HZ. PEYGAMBER’İN (SAV) YÖNETİCİ KİMLİĞİ
Prof. Dr.
Âdem APAK
Allah Rasûlü’nün (sav) peygamberlik misyonu,
ferdî ve manevî hayat kadar maddî ve içtimaî hayatın da mükemmellik ölçüsünü
ortaya koymayı ve insanlığa her iki alanda kılavuzluk yapmayı hedeflemektedir.
Hz. Muhammed (sav), bir Elçi olarak insanları Allah’ın davetine çağırmak,
manevî anlamda onları olgunlaştırmakla birlikte, devlet adamı niteliğiyle de
yönetim sanatının en ince örneklerini göstermiş, bu anlamda da gelecekteki
bütün devlet adamlarına siyasî öncülük yapmıştır. Allah Rasûlü’nün (sav) Mekke
döneminde daha ziyade nübüvvet yönü ön planda iken, buna karşılık Medine
döneminde nübüvvet ile iktidar, yani siyaset birlikte işlev görmüştür. Başka
bir ifadeyle Allah Rasûlü (sav), Medine’de risâletini siyaset (devlet) destekli
olarak gerçekleştirmiş, dinî sorumluluk ile siyasî iradeyi birleştirmiştir.
Dolayısıyla Medine döneminde Allah Rasûlü’nün (sav) siyasi kişiliği, devlet
adamlığı yönü, ayrıca bununla birlikte anılması gereken askerî şahsiyeti ortaya
çıkmıştır. Bundan dolayı Allah Rasûlü’nün (sav) risalet hayatı ve
faaliyetlerinin incelenmesinde mutlaka onun yöneticilik kişiliği ve
organizasyonlarının dikkate alınması gerekir.
Hz. Peygamber’e (sav) göre yöneticilik için sorumluluk
almada kriter, geçmişteki vazifeler veya tanınmış olmak değil, o alanda sahip
olunan ehliyet ve kabiliyettir. Nitekim Allah Rasûlü (sav) klasik Arap yönetim
geleneğini şaşırtır bir şekilde pek çok genç ancak ehil olduğu anlaşılan sahâbîleri
önemli görevlere getirilmiştir. O kadar ki, Allah Rasûlü (sav) Amr b. Hazm (ra)
daha 17 yaşında iken Necran'a vali tayin etmiş,[1]
Mekke'nin fethi sırasında Müslüman olan ve yirmili yaşlarına yeni girmiş
bulunan Attâb b. Esîd'i (ra) Yarımada’nın bu en önemli şehri Mekke’nin
idaresine getirmiştir.[2]
Hz. Peygamber’in (sav) vefatından az önce göndereceği, içinde büyük
sahâbîlerin de yer aldığı orduya kumandan tayin ettiği Üsâme b. Zeyd (ra) de
yirmi yaşına henüz girmiştir. Onun tecrübe eksikliğine dair şikâyetler
kendisine ulaştırılınca Allah Rasûlü (sav), Üsâme’nin bu vazife için ehil
olduğunu ifade etmiştir. Üsâme’nin bundan önceki yıllarda da daha genç yaşta
seriyye komutanı olarak görev yaptığı da bilinmektedir. Hz. Peygamber (sav)
yönetimde ehliyet sahibi kişileri görevlendirmeye çalışırken, bunun tersi bir
siyasî tasarrufun toplumlar için felakete sebep olacağını ifade etmiş, üstelik
ehil olmayan kişilerin göreve getirilmesini kıyamet alâmeti olduğunu
söylemiştir.[3]
Hz. Peygamber’in (sav) idarî hayatta vazgeçmediği
prensiplerden biri de meşveretti. O, şayet açık bir vahiy söz konusu olmazsa,
pek çok önemli icraatında ashabın ileri gelenleriyle istişare yapmayı, onların
görüşlerini almayı adet edinmiştir.
İstişare kavramı,
İslâm siyasî sisteminde büyük bir ehemmiyete sahiptir. Rasûlüllah’ın (sav)
kendisi idarî meselelerde sahabesiyle daima istişarede bulunmuş ve
uygulamalarıyla bu kavramın önemini ashabına da geniş bir şekilde kabul ettirmişti.
Kur'ân bu hususta Rasûlüllah’a (sav) şu şekilde öğüt vermektedir:
"Allah'tan bir rahmet dolayısıyladır ki onlara yumuşak davrandın. Eğer
kaba, katı yürekli olsaydın, çevrenden dağılır giderlerdi. Öyleyse onları
bağışla, onlar için mağfiret dile. Ve (yapacağın) işler konusunda onlarla
müşavere et. Bir kez azmedersen de artık Allah'a tevekkül et. Şüphesiz Allah
kendisine tevekkül edenleri sever."[4]
Kur’ân-ı Kerîm bu kavramı Müslümanların özelliklerinden biri olarak da
zikretmektedir. "Rablerinin çağrısına icabet ederler, namazı dosdoğru
kılarlar, işleri kendi aralarında şûra iledir."[5]
Kur’ân’da istişareden açık bir
şekilde bahsedilmekle birlikte bu konuda uygulanmanın nasıl
gerçekleştirileceğine dair açık bir bilgi yoktur. Bu sebeple ilk Müslümanlara
istişarenin icraatı bizzat Allah Rasûlü (sav) tarafından gösterilmiştir.
Nitekim o, mühim meselelerde nihaî kararı olmadan önce daima hikmet ve bilgi
sahibi sahabeleri ve iman etmiş kabilelerin temsilcileriyle görüş
alış-verişinde bulunmuştur. Bununla birlikte ne Kur’ân’da ne de Rasûlüllah’ın
(sav) uygulamalarında müşavere edileceklerin sayısı, seçim, görev süreleri
ile ilgili sıkı ve sabit kurallar bulunmaz. Anlaşılan bu meseleler tamamıyla
Müslümanların takdirine ve zamanın şartlarının imkanına bırakılmıştır.
Hz. Peygamber (sav) ilâhî irâdeye ters düşecek
bir hatada bulunmaz. Eğer o, bir kanun ve bir hüküm ifade edecek olan yanlış
bir iş yapacak olursa, Allah Teâlâ onu vahiy yoluyla düzeltir. Eğer başkalarını
zarara sokan bir hatası olmuşsa da Rasûlüllah (sav) onlara haklarını öderdi.
Nitekim ömrünün son günlerinde bir gün Mescid'e gelip şöyle demiştir: “Şayet
herhangi birinizin sırtına vurmuş isem, işte kısas için sırtım; şayet ben
herhangi birinize hakarette bulunmuşsam öç almak için işte benim şeref ve
haysiyetim. Şayet ben herhangi birinizin malını almış isem işte benim
mallarım”. Buradan anlaşılıyor ki, “Yönetici asla hata yapmaz” sözünün İslâm'da
hiçbir geçerliliği yoktur. Hatta Allah’ın rasûlleri bile müşterek hukuka uymak
ve idarelerinde âdil olmakla mükelleftirler ve bundan sorumludurlar. Nitekim
Allah Teâlâ Kur'ân'da; “Kendilerine (peygamber) gönderilenlere de mutlaka
soracağız, onlara gönderilen (peygamberlere her halde soracağız”[6]
buyurur. Allah nasıl ki Hz. Dâvûd'a âdil olmasını söylemişse aynı şekilde Hz.
Muhammed'e (sav) âdil olmasını ve emredildiği gibi doğru davranmasını emretmiştir:
“İşte bunun için sen (onları İslâm’a dâvet et. Emrolunduğun üzere dosdoğru
harekette sebat et, onların hevâ heveslerine uyma ve de ki; ben Allah'ın
indirdiği bir kitaba inandım, Aranızda adalet etmekle emrolundum. Allah, sizin
Rabbiniz olduğu gibi bizim de Rabbimizdir. Sizin işleriniz size bizim işlerimiz
bize aittir. Sizinle aramızda bir hükümleşme de yoktur, Allah, sizi de bizi de
bir araya getirecektir ve gidiş onadır.”[7]
Allah Rasûlü (sav) getirdiği hukuka uymada çok
titiz davranmış ve hiçbir sapma yapmadan ona tamı tamamına uymuştur. Bu
bakımdan ona hiçbir adaletsizlik izafe edilememiştir. Hz. Peygamber’in (sav)
herkes için ortaya konulan hukuka uyması bir esas olduğuna göre ondan sonra iş
başına gelecek olan idarecilerin aynı hukuka uymaları elbette bir esas ve bir
mecburiyettir.
Hz. Peygamber (sav) Allah’ın kendisine emir
buyurduğu adaletle hükmetmekte ve hükmü esnasında danışma müessesesini uygulama
emirlerine uymuş ve bunu icraatıyla açıkça ortaya koymuştur. Bu konuda İslâm
tarihi kaynakları birçok örnek aktarır. Meselâ, hicret sonrası Medine’de yine
bir toplum oluşturma çabaları adına burada yaşayan Yahûdîlerle görüşmeler
yapmış, onların fikirlerini de almıştır. Bedir savaşına karar verilmesi
esnasında ashabı ile istişare etmiş, savaştan önce Ebû Süfyan’ın başında
bulunduğu kafilenin yolunun kesilmesi, aynı zamanda Mekke ile savaşı göze almak
anlamına geleceği için, bu konuda hem Muhacirûn hem de Ensâr’ın ayrı ayrı
görüşünü almış, onlarla mutabakat zemini sağladıktan sonra Mekke kervanı
üzerine sefer düzenlenmesi talimatını vermiştir. Aynı şekilde Bedir savaşı
öncesinde Hubâb b. Münzir’in teklifi doğrultusunda ordunun yerini
değiştirmiştir.[8] Yine
savaştan sonra esirlere yapılacak muamelenin nasıl olması gerektiği hususunda
ashabla istişare yapılmış, Hz. Ebû Bekir’in görüşü benimsenerek esirler fidye
karşılığı serbest bırakılmıştır.[9]
Rasûlüllah (sav) Müslümanlar ile Mekke
müşriklerinin ikinci büyük savaşı olan Uhud harbinden önce de takip edilecek
savaş stratejinin belirlenmesi için ashabın fikrini almıştır. Savaşın Medine
dışında yapılması ya da sadece şehrin savunulması şeklindeki iki görüş müzakere
edilmiş, Allah Rasûlü (sav) bizzat şehrin savunulmasını isterken, genel kanaat
birinci alternatif üzerinde yoğunlaşınca bu görüşü benimsemiştir.[10]
Hendek savaşında da Rasûlüllah (sav) gerçekleştirilen istişare toplantısı
sonucunda Selman-ı Farisî’nin teklifi olan şehrin zayıf ve açık yerlerini
korumak için Medine’nin etrafında hendek kazılması teklifini kabul etmiş ve
savunma buna göre planlanmıştır.[11]
Allah Rasûlü’nün (sav) istişaresi sadece savaş
stratejilerinin belirlenmesiyle alâkalı değildir. O, vahiyle açıklanmayan bütün
mühim meselelerde ashabın görüşlerine müracaat etmiştir. Buna örnek vermek
gerekirse Rasûlüllah (sav) Medine’ye geldiğinde, namaza davet için en uygun
aracın ne olduğu konusunda sahabeleri ile görüş alışverişinde bulununca,
Müslümanlardan bazıları ateş yakılmasını, bir kısmı Yahûdîler ya da
Hıristiyanlar gibi boru ya da çan çalınmasını önermişlerdir. Nihayet ashabdan
biri rüyasında bir insanın “gür sesiyle ezan okuduğunu” gördüğünü söyleyince
Hz. Peygamber (sav) namaz çağrısı için bu son teklifi kabul etmiştir.[12]
Hudeybiye seferi sırasında, Rasûlüllah (sav)
Mekkelilerin müttefiki olan ve İslâm aleyhine bir kaynaşma içinde bulunan
müşrik kabileler üzerine harekete geçmek istemişti. Ancak Hz. Ebû Bekir’in
tavsiyesi üzerine kararını değiştirerek ilk önce Mekkelilerle karşılaşmaya
karar vermiştir.[13]
Gerek Kur‘ân âyetleri gerekse Hz. Peygamber’in
(sav) uygulamalarında, insanların her türlü işlerinde mutlaka başkalarının
görüş ve tecrübelerinden yararlanması sonucu çıkmaktadır. Bu hem Allah’ın bir emri ve tavsiyesi hem Hz.
Peygamber’in (sav) bir sünneti hem de Müslümanların menfaati gereğidir. Bunun
bilincinde olan Müslümanlar dışındaki topluluklar dahi danışma müessesinde
istifade yoluna gitmişler ve günümüzde ettikleri gittikçe artan danışmanlık
şirketleri kurma teşebbüslerine girişmişlerdir. Bu nedenle Müslümanlar şayet
her alanda başarılı olmak istiyorlarsa İslâm’ın ortaya koyduğu ve Hz.
Peygamber’in de (sav) icraatıyla en anlamlı örneklerini sunduğu bu müesseseden
azami derecede istifade etmeye çalışmalıdırlar.
Müslümanlar için ideal yönetim örneklerini
sunan Rasûlüllah (sav) iç siyasette yöneticilerle halk arasında mesafe
bulunmasını hiçbir zaman hoş karşılamamış, bunların birbirleriyle sürekli temas
halinde olmalarını, hatta iç içe yaşamalarını istemiştir. "Kim insanların
bir işini üzerine alır da zayıf ve güçsüzlerle arasına engeller koyarsa kıyamet
gününde Allah da onun önüne engel çıkarır."[14]
"Kim Müslümanların işini üstlenir de yoksullara, haksızlığa uğrayanlara
ve ihtiyaç sahiplerine kapısını kapatırsa Allah da onun ihtiyacına karşı rahmet
kapılarını kapatır"[15]
mealindeki hadisleri yönetici-halk ilişkilerinin sağlıklı yürümesi hususunda
emsalsiz prensipleridir. Hz. Peygamber (sav) kendisinin koyduğu bu esasları
hayata geçirmek için sürekli olarak halkın arasına girer, çarşıyı pazarı
dolaşır, şikâyetleri dinler ve gerektiğinde müdahale eder, çözüm üretirdi.
Devlet işleriyle vazifeli kimselerin bu vesile ile maddî menfaat sağlayıp
sağlamadıklarını sürekli bir şekilde kontrol ederdi.[16]
"Kim bize âmil olmuşsa bir zevce edinsin, hizmetçisi yoksa bir hizmetçi
alsın, evi yoksa bir ev edinsin"[17]
sözleriyle de yöneticilerin kendilerine bağlanan maaş dışında menfaat
teminini, açıkça haksız kazanç ve hırsızlık olarak nitelerdi.[18][19]
[1] Abdülhay el-Kettânî, et-Terâtibü’l-İdariyye, I, 318,
401-402.
[2] M. Abdülhay el-Kettânî, 1,256, 397.
[3] Buhârî, İlim, 2.
[4] Âl-i İmrân, 3/159.
[5] Şûrâ, 42/ 38.
[6] A’râf, 7/6
[7] Şûrâ, 42/53.
[8] İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, (thk. Mustafa
es-Sakkâ-İbrahim el-Ebyârî-Abdülhâfız Şelebî), I-IV, Beyrut ts. II, 271-272
[9] Müslim, Cihâd 58; Tirmizî, Cihâd 34
[10] Vâkıdî, Kitabu’l-Meğâzî, (thk. Marsden Jones), I-III,
Beyrut 1984, I, 209-214; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, I-VIII, Beyrut ts.
(Dâru Sâdır), II, 38-39
[11] Buhârî, Cihâd ve’s-Siyer 34; Vâkıdî, Meğâzî, II, 454.
[12] İbn Hişam, es-Sîre, II, 141-150
[13] Buhârî, Meğâzî, 37
[14] Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 239.
[15] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 111,441, 480.
[16] Buhârî, Ahkâm, 24,41; Müs¬lim, İmâre, 7.
[17] Ebû Dâvûd, İmâre, 10.
[18] Ebû Dâvûd, İmâre, 10.
[19] Bu konuda ayrıca bk. (Vâkıdî, Meğâzî, I, 48-53,
108-109, 209-211, II, 445; İbn Hişam, es-Sîre, II, 193-197, III, 52, 177;
Hamidullah, Muhamed, İslâm Peygamberi, I, 186-213, II, 837-907, 1030-1043;
Sırma, İhsan Süreyya, “Asr-ı Saadette Devlet Başkanlığı”, Bütün Yönleriyle
Asr-ı Saadette İslâm, II, 21-42; Algül, Hüseyin, “Asr-ı Saadette İdari Hayat”,
Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslâm, II, 145-162; Afzalurrahman, Sîret
Ansiklopedisi, I, 353-398.