Arş. Gör. Emine Peköz
Hz. Ali, kısa süren hilâfetine rağmen şahadetinin ardından tarihte
en çok konuşulan halifelerden biri olmakla kalmamış, İslâmî ilimlerin hemen
hemen her dalında mevzu bahis olmuştur. Gerek Resûlullah ile olan nesep bağı ve
onun damadı olarak soyunu devam ettiren tek kişi olması, gerekse çocuk
denilecek yaşta ilk Müslümanlar arasına girmesi, onu İslâm ümmetinin nazarında
önemli bir yere taşımıştır. Bununla birlikte Resûlullah’ın pek çok gazasında
gösterdiği üstün gayretle adeta bir cihat abidesi olmasıyla, “Ben ilmin
şehriyim, Ali de onun kapısıdır.” hadisine muhatap olan ilmî kişiliği ile,
Nehcü’l Belağa’ya bakıldığında açık bir şekilde anlaşılan üstün edebî yönü ve
hatipliği ile, tasavvufta adeta bir ekol haline gelmesine vesile olan
takvasıyla Hz. Ali, Ali Şeriati’nin de deyimiyle ‘efsanevî bir hakikat’tir.
İslâm Devleti’nin neredeyse bir iç savaşa doğru sürüklendiği,
siyasî ayrılıkların yaşandığı gayet sıkıntılı geçen hilâfetinin şehadetle
sonuçlanması bile, Muaviye ve Haricîler’le yaşanan İslâm Devleti’nin tek siyasî
otoritesi olma davasını sona erdirememiştir. Aksine bu durum, şahadetinin
ardından ortaya çıkan mezheplere bakıldığında, siyasî olduğu kadar, dinî ve
toplumsal bir boyut da kazanarak daha karmaşık bir hal almıştır.
İşte böyle bir dönemde şehit edilen Hz. Ali, hayattayken düşmanları
olduğu kadar, tabiri caizse cesedinin dahi düşmanları olabilir korkusuyla
gizlice defnedilmiştir. Vefat tarihi ile kabrinin yerinin ilk kez Harun Reşid (786-809)
zamanında resmen ilan edildiği tarih arasında geçen uzun müddet, kabrin yeri
konusunda pek çok ihtilafın doğmasına sebebiyet vermiştir. Kimi âlimler kabrin
yeri hakkındaki muhtelif rivayetleri saydıktan sonra kesin olarak bir mekânın
belirtilemeyeceğini ileri sürmüşler, kimileri de kabrin yerinin sahih olan
rivayete göre Necef’te olduğunu söylemişlerdir. Fakat genel olarak gördüğümüz
kadarıyla birinci gruptakiler, ikinci öngörüde bulunanlardan daha fazladır. Bu
nedenle yazımızda kabrin yeri konusundaki farklı rivayetleri ortaya koyarak, bu
konuda ön plana çıkmış belli başlı mekânlar üzerinde durmaya çalışacağız. Her
ne kadar bu konuda ortaya atılan rivayetlerin farklılığı ve meselenin âlimlerce
ihtilaflı bir konu olarak kabul edilmesi göz önüne alındığında, nihaî bir
sonuca ulaşmak mümkün değil gibi görünse de, en azından bu meseledeki farklı
rivayetler hakkında bilgi edinmek adına bu yazının faydalı olacağı
kanaatindeyiz.
Hz. Ali’nin oldukça karışık bir siyasî ortamda şehit edilmiş
olması, kabrinin yerinin gizli tutulmasındaki en büyük nedendir. Hz. Ali,
Ümeyyeoğulları mezarını bulabilir korkusundan dolayı gizli bir yere
gömülmüştür. Hz. Ali’nin mezarı, Ümeyyeoğulları’nın hâkimiyetinin 750’de bitmesi
sonrasına kadar, özellikle Şiî Müslümanlar tarafından bir hac yeri olarak
görülen (Kûfe yakınlarındaki) Necef’te yeri tespit edilene kadar ortada yoktur.[1] Necef,
bu tespitin ardından kutsal bir şehir haline gelmiştir.[2] İşte
bundan dolayı olmalı ki, siyasî iktidarı tamamıyla ele geçirmeye azmetmiş olan
Ümeyyeoğulları’nın, Iraklılar’ın her daim ziyaret edip hatırlayacağı bir
meşhede sıcak bakmayacakları aşikârdır. Diğer yandan, Hz. Ali’nin şehadetine
neden olan ve davaları uğruna her türlü işi yapmayı mubah sayan Haricîler’in
ise herkesçe bilinen bir kabre karşı nasıl bir muamelede bulunacakları
bilinemediğinden, kabrin yerinin gizli tutulmasındaki bir etken de bu olsa
gerektir. Yine gerek Haricîler’in gerekse Ümeyyeoğulları’nın, Hz. Ali’nin
vefatından sonra ona destek verenlere ne şekilde davranacakları bilinmediğinden
ötürü, Hz. Ali’ye ait olan bir kabrin ziyaret edilmesi durumunda insanların
safları buna göre belirlenebilir endişesi de kabrin yerinin gizlenmesinde
etkili olabilir. Nitekim daha sonraki dönemlerde, o coğrafyada değer verilen
devlet adamlarının veya din büyüklerinin kabirlerine gösterilen ilgi
yadsınamayacak kadar büyüktür, öyle ki halkın gösterdiği ilgi karşısında bu
kişilerin ölü veya diri olmaları arasında anılarını taze tutmak adına adeta bir
farkın olmamasının, Ortadoğu türbe kültürünün önemli bir özelliği olduğu
malumdur. Buna örnek verecek olursak Şiî kültüründe, Hz. Ali’nin türbesinin
bulunduğu yerin kutsallığından dolayı burada kılınan namazın başka yerlere
nispetle 200.000 kat daha faziletli ve bir gece kalmanın 700 yıllık ibadete
denk olduğu, buraya defnedilen cenazeden kabir azabının kalkacağı ve Münker ve
Nekir’in sorularından muaf tutulacağı gibi çok sayıda rivayet mevcuttur. Bu tür
rivayetler, Necef’in sürekli göç alan bir şehir olmasına ve burada Vadi’s-selâm
adıyla anılan çok büyük bir kabristanın teşekkülüne yol açmıştır.[3] Kabrin
üç asır sonra Büveyhiler zamanında Şiîler tarafından böyle bir ilgi görmekle
beraber, diğer yandan 443’te (1051) Bağdatlı mutaassıp Şiî muhalifleri
tarafından yakılması,[4] Hz.
Ali’nin şehit edilmesinin yankısının hala sürdüğünü ve bu olayın siyasî ve
toplumsal ortamı etkilemeye devam ettiğini göstermesi bakımından önemlidir.
Öyle ki günümüzde, Şiî kesimde Kerbela vakasının acısının, daha
olay dün yaşanmışçasına hissedilmesine ve Hz. Zeyneb’in kabrine gösterilen
hürmete bakılacak olunursa bu mesele daha rahat anlaşılabilir. İlerde
bahsedeceğimiz gibi Hz. Ali’nin kabrinin Necef şehrinin inkişâfını sağlayacak
derecede ihtimam görmesi ve Necef’in mutaassıp Şiîlerin, imamlarının yakınında
gömülme isteği dolayısıyla muazzam bir kabristanla çevrili kutsal bir yer
haline gelmesi de buna örnek verilebilir.
Yazılı kaynaklarda bulunmamakla birlikte, Hz. Ali’nin ne şekilde
defnedildiği ve kabrin yerinin nasıl keşfedildiği ile ilgili halk arasında
dolaşan bazı söylenceler bulunmaktadır.
Anlatıya göre, Hz. Ali’nin aldığı zehirli kılıç darbesi nedeniyle
üç gün sonra vefat etmesinin ardından, oğulları Hasan ve Hüseyin, Hz. Ali’nin
tabutunu alıp giderlerken, önlerine yüzü peçeli bir bedevî çıkar. Bedevî, Hz.
Hasan ve Hüseyin’e tabutu kendisine vermeleri gerektiğini söyler. Bunun üzerine
bedevîden yüzündeki peçeyi kaldırmasını isterler, fakat bedevî kılığındaki kişi
yüzünü göstermez. Bu olayda yüzü peçeli şahsın Hz. Ali olduğu kabul edilir.
Yani Hz. Ali kendi tabutunu kendisi almıştır.
Yine buna benzer bir söylencede de, Hz. Ali vefat ettikten sonra
Hz. Hasan ve Hüseyin henüz cesedin yanında bulunurken ceset konuşmaya başlar ve
yapmaları gereken cenaze işlemlerini saydıktan sonra onların vazifelerinin
burada biteceğini, kendisini almaya bir bedevînin geleceğini söyler. Hz. Hasan
ve Hüseyin cenazeyi yıkama, kefenleme, tabuta koyup bir deveye yükleme gibi
işleri bitirdikleri esnada yüzü peçeli bir bedevî gelir ve hiç konuşmaz, tabutu
alır ve uzaklaşır. Bedevî oradan ayrıldıktan sonra Hz. Hasan ve Hüseyin
yaptıklarına bir anlam veremeyerek tabutu geri almak için bedevîye yetişmeye
çalışırlar. Bedevînin yüzü ay ışığıyla aydınlandığında anlaşılır ki tabutu
almaya gelen bedevî Hz. Ali’nin ta kendisidir.
Tabi ki bütün bu anlatılanlar söylenceden öteye geçmemektedir.
Fakat tarihî kaynaklarda, Hz. Ali’nin cenaze işlemleri tafsilatlı bir şekilde
anlatılmakla birlikte, defin işinin nerede ve ne şekilde olduğuna yer verilmemesi,
bu tür söylencelerin oluşmasına zemin hazırlamış olabilir.
Hz. Ali’nin kabrinin ne şekilde tespit edildiğine dair rivayetlere
gelince, bu hadisenin Harun Reşid devrinde, halife Kûfe çöllerinde bir av
sırasındayken gerçekleştiği yönündedir. Rivayete göre birkaç ceylan avcılardan
kaçarak orada bulunan bir tepeye sığınır. Peşlerinden giden av köpekleri ise
ceylanlara dokunmadan geri dönerler. Harun Reşid yanında bulunan Abdullah
ismindeki bir zata, tepeyi araştırmasını, muhtemelen bu tepenin mübarek bir yer
olabileceğini söyler. Abdullah tepeyi araştırdığı sırada, Beni Esed
kabilesinden olan yaşlı bir kişiyle karşılaşır ve onu da alarak Harun Reşid’in
yanına getirir. Yaşlı adam Harun Reşid’e, atası Hz. Ali’nin kabrinin o tepede
olduğunu işittiğini ve Allah-u Teâlâ’nın bu tepeyi emniyetli bir yer kıldığını
nakleder. Bunun üzerine Harun Reşid, o tepenin yanında abdest alıp namaz
kılarak gözyaşı döker.
Hz. Ali’nin kabrinin yerinin bir müddet gizli kaldıktan sonra, Harun
Reşid devrinde (786-809) resmen ilan edildiği bilinmekle birlikte, kabrin
yerinin tespiti ile ilgili rivayetler bu şekildeki söylencelere dayanmaktadır.
Daha sonra Hz. Ali’nin mezarı muhtelif yerlerde aranmıştır. Harici
İbn Mülcem tarafından Kûfe Camii’nde şehid edilen Hz. Ali, bir rivayete göre Kûfe’ye
defnedilmiştir.[5]
Birçokları kabrin Kûfe’de caminin kıblesi altındaki bir köşede,[6] bazıları
da bilakis Kûfe’ye iki fersah mesafede bulunduğunu iddia ediyorlardı. Bir
rivayete göre ise, İmam Ali, Medine’de Fatıma’nın mezarı yanına defnedilmiştir.
Başka bir görüş ise mezarın Kasr el-İmâre civarında olduğudur.
Yaygın kabule göre ise Hz. Ali’nin Kûfe civarında, şehri Fırat
nehrinin taşmalarından koruyan setlere yakın bir yere gömüldüğü yönündedir ki,
daha sonra burada Necef şehri inkişâf etmiş ve buraya Necef el- Kûfe de
denilmiştir.[7]
Kabrin başka yerlerde olduğuna dair rivayetler bulunsa da çoğu kaynakta ilk
olarak bu mahal üzerinde durulmaktadır. Bununla birlikte kabrin ortaya
çıkışının hicretten üç yüz sene sonra olması, bu rivayetin doğruluğunu
tartışılır kılmıştır. Buna göre Necef’teki meşhed, gerçekte İslâm’dan önceki
devirlerden kalma mukaddes bir mezar da olabilir; çünkü burada Âdem ve Nuh’un
mezarlarının bulunduğu da söylenir.[8] Hatta bu
kabrin Muğire b. Şu’be’nin kabri olduğu da söylenmiştir.[9] Ayrıca
kabrin daha çok ilgi görmeye başladığı dönem iktidarda bulunan Büveyhoğulları’nın
Şiî Rafizî olmaları, onların ziyaret edilecek ve böylece halkı bir araya
getirecek bir mekânı ön plana çıkarmak maksadıyla taraflı davranabilecekleri
yönünde şüphe uyandırmaktadır. Nitekim bazı eserlerde, Necef Şehitliği’nde Hz.
Ali’nin kabri olarak ziyaret edilen yerin doğru olduğunu kabul eden rivayetlere
karşın, Şerik b. Abdullah en-Nehaî ve Muhammed b. Süleyman el-Hadramî gibi bazı
ilim ehli kişilerin bunu inkâr ettikleri yönünde bilgiler mevcuttur. Buna göre vefatının
ardından üç asır geçmesine rağmen, hiç kimse o güne kadar Necef’teki kabrin Hz.
Ali’ye ait olduğunu söylememiş ve oraya ziyaret maksadıyla gitmemiştir. Hâlbuki
Kûfe’de Ehl-i Beyt ve Şiîler’den olanların sayısı diğerlerinden daha çoktur ve
şehirde hâkim konumda olanlar da onlardır.[10]
Görüldüğü gibi kabrin bazı âlimlerce Necef’te olmadığı yönünde
ittifak edilmesi, bu gibi göz ardı edilemez iddialara dayanmaktadır. Bu durum
da Hz. Ali’nin şehit edildiği Kûfe’den 10 km. uzakta olan Necef’te değil de
çeşitli rivayetlerde geçtiği gibi Kûfe’nin merkezinde defnedilmiş olabileceği
ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Üstelik o günün hava ve yol şartlarında bir
cesedi gizlice taşımak için 10 km. uzun sayılabilecek bir mesafe olabilir.
Bununla birlikte konuyla ilgili eserlere bakıldığında, Hz. Ali’nin defnedildiği
yerle ilgili olarak Kûfe’nin adı bugünkü Necef olarak geçmektedir. Bu nedenle
akıllarda ilk olarak şöyle bir soru uyanmaktadır; Kûfe, Necef’le aynı yer olarak addediliyorsa,
o halde Hz. Ali’nin kabrinin Kûfe’de mi yoksa Necef’te mi olduğu tartışması
neden ortaya çıkmıştır? Bu sorunun
cevabı ise Kûfe’den daha sonra kurulmakla birlikte Necef’in kısa sürede
gelişerek iki şehir arasındaki 10 km. gibi bir uzaklığın kapanmasıdır. Böylece
zamanla iki şehir birleşerek tek şehir haline gelmiş, hatta Hz. Ali’nin kabri
dolayısıyla Necef, Kûfe’den daha büyük
ve ilgi gören bir merkez halini almıştır.
Kabrin yerinin
belirlenmesiyle ilgili farklı rivayetler bulunmakla birlikte, bu tespit Abbasîler’in
ilk döneminde gerçekleşmiştir. Nitekim mezar üzerine Abbasî halifelerinden
Davud b. Ali’nin (ö. 133-750) bir sanduka koydurduğu bilinmektedir. Bununla
birlikte Şiîler baştan beri Hz. Ali evlâdı ile yakın çevresinin bunu bildiğini
ifade etmektedir. Nakledildiğine göre Bağdat kurulmadan önce Abbasî halifesi
Ebu Cafer el-Mansur tarafından Kûfe’ye çağrılan Cafer es-Sadık kabrin bulunduğu
yere gelince devesinden inmiş, gusledip elbisesini değiştirerek dedesinin şahadet
yeri olduğunu belirttiği kabrin başında durup onu selamlamış ve kabrin üzerine
kapanarak üzüntüsünü dile getirmiştir. Yanındakilerden Safvan el-Cemal’in ondan
izin alıp bu durumu Kûfe’de bulunan mensuplarına haber vermesiyle mezarın yeri
daha geniş bir kitle tarafından öğrenilmiştir. Kabrin yerinin resmen tanınıp
ilan edilmesi ve türbenin devlet eliyle tamir edilmesi ise Harun Reşid devrine
(786-809) rastlamaktadır.[11]
Daha sonra Hamdanîlerin kurucusu Abdullah b. Hamdan (ö. 317-929),
Hz. Ali’nin kabri üzerine kıymetli halı ve perdelerle döşeli bir türbe inşa
ettirmiştir.[12]
Bunun ardından Şiî Büveyhî hükümdarı Azud el-Devle 369’da (979) mezar üzerine
yeni bir türbe yaptırdı. Hükümdar ile oğulları Şeref ve Baha el-Devle’nin de
gömülmüş oldukları bu türbe Hamdallah Mustavfî zamanında hala mevcuttu. Daha bu
sırada Necef ve çevresi 2.500 adımı bulan küçük bir şehir olmuştu.[13] Ölümü
414’e (1023-1024) doğru olan Hasan b. El-Fazl, Meşhed-i Ali’nin surlarını yaptırdı.[14] 443’te
(1051) Bağdatlı Şiî muhalifleri tarafından yakılan türbe çok geçmeden onarıldı.
479 (1087) yılında bölgeye gelen Selçuklu Sultanı Melikşah ve veziri Nizâm’ül-mülk
kabri ziyaret ettiler. İlhanlılar’dan Gazan Han şehrin ziyaretine gitmemekle
birlikte şehrin imârına çalıştı.[15] İbn
Battuta, Meşhed-i Ali’yi 726’da (1326) ziyaret etti. Seyyah şehri ve meşhedi
tafsilâtı ile tasvir etmektedir. İbn Battuta nüfus sayısı ve binalarının
güzelliği ile Necef’i Irak’ın en ehemmiyetli şehirlerinden saymaktadır. Safevî
hükümdarı Şah İsmail, Kerbela ve Necef meşhedlerini ziyarete geldi. Kanunî
Sultan Süleyman da 941’de (1534-1535) burayı ziyaret etti ve şehrin imârı için gereken
emirleri verdi.[16]
Daha sonra II. Abdulhamid’in de bölgede imâr faaliyetinde bulunduğu
bilinmektedir.[17]
Sonuç olarak her ne kadar Hz. Ali’nin kabrinin Necef’te olduğu
yönünde ihtilaflar mevcut ise de, türbe dolayısıyla şehrin Şiîlerce kutsal
sayılması ve Sünnî hükümdarlar tarafından da ihtimam görmesi dikkate değerdir.
Hz. Ali’ye atfedilen bir diğer mezar da Afganistan’ın Mezâr-ı Şerif
kentinde olup, şehir adını bundan almaktadır. 530’da (1136) Sultan Sencer ve 885’te (1480)
Sultan Hüseyin Baykara zamanında, burada Hz. Ali’nin kabrinin bulunduğu iddia
edilmiş, bunun üzerine yapılan türbelerin (ilk türbe Cengiz istilası sırasında
yıkılmıştır) çektiği ziyaretçi kitleleri burayı bir ziyaretgâh ve ticaret
merkezi haline getirerek, Mezâr-ı Şerif veya kısaca Mezâr adıyla anılmasına yol
açmıştır. XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Belh’in giderek önemini
kaybetmesiyle birlikte merkez fonksiyonu Mezâr-ı Şerif’e kaymış ve bunda 886
(1481) inşa tarihli türbenin, XIX. yüzyılın başlarında ihya edilmesinin büyük
etkisi olmuştur.[18]
Mezâr-ı Şerif’in gelişerek, civarındaki kentleri geri plana
itmesindeki en önemli faktör, tıpkı Necef’in zamanla Kûfe’den daha büyük bir
şehir haline gelmesinde görüldüğü gibi, burada bulunduğuna inanılan Hz. Ali’nin
türbesi olmuştur.
İki şehir arasındaki uzaklık göz önüne alındığında, Hz. Ali’nin na’şının
o günün şartlarında Kûfe’den Mezâr-ı Şerif’e intikâli imkânsız olsa da, şehrin
Şiîlerce kutsal sayılarak ziyaret edilmesinin ve yine pek çok türbenin bu
şehirde inşa edilmesinin nedeni Hz. Ali’nin türbesinin varlığıdır. Dolayısıyla
bazılarına göre bizde Yunus Emre’nin birkaç türbesinin olması misâli, asıl
mezar başka bir yerde bulunmakla birlikte, Mezâr-ı Şerif’teki türbe sadece ruhâniyetine
inanılan bir türbedir.[19]
Sonuç olarak Hz. Ali’nin vefatıyla, hilâfetin kime ait olduğu
davası bitmemiş, âdeta hiç bitmemek üzere yeni başlamıştır ve İslâm dünyası
içerisindeki dinî ve siyasî ayrılıklar daha çeşitli bir hal almıştır. Bu nedenle
Hz. Ali’nin şahadeti bir nihâyet değil bir milâttır. Böylesi bir şehidin nerede
defnedildiği ise bir o kadar önemlidir. Yine bu nedenle olacak olmalı ki
kabrinin yeri uzun süre gizli kaldıktan sonra ortaya çıkarılmıştır. Fakat
aradan geçen uzun zaman dolayısıyla kabrin yeri ihtilaflı bir konu olmuştur.
Bugün Hz. Ali’nin kabri olarak kabul edilen bazı yerler bulunmakla beraber,
hangisinin doğru yer olduğu kesin olarak bilinmemektedir. Bu ihtilaflı durum
kabrin ortaya çıkarıldığı tarihten günümüze kadar devam etmiş, çoğu âlim bu
konuda kesin bir yer belirtmemiş, sadece rivayetleri saymakla yetinmiştir.
Kesin bir yer üzerinde ısrar ederek taraflı davranabileceği düşünülebilen Şiâ
kesimi için de durum farksızdır. Bu, mezhep mensuplarının hem Necef hem de Mezâr-ı
Şerif’teki kabri kutsal saymalarından anlaşılabilir.
Kabrin yerinin tam olarak bilinememesi, o dönemde Hz. Ali’nin na’şına
yapılacak olan muhtemel bir saygısızlıktan ve sonrasında ise şirke varan
aşırılıkların meydana gelmesinden daha iyi bir durum olarak kabul edilebilir.
Belki de kabrin yerinin gizli tutulmasındaki en büyük tercih sebebi de haklı
bir tutum olarak tamamen budur. Aynı zamanda bu, hem Hz. Ali’nin dostlarının
hem de düşmanlarının tercihidir. Ancak, diğer yandan eğer ortada yeri belirli
olan bir kabir olsaydı, Hz. Ali’ye nispet edilen birden fazla meşhed de
olmazdı.
Yazımızda Hz. Ali’nin kabrinin yeri hakkındaki rivayetleri bir
araya getirmeye ve meşhed olarak kabul edilen belli başlı yerler üzerinde
durmaya çalıştık. Son söz olarak, biz de İbnü’l Cevzî gibi kabrin yeri hakkındaki
muhtemel yerleri zikretmekle birlikte, doğrusunu ancak Allah bilir diyoruz.
[1] Eliade,
Mircea, “Ali ibn Abi Talib”, The Encyclopedia of Religion, I, 205.
[2] Brıll, E. J.
“Ali b. Abi Talib”, The Encyclopedia of Islam, I, 25.
[3] Öz, Mustafa,
“Necef”, DİA, XXXII, 487.
[4] Öz, Mustafa,
“Necef”, DİA, XXXII, 486.
[5] Avcı, Casım,
“Kûfe”, DİA, XXVI, 340.
[6] İbn’ul Esir,
el-Kamil fi-t-Tarih Tercümesi, III, 404.
[7] Darkot, Besim,
“Necef”, M.E.B. İslâm Ansiklopedisi, XXXII, 157.
[8] Darkot, Besim,
“Necef”, M.E.B. İslâm Ansiklopedisi, XXXII, 157.
[9] Sallabi, Ali
Muhammed, Hz. Ali’nin Hayatı, Şahsiyeti ve Dönemi, s. 711.
[10] Sallabi, s.
711.
[11] Öz, “Necef”
DİA, XXXII, 486.
[12] Darkot,
“Necef”, M.E.B. İslâm Ansiklopedisi, XXXII, 158.
[13] Öz, “Necef”
DİA, XXXII, 486.
[14] Darkot,
“Necef”, M.E.B. İslâm Ansiklopedisi, XXXII, 158.
[15] Öz, “Necef”
DİA, XXXII, 486.
[16] Darkot,
“Necef”, M.E.B. İslâm Ansiklopedisi, XXXII, 158.
[17] Öz, “Necef”
DİA, XXXII, 486.
[18] Kurtuluş,
Rıza, “Mezâr-ı Şerif”, DİA, XXXIX, 518.
Hz.Ali sakarya hendek kerem Ali dağındadır.Dur hasan da onun oğludur.zamanı geldiğinde herkes anlayacak.
YanıtlaSilSen nasıl emin olabiliyorsun
SilBu dünya ne berbat bi yer ya koskoca hz Alinin kabrinn yeri belli değil biz çok bel bağladık bu dünyaya çok
YanıtlaSilHz. Ali'nin kabrinin uzun süre gizli kalmasının sebebi, düşmanlarının yapacakları saygısızlık sebebiyledir. Öyle diş biliyorlardı ki Hz. Ali'ye, Kerbela'da Hz. Hüseyin'i şehit ettiklerinde Hz. Ali tarafından öldürülen müşrik babaları, dedeleri ve akrabalarının intikamını aldıklarını söylediler. Dolayısıyla, Hz. Ali'yi sevenlerin çok ağır işkence ve esarete tabi tutulduğu, Kerbela katliamından sonra M. 683'de Harre vakıasında bizzat Emeviler tarafından Kabe'ye saldırı düzenlendiği zamanlarda Hz. Ali'nin mübarek naaşını rahat bırakmaları mümkün değildir. Bu sebeple, yani Hz. Ali'nin mübarek naaşının günümüze ulaşmasının sağlanması hikmetine mebni olarak, kabri şerifleri daha sonra ortaya çıkmıştır. Binlerce kere Hz. Muhammed Mustafa saav ve pak Ehlibeyti'ne salat u selam olsun...
YanıtlaSil