgüte karşı gerekli güvenlik tedbirlerini almak üzere çalışmalarını yaparken diğer taraftan PKK’yı muhatap almadan çözüme ilişkin adımlar atmalıdır.
Şunu da hemen ifade edelim ki, çözüm çerçevesinde verilecek temel haklar sadece Kürtlere mahsus haklar olarak düşünülmemeli, ülkemizde sayıları ne kadar olursa olsun bütün etnik unsurların hakkı olarak verilmelidir. Esasen mesele, “insan hakkı” olarak görülürse atılacak adımlardan bütün vatandaşlarımızın yararlandırılması zorunludur.
Sorunun çözümüne yönelik adımlar atılırken devlet, hukuk içinde kalarak güvenliği sağlamak zorundadır. Güvenlik çalışmaları yapılırken yerinden yurdundan edilen insanların zararı en kısa sürede telafi edilmeli, insanların devlete karşı kin bilemesine sebep olacak davranışlardan hassasiyetle sakınılmalıdır.
Bölgede çok ağır şartlarda görev yapan güvenlik güçlerine mensup kişiler arasında görevini kötüye kullananlar, psikolojik sorunu olanlar tarafından ya da ideolojik takıntıya sahip veya devlet yetkililerini zora sokma kastıyla bazı yanlışlıklar yapılabilir. Bunların dışında bir kasıt olmaksızın da istenmeyen hadiseler olabilir.
Devlet, ister kasıtlı ister kasıtsız yanlışlıklara mutlaka müdahale etmeli, hiçbir suçun üzeri örtülmemeli, hukuk önünde suçu sabit olanlar kanunlar çerçevesinde ceza verilmelidir. Böylece sadece söylemle değil, fiilî olarak da insanımızın arkasında devletinin olduğunu bilen birinci sınıf vatandaş olduğunun hissettirilmesi gerekir. Bunun için valiliklerde bu çalışmaları yürütecek, alanında uzmanlaşmış ve bölgeyi iyi bilen sosyolog, psikolog ve din görevlilerinin istihdam edilmesi gerekir. Ayrıca hem Kürtlerle ve hem de Türklerle birlik ve beraberliğin önemini, bunu korumak için çaba harcanması gerektiğini anlatacak, bu konularda öncülük yapabilecek her insandan yararlanmak gerekir. Bu çalışmaların sonuçlarını almak uzun zaman alır.
Çözüm için yapılacakların herkesçe belli olduğunu düşünüyorum. Atılacak birkaç adım, kısa sürede bölgedeki havayı değiştirecektir. Bunların bir kısmı, talimat, yönerge ya da bakanlar kurulu kararıyla gerçekleştirilebilecek konular iken bir kısmı kanun, bazıları ise anayasa değişikliği gerektirmektedir.
Öncelikle -genellikle farkında olmadığımız- birçoğumuza hâkim olan, devletçi, buyurgan ve lütufkâr dilin terk edilmesi gerekir. Siyasîlerin dili nispeten değişmişse de bürokratlar için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Eğer Kürtler bu ülkenin vatandaşı iseler onlara verilecek hiçbir hak lütuf olarak görülmemelidir.
Atılması gereken adımların başında siyasî irade, Türk etnik kökenine mensup olan birisinin vatandaş olarak sahip olduğu hakların tümüne diğer etnik kökenlere mensup olan insanların hepsinin sahip olacağının hedeflendiğini ve bunun bir plan dâhilinde gerçekleştirileceğini açıklamalıdır. Ardından anadilde eğitim, yer isimlerinin eski hallerine getirilmesi, Türkçe dışındaki dillerin de resmi kullanımına imkân tanınmasıyla ilgili gerçekçi bir program kamuoyuyla paylaşılmalıdır.
Takdir edilir ki yapılacakların bir kısmı kısa süreli düzenlemeler gerektirirken bir kısmı ise uzun çalışma gerektirmektedir. Örneğin anadilde eğitim meselesi yıllar alacak bir çalışma olup bunun hemen gerçekleştirilmesi pek mümkün görünmemektedir. Yetkililerin yapacakları ciddi çalışmalarla bunun ne kadar sürede sağlıklı bir şekilde gerçekleştirilebileceği açıklanmalıdır. Muhtemelen anadilde eğitim meselesinin tam olarak uygulanabilmesi, aşamalı bir şekilde 5-10 yıllık bir zaman diliminde gerçekleştirilebilecektir. Ancak devletin bunu planlaması ve çalışma takvimini ilan etmesi önemli bir adım olacaktır.
Öte yandan düşünce özgürlüğünün önündeki engeller kaldırılmalı, dine ya da etnik kimliğe dayalı partilerin kurulmasına da izin verilmelidir. Silaha başvurulmadığı sürece her görüşün yasal platformlarda ifade edilebilmesine izin verilmelidir. Bunlar yapılıp sorun sosyal ve ekonomik politikalarla desteklenirse Kürt sorununun kısa vadede kontrol edilebileceğini, uzun vadede ise insanımızın gündeminden çıkacağını kuvvetle muhtemel görüyorum. İşte o zaman ülkemiz şaha kalkar.

9 Temmuz 2016 Cumartesi

Tarihten Notlar: Hz. Ömer’le Hz. Abbâs Arasındaki Tartışma

Hz. Ömer döneminde Müslümanlar çoğalınca, mescit onlara dar gelmeye başladı. Ömer mescidin etrafındaki evleri -Abbâs b. Abdülmuttalib’in evi ve müminlerin annelerinin odaları hariç- satın aldı.
Hz. Ömer ile Hz. Abbâs arasında şöyle bir diyalog geçti:
-Ey Ebü’l-Fadl! Müslümanların mescidi kendilerine dar geldi; senin evin ve müminlerin annelerinin odaları hariç, mescidin etrafındaki evleri, Müslümanların mescitlerini genişletmemiz için satın aldım. Müminlerin annelerinin odaları için çare yok. Senin evine gelince, onu bana Müslümanların beytülmalinden istediğin şey karşılığında, sat!
-Bunu yapacak değilim!
-Şu üç şeyin birini seç: Ya bana onu Müslümanların beytülmalinden istediğin şey karşılığında satman ya Medine’den istediğin yerde senin için bir arsa belirlemem ve senin için Müslümanların beytülmalinden yeni bir ev inşa etmem veyahut senin onu Müslümanlara tasadduk etmen!
-Hayır, onlardan hiçbiri de değil!
-Benimle senin arana istediğin kişiyi hakem yap!
-Übey b. Kaʻb!
İkisi Übey’e gidip ona olayı anlattılar; Übey şöyle dedi:
-Eğer isterseniz, Peygamber’den (s) işittiğim bir hadisi size anlatırım!
-Anlat!
-Resûlullah’ı (s) şöyle derken işittim: “Allah Dâvûd’a, ‘Benim için içerisinde anılacağım bir ev inşa et!’ diye vahyetti. O da O’nun için mabedin arsasını belirledi. Ama bir de görüldü ki, arsanım dörtte biri, İsrâîloğullarından bir adamın evi. Dâvûd da ondan evini kendisine satmasını istedi, ama adam kabul etmedi. Sonra Dâvûd kendi kendine ondan evini zorla almayı kararlaştırdı. Bunun üzerine Allah ona, ‘Ey Dâvûd! Ben sana benim için, içerisinde anılacağım bir ev bina etmeni emrettim. Sen ise benim evime gaspı sokmak istedin. Hâlbuki gasp benim işim değildir. Senin cezan ise onu inşa edememendir!’ diye vahyetti. Dâvûd, ‘Ya Rab! Benim inşa edebilecek mi?’ dedi. Allah, ‘Senin çocuğun inşa edecek!’ dedi.
Bunun üzerine Hz. Ömer, Übey b. Kaʻb’ın giysisinin ön tarafını tutarak şöyle dedi:
-Ben sana bir şey getirdim, sen ise ondan daha ağır olanı getirdin. Söylediğin şeyi mutlaka terk edeceksin!
Hz. Ömer, Übey’i mescide götürdü. Resûlullah’ın (s) Ashâbından içlerinde Ebû Zer’in de bir sohbet halkasının yanında durup şöyle dedi:
-Allah’ın Dâvûd’a mabedi sadece kendinin anılması için inşa etmesini emrettiği olayı anlatırken Resûlullah’ı (s) işiten bir adamdan Allah adına şahitlik yapmasını istiyorum!
Ebû Zer de,
-Ben onu Resûlullah’tan (s) işittim, dedi.
Başka biri,
-Ben de işittim, dedi.
Bir başkası,
-Ben de işittim, dedi.
Bunun üzerine Ömer, Übey’e bıraktı. Übey ise, Ömer’e dönüp şöyle dedi:
-Ey Ömer! Resûlullah’ın (s) hadisi hakkında beni itham mı ediyorsun?
-Ey Ebü’l-Münzir! Hayır, vallahi o konuda seni itham etmiyorum. Ancak Resûlullah’tan (s) bu hadisin aşikâr olmasını hoş karşılamadım!
Hz. Ömer ile Hz. Abbas arasında şöyle bir konuşma geçti:
-Git! Ben de artık evin için bir istekte bulunmayacağım!
-Sen böyle yaparsan, ben de onu Müslümanlara tasadduk ederim ki, onunla onlara mescidlerinde genişlik sağlayayım. Ancak benimle münakaşa etmen halinde bu olmaz!
Bunun üzerine Hz. Ömer, bir arsa belirleyerek masraflarını Müslümanların beytülmalinden karşılayarak bir ev inşa etti.
(İbn Saʻd, Kitâbü’t-Tabakâti’l-Kebîr)
 

Yazarlar