14 Ocak 2016 Perşembe

Yalnızlık, Dostluk ve Kaybolan Kardeşliğimiz Üzerine

İnsanlar genelde, kendileriyle acı ve tatlı anları yaşayan, keder ve derdi ile dertlenen, üzüntüsünü paylaşan kişiye dost; kurulan bu ilişki biçimine de dostluk derler. Dostluk, düşünce, fikir, inanç birliğine dayandığı müddetçe daha kalıcı olabilmektedir. Çünkü düşünce birliğine dayanmayan beraberlikler, Allah rızası için kurulmayan dostluklar devam etmez ve akamete uğrar. İnsanlarla sağlıklı bir biçimde dostluk kuramamanın bazı nedenleri vardır. Bunların başında ruhî eğitimsizlik, kibir, kıskançlık kendini beğenme gibi kalbî hastalıklar gelir. Niyazî Mısrî’nın söylediği şu mısralar bu gerçeğe işaret etmektedir: “Ben sandım ki bana hiç dost kalmamış Ben benliği terk eyledim baktım ki ağyar kalmamış”. Bu nedenle iyiler, sadıklar, muttakiler birbirlerini arayıp bulmalı. Aralarında iletişim bağı sağlanmalı, acı ve tatlı anlarını beraber yaşamalıdırlar. Zira acı tatlı anlar birlikte yaşanmadıkça gerçek samimi bağlar oluşamaz. Samimi bağlardan yoksun bireyler en kalabalık topluluklarda bile kendilerini yalnız hissederler. Yalnızlık duygusuna kapılırlar. Zaten yalnızlık, çağımızın en bunaltıcı hastalıklarından biri değil midir? Evet, yalnızlık bazen zor; bazen de sevimli bir durum olarak karşılanmıştır. Kimisi yalnızlığı sevmiş kimisi ise nefret etmiştir. Hz. Peygamber’e de Risalet’ten kısa bir süre önce yalnızlık sevdirilmişti. Bu nedenle Resûlullah: “Bana yalnızlık sevdirildi” buyurmuştur. Allah’ın Resülü’ne sevdirilen bu yalnızlık nefsî eğitim, ruhî terbiye ile uğraşmak ve ruhen terakki etmek için olan halvettir. Fakat dostsuz kalmak, insanlarla ilişki kuramamaktan kaynaklanan yalnızlık ise yerilmiş, zemmedilmiştir. Bu anlamdaki yalnızlık tembellikten, sorunlu olmaktan kaynaklanıyor. Her ne olursa olsun insanlarla sağlıklı bir biçimde ilişkiler kuran sosyal insan, yalnız başına kalan asosyal kişiden daha hayırlı olarak kabul edilmiştir. “Aslandan kaçar gibi insanlardan kaçın” sözü dini bir temele dayanmıyor. Zira Allah’ın Rasûlü “Halk arasına karışıp onların dertleri ile dertlenen mü’min, inzivaya çekilip yalnız kendisiyle uğraşan mü’minden daha hayırlıdır” buyurmaktadır. Sağlıklı insan başkalarıyla yararlı, sağlıklı sosyal ilişkiler kurabilen kimsedir. Hayatta en beceriksiz kişiler bile yalnız yaşayabilirler. Onun için Efendimiz: “Mü’min hem ülfet eder, hem de kendisi ile ülfet olunur (hem sever, hem sevilir) ülfet etmeyen ve ülfet olunmayandan hayır yoktur.”buyurmaktadır. Bir hareketin bir merhaleden diğer bir merhaleye varabilmesi ve ileriye doğru bir adım atabilmesi için bireylerinin arasındaki kenetleşme çok önemlidir. Bu yüzden Cenab-ı Hakk şöyle buyurmaktadır: “Allah, taşları birbirine kenetlenmiş bir bina gibi saflar halinde, Kendi yolunda savaşanları sever.” (Saff, 61/4). İşte sır “bu bir duvarın tuğlaları gibi kenetleşmede saklıdır. Ne mutlu bu sırrı keşfeden mü’mine! Ve ne mutlu ona göre amel edene! Zira ahirette birbirini Allah için sevenlerin dışında insanların kimi kimine düşman kesilecektir: “ O gün; muttakilerin dışında, dostlar birbirlerine düşman olurlar.” (Zuhruf, 43/67). Dostluğun sürdürülmesi ve pekiştirilmesi için bazı hususlara dikkat etmek gerekmektedir. Dostluğu pekiştiren önemli bir unsur ziyaretleşmelerdir. Onda görülen eksiklikler dostlar arasında kopukluğa neden olur. Sadece işi düştüğü sıralarda veya bir takım çıkar ve bahaneler olmadan insanları arayıp sormayanlar, şahsiyetleri yeterince olgunlaşmamış ve dostluk bilincini yakalamamış kişilerdir. Oysa dost, sadece Allah rızası için dostunu/kardeşini ziyaret edebilmeli veya en azında hal hatırını sorabilmelidir. Yine sünnet olduğu üzere iade-i ziyaret edebilmelidir. Zira tek taraflı ziyaretler ve ilişki biçimleri kalıcı olmazlar, devam etmezler. Ziyaret edilen bunu düşünmelidir. Tek taraflı sevgiler, ziyaretler kalıcı değildir. Sevgi ve muhabbetin artması dostluğun devam edebilmesi için karşılıklı sevgi, saygı ve ziyaretleşmeler kaçınılmazdır. Ne var ki mü’minler bugün uhuvvet haklarına yeterince gözetmemektedirler. Tarihte bir altın tablo gibi görülen Ensâr-Muhacir kardeşliğini, sahabîler arasındaki o kuvvetli kenetleşmeyi adeta göz ardı etmektedirler. İnsanlar arası ilişkileri çıkar ve menfaat sağlıyor. Yani ekonomik ve sosyal faydalar... Mal, makam ve şöhret sahibi kimseler etrafında dolaşan, onları razı etmek için didinen, onlara dalkavukluk eden insanların sayıları az değildir. İlişkileri menfaat belirliyor. Ne yazık ki en koyu Müslüman gibi görünen kişilerde dahi bu kötü hasletleri görebilmek mümkündür. Bütün bunları gördükten sonra ister istemez insanın hatırına şu sorular geliyor? Nerede kaldı Allah rızası için sevenler, sevilenler? Allah rızası için gidiş ve gelişler? Nerede Ashabın örnek ahlakı ile ahlaklanan mü’minler? Bunların tümü neredeyse kaybolup gitti. Yerini menfaat sevgisi, çıkar dostluğu, sanal ve laklak etme arkadaşlıkları aldı. Birçok kişi dertsiz ve tasasız insan arıyor. Dertlinin derdi ile ilgilenen neredeyse yok. Dertli birisi görüldüğünde onunla ilgilenmek, derdiyle dertlenmek yerine o kişinin gittikçe derdini çoğaltmak ve karamsarlığına karamsarlık katmaya çalışılmaktadır. Kısaca söylemek gerekirse çoğu insan dertlinin derdine deva aramıyor, bu konuda aracı olmak istemiyor. Ama aynı insanlar bir kişide menfaat ve çıkarlarını umduklarında ise derhal ona dört elle sarılırlar. Bu durumlar karşısında insanın hatırına şu ayet gelmektedir: “Sizi hoşnut etmek için Allah’a yemin ederler. Eğer inanıyorlarsa Allah’ı ve peygamberini hoşnut etmeleri daha gereklidir.” (Tevbe, 9/62) Evet, insanları razı etmek için Allah’a isyan etmek dünya ve ahrette azabı gerektirir. İnsanların beğenisini kazanmak güzeldir. Fakat Allah’ın gazabını göze almak, Onun hışmına uğramak pahasına insanların hoşnutluğuna özenmek çirkin bir davranıştır. Yine bugün bazı feri meseleler, çok tali ihtilaflar Müslümanları birbirine karşı soğutmaktadır. Bu ise düşmanlarının işine yaramaktadır. İhtilafların olması kaçınılmazdır ama önemli olan ihtilaflar ile ilgili adab-ı muaşereti öğrenmektir. Bu adabı ise selef âlimlerimizden öğrenmeliyiz. Onların ihtilaflar karşısındaki tavırlarını araştırmalıyız. Bütün bu çarpıklıklara rağmen gerçek uhuvvet ve dostluk anlayışını yitirmeyen müminler de yok değildir. Çünkü iyiler devamlı varlıklarını sürdüre gelmişlerdir ve sürecekler. Sayıları az da olsa bu değerli kardeşlerimize rastlamaktayız. Allah’tan sayılarının çoğaltmasını dilemekteyiz. Çünkü toplum sadece kötülerle dolu değildir. İyiler de varlıklarını koruyabilmektedir. Ne var ki bu iyiler kendilerinde bulunan o güzelim hasletleri çevrelerindeki insanlarda göremeyince düş kırıklığına uğramaktadırlar. Fakat Resûlullah’ın şu özlü sözü onlar için teselli kaynağı olmaktadır. “Sana gelmeyene git (sila-ı rahim yap), sana vermeyene sen ver, sana zulmedeni affet” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, İstanbul 1992, IV, 158) Sonuç olarak deriz ki, Mümin mümine dost olmalı ona tevazu kanadını germelidir. Ona karşı şefkatli olmalıdır. Kâfirlerle dost ve sırdaş olmamalı, onlara karşı onurlu duruşunu sergilemelidir. Ancak durduk yerde kin ve nefret küpü olmanın da bir anlamı olmasa gerektir. Asr-ı Saadet’te gerçekleşen ve daha sonra kaybolmaya yüz tutan Ensar-Muhacir kardeşliği yeniden inşa edilmelidir. (Not: Bu yazının aslı İlahiyat 3. sınıfta yazılmıştır. Bazı yerleri değiştirildi, geliştirildi ve kısmen güncelleştirildi. Marmara Ü. İlahiyat Fakültesi, 1986)

Endülüs'ten Anadolu'ya

Kur’an-ı Kerim’in Hz. Peygamber’e inmeye başlamasından yaklaşık yüz yıl sonra yani M. 711 yılında Müslümanlar Kuzey Afrika üzerinden İspanya’ya geçtiler. Emevî Halifesi Velid b. Abdülmelik döneminde (705-715) Kuzey Afrika valisi Musa b. Nusayr’ın Tarif b. Malik komutasında gönderdiği keşif birliği İspanya’da ciddi engellerle karşılaşmadan ilerleme imkânı olduğunu tespit edince Müslümanlar Tarık b. Ziyad komutasında, Vizigot hâkimiyetindeki İspanya topraklarına geçerek fetih hareketini başlattılar. Üç yıl içerisinde İspanya’nın fethi tamamlandı ve Müslümanlar Fransa sınırlarına dayandılar. İslâm coğrafyasının parçası hâline gelen bu topraklar elli yıl boyunca valilerle idare edildi. Doğuda Emevileri yıkan Abbasiler, yönetimi ele geçirdi. Ardından da Emevi sülalesinden olanlar katledilmeye başlandı. Emevî hanedanından olup da bu katliamdan kaçmayı başaran I. Abdurrahman, bir müddet Kuzey Afrika’da saklandıktan sonra İspanya’ya geçti. Yönetimi ele geçirip İspanya’da Abbasilerden bağımsız olarak M. 756 yılında Endülüs Emevî Devletini kurdu. Bir süre sonra Avrupa’nın en gelişmiş ve güçlü devletlerinden biri hâline gelen Endülüs Emevîleri 1031 yılında parçalandı. Ardından İspanya’nın Müslüman şehirlerinde küçük devletler (Mulûkü’t-Tavâif) kuruldu. Ne gariptir ki bu devletler birbirleri aleyhinde Hıristiyanlarla zaman zaman ittifaklar gerçekleştirerek kendi nüfuzlarını korumaya çalıştılar. Ardından Kuzey Afrika’daki Murâbıtlar (1090-1147) ve onların devamı olan Muvahhidler (1146-1248) Endülüs’e hâkim oldular ve Müslümanların birliğini yeniden sağladılar. Nihayet Müslüman İspanya’nın son devleti Benî Ahmer, tarih sahnesine çıktı (1231) ve ciddi problemlere rağmen 2 Ocak 1492’ye kadar varlığını güney İspanya’da devam ettirdi. Bu tarihte Gırnata’nın İspanyollara teslim edilmesiyle, İber Yarımadası’nda İslam devletleri sona ermiş oldu. Akabinde Müslümanların varoluş mücadelesi başladıysa da yüz yıl geçmeden din birliği idealini gerçekleştiren İspanya topraklarında Müslüman varlığı silindi.[1] Kısa bir tarihçesini verdiğimiz Müslüman İspanya’nın yani Endülüs’ün kademeli olarak devam eden sekiz yüz yıllık varlık mücadelesinde Müslüman toplumlar için ciddi dersler yer almaktadır. Endülüs’ün fethini gerçekleştiren ilk orduların içerisindeki farklı etnik unsurlar birbirleriyle mücadelelerini içten içe devam ettirmişlerdir. Arapların kendi aralarındaki çatışmalarına bir de Arap-Berberi[2] çekişmesi eklenince ileride doğacak olan büyük fitnelerin tohumları filizlenme imkânı bulmaya başlamıştır. Hz. Peygamber’in hayatı boyunca mücadele ettiği ırkçılık (asabiyet) Endülüs’ün baş belası olmuştur. Müslümanlar, Peygamber öğretilerinden uzaklaşarak birbirlerini Beledli-Suriyeli, Kayslı-Yemenli, Arap-Berberi diye yıpratmaya devam ederken İspanya’nın kuzeyinde dağlık bir bölgede hayatta kalma mücadelesi veren küçük bir grup toparlanmış, teşkilatlanmış yeni krallıklar kurmaya başlamıştı. 750’lerde I. Alfonso’nun liderliğinde tesis edilen Asturias Krallığı ile kurulan birlik, tarihî süreçte çeşitli devletlerin teşekkülüne yol açmıştır. Navarra ve Kastilya krallıkları bunlardan ikisidir. Hıristiyanların İspanya’nın kuzeyinde kurdukları krallıklar zaman zaman birbirleriyle mücadele etseler de “Reconquista” yani İspanya’yı yeniden Hıristiyanlaştırma idealleri için ittifaklar gerçekleştirmişlerdir. Nihâî hedeflerine ise 1492’de ulaşmışlardır. Müslümanlar ise daha fetih yıllarında başlayan ve asabiyet belasının etkisiyle derinleşen çatışmanın pençesinde derin darbelere maruz kalmışlardır. Ama buna rağmen Endülüs hem de uzun dönemleri kapsayan medeniyet yolculuğuna devam etmiştir. Özellikle dirayetli yöneticilerin maharetli idareleriyle yeniden toparlanarak göz kamaştırmaya devam etmiştir. Endülüs toplumunu olumsuz etkileyen husus sadece ırkçılıktan (asabiyet) ibaret değildi. Bunun yanı sıra “Allah rızası için hareket etme” ekseninden uzaklaşılmış olması, dünyevileşme, iktidar mücadeleleri ve saray darbeleri telafisi imkânsız gelişmelere yol açmıştır. Endülüs’ün yetiştirdiği güçlü devlet adamlarından ve tarihçilerinden biri XIV. yüzyılda yaşamış ve Benî Ahmer Devleti’nde vezirlik yapmış olan Lisânüddîn İbnü’l-Hatîb (ö.776/1374) eserlerinde Endülüs’te darbelerin çokluğundan bahsetmiş ve bunların sebeplerini irdelemiştir.[3] Kendisinin de yıllarca idareciliğini yaptığı Benî Ahmer Devletinin yaklaşık iki yüz elli yıllık tarihinde yirminin üzerinde saray darbesi yaşanmıştır. Neredeyse ortalama her on yıla bir darbe düşmektedir. İber Yarımadası’ndaki hâkimiyetlerini bir süre sonra kaybeden Müslümanlar İspanya’nın güneyinde dar bir şeritte Gırnata, Malaga ve Meriyye şehirlerini kapsayan topraklarda son devletlerini kurarak yaşamaya devam ettiler. Bütün bu süreç iyi algılanırsa ve buradan bir yol haritası çıkarılırsa benzer sorunların diğer İslâm coğrafyalarında yaşanması engellenmiş olacaktır. Bu anlamda Anadolu’nun Endülüs’ten alacağı önemli dersler bulunmaktadır. 1071’de başlayan Anadolu’daki varoluş mücadelesi özellikle batı istikametinde Avrupa içlerine kadar devam eden yayılma sonucunda toprak kayıpları yaşayarak Anadolu’da istikrar bulmuştur. Endülüs’te yürütülen Reconquista, Anadolu’da Müslüman Türklerin varlığından rahatsız olanların zihinlerindeki ideallerle benzerlik arz etmektedir. Hıristiyan-Batı âleminin, Müslüman Türk toplumunu yok etmeyi esas alan[4] bu büyük idealin yolu da “Müslüman Türkleri Avrupa’dan ve Anadolu’dan çıkarmak!” ya da diğer bir deyişle “Anadolu’yu Türklerden kurtarmak!” tan geçmektedir.”[5] Kurtuba’da 524 yıl, Gırnata’da 780 yıl ezan okundu. Kurtuba’daki ezanlar 1236’da, Gırnata’nın ezanları da 1492’de sustu. Günümüz İspanya’sında Endülüs’ün güzide şehirlerini Kurtuba (Cordoba), İşbiliye (Sevilla), Tuleytula (Toledo) ve Gırnata (Granada)’yı gezerken namaz kılmak için mescit aramak zorundasınız. “Sen işin yoksa namaz kılmak için mescid ara... Kimi câmi’lerin artık kocaman bir opera; Kiminin göğsüne haç, boynuna takmışlar çan, Kimi olmuş balo vermek için a’lâ meydan! Vuruyor bando şu karşımda duran minberde; O, sizin secdeye baş koyduğunuz, mermerde, Dişi, erkek, bir alay murdar ayak dans ediyor; İşveler, kahkahalar kubbeyi gümbürdetiyor! … Bu sizin ağlamanız benzedi bir dîgerine: Endülüs tâcı elinden alınan bahtı kara, Savuşurken, o güzel mülkü verip ağyâra, Tırmanır bir kayanın sırtına, etrâfa bakar. Bırakıp çıktığı cennet gibi zümrüt ovalar, Başlar ağlatmaya bîçâreyi hüngür hüngür! Karşıdan vâlide sultan bunu pek haklı görür, Der ki: «Çarpışmadın erkek gibi düşmanlarla; Şimdi, hiç yoksa, kadınlar gibi olsun ağla!» Bırakın mâtemi, yâhu! Bırakın feryâdı; Ağlamak fâide verseydi, babam kalkardı! Gözyaşından ne çıkarmış? Niye ter dökmediniz? Bâri müstakbeli kurtarmaya bir azm ediniz.…”[6]   Anadolu’da bin yıla yakın bir zamandır ezan okumuyor. M. Akif Ersoy’un dediği gibi: “Ruhumun senden, ilahi, şudur ancak emeli: Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli. Bu ezanlar-ki şahadetleri dinin temeli- Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.”[7]   Anadolu’daki varlığımızdan rahatsız olanlar, amaçlarına ulaşmak için bir takım faaliyetler içerisindedir. Bunun için toplumumuzda
  • Manevi duyguları dejenere ederek, din duygularını zayıflatmak,
  • Ahlak zafiyeti oluşturmak,
  • Birbirine kuşkuyla bakan, birbiriyle rekabet, hatta birbirinden nefret eden topluluklar oluşturmak,
  • Toplumda güven kaygısı yaratmak suretiyle oluşacak boşluğu kendi değerleriyle doldurup hedeflerine bir adım daha yaklaşmak derdindedirler.
  Bunların önüne geçilebilmesi için
  • Milletimizin, manevi kudretinin başlıca kaynağının ve bu vatanda yaşayan farklı unsurların ortak paydalarının İslam olduğu unutulmamalıdır.
  • Tarihini bilmeyen ve tarih şuurunu taşımayan milletlerin hafıza ve idraklerini kaybedecekleri ve geleceklerini planlayamayacağı akıldan çıkarılmamalıdır.
  • “Milletlerin kendi kültür ve değerlerini ihmali, yalnız kendi varlık ve yaratıcı kabiliyetlerini yıkmaz, bizzat medeniyete ve insanlığa da zararlı olur.”[8] gerçeği genç nesle iyi anlatılmalıdır.
  • “Bir topluma manevi değerler enjekte etmeden, o toplumun ekonomik meselelerini (ve diğer sorunlarını) çözmek mümkün değildir.”[9] Bu çerçevede işe manevî deformasyonun ıslahıyla başlanmalıdır.
  • Bütün bunlar eğitimle, bilgiyle, bilginin davranışa dönüştürülmesiyle bir anlam kazanacaktır.                                                                                   07.2015
[1] Endülüs’ün tarihçesi için bkz: Mehmet Özdemir, Endülüs Müslümanları, I-IIIAnkara, Türkiye Diyanet Vakfı Yay, 1997; Ziya Paşa, Endülüs Tarihi, Sad. Yasemin Çiçek, İst. Timaş, 2012. [2] Kuzey Afrika’nın yerli halkına verilen ad. [3]Lisânüddîn İbnü’l-Hatîb (ö.776/1374), A‘mâlü’l-a‘lâmfîmenbuyi‘akable’l-ihtilâm minmulûki İslâm, (tah. Levi-Provençal), Beyrut 1956, s. 36. [4] Arslan Topçobaşı, Batı ve Şark Meselesi, Ankara 2000, s.12-13, 246. [5] Ali Tayyar Önder, “Türklük ve Anadolu”, 2023, sayı: 51, Ankara, 2005, s: 45-51. [6] Mehmet Akif Ersoy, Safahat, (Tas. Ertuğrul Düzdağ), İst, 1981, 14. Baskı, s. 181-182. [7] Mehmet Akif Ersoy, Safahat, s. 526. [8]Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, I-II, İst., t.y., I, 320. [9] Aydın Taneri, , Makaleler, (Haz. E. Semih Yalçın, Saadet Lüleci), III, Ankara 2004, III, 70.

Ölüm Karşısında Hz. Peygamber’in Tepkisi

Giriş
Hz. Muhammed (sav), bir peygamber olarak büyük bir misyon sahibi idi. Davası uğrunda büyük mücadeleler verdi. Birçok sıkıntıya maruz kaldı. Gün oldu hakaretlere uğradı. Yeri geldi taşlandı. Yurdundan oldu. Savaş meydanlarında at koşturduğu zamanlar oldu. Saldırı ve suikastlara uğradı. Kimi zaman yaralandı. Bu mücadelede en yakın dava arkadaşlarının katline şahit oldu. Fakat hiç yılmadı, sonuna kadar davasının takipçisi oldu. Diğer yandan O, bir aile sahibi idi. Bir dava adamı ve bir peygamber olmakla birlikte aynı zamanda bir evlat, bir yeğen, bir eş ve bir baba idi. Aralarında yaşadığı aile bireyleriyle mutlu günler yaşadı. Ama, gün geldi onların sıkıntı ve acılarına ortak oldu. Kimisinin acısını yüreğinde hissetti. Kimisi de gözlerinin önünde yaşamını yitirdi. Peki O, her biri kendisi için ayrı bir değere sahip olan aile bireylerinin ölümü karşısında nasıl bir tutum takındı? Onlar, onun için ne anlam ifade ediyordu? Ne yaptı, onlar yanı başında hayata gözlerini yumarken? İsyan mı etti? Yoksa metanetle mi karşıladı yaşananları?.. Makalede bu ve benzeri sorulara cevap aranacaktır. Konu, İslam Tarihi kaynakları, usul ve esasları çerçevesi içinde işlenecektir.
  1. Anne ve Babasını Yitirmesi
Hz. Muhammed’in hayatına baktığımızda, babasını daha doğmadan yitirdiğini, annesini de küçük yaşlarda kaybettiğini görüyoruz. Kuşkusuz, bir insanın hayata tutunmasını sağlayan, onu her türlü tehlikeye karşı koruyan, hayatın zorlukları karşısında ona destek olan kişiler, anne babalardır. Bu itibarla insan, her zaman anne ve babasını bizzat yanında görmek ister. Hayatı boyunca onların şefkat ve merhametlerinden beslenme arzusunu taşır. Onların varlığı, kişiye emniyet ve güven verir. Yoklukları ise kişiyi hayatın sıkıntıları ile baş başa bırakır. Bu durum, kişinin şahsiyetinde sapmalara ve davranış bozukluklarına yol açabileceği gibi; aksine, kişiye sıkıntıların üstesinden gelebilme yeteneği, sabır, dayanma gücü ve sağlam bir irade kazandırabilir. Terbiyesini bizzat Cenâb-ı Hakk’ın üstlendiği[1] Hz. Muhammed için ise ikici şıkkın geçerli olduğu muhakkaktır. Hz. Muhammed’in Babası Abdullah, Mekke’nin ileri gelen şahsiyetlerinden Abdülmuttalib b. Hâşim’in oğludur. Annesi Âmine ise Vehb b. Abdimenaf’ın kızıdır. Her ikisi, Kureyş’in seçkin ailelerine mensup olup nesepleri Kilâb b. Mürre’de birleşmektedir.[2] Babası Abdullah, bir seyahat dönüşü yolda hayatını kaybetti. Rivayete göre Abdullah, Kureyş’in ticaret mallarını taşıyan bir kervanla Gazze’ye gider ve işlemlerini tamamladıktan sonra geri döner. Ancak Medine’den geçerken rahatsızlanan Abdullah, “Ben dayılarım Adiy b. Neccâr oğullarında kalacağım.” der ve onların yanında bir ay kadar hasta bir vaziyette kalır. Arkadaşları ise yollarına devam ederek Mekke’ye varırlar. Abdülmuttalib, Abdullah’ı sorunca onun hasta olduğunu ve dayıları Adiy b. Neccâr oğullarında onu bıraktıklarını söylerler. Bunun üzerine Abdülmuttalib, büyük oğlu Hâris’i onu almak için gönderir. Ancak Hâris, yanına vardığında onun öldüğünü ve Nâbiğa konağında defnedilmiş olduğunu görür. Dayıları, Abdullah’ın başına gelenleri ona anlatırlar. O da geri döner ve Abdülmuttalib’e durumu bildirir.[3] Abdullah vefat ettiğinde, Âmine, Hz. Muhammed’e daha hamile idi.[4] Bununla birlikte Hz. Muhammed’in, o sırada yedi veya yirmi sekiz aylık olduğu söylenmektedir.[5] Ancak doğru olan, babası vefat ettiğinde annesinin ona hamile olduğu görüşüdür.[6] Hz. Muhammed, Annesi vefat ettiğinde ise altı yaşlarındaydı.[7] Âmine, hem kocası Abdullah’ın kabrini ziyaret, hem de oradaki akrabalarını görmek için Medine’ye gitmişti. Yanında oğlu Muhammed ve cariyesi Ümmü Eymen vardı. İki deve ile gitmişlerdi. Abdullah’ın medfun olduğu Nâbiğa konağına indiler. Orada akrabaları Adiy b. Neccâr oğullarının yanında bir ay kaldılar. Sonra Mekke’ye geri dönmek üzerek yola çıktılar. Ancak yol üzerindeki Ebvâ köyüne vardıklarında, Âmine, rahatsızlandı. Bir kaç gün sonra da vefat etti ve oraya defnedildi. Ümmü Eymen ise Muhammed’i alıp söz konusu iki devesi ile birlikte onu Mekke’ye götürdü ve dedesi Abdülmuttalib’e teslim etti.[8] Rasûlullah (sav), anne ve baba yokluğunun acısını ve onların hasretini ömrü boyunca hissetti. Onları devamlı hayırla yâd etti. Onlar için gözyaşı dökmekten kendini alamadığı zamanlar oldu. Örneğin bir seferinde, Adiy b. Neccâr oğullarının evleri önünden geçerken, bir zamanlar annesiyle birlikte orada yaşadığı günler, birden gözlerinin önünden geçmişti. Yanındaki ashabına, orada çocuklarla birlikte nasıl oyunlar oynadıklarını ve oradaki gölette yüzmeyi nasıl öğrendiğini anlatmıştı. Annesi ile birlikte kaldıkları konağı göstererek, “İşte buraya annem beni getirip yerleşmişti. Babam Abdullah b. Abdilmuttalib de bu konakta defnedilmiştir.” diyordu.[9] Hudeybiye umresi sırasında uğradığı Ebvâ köyünde de “Allah, Muhammed’e annesinin kabrini ziyaret etme izni vermiştir.” buyurarak annesinin kabrini ziyaret etti. Kaybolmaya yüz tutmuş mezarı düzeltti ve başında oturup gözyaşı döktü. Onun bu tutumundan etkilenen Müslümanlar da onunla birlikte ağladılar. Ona, niçin ağladığı sorulduğunda ise annesine duyduğu özlemden, ona karşı beslediği merhametten dolayı ağladığını ifade etmişlerdi.[10] Yine Mekke’nin fethi sırasında annesinin mezarına uğradı. Kabrin başında oturdu. Ashabı da biraz uzağında mezarlığın etrafına dizildiler. Birileriyle konuşuyor gibi bir vaziyet içindeydi. Sonra ayağa kalktı, ağlıyordu. Girişimci ve atılgan kişiliği ile bilinen Hz. Ömer, cesaret gösterip yanına yaklaştı ve ona ağlamasının sebebini sordu. O da “Şu, annemin kabridir. Rabbimden onu ziyaret etmek için izin istedim. Bana bu konuda izin verdi. Onun için bağışlanma diledim, fakat bu isteğim kabul edilmedi. Onu halini düşündüm, üzüldüm ve ağladım.” şeklinde cevap verdi. Rivayete göre onun, o günkü kadar ağladığı hiç görülmemişti.[11]  Abdullah b. Mes’ud, annesinin kabrini ziyaret eden Rasûlullah’ın durumunu şöyle tasvir ediyor: “Rasûlullah, Kabirleri ziyaret etmek üzere çıktı biz de onunla birlikte çıktık. Oturmamızı emretti, biz de oturduk. Kabirleri tek tek inceledi. Sonra onlardan birinin başında durdu. Uzun süre sesiz bir şekilde dua ederek bekledi. Sonra Rasûlullah’ın ağlama sesi yükseldi. Biz de onun ağlaması üzerine ağlamaya başladık. Sonra Rasûlullah, bize doğru geldi. Ömer b. Hattâb, onu karşıladı ve “Ya Rasûlallah, sizi ağlatan nedir? Biz de bundan etkilendik, korktuk ve ağladık.” dedi. Geldi yanımıza oturdu ve “Ağlamam sizi korkuttu mu?” biz de: “Evet” dedik. O da: “Beni başında dua ederken gördüğünüz kabir, Âmine bint Vehb’in kabridir. Ben, Rabbimden onu ziyaret emek için izin istedim. O da bana bu konuda izin verdi. Sonra Rabbim’den onun için istiğfar izni istedim. Fakat bana bu konuda izin vermedi. Ve bana “Müşrikler için istiğfarda bulunmak, Peygambere ve İman edenlere yaraşmaz…” ayetini (Tevbe: 113-114) indirdi. Ben de bir çocuğun anne ve babasına karşı beslediği duyguya kapıldım. İşte bu durum, beni ağlattı.” buyurdu.[12] Hz. Muhammed’in annesine olan sevgi ve özlemini bilmelerinden olsa gerek; Mekkeli müşrikler, Uhud savaşı sırasında Ebvâ’dan geçerken annesinin kabrini eşeleyip bozmak istemişlerdi. Ancak bu hareketin ters tepeceğini düşünerek bundan vazgeçmişlerdi.[13]
  1. Dedesi ve Amcasını Yitirmesi
Abdülmuttalib b. Hâşim, genç yaşlarda kaybettiği oğlu Abdullah için duyduğu üzüntüye karşılık torunu Muhammed’in doğumuyla teselli bulmuştu. Doğumuna çok sevinmişti. Onu kaptığı gibi Kâbe’ye koşmuş ve onu kendisine bağışlayan Rabbine uzun uzun şükretmişti.[14] Annesinin vefatıyla birlikte Hz. Muhammed’in yegâne hamisi artık dedesiydi. Dedesi Abdülmuttalib, onu çok seviyor ve adeta ona özel muamelede bulunuyordu. Gittiği her yere beraberinde götürüyor ve onu kimselere bırakmaya kıyamıyordu.[15] Onu omuzlarına alarak, Kâbe’yi tavaf ediyor. Kâbe gölgeliğindeki özel minderine onu oturtuyor. Oturmasına engel olmaya çalışan amcalarına “Bırakın oğlumu, ne istiyorsunuz ondan!..” diyor. Onu öpüp okşuyor, tatlı konuşması ve hareketlerine bayılıyordu.[16] Hz. Muhammed, babasından alamadığı sevgi, şefkat ve merhameti dedesinden fazlasıyla görüyordu. Ancak dedesi ile olan beraberliği de uzun sürmeyecek ve sekiz yaşına bastığında onu da kaybedecektir.[17] Olup bitenlerin artık fazlasıyla farkında olan Hz. Muhammed için bu kayıp, büyük üzüntüye neden olmuştur. Nitekim Ümmü Eymen, dedesinin vefat ettiği gün onu, dedesinin yattığı döşeğin arkasında ağlarken gördüğünü anlatmaktadır.[18] Rivayete göre, daha önce hiç kimsede benzeri görülmemiş bir şekilde dedesinin arkasından ağlamıştı.[19] Kısacası, babadan mahrum olarak dünyaya gelen, altı yaşına basınca annesi Âmine’yi, sekiz yaşında da dedesi Abdülmuttalib’i kaybeden İslam Peygamberi, artık kâinatın yaratıcısının terbiyesinde ve amcası Ebû Tâlib’in himayesinde yaşantısına devam edecektir.[20] Hz. Muhammed, Abülmuttalib’in vasiyeti gereği, hayatının bundan sonraki dönemini öz amcası Ebû Tâlib’in yanında geçirdi. Ebû Tâlib, dar gelirli ve kalabalık bir aile sahibi olmasına rağmen, ona devamlı itina ile davranırdı. O sofraya oturmadan çocuklarını yemeğe başlatmazdı. Öncelikle kendisine emanet edilen bu yetimin karnının doyurulmasına çalışırdı. Hz. Peygamber, burada gördüğü sevgi ve saygıyı devamlı anmıştır. Özellikle Ebû Tâlib’in eşi Fatma Hatunu “annesinden sonra gelen anne” olarak takdir etmiş, ona karşı derin bir sevgi ve saygı beslemiştir.[21] Ebû Tâlib, ölümüne dek, kırk yıldan fazla Hz. Muhammed’e öz babası gibi davrandı. Onu gerçekten çok sevdi. Üzerine titredi, korudu ve yetişmesi için elinden geleni yaptı.[22] Kısacası ona, anne baba yokluğunu hissettirmemeye çalıştı. Nitekim; Şam’a yapacağı ticari bir yolculukta, şartların zorluğundan dolayı on iki yaşlarındaki Muhammed’i yanında götürmek istememişti. Ancak O, gitmek için ısrar etmiş, amcasının devesinin dizginlerinden tutup: “Ne annem var, ne de babam! Beni kime bırakıyorsun?..” serzenişinde bulunmuştu. Bunun üzerine Ebû Tâlib, duygulanmış ve “Vallahi seni de yanımda götüreceğim ve birbirimizden bir daha asla ayrılmayacağız.” demişti.[23] Özellikle Nübüvvetin ilk on yılında Ebû Tâlib, iman etmemiş olmakla birlikte ona davasında büyük destek sağladı. Müşriklerin baskılarına karşı ona kalkan oldu. Oysa daha önceleri ona ilişmeye cesaret edemeyen müşrikler, Ebû Tâlib’in ölümüyle birlikte açıkça saldırılar düzenlemeye başladılar. Artık Kureyş’in en basit adamları bile ona sataşıyor, başına toprak saçıyorlardı.[24] Hz. Peygamber de amcası Ebû Tâlib’in babacanlığını ve ona olan desteğini her zaman takdir etti. “Ebû Tâlib ölünceye kadar Kureyş, bana ilişemedi.”[25] sözleriyle onun yaptığı yardımın kıymetini vurguladı. Diğer yandan, kendisi için değeri tartışmasız olan Ebû Tâlib’in Müslüman olması için çok uğraştı. Ölüm döşeğinde yattığını duyduğu zaman, en azından son nefesini iman ile vermesi için büyük çaba harcadı. Bunu başaramayınca da fevkalade üzüldü, gözyaşı döktü. Ölümünden sonra da Rabbinden onu bağışlaması için niyazda bulundu, günlerce dua etti.[26]
  1. Eşinin Vefatı
Amcası Ebû Tâlib’in vefatından sonra Hz. Muhammed’i üzen diğer bir olay, ilk Müslüman ve sevgili eşi Hz. Hatice’nin ölümüdür. Hatice, Ebû Tâlib’in son günlerinde hastalanarak yatağa düştü. Ebû Tâlib’in vefatından üç gün sonra da vefat etti.[27] Huveylid b. Esed’in kızı Hatice, Mekke’nin soylu ve zengin kadınlarından biri idi. Hz. Muhammed ile yaptıkları ticari faaliyetler neticesinde birbirlerini yakından tanımış ve evlenmişlerdi.[28] Hz. Peygamber, onunla ömrünün yirmi beş yılını geçirmişti. Peygamberliğini ilk o tasdik etmiş ve davasını desteklemişti. Bütün malını onun davası uğruna harcamıştı. Herkesin ondan yüz çevirdiği günlerde ona güç vermişti.[29] Davasında onun en samimi yardımcısı ve kendisinde huzur bulduğu yegâne dostuydu.[30] Hz. Peygamber, çok eşliliğin yaygın olduğu bir dönemde, hem dul hem de yaşça kendisinde epeyce büyük olan Hz. Hatice’nin sağlığında, üstüne ikinci bir evlilik yapmadı.[31] Vefatından sonra da onu sürekli hayırla yâd etti. Hatırasını devamlı taze tutmaya çalıştı. Öyle ki onun vefatından sonra evlendiği eşleri, özellikle de Hz. Aişe, Rasûlullah’ın bu tutumunu yadırgamış ve kıskanmışlardır.[32] Bedir Savaşında, müşrik saflarında savaşıp esir düşen kocasını kurtarmak için kızı Zeynep’in gönderdiği gerdanlığı gördüğünde duygulanmıştı. Zira o gerdanlık, Hatice’ye ait idi. Düğün hediyesi olarak kızına takmıştı. Hz. Peygamber’in gönlü, kendisi için manevi değeri büyük olan bu gerdanlığın harcanmasından yana değildi. Onun için ashabına ricada bulunmuş, damadının bedelsiz olarak serbest bırakılmasını sağlamış ve gerdanlığı kızına geri göndermişti.[33] Netice itibariyle; Nübüvvetin onuncu yılında ardı ardına hem amcası Ebû Tâlib, hem de eşi Hatice’nin vefatı, Rasûlullah’ın peş peşe maruz kaldığı “iki musibet” olmuştur.[34] Gerek bu musibetler, gerek Hz. Peygamber ve ashabına yönelik psikolojik ve fiziki baskıların artması nedeniyle o sene, Müslümanlar arasında “Hüzün Yılı” olarak kabul edilmiştir.[35] Hz. Peygamberin daha sonraları evlendiği eşlerinden Zeynep bint Huzeyme de onun sağlığında vefat etmiştir. Diğer eşleri ise onun Alem-i Bekâ’ya irtihalinden sonra vefat ettiler.[36] Bu hanımı, fakir fukaraya olan düşkünlüğü ve onları kollayıp korumasından dolayı, yoksulların annesi anlamında “Ümmü’l-Mesâkîn” lakabıyla anılıyordu.[37] Onun Rasûlullah ile beraberliği kısa sürdü. Hicretin üçüncü senesindeki evliliklerinden sekiz ay sonra vefat etti. Rasûlullah, cenaze namazını bizzat kıldırmış ve onu Bakî mezarlığına defnetmiştir.[38]
  1. Çocuklarının Vefatı
Rasûlullah, Hz. Hatice ile olan evliliğinden altı çocuk sahibi oldu. Bunların dördü kız, ikisi erkektirler. Onlar, Zeynep, Rukiye, Ümmü Gülsüm, Fatma, Kâsım ve Abdullah’tır.[39] Kaynaklarda Tâhir ve Tayyip adından iki çocuktan da söz ediliyor.[40] Fakat bunlar, Abdullah adındaki çocukla aynı kişi olup ona verilen farklı isimler olmalıdır.[41] Erkek çocuklar, cahiliye döneminde doğmuş ve ömürlerinin ilk yıllarında ölmüşlerdir.[42] Kız çocuklar ise Nübüvvet dönemine yetiştiler. Müslüman olmuş ve hicrete katılmışlardı.[43] Diğer bir çocuk da Medine döneminde, Mısır Mukavkıs’ının hediye olarak gönderdiği Mâriye adındaki cariyeden doğan İbrahim’dir.[44] Bu başlık altında, Rasûlullah’ın bir nevi çocukları ve torunları ile olan imtihanı ele alınacaktır. Zira yedi çoğundan biri hariç, diğerlerinin hepsi onun sağlığında vefat etmişlerdir. Aynı şekilde bazı torunlarının vefatlarına şahit olmuş ve bunun acısını yüreğinde yaşamıştır.
  1. Kâsım
Hz. Muhammed’in ilk vefat eden çocuğu Kâsım’dır. O, aynı zamanda Rasûlullah’ın ilk doğan çocuğudur. Onun için Rasûlullah, adet olduğu üzere bu çocuğa atfen Ebü’l-Kâsım künyesini kullanmıştır. Kâsım, cahiliye döneminde iki yaşlarında iken vefat etti.[45]
  1. Abdullah
Daha sonra Rasûlullah’ın diğer oğlu Abdullah da vefat etti. Onun ölümü, erkek çocuk sahibi olmanın asalet, şan ve şöhret vesilesi olarak kabul gördüğü toplumda, artık geride erkek çocuğu kalmayan Rasûlullah’a karşı bir baskı unsuru olarak kullanılmıştır. Bu çerçevede, yaşadığı toplumda “soyu kesik” anlamında “ebter” itabına maruz kalmıştır.[46]
  1. Zeynep
Zeynep, Rasûlullah’ın en büyük kızıdır.[47] Teyzesi Hâle bint Huveylid’in oğlu Ebü’l-Âs b. er-Rebî’ ile evlendirilmişti. Nübüvvetten sonra Zeynep, Müslüman oldu. Ancak kocası, müşrik olarak kalmaya devam etti. Müşriklerin bütün ısrarlarına rağmen Zeynep’i boşamadı. Müslümanlığından dolayı da ona baskı uygulamadı.[48] Fakat onun müşrik saflarında olması, hem Zeynep’i, hem de Rasûlullah’ı zor durumda bırakmıştır. Nitekim Ebü’l-Âs, Bedir savaşında müşriklerin yanında savaşırken esir düşmüş; o zamanlar henüz hicret etmemiş olan Zeynep, annesinden yadigâr kalan kolyesini onu kurtarmak için fidye olarak göndermişti. Ancak Rasûlullah, Hatice’nin hatırasını çiğnemek istememiş ve damadının bedelsiz olarak serbest bırakılması için aracı olmuştur.[49] Başka bir seferinde, Mekkelilerin mallarını işletmek üzere gittiği Şam’dan dönerken bir Müslüman birliğine yakalanmış ve esir edilerek mallarıyla birlikte Medine’ye getirilmişti. Mekke’nin fethinden hemen öncesine tekabül eden bu olayda, o sırada Medine’de bulunan Zeynep, olaya müdahil olmuş ve kocasının mallarla birlikte salıverilmesini sağlamıştır. Serbest bırakılan Ebü’l-Âs, Mekke’ye gitmiş, mallarını sahiplerine verdikten sonra tekrar Medine’ye dönerek Müslüman olmuş ve eşi Zeynep ile hayatını devam ettirmiştir.[50] Diğer yandan Zeynep, babasının davasından dolayı birçok sıkıntıya maruz kalmış ve bu sıkıtılar Rasûlullah’a doğrudan yansımıştır. Örneğin Medine’ye hicret edeceği sırada Müşriklerin takibine uğramış, yakalanınca da uygulanan sert müdahale neticesinde düşük yapmıştı. Rasûlullah ise kızına reva görülen bu zulüm karşısında hiddetlenmiş ve ona bu muameleyi yapanların yakılması emrini vermişti. Ancak daha sonra bu kararından vazgeçmiştir.[51] Hicretin sekizinci yılı başlarında, Zeynep, vefat etti. Rasûlullah, teçhiz ve tekfininde eşlerini görevlendirdi. Onlara gerekli talimatları verdi ve yıkanma işlemi bitince kendisine haber verilmesin rica etti. Hanımlar, cenazeyi yıkadıktan sonra ona haber verdiler. O da izârını onlara verip onunla Zeynep’i kefenlemelerini istedi.[52] Daha sonra cenaze namazını bizzat kıldırdı ve onu elleriyle kabre indirdi.[53] Zeynep’in Ali ve Ümâme adında iki çocuğu vardı. Ali daha çocukken öldü. Ümâme ise büyüdü ve daha sonraları, teyzesi Fatma’nın vefatını müteakip Ali b. Ebî Tâlib ile evlendi.[54] Rasûlullah, torunu Ümâme’yi çok severdi. Çocukluğunda onu kucağında taşır, oynar, şakalaşırdı. Öyle ki namazlarında bile onu omuzlarından indirmediği zamanlar olurdu.[55]
  1. Rukiye
Diğer kızları Rukiye ve Ümmü Gülsüm, neredeyse aynı kaderi paylaşmışlardır. Her ikisi Ebû Leheb’in oğullarıyla evliydiler. Nübüvvetten sonra Rasûlullah’la araları açılınca oğullarına baskı yaparak kızları boşamalarını sağladı.[56] Rukiye, boşandıktan sonra Osman b. Affân ile evlendi. Onunla birlikte Habeşistan’a hicret etti. Hz. Osman’dan hamile kalmıştı. Ancak hicret sırasında düşük yaptı. Sonraları bir çocuğu daha doğdu. Abdullah adındaki bu çocuk, iki yaşlarında iken, bir horozun onu başından gagalaması sonucu hayatını kaybetti.[57] Rasûlullah, torunu Abdullah’ın cansız bedenini kucağına almış ve gözyaşları içinde “Allah, ancak merhametli kullarına rahmet eder.” buyurmuşlardı. Ardından da cenaze namazını kıldırmıştı.[58] Rukiye, babasının Medine’ye hicretinden sonra Habeşistan’dan ayrılıp yanına geçti. Ancak Bedir savaşı hazırlıkları yapıldığı sırada hastalandı. Rasûlullah savaştan döndüğünde, Rukiye ölmüştü. Kadınlar üzerine mersiyeler okuyup ağlıyorlardı. O sırada Hz. Ömer, kadınlara engel olmak istemişti. Fakat Rasûlullah, buna müsaade etmedi. “Ağlayın hanımlar! Ancak, şeytanın çığlığından sakının. Şayet ağlama, gözden ve kalpten geliyorsa o Allah’tandır ve rahmettir. Yok eğer elden ve dilden çıkıyorsa işte o şeytandandır.” buyurdu. Fatma, kabrin başında Rasûlullah’ın yanında oturmuş ağlıyor, o da elbisesinin kenarıyla onun gözyaşlarını siliyordu.[59]
  1. Ümmü Gülsüm
Ümmü Gülsüm ise Ebû Leheb’in baskısıyla kocasından ayrıldıktan sonra bir başkasıyla evlenmedi. Baba evinde kaldı. Daha sonra diğer aile fertleri ile birlikte Medine’ye hicret etti. Kız kardeşi Rukiye ölünce, onun kocası Osman ile evlendi. Hicretin dokuzuncu yılında vefat edinceye kadar, onun yanında kaldı. Hiç çocuğu olmadı. [60] Enes b. Mâlik, Rukiye’nin cenaze törenini şöyle anlatıyor: Kabrin başında Rasûlullah’ın oturduğunu gördüm, gözyaşları yanaklarından süzülüyordu. “Aranızda bu gece nefisine uymayan var mı?” dedi. Ebû Talha, “Ben ya Rasulallah!” dedi. Bunun üzerine ona, “Öyleyse in kabre.” buyurdu.[61] Rasûlullah, kızlarına çok düşkündü. Onları kıskanırdı. Kendisi çok eşli olmasına rağmen, onları kuma olarak evlendirmez; üstlerine kuma getirilmesine de müsaade etmezdi. Mesela, Hz. Ali, Ebû Cehil’in kızı ile evlenmek istediğinde, “Fatma canımdan bir parçadır. Onu üzmene gönlüm asla razı olmaz.” buyurarak ona şiddetle tepki göstermişti. O da: “Sizi üzecek bir şey yapmam.” şeklinde cevap vererek geri adım atmış ve Fatma’nın vefatına kadar tek eşli olarak hayatını sürdürmüştür.[62]
  1. İbrahim
Hz. Muhammed’in son göz ağrısı, oğlu İbrahim’dir. Rasûlullah, Hudeybiye dönüşü hicretin altıncı yılında Mısır Mukavkıs’ına davet mektubu göndermişti. Mukavkıs da ona iyi niyet göstergesi olarak birtakım hediyeler göndermişti. O hediyeler arasında İbrahim’i doğuracak olan Mâriye adındaki cariye de vardı.[63] Rasûlullah, İbrahim doğduğu zaman, ashabına haber vererek: “Dün bir oğlum doğdu. Ona babam İbrahim’in ismini verdim.” şeklinde sevincini dile getirdi.[64] O böylece, kendisi için çok kıymetli olan bir şahsın adını oğluna vererek, ona verdiği değeri göstermişti. Rasûlullah, İbrahim’in doğumunun yedinci gününde kurban kestirdi. Saçlarını kestirip ağırlığınca, fakir fukaraya gümüş tasadduk etti. Ardından, kesilen saçların gömülmesini emretti.[65] Onu, adet olduğu üzere sütanneye, dayıları Adiy b. Neccâr oğullarından Ümmü Bürde bint Münzire teslim etti. İbrahim’in kaldığı yer, Rasûlullah’ın bir zamanlar en güzel günlerini geçirdiği yerdi. Sürekli yanına uğrardı. Onula oynar, öpüp okşardı.[66] Bazen de onu eve götürür, hanımlarına gösterir ve“Bakın nasıl da bana benziyor!.. Şu beyaz tombul vücuduna bakın!..” derdi.[67] Ancak Rasûlullah’ın bu neşe kaynağı da çok geçmeden kuruyacaktır. Hicretin sekizinci yılı Zilhicce ayında doğan İbrahim,[68] on sekiz aylık iken vefat etti.[69] Rasûlullah, İbrahim’in ölüm döşeğinde olduğunu duyduğu zaman adeta yıkılmıştı. Çocuğun yanına, Abdurrahman b. Avf’ın omuzlarına dayanarak ancak gidebilmişti. Yanına vardığında çocuk son nefeslerini veriyordu.[70] Onu kucağına alarak, göz yaşları içinde: “Senin için yapabileceğim bir şey yok oğlum!..” diyordu.[71] Çocuk ruhunu teslim edince, onun cansız bedenini bağrına basmış ve “İbrahim! Eğer bu, bir emr-i hakk olmasaydı ve vaat edilen gün olmasaydı; eğer bu, kaçınılmaz bir yol olmasaydı; eğer en sonuncumuzun en baştakine kavuşacağı gerçeği olmasaydı, işte o zaman senin için şu anda üzüldüğümüzden daha fazla üzülürdük! Kuşkusuz senin için çok üzülüyoruz; gözler yaşarıyor, kalpler mahzun oluyor. Ancak biz, Yüce Rabbin kızgınlığını celp edecek bir şey demeyiz.” buyurmuşlardı.[72] Yine o sırada, yaşadığı acıyı tarif babından, karşısındaki dağa yönelerek: “Ey dağ! Eğer benim başıma gelenler senin başına gelmiş olsaydı, yerle bir olurdun!.. Ancak biz, Allah’ın bize emrettiği gibi, biz Allah’a aidiz ve biz yine ona döneceğiz (innâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn) deriz. Âlemlerin Rabbine hamdolsun.” buyurmuşlardı.[73] Daha sonra Rasûlullah, İbrahim’in cenaze namazını kıldırdı.[74] Ardından, Bakî mezarlığında özenle hazırlattığı kabre cenazeyi defnetti. Mezar taşını elleriyle yerleştirdi ve mezarın üstüne bir miktar su serpiştirdi.[75] Rasûlullah’ın bu şekilde üzülmesi ve ağlayıp gözyaşlarına hâkim olamamasının, bazen etrafındakilerce yadırgandığı olmuştur. Bu minvalde, “Ya Rasûlallah, ağlıyor musunuz? Hem siz, ağlamayı yasaklamamış mıydınız?..” şeklindeki sorulara muhatap olmuştur. Ancak O: “Ben dövünmeyi ve feryat figan etmeyi yasakladım!.. Musibet sırasında yüzü tırmalama, üstünü başını yırtma ve şeytan işi çığlığı yasakladım. Yoksa bu yaptığım rahmettir, merhametten kaynaklanıyor. Zira rahmet etmeyene merhamet edilmez!..”[76] şeklinde meseleye açıklık getirmiştir. Hz. Muhammed, ölüm döşeğine düştüğünde geride çocuklarından sadece kızı Fatma kalmıştı. Ancak, hayata gözlerini kapamadan önce onun da kulağına şöyle fısıldamıştı: “En kısa zamanda sen de yanıma geleceksin!..”[77] Ve altı ay sonra,[78] Fatma hastalandı. Öldüğü günün sabahında kalktı, suyunu hazırlattı. Ardından güzelce yıkandı ve en yeni elbiselerini giydi. Yatağını odanın ortasına kurdurdu. Sonra yatağa uzanıp kıbleye yöneldi. “Şimdi ölüyorum. Guslümü de yaptım. Öldükten sonra kimse üstümü soymaya kalkmasın.” dedi ve öldü!..[79] Sonuç Kısacası; Hz. Muhammed, daha doğmadan babasını, altı yaşlarında da annesini kaybetti. Öksüz ve yetim büyümenin acısını hayatı boyunca yüreğinde taşıdı. Onların hasretiyle yaşadı. Kabirlerini ziyaret etti. Onlar için gözyaşı döktü. Müşrik olarak ölmüş olmalarından dolayı, bağışlanmaları için istiğfarda bulundu, dua etti. Dedesi Abdülmuttalib ve amcası Ebû Tâlib, ömürleri boyunca ona destek oldular. Anne ve baba yokluğunu hissettirmemeye çalıştılar. Özellikle Nübüvvetin ilk on yılında Ebû Talib’in, Müslüman olmadığı halde ona vermiş olduğu destek, onun için çok kıymetliydi. Rasûlullah, baba yerine koyduğu bu insanlar vefat ettiği zaman, fevkalade üzülmüş ve gözyaşlarına hâkim olamamıştı. Eşleri Hatice bint Huveylid ve Zeynep bint Huzeyme’nin vefatlarına tanık oldu. Hem maddi hem de manevi desteğini her zaman gördüğü eşi Hatice’yi mücadelesinin en kritik döneminde kaybetmişti. Hatice, onun için çok kıymetli idi. Yirmi beş yıl onunla aynı yastığa baş koymuştu. Altı çocuğunun annesi idi. Hayatı boyunca, onun hatırasını diri tuttu. Her seferinde, hatırası karşısında duygulandı ve onu hayırla yâd etti. Kızı Fatma hariç, çocuklarının hepsi onun sağlığında vefat ettiler. Cenaze namazlarını bizzat kıldırdı. Kendi elleriyle onları toprağa verdi. Mezarları başında oturarak gözyaşı döktü. Onları kaybetmenin acısını yüreğinin derinliklerinde hissetti. Aslında Rasûlullah’ın yaşadıkları, tam anlamıyla bir dramdır. Bütün bunlar, her insanın katlanabileceği cinsten şeyler değildir. Ancak O, metanetini hiçbir zaman kaybetmedi. Gayretullah’a dokunacak bir şey ağzından çıkmadı. Başına gelen bu musibetleri her seferinde “sabr-ı cemîl” ile karşıladı.   [1] Sarıçam, İbrahim, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, Ankara 2001, s. 51. [2] Bk. İbn İshâk, Muhammed (151/768), es-Sîretü’n-Nebeviyye, thk. Ahmed Ferid el-Mezidî, I-II, Beyrut 2004, I, 76; İbn Hişâm, Abdülmelik (218/833), es-Sîretü’n-Nebeviyye, thk. Ömer Abdüsselam Tedmürî, I-IV, Beyrut 1990, I, 125; İbn Sa’d, Muhammed (230/845), Kitâbü’t-Tabakâti’l-Kebîr, thk. Ali Muhammed Ömer, I-XI, Kahire 2001, I, 37, vd.; Belâzurî, Ahmed b. Yahya (279/892), Ensâbü’l-Eşrâf, thk. Muhammed Hamidullah (I, Mısır 1959), Suheyl Zekkâr – Riyâz Ziriklî (II-XIII, Beyrut 1996), I, 91. [3] İbn Sa’d, I, 79-80. Ayrıca bk. Taberî, Muhammed b. Cerîr (310/922), Tarîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, thk. Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim, I-XI, Kahire 1968, II, 165. [4] İbn İshâk, I, 97; İbn Hişâm, I, 181. [5] Bk. İbn İshâk, I, 97; İbn Sa’d, I, 80; Taberî, II, 165. [6] İbn Sa’d, I, 80; Belâzurî, I, 92. [7] İbn İshâk, I, 115; İbn Hişâm, I, 193. [8] İbn Sa’d, I, 95; Belâzurî, I, 94. Bk. İbn İshâk, I, 115-116; İbn Hişâm, I, 193; Taberî, II, 165-166. [9] İbn Sa’d, I, 95. [10] İbn Sa’d, I, 95. [11] İbn Sa’d, I, 96. [12] Beyhakî, Ebû Bekir Ahmed b. Hüseyin (458/1065) Delâilü’n-Nübüvve ve Ma’rifetu Ahvâli Sahibi’ş-Şerîa, thk. Abdülmu’tî Kal’acî, I-VII, Beyrut 1988, I, 189-190. [13] Belâzurî, I, 94-95. [14] İbn Hişâm, I, 184-185. Abdülmuttalib’in yaptığı dua ve sevincinden dolayı okuduğu şiirler için bk. İbn İshâk, I, 97; İbn Sa’d, I, 83-84; Belâzurî, I, 81. [15] Hizmetli, Sabri, İslam Tarihi – İlk Dönem, Ankara, 2001, s. 176. [16] Belâzurî, I, 81. Bk. İbn Sa’d, I, 96-97. [17] İbn İshâk, I, 116. [18] İbn Sa’d, I, 97. [19] İbn İshâk, I, 119. [20] Hizmetli, s. 176. [21] İbn İshâk, I, 120; İbn Hişâm, I, 204; İbn Sa’d, I, 98; Taberî, II, 166. [22] Sarıçam, 44. [23] İbn İshâk, I, 122. [24] İbn Hişâm, II, 64-65. [25] İbn İshâk, I, 270. [26] İbn İshâk, I, 267-269; İbn Sa’d, I, 100-102. [27] Hizmetli, s. 235-236. [28] İbn İshâk, I, 128-129; İbn Hişâm, I, 212-214; İbn Sa’d, I, 109-110; Taberî, II, 280-282. [29] Sarıçam, s. 84. [30] İbn İshâk, I, 271. [31] İbn Hişâm, I, 215. [32] İbn İshâk, I, 271-271. [33] İbn Hişâm, II, 294-295; Belâzurî, II, 23. [34] İbn Sa’d, I, 103. Bk. İbn İshâk, I, 271. [35] Azimli, s. 177. [36] İbn İshâk, II, 705. [37] İbn Hişâm, IV, 295. [38] Belâzurî, II, 62. [39] İbn İshâk, I, 272. [40] İbn İshâk, I, 130. [41] İbn Sa’d, I, 111. [42] İbn İshâk, I, 130. [43] İbn İshâk, I, 130. [44] İbn Hişâm, I, 216. [45] İbn Sa’d, I, 110-111. [46] İbn Sa’d, I, 110-111. [47] İbn Sa’d, X, 31; Belâzurî, II, 23. [48] Belâzurî, II, 23. [49] İbn Sa’d, X, 31-32. [50] Belâzurî, II, 26-27. [51] Belâzurî, II, 24-25. [52] İbn Sa’d, X, 34. [53] Belâzurî, II, 28. [54] İbn İshâk, I, 273. [55] İbn Sa’d, X, 39. [56] Belâzurî, II, 28, 29. [57] İbn Sa’d, X, 36. [58] Belâzurî, II, 28-29. [59] İbn Sa’d, X, 36-37. [60] İbn Sa’d, X, 38. Bk. Belâzurî, II, 29. [61] İbn Sa’d, X, 38. [62] İbn İshâk, I, 278-279. [63] İbn Sa’d, I, 111. [64] İbn İshâk, I, 289. [65] İbn Sa’d, I, 112. [66] İbn Sa’d, I, 113; Belâzurî, II, 86. [67] İbn Sa’d, I, 114; Belâzurî, II, 87. [68] İbn Sa’d, I, 112; Belâzurî, II, 87. [69] İbn İshâk, I, 288; Belâzurî, II, 88. [70] İbn Sa’d, I, 114. [71] İbn İshâk, I, 288. [72] İbn Sa’d, I, 115. Bk. İbn İshâk, I, 289; Belâzurî, II, 88. [73] Belâzurî, II, 89. [74] İbn Sa’d, I, 117. [75] Belâzurî, II, 88. [76] İbn İshâk, I, 288-289; İbn Sa’d, I, 115; Belâzurî, II, 89. [77] İbn Sa’d, X, 27. [78] İbn Sa’d, X, 29. [79] İbn Sa’d, X, 28; Belâzurî, II, 30. Rivayetin devamında, Hz. Fatma’nın bu vasiyeti gereği öldükten sonra ayrıca bir daha yıkanmadan defnedildiği ifade edilmektedir. Ancak onun, vefatından sonra Hz. Ali tarafından yıkandığı yönünde rivayet de mevcuttur. Doğrusunun da bu olması gerekir. Bk. İbn Sa’d, X, 28; Belâzurî, II, 34.

Tarihsel Hz. Ali’den Kurgusal Hz. Ali’ye Dönüşümün Temelleri Üzerine

Müslümanların dördüncü halifesi Hz. Ali, İslâmî tebliğin başlangıcından itibaren pek çok hadisede etkin rol alması sebebiyle hakkında en çok atıf/müzakere/münakaşa/tartışma yapılan tarihî şahsiyetlerdendir. Onun Müslümanlar arasındaki tartışmalarda gündem konusu olmasının asıl sebebi ise tarihsel kişiliği değil, daha ziyade siyasî kişiliğidir. Öyle ki, zamanla onun siyasî konumu ve politik tercihleri adeta tarihî kişiliğinden koparılmış, böylece Hz. Ali, çeşitli gerekçelerle tarihte olduğundan çok farklı bir şahsiyet haline getirilmiştir. Başka bir ifadeyle tarihî/gerçek Hz. Ali’nin yerini siyasî-dinî mezheplerin şekillendirdiği ve zamanla kendileştirdiği kurgusal Hz. Ali almış, hatta zamanla neredeyse her siyasî fırka ve mezhebin kendine göre bir Hz. Ali anlayışı oluşmuştur. Bilhassa onun vefatından çok sonraki dönemlerde sistemleşen çeşitli fırka, mezhep ve hatta tarikatlar, varlıklarını, görüş ve prensiplerini onun siyasî-dinî şahsiyeti üzerine bina etme ihtiyacı duymuşlardır. Bazen de onun kişiliği, görüşleri ve siyasî konumu Şia’da olduğu gibi inanç esasları arasına dahil edilmiştir. Şia dışındaki gruplar da, Hz. Ali anlayışlarını büyük ölçüde bu mezhebin Hz. Ali telakkisine göre belirlemişlerdir. Bütün bunların neticesinde Hz. Ali, adeta tarihin konusu olmaktan çıkarılarak siyasetin, hatta günlük politikanın konusu haline gelmiştir. Onun siyasî şahsiyet olarak görülme/gösterilme anlayışı etkisini etkinliğini günümüzde de devam etmektedir. Hz. Ali’nin siyasî figür olarak kabul edilmesinin en önemli sebebi, İslâm siyaset ve düşünce tarihinde önemli bir yer tutan ve günümüzde de özellikle Ortadoğu’yu merkez alan uluslar arası ilişkilerde özellikle İran coğrafyasının patronajında etkinliğini sürdüren Şia geleneğinin onun ismi ve kişiliği üzerine temellendirilmiş olmasıdır. Öyle ki, Şia düşüncesine göre Hz. Peygamber’in (sav) vefatından sonra Müslümanları idare etme görevi hilâfet (Şiilere göre İmamet) mutlak anlamda Hz. Ali’ye verilmiş, ancak Müslümanlar onu değil, başkalarını halifeliğe getirmek suretiyle ilahi emri yerine getirmemişler, dolayısıyla Hz. Ali’ye büyük haksızlık yapmışlardır. İbn Hazm’a göre, Şiilerin nazarında Hz. Ali, Rasûlüllah’tan sonra insanların en üstünüdür. Kendisi, ondan sonra da çocukları hilafete en layık kişidirler. Bu hususta başka görüşlere sahip olanlar Şiî olamaz. (İbn Hazm, el-Fasl fi’l-Milel ve’l-Ehvâ ve’n-Nihal, Beyrut 1986, II, 113). Benzer şekilde Şehristânî, “Onlar, Ali’nin hilafetinin gizli veya açık nass ve vasiyete dayandığını ileri sürürler. Onlara göre İmâmet, Ali’nin oğullarından başkasında olamaz. Şayet olursa, ya zulümle, ya da takiyye ile olur” der. (Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, thk. M. Seyyid Keylânî, Beyrut 1975, I, 146-147). Şii müellif Kuleynî’ni ye göre ise Hz. Ali’nin imameti hususu imanın konusudur: “Emîru’l-Mü’minî (Hz. Ali) imamdır. Sonra Hasan, sonra Hüseyin imamdır. Sonra Muhammed b. Ali imamdır. Bunu inkar eden, Allah ve Rasûlü’nün bilinmesini inkâr etmiş olur”.(Kuleynî, el-Usûl mine’l-Kâfî, (nşr. Muhammed el-Ahvendî), Tahran 1388, I, 180-181). Hz. Muhammed’in (sav) vefatıyla peygamberlik görevi sona ermiş, risalet zinciri tamamlanmıştır. Dolayısıyla onun ardından Müslümanları idare edenler ise ancak onun dünyevî yönünü temsil etme yetkisine sahip olabileceklerdir. Binaenaleyh halîfeyi, Hz. Peygamber’in (sav) siyasî misyonunu yürüten/sürdüren bir halef olarak değerlendirmek gerekir. Buna göre Halîfe dinî bir meselede karar verme (ictihad) konusunda o tek yetkili olmayıp onun bu hususta diğer sahâbeye göre bir ayrıcalığı veya üstünlüğü de yoktur. Halîfeyi ictihad noktasında sahâbeden farklı kılan özelliği ise, yürütmenin başı olarak dinî hükümleri uygulamak, Müslümanlara imamlık yapmaktır ki, bu da sadece halîfenin değil, sonraki dönemlerde yönetimi üstlenen her müslüman devlet başkanının yapması gereken görevler arasındadır. Halîfe ile ilgili olarak yapılan bu değerlendirmeler, genel hatlarıyla Sünnî anlayışın hilâfet görşünü yansıtır. Hz. Ali’nin, onun ardından da çocuklarının imametini esas alan Şia’ya göre ise durum tamamen farklıdır. Onların genel kanaatinde halîfenin (imâm) siyasî yönü gibi, dinî yetki ve gücü -Hz. Peygamber (sav) kadar olmasa da- devam etmektedir. Başka bir ifadeyle Şiîler, halîfenin kimliği, halîfelik makamı ve halîfeliğe geçiş usulünün nass ile tespit edildiğini, yani hilâfet meselesinin dinin esası içinde değerlendirilmesi gerektiğini, imamet makamının insanların tercihine bırakılamacak kadar önemli olduğunu savunurlar. O kadar ki Şia, hilâfet meselesini dinin herhangi bir konusu olarak kabul etmeyip, bunu özellikle iman esasları içinde mutâlea etmiştir. Onlar bu doğrultuda imametin Hz. Ali ve onun evladının hakkı olduğunu kesin bir şekilde iman etmişlerdir. (Öz, Mustafa, Avni İlhan, “İmamet”, DİA, XXII, 202; Aydın, M. Akif, “İmamet”, DİA, XXII, 204). Buna karşılık Ehl-i Sünnet’e göre halîfenin kimliği, halîfelik makamı ve halîfeliğe geçiş usulü nass ile tespit edilmeyip Müslümanların tercihine bırakılmıştır; dolayısıyla hilâfet, dinin konusu sayılmaz. Böyle olduğu içindir ki, ilk dört halîfenin seçimi tamamen o dönemin şartları gereği ve çok çeşitli şekillerde ve Müslümanların tercihleri doğrultusunda gerçekleştirilmiştir. Sünnî siyaset teorisyenlerine göre Kur’ân’da ve hadîslerde hakka ve ada¬lete bağlı olma, meşveretle iş yapma, zulmü önleme, İslâm’ın emir ve yasaklarına uygun davranma gibi kamu yönetimini ilgilendiren genel il¬kelerden söz edilmiş olsa da; devlet başkanlığı, devlet başkanında bulunması gereken şartlar, bu kişinin görev ve sorumlulukla¬rı gibi konularda ayrıntılı hükümlere yer verilmemiştir. Esasen üst bir ku¬rum olan devletin yönetim biçimi ve siya¬sî yapılanması, toplumların gelenek, kültür ve sosyal değerleriyle yakın¬dan ilgili olduğundan, İslâm dininin bu konularda ayrıntıya girmemesi onun temel niteliklerinin tabiî bir gereğidir de. (Bu konuda geniş bilgi, değerlendirme ve Ehli- Sünnet ile Şia’nın görüşlerinin karşılaştırılması için bk. Mustafa Hilmi, Nizâmü’l-Hilâfe beyne Ehli’s-Sünne ve’ş-Şîa, İskenderiye 1988; Rayyis, M. Ziyaüddin, İslâm’da Siyasî Düşünce Tarihi, (çev. Ahmet Sarıkaya), İstanbul 1990, s. 167-231; Muhammed Mescid-i Cami, Ehl-i sünnet ve Şia’da Siyasî Düşüncenin Temelleri, (çev. Malik Eşter), İstanbul 2003, s. 17-33, 115-192). Hilafet ile ilgili olarak genel anlamda halife seçiminin Müslümanların reyine bırakıldığını kabul etmiş bulunan Sünnî geleneğin aksine Şia düşüncesi bir kısım hadiselerden yola çıkmak suretiyle Hz. Ali’nin imametini nass ile delillendirme yoluna gitmiştir. Bu hususta Şiî kaynaklarda zikredilen en güçlü delil ise Gadîr-i Hum hadisesidir. Buna göre Hz. Peygamber (sav) Veda haccından dönerken Gadîr-Hum denilen yere gelindiğinde “Ey Peygamber, Rabbi’nden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur” (Mâide, 5/67) âyeti nazil olur. Hz. Peygamber (sav) bu âyetin hemen ardından ashâbını bir araya topladıktan sonra “Ben kimin mevlâsıysam, Ali’de onun mevlâsıdır” demek suretiyle Hz. Ali’nin imametini ilan eder. (Kuleynî, el-Usûl mine’l-Kâfî, I, 293-294; Tabersî, İ’lâmu’l-Verâ, Beyrut 1979, s. 138-139). Hadis ve İslâm tarihi kaynakların çoğunda da bu yerin Gadîr-i Hum olduğuyla ilgili netlik söz konusu değildir. Nitekim Ahmed b. Hanbel’de geçen Büreyde rivayetine göre, Büreyde Hz. Ali ile birlikte Yemen’e gitmiş, orada Hz. Ali’nin bazı kusurlarını görmüş, Hz. Peygamber’in (sav) yanına gelince ona anlatınca Allah Rasûlü (sav), “Ey Büreyde, ben müminlerin nefislerinden daha evlâ değil miyim? Büreyde, “evet” cevabını verince. Ben kimin mevlâsı ise Ali ‘de onun mevlâsıdır” buyurmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I-VI, Kahire 1313, V, 347). Şiilerin, Hz. Peygamber’in (sav) vefatından sonra Hz. Ali’nin halife (imam) olması gerektiğine dair dayanak, görüş ve kanaatlerini zikrettikten sonra şu değerlendirmelere ulaşmak mümkündür: Hz. Peygamber’in (sav) veda haccı dönüşünde “Ben kimim mevlâsı isem Ali de onun mevlasıdır” demiş olması muteber Sünni kaynakların büyük bir bölümünde zikredilmemiştir. Nitekim İbn İshâk, İbn Hişâm, Vâkıdî, Buhârî ve Taberî gibi büyük müellifler bu konuda rivayet aktarmamışlardır. Bunun birkaç sebebi olabilir. Birincisi müelliflerin takip ettikleri usül ve rivayetleri değerlendirme esasları itibariyle bu olaya değinmedikleridir. Bu metod daha ziyade hadis uleması için geçerlidir. İkinci olarak onların böyle bir olayın gerçekleştiğine inanmamış olmalarıdır. Üçüncüsü bilhassa tarihçilerin bu hadisenin zikre değer bir gelişme olarak kabul etmemiş olmaları, dördüncüsü ise bu gelişmenin bilinmekle birlikte Şiiler tarafından istismar konusu yapılmasından duyulan endişe olabilir. (Demircan, Adnan, Gadîr-i Hum Olayı, İstanbul 1997, s. 16-17). Gadîr-i Hum rivayetini az sayıdaki bir kısım Sünnî kaynaklar da aktarmışlardır. (Bk. Hâkim, el-Mustedrek Ale’s-Sahîhayn, Beyrut 1335, III, 110). Ancak burada zikredilen ifadeden Hz. Ali’nin imam tayin edildiğini çıkarmak ne kadar mümkün olur? Şayet, Hz. Peygamber (sav) onun imam olarak atandığını söylemek isteseydi, rumuzlu olarak değil, daha açık ifadelerle bu kararını ashâbına ilan ederdi. Bu kanaati destekler mahiyette Zeydî imamlardan İbn Murtazâ da şu görüşü dile getirir: “Râfizîlerin mezhepleri, ilk devir geçtikten sonra ortaya çıkmıştır. Sahabe arasında hiç kimsenin Ali hakkında açık, mütevatir nassdan söz ettiği duyulmamıştır. Onlar, önce Ammâr, Ebû Zer, Mikdâd b. Esved’in Hz. Ali’nin imam olduğu görüşünde olduklarını ileri sürmüşlerdir. Lakin isimleri zikredilen bu kimseler, ilk iki halifeye biat etmişler, üstelik Ammâr Kûfe’de, Selmân Medain’de ikinci halife Hz. Ömer’in amilleri olarak görev yapmışlardır”. (İbn Murtaza, Tabakâtü’l-Mutezile, (thk. Susanna Diwald Wilzer, Beyrut 1961, s. 5). Dolayısıyla onların gayr-i meşru olarak gördükleri bir halifenin emrinde idareci olarak çalışmış olmaları mümkün değildir. (Bu konuda bk. Demircan, Adnan, Gadîr-i Hum Olayı, s. 22-77). Bu hadisle ilgili olarak Şianın Hadis Anlayışı isimli kitabında Sofuoğlu şöyle bir değerlendirmede bulunur: “Bu hadisin mevzu olduğuna dair herhangi bir işarete rastlamadık. Ehl-i Sünnet uleması hadisi reddetmemekte, bilakis doğruluğunu tasdik etmektedir. Ancak onlar, hadisi Şiîlerin anladığı gibi anlamamaktadırlar.” (Sofuoğlu, Cemal, Şia’nın Hadis Anlayışı, (Basılmamış Doktora Tezi), 1997, s. 27). “Kanaatimiz odur ki, Humm hadisini inkar etmek ne kadar imkansız ise, bu hadis ile Hz. Peygamber’in Ali’yi halife olarak bıraktığını iddia etmek de o kadar imkansızdır. Hz. Peygamber Gadîr-i Humm denilen mevkide namaz kılıp dinlenmiş ve Ashabıyla sohbet etmiş olabilir. Eğer Ali’yi gerçekten halife tayin etseydi Hz. Peygamberin (sav) bu vasiyetini duyanlardan hiç olmazsa birisi bu açıklardı. Öyle anlaşılıyor ki, Şiiler daha sonraları Humm hadisi diye şöhret buldurdukları bu hadise bir vürûd (hadisin söylenme sebebi) icad etmişler ve bunu Humm mevkiine ıtlak etmişlerdir. Zaten başta Şiiler olmak üzere hadis uyduranların metodlarından birisi de budur”. (Sofuoğlu, s. 32). Hadisin Şia’nın anladığı gibi anlaşılmaması gerektiğini Hz. Ali’nin torunu Hasan el-Müsenna da şu şekilde ifade eder: “Evet Hz. Peygamber, ‘ben kimin mevlâsıysam Ali de onun mevlâsıdır demiştir.’ Fakat vallahi Rasûlüllah bununla emirliği ve sultanlığı kastetmemiştir. O, bunu kastetmiş olsaydı, Rasûlüllah ‘Ey insanlar bu, işinizin velisi ve benden sonra size hükmedecek kimsedir. Onun dinleyin ve itaat edin’ derdi. Vallahi eğer Allah ve Rasûlü bu iş için Ali’yi seçip, onu Hz. Peygamber’den sonra Müslümanlara idareci yapsalardı ve Ali de Allah ve Rasûlü’nün emrini yerine getirmeseydi, bu takdirde o, Allah’ın ve Rasûlü’nün emrini ilk terk eden kimse olurdu”. (İbnü’l-Arabî, el-Avâsım Mine’l-Kavâsım, (thk. Muhibbüddin el-Hatîb, Kahire 1399, s. 185-186. Ayrıca bk. İbn Sa’d, et-Tabakâtu’l-Kubrâ, Beyrut 1985, V, 320). Burada şu hususa da dikkat çekmek gerekir ki, Şayet Hz. Ali, Allah Rasûlü (sav) tarafından halife tayin edilmiş olsaydı, bütün Müslümanları ilgilendiren bu husus, Hz. Ebû Bekir’in ilk halife seçildiği aynı zamanda Ensâr ile Muhâcirûn arasında hilafet konusunda ciddi tartışmalara sahne olan Benî Saide Toplantısı’nda mutlaka gündeme getirilirdi. Hz. Ali’nin ilk halife seçimi sonrasında Hz. Ebû Bekir’e geç de olsa biat etmesinin sebebi ise kaynakların bildirdiğine göre, kendi hakkının gasp edilmesi gerekçesiyle değil, kendilerine danışılmadan hilafet meselesinin karara bağlanmasına duyulan rahatsızlıktan ve kırgınlıktan başka bir şey değildir. (bk. Zorlu, Cem, İslam’da İlk İktidar Mücadelesi, Konya 2002, s.184-245). Nitekim benzer durum Hz. Ömer’in halife tayin edilmesinde de yaşanmamış, Hz. Ali, halife seçilen Hz. Ömer’e itirazsız biat etmiştir. Hz. Ali, Hz. Ömer’in teşkil ettiği halife seçimi şurasını katılmış. Bu hususta erken davranarak kendisine halife ilan etmesi için kendisine amcası Abbas tarafından yapılan telkinler aldırmayıp, şura sonucunda halife seçilen Hz. Osman’a biat etmiştir. (Taberî, Tarih, I-XI, Beyrut ts. IV, 229-230). Diğer yandan o, üçüncü halife Hz. Osman’ın asiler tarafından öldürülmesinin ardından halife olması için kendisine teklifte bulunanları geri çevirmiştir. Kendisinin yerine Hz. Ömer’in tespit ettiği şûrânın diğer üyeleri Hz. Talha, Hz. Zübeyr ve Hz. Sa‘d b. Ebû Vakkâs’tan birine biat edilmesini istemiştir. Fakat onlar da hilâfet görevini üstlenmeye razı olmayınca gerek Medinelilerin ısrarlı talepleri, gerekse asilerin baskılarıyla Hz. Ali halîfeliği kabul etmek durumunda kalmıştır. (Taberî, Tarih, IV, 428-429). Burada Hz. Ali’nin halifeliği kabulü, kendi hakkını alması olarak değil, Müslümanların menfaati adına zorunlu bir vazifenin üstlenilmesi olarak görülmelidir. Görüldüğü gibi Şia’ya göre Hz. Ali, Hz. Peygamber (sav) tarafından iman tayin edildiği öne sürülen Hz. Ali, hiçbir dönemde halifeliğin sadece kendi hakkı olduğunu, peygamberin onu tayin ettiği görüşünü dile getirmemiştir. Sonuç olarak ifade etmek gerekirse Hz. Peygamber (sav) vefatından önce kendi yerine hiç kimseyi idareci olarak bırakmamıştır. Şayet böyle olsaydı, gerek Medinelilerin kendi içlerinden birini halife seçmek için toplanmaları, gerekse onlarla bir araya gelip halifenin Kureyş’ten olması gerektiğini dile getiren Muhâcir önderlerinin onlarla görüşmeleri anlamsız olurdu. Eğer böyle vasiyet söz konusu olsaydı o dönemi yaşayan bütün Müslümanlar Hz. Peygamber’in (sav) açık emrini ve nasihatini dinlememiş duruma gelirlerdi ki, bu bütün ashaba büyük bir bühtan olur. Açıkta bilinmektedir ki, bu tartışmalar esnasında hiç kimse Hz. Ali’nin halife olması gerektiğini dile getirmemiştir. (Bu konuda bk. Onat, Hasan, “Şiilik”, Evrensel Mesajlar-İslam’a Giriş, İstanbul, 2010, s. 184-192). Şia’nın fikrinin temelini teşkil eden Hz. Ali’nin imameti hususu, esasında sahabe döneminin değil, daha sonraki siyasî fırkalaşma faaliyetleri döneminin bir meselesi, başka bir ifadeyle Şia’nın geriye dönük olarak tarihi yeniden kurgulama ve siyasallaştırmasından başka bir şey değildir. Öyle ki bu mezhep mensupları hilafetle ilgili tartışmalarda Hz. Ali’nin imameti bahsinde Kur’ân-ı Kerîm’de kendilerine delil bulamadıkları için, çoğunlukla hadislere müracaatla bazı hadislere ilgisiz anlamlar vermek ve tarihi bağlamından koparmak suretiyle kendi görüşlerini destekleyen deliller çıkarmaya çalışmışlardır. Böyle olduğu içindir ki, tarih boyunca oluşan Hz. Ali portresi, bir tarihî şahsiyet görüntüsü değil, zamanla gelişen tartışmaların yansımasının bir neticesi olarak günümüze kadar ulaşan kurgusal şahsiyet niteliğine bürünmüştür.

Hicretin Mahiyeti ve Müslümanların Habeşistan ile Medine’ye Hicretleri Üzerine Mülahazalar

Giriş

İslâm tarihinin başlangıç sürecinde gerek Müslümanların Habeşistan’a hicretleri, gerekse Hz. Peygamber’in (sav) Müslümanlarla birlikte Mekke’den Medine’ye göç etmeleri, sıradan bir vatan değişikliği değil, hususen İslâm tarihinin, umumen de dünya tarihinin en mühim hadiselerinden biridir. Dolayısıyla bu iki tarihî gelişmenin sebep ve neticelerinin bütün boyutlarıyla ortaya konulması gerekir. Hicret, kelime olarak terk etmek, ayrılmak, bir yerden bir yere gitmek anlamlarına gelir. Istılah anlamında ise Hz. Peygamber’in (sav) Mekke’den Medine’ye göç etmesi demektir. Hicret kavramı esasında bir kişinin veya toplumun kendi yurdunu terk ederek geçici bir süre için veya tamamen başka bir yeri yurt edinmesi anlamı vardır. Dolayısıyla ticarî veya turistik gayelerle gerçekleştirilen seyahatleri hicret kapsamına almak uygun olmaz. Zira muhacir kavramı esas olarak çeşitli sebeplerle yurdunu terk eden veya buna mecbur kalan insanlar için kullanılır. Bu sebeple hicret terimimin iltica ve sürgün kelimeleriyle yakın ilişkisi vardır.[1] Nitekim Hicretin bu yönüne Kur’ânı- Kerîm’de şu şekilde işaret edilmiştir: “Onlar ki, hicret ettiler, yurtlarından çıkarıldılar, benim yolumda eziyete uğradılar, çarpıştılar öldürüldüler. Andolsun ki, ben onların kötülüklerini örteceğim ve altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağım”.[2] Hicret esasında Allah’ın dinini insanlara bildirmekle görevli olan peygamberlerin ortak sünnetidir. Nitekim Hz. Peygamber’den (sav) önceki Allah elçilerinin büyük bir kısmı da dinlerini yaymak için yurtlarını terk etmek durumunda kalmışlardır. Rasûl-i Ekrem’in (sav) de zamanı geldiğinde kavminin kendisini yalanlaması sebebiyle yurdunu terk edip hicret etmek zorunda kalacağı ilk vahiy aldığı günlerde Varaka b. Nevfel tarafından kendisine haber verilmiştir.[3] İslâm tarihinin ilk döneminde hicret denildiğinde Müslümanların Habeşistan’a hicretiyle, Allah Rasûlü (sav) başta olmak üzere Mekke’deki Müslümanların Medine’ye hicreti akla gelir.
  1. HABEŞİSTAN HİCRETİ
Tebliğin Mekke döneminde Hz. Peygamber’in (sav) yoğun gayretleri neticesinde Müslümanlar adına gerçekleşen olumlu gelişmeler müşrikleri aynı derecede rahatsız ediyor, neticede onların inananlara baskılarını daha da şiddetlendiriyordu. Bu sebeple bilhassa kabileleri tarafından dinlerinden dönmeleri konusunda ağır baskıya maruz kalan ilk Müslümanlar can güvenlikleri konusunda da endişe duymaya başlamışlardı. Zira İslâm’a girenlerin sayısının artması müşrikleri daha da saldırgan hale getirmişti. Ashâbının mâruz kaldığı her türlü zulüm ve işkenceleri engellemeye gücü yetmeyen, üstelik ölüm korkusu sebebiyle onlardan bir kısmının dinlerini terk etmeleri ihtimalinden endişe duyan Allah Rasûlü (sav), bilhassa kabileleri içinde himayesiz kalan Müslümanlara Habeşistan’a şu sözleriyle hicret etmeleri tavsiyesinde bulundu. “Şayet isterseniz Habeşistan’a sığının. Zira orada ülkesinde hiç kimseye zulmedilmeyen bir hükümdar vardır. Orası bir doğruluk ve hakikat ülkesidir. Allah kolaylık verene kadar sizler orada kalın”. [4] Hz. Peygamber’in (sav) ashabına hicret yurdu olarak işaret ettiği Habeşistan ismini Müslümanlar ilk defa duymuş değillerdi. Zira Arap yarımadasında Yemen halkıyla birlikte özellikle de Kureyşlilerin Habeşistan ile arasında geçmişe dayanan ilişkileri mevcuttu. İki taraf arasında bilhassa iktisadî bağlantıların olduğu bilinmektedir. İslâm öncesi dönemde Habeşistan-Mekke ilişkilerinin en ba­riz örneğini Mekkelilerin bu ülke idarecileriyle akdettikleri ticarî anlaşmalar teşkil eder. Tarih kaynaklarındaki rivayetlere göre iki taraf arasında yapılan imtiyaz anlaşmaları sayesinde Mekkeliler sair komşu ülkelerde olduğu gibi Habeşistan ile doğ­rudan irtibat kurabilmişlerdir. Habeşistan ile Mekke arasındaki ticareti kurumsal hale getiren kişi ise, Hz. Peygamber’in (sav) büyük dedesi Hâşim’dir. Kendisi öncelikli olarak Bizans İmparatoruyla yaptığı anlaşmayla bu ülke topraklarında ticaretin yolunu açmıştır. Kaynakların bildirdiğine Hâşim’in kardeşlerinden Abdüşşems ile Muttalib de Habeşistan kralı Necaşî nezdinde ticarî imtiyaz anlaşmaları imzalamışlardır. Daha sonra da yapılan anlaşmalara dayanarak pek çok Mekkeli ticaret amacıyla Habeşistan'a gitmiştir.[5] Bu hususta zikredilen başka bir rivayetten de Mekkelilerin Habeş kralı ile yakın ilişkiler içinde oldukları anlaşılmaktadır: Buna göre Hâşim'in oğlu ve Hz. Peygamber’in (sav) dedesi Abdülmuttalib ile onun Mekke idaresindeki rakibi konumunda olan Abdüşşems'in torunu Harb arasında meydana gelen anlaşmazlık hususunda taraflar meselenin halli için Habeş Necâşîsi’ne gitmeye karar vermişlerdir. Ne var ki, her iki tarafla da yakın ilişkiler içinde olan kral, aralarındaki dostluk münasebetlerinin bozulmaması için ihtilafa müdahil olamayacağını bildirmiştir.[6] Burada zikredilen rivayetler, Mekkelilerin Habeşlilerle olan iyi ilişkilerine işaret etmektedir. Ancak bu ilişkiler, bir süre sonra Yemen'deki Habeşlilerin Mekke'ye saldırı düzenlemeleri sebebiyle bozulmuştur. Zira Habeşistan’da hüküm süren Aksum Krallığı, Yemen’de yaşayan Hıristiyanların daveti ve Bizans İmparatoru’nun teşvikiyle M. 525 yılında Eryât isimli komutanın emri altında büyük bir orduyu Arap Yarımadası’na göndermişti. Bunun sonucunda Güney Arabistan’daki Himyerîler devleti tarih sahnesinden silinmiş, ülke Hıristiyan Habeşlilerin kontrolüne geçmiştir. Yemen’e kurtarıcı olarak çağrılan Habeşliler zamanla ülkenin yeni istilacısı haline dönüşmüşler, artık Yemen’i merkezden gönderdikleri valilerle yönetmeye başlamışlardır. Arabistan’ın güneyini kontrol altına alan Habeş krallığı, bunun ardından Yemen’i Hıristiyanlığın önemli merkezlerinden biri haline getirmek amacıyla Sana’da Kulleys adı verilen bir gösterişli kilise inşa etmiştir. Yemen valisi Ebrehe de hem Hicaz’ın tamamını siyasî hâkimiyetine almak, hem de Kulleys’e rakip gördüğü Kâbe’yi tahrip etmek için M. 570 yılında Mekke‘ye bir askerî harekât düzenlemiş, fakat Kur’ân’da Fil sûresinde de işaret edildiği gibi hedefini gerçekleştiremeden geriye dönmüştür.[7] Habeşlilerin Mekke’yi ve Kâbe’yi hedef alan bu saldırıları Mekke-Habeş ilişkilerini olumsuz şekilde etkilemişse de, bu olumsuz hava uzun sürmemiştir. Zira Mekke’nin istilâsı girişiminin üzerinden fazla bir süre geçmeden Habeşliler, İran’ın yardımını alan yerli halk tarafından Arap Yarımadası’ndan uzaklaştırılmışlardır.[8] Rivayetlerden anla­şıldığı üzere Mekke'nin Habeşistan'la ticareti aralarından yaşadıkları kötü hatıralara rağmen devam etmiştir. Öyle ki, kaynaklarımız Kureyş’in Sehmoğulları kabilesi reislerinden Amr b. el-Âs’ın ticaret amacıyla Habeşistan’a gittiğine, burada onu bizzat kralın misafir ettiğine dair bilgiler aktarırlar.[9] İslâm-öncesi dönemle ilgili olarak bir kaynağın bize aktardığı bilgilere göre, Mekke’nin ihtiyacı olan hububat deniz yoluyla Cidde’ye geliyordu. Bu ticari faaliyette Habeşistanlıların etkin oldukları bilinmektedir. Öyle ki, Mekkeliler gelen malları kervanlarla Cidde’den teslim aldıktan sonra Mekke’ye nakletmişlerdir. Bu süreçte şahsî bir suçu sebebiyle Habeşliler tarafından alıkonulan Kureyşli Hâris b. Alkame’ye karşılık Kureyşliler, Mekke’ye gelen bir grup Habeşli tüccarın mallarını yağmalamak suretiyle muhataplarına karşı misilleme bulunmuşlardır. Tabii olarak bu hadise, Habeş-Mekke ilişkilerinde yeni bir gerginlik sebebi olmuştur.  Bunun üzerine Mekke’nin birçok ileri gelen kabile reisi devreye girerek, özür dilemek ve bundan sonra onun ülkesinden hiçbir tüccarın Mekke’ye gelmesine engel olmamasını rica etmek üzere Aksum kralının huzuruna çıktılar. Kral gelen misafirlere yakın ilgi göstererek kendilerine çok cömert davrandı. Neticede bu ziyaret karşılıklı ilişkilerin yeniden normale dönmesini temin edilmiş oldu. [10] Hz. Peygamber (sav) tarafından Müslümanlar için ilk Hicret yurdu olarak Habeşistan’ın tercih edilmesinin başka önemli gerekçeleri de vardı: Her şeyden  önce Arap töresi herhangi bir kabile mensubunun iznini almayan kimselere sığınma hakkı tanınmasına imkân vermiyordu. Başka bir ifadeyle sığınacak bir yer bulmak, sığınmacının tabii bir hakkı değil, tamamen şansına kalmış bir şeydi. Aralarında sadece erkeklerin değil, kadın ve çocukların da bulunduğu kırk-elli kişilik, hatta bazen yüzlerce kişilik bir topluluğa sığınma hakkı tanımak, herkesin birbiriyle kavgalı olduğu bir ülke olan Arabistan’da o hakkı verecek kişinin rızasının yanında, bu sığınmacıların bölge ekonomisiyle kaynaşıp bütünleşmesi için önemli maddî imkânlara sahip olmalarını da gerekli kılıyordu. Arapların bilinen konukseverliklerine rağmen, Arap Yarımadası’nın bu kadar çok sayıda sığınmacıyı barındıracak herhangi bir yeri yoktu. Ayrıca Arabistan’daki kabileler bu sığınmacıları içlerine almakla Kureyş’in doğrudan düşmanlığına maruz kalacaklarının da farkındaydılar. Bu sebeple Müslümanlar, Mekkelilere karşı kendilerini savunmak için, Arap Yarımadası’nda yaşayan herhangi bir kabile yerine, Kureyş’in muhtemel tehditlere aldırmayacak güçlü bir devlete ihtiyaç duyuyorlardı. Bu hususta Arabistan’a komşu ülkeler arasında ilk aklan gelen İran’dı. Ancak bu devlet, Hîre’de kurulmuş olan Arap krallığını henüz yeni ortadan kaldırmıştı ve tamamen Araplar arasından çıkmış olan bu yeni başkandan (Hz. Peygamber-(sav) tabiatıyla kuşkulanıyordu. Bizans İmparatorluğu ise o sıralarda İranlılara karşı giriştiği mücadelede oldukça ağır kayıplar vermiş ve Şam, Kudüs ve hatta İskenderiye’yi kaybetmişti. (M.613-617). Ayrıca bu dönemde Bizans kralı tarafından özellikle Araplara karşı alınmış olan sıkı ekonomik tedbirler, o dönemin Mekkeli Müslümanlarını Suriye’ye de çekemezdi. Komşu ülkeler arasında ise sadece Habeşistan, en azından uluslar arası karışıklıkların dışında bulunuyordu. Üstelik bu ülkenin kralı Necâşî’nin Araplara karşı oldukça yakın davranacağı da ümit ediliyordu. İşte bütün bu olumlu şartlar dolayısıyla Müslümanlar için ilk hicret yurdu olarak Habeşistan tercih edilmiş oldu.[11] Habeşistan’a hicret konusunda üzerinde durulması gereken diğer bir husus ise, bu hicrete bizzat Hz. Peygamber’in (sav) niçin iştirak etmediği konusudur. Risâletin Mekke döneminin son üç yılı ve faaliyetleri (Arap kabilelerinin tamamıyla görüşme, Medinelilerle ilk irtibatın ardından gerçekleşen Birinci ve İkinci Akabe Biatları)  dikkate alındığında Allah Rasûlü’nün (sav) esasında Arap Yarımadası içinde bir merkez oluşturmak istediği, öncelikli olarak Arapları İslâm bayrağı altında birleştirmeyi düşündüğü, bu sebeple yarımada dışına gitmeyi aklına getirmediği anlaşılır. Kaldı ki şayet Habeşistan’a hicret etseydi burada ancak kralın müsaade ettiği kadarıyla faaliyet gösterebilir, belki de bir süre sonra bölgede Müslüman-Hıristiyan çekişmesi yaşanabilirdi. Az sayıdaki Müslüman muhacirin Habeşlilerle baş etmesi de mümkün olmazdı. Bu nedenle Müslümanların, dinlerini yaşamaları yanında yayabilmeleri için siyasî kontrolü de ellerinde bulundurmaları gerekiyordu ki, bu da ancak Arap yarımadası dahilindeki bir beldede gerçekleşebilirdi. Nitekim Allah Rasûlü (sav) üç yıllık bir hazırlık sürecinin ardından bu imkanı Medine’de bulacaktır. Planlanan hicret hazırlıklarının tamamlanması üzerin tebliğin 5. yılının Recep ayında (M.615) on bir erkekle dört kadından oluşan ilk kafile Habeşistan’a hareket etti. İlk muhacirler arasında Osman b. Affân ile eşi Rasûlüllah’ın (sav) kızı Rukıyye, Ebû Huzeyfe b. Ubte ile hanımı Sehle bint. Süheyl, Ebû Seleme ile hanımı Ümmü Seleme, Âmir b. Rebîa ile hanımı Leylâ bint. Ebû Hamse’nin yanı sıra Zübeyr b. el-Avvâm, Mus’ab b. Umeyr, Abdurrahman b. Avf, Osman b. Maz’ûn, Ebû Sebre, Hâtıb b. Amr ve Süheyl b. Beydâ bulunuyordu. [12] Bu gelişmeden yaklaşık bir yıl sonra Cafer b. Ebû Tâlib başkanlığında 82 erkek ve 18 kadından müteşekkil yeni bir Müslüman grup ikinci Habeşistan hicretini gerçekleştirdi. Önceki Muhâcirler gibi onlar da ülke yöneticisi tarafından iyi karşılandılar. Dolayısıyla yeni yurtlarında güvenlik içinde hayatlarını devam ettirdiler.[13] İki yıl üst üste gerçekleştirilen Habeşistan hicretine Kureyş içinde hemen her kabileden Müslümanlar iştirak etmiştir. Bununla birlikte Mekke sakinleri arasında faaliyete en büyük katılım ise başlangıçtan beri içlerinden İslâm’a dâhil olanların büyük baskı gördüğü Mahzumoğulları, Sehmoğulları, Cumahoğulları ve Ümeyyeoğulları kabilesinden oldu. Hicrete Hz. Peygamber’in kabilesi Hâşimoğulları’ndan katılım ise son derece sınırlıdır. Hâlbuki Kureyş kabileleri arasında Hz. Peygamber’in (sav) soyu ve hamisi olmaları sebebiyle en fazla baskı gören kabile Hâşimoğulları’ydı. Dolayısıyla bu şartlardan kurtulmak için en çok bu kabile mensuplarının Habeşistan’a göç etmesi gerekiyordu. Fakat rivayetler hicrete bu aileden sadece Cafer b. Ebû Tâlib ile hanımı Esmâ bint. Umeys’in iştirak ettiklerini zikreder ki, muhtemelen onların katılımından, Cafer’in Hz. Peygamber’in (sav) akrabası olması (hususiyle de onu Mekke müşriklerine karşı himaye eden amcası Ebû Tâlib’in oğlu olması) sebebiyle onu temsil etmesi ve Muhâcirlere sözcülük yapması hedeflenmiştir. Hâşimîler’in Habeşistan hicretine az sayıda temsilciyle katılmış olmalarının asıl sebebi ise, kabile ileri gelenlerinin,-kendilerinden bir kısmı İslâm’a girmemiş olsalar da- kan bağı sebebiyle aileleri içinde Müslüman olanları himaye etmeleri ve onları müşriklere karşı korumalarıdır. Hatta onlar, bu süreçte kendilerine sığınan başka kabile mensubu korumasız Müslümanları da himaye etmişlerdir. Habeş Muhâcirleri yeni yurtlarında emniyet altında yaşamaya başladılar. Öyle ki onlar, orada bulundukları sürede daima Habeş kralı tarafından himaye görmüşler, bu esnada dinlerini korumuşlar, ibadetlerini yapabilmişlerdir.[14] Bir kısım Habeşli din adamı Müslümanların ibadet edip, dinlerini tanıtma faaliyetleri gerçekleştirmelerini tehlikeli görerek onları tehdit ettiklerinde, Necâşî buna müsaade etmediği gibi muhâcirleri tehdit eden her kişiden ceza olarak dört dirhem alınmasını emretmiştir.[15] Gerek ibadet serbestisi, gerekse tebliğ imkanları bulmaları sebebiyle bir kısım Habeşli’nin bu dönemde İslâm’ı kabul ettiğine dair rivayetlere sahibiz. Nitekim Habeşistan’da Hz. Peygamber (sav) ile nikâhlanan Ümmü Habîbe ile birlikte Medine’ye gelen Bereke ve Necâşî’nin hizmetçilerinden Ebrehe Müslüman olmuşlardı. Ayrıca muhacirlerin geri kalanlarının dönüşünün gerçekleştiğin son yolculuğu altmış kişinin katılmış olduğu rivayeti bu grupta İslâmiyeti kabul eden Habeşlilerin varlığını akla getirmektedir. [16] Zira bu tarihe kadar Mekkeli muhacirlerin büyük bir kısmı çoktan Habeşistan’ı terk etmişlerdi. Mültecilerin Habeşistan’a varışlarından kısa bir zaman sonra Cafer ile eşi Esmâ bint. Umeys’in oğulları Abdullah dünyaya geldi. Bir kısım rivayetlerde onların Muhammed ve Avn ismindeki çocuklarının da burada doğmuş oldukları zikredilir.[17] Bu çocuklardan başka Ebû Seleme’nin kızı Berre, Hâlid b. Saîd ile Ümeyne bint Halef çiftinin Saîd, Eme ve Derc isminde çocukları, el-Muttalib b. Ezher ile Ramle bint. Ebî Avf çiftinin Abdullah, Ebû Huzeyfe ile Sehle bint Süheyl çiftinin Muhammed; Hâris b. Hâlid ile Rayta bint el-Hâris çiftinin de Mûsâ, Ayşe, Zeyneb ve Fâtıma ismindeki çocukları da Habeşistan doğumludur. [18] Habeşistan günlerinde dünyaya gelen çocuklar Müslümanlara sürur verirken, bazen onlar için üzücü hadiseler de meydana gelmiştir. Bunlardan biri de Ubeydullah b. Cahş’ın irtidat ederek Hıristiyanlık dinine geçmesidir. Mekke’de bulunduğu sırada Hıristiyanlığı benimseyen Ubeydullah, Hz. Peygamber’in (sav) İslam dinini tebliğe başlamasıyla birlikte yeni dini benimseyerek eşi Ümmü Habibe ile birlikte Habeşistan’a hicret etmişti. Ancak burada Hıristiyanlığın etkisinde kalarak Müslümanlıktan koparak yeniden eski dinine dönmüştür.[19] Diğer taraftan Mekke müşrikleri onların burada iyi halde olmalarından rahatsızlık duymaya başladılar. Halbuki onların beklentileri Habeşistan’a gidenlerin geri dönüp kendilerine teslim olmalarıydı. Ancak umutları gerçekleşmeyince Müslüman sığınmacıların sınır dışı edilmelerini temin maksadıyla Habeşistan’a resmî bir elçi heyeti göndermeye karar verdiler. Mekke adına bu vazifeyle görevlendirilen Amr b. el-Âs ile Abdullah b. Ebû Rebîa Habeşistan’a ulaştılar.[20] Gelen elçiler, Necâşî’nin huzuruna çıkmadan önce, kraliyet sarayındaki tüm askerî ve sivil bürokratlarla, din adamları ve sair yöneticilere hediye edilmek üzere bol miktarda kıymetli Arabistan derilerini yanlarında getirmişlerdi. Mekke elçileri saray erkanına geliş amaçlarını açıklayarak onlardan Necâşî nezdinde kendilerine destek olmalarını ve kralı bu hususta ikna etmeleri ricasında bulundular. Habeşlilerin, sığınmacıları ülkelerinden kovarken vicdanî bir rahatsızlık duymamaları için de onların kendi dinlerinden çıktıkları gibi Hıristiyan dinine girmedikleri hususunu da bilhassa dile getirdiler. Nihayet Kureyş adına gelen elçiler kralın huzuruna çıkarak, bazı ayak takımı insanların Mekke’den ayrılıp Habeşistan’a yerleştiklerini, onların kendi dinlerini terk ettiklerini, fakat sığındıkları insanların dinine de girmediklerini söyleyip Muhâcirleri suçladıktan sonra, geliş amaçlarının bu insanların ülkelerine geri gönderilmelerini temin etmek olduğunu bildirdiler. Daha önceden elçilerin getirdiği kıymetli hediyelerle gönülleri kazanılmış bulunan saray erkânı da kralın huzurunda Kureyş elçilerinin isteklerini hararetle desteklediler. Ancak kral, sığınma hakkına ihanet etme düşüncesine kapıldıkları için bürokratlarını şiddetli bir şekilde azarladı. Ardından da ülkesine gelen insanları dinlemeden bu hususta herhangi bir karar vermeyeceğini söyleyerek Müslümanlar arasından bir temsilcinin huzuruna getirilmesini emretti. Bunun üzerine kendisine ulaşılan Cafer b. Ebû Tâlib herkesin huzurunda şöyle bir konuşma yaptı: “Ey hükümdar, Allah aramızdan birini seçip de onu kendisi için elçi olarak gönderene kadar biz cahillerdendik, putlara tapar, ölü hayvan eti yer, fuhuş yapardık. Akrabalık bağlarına riayet etmez, komşuluk haklarını tanımazdık. Güçlü olanlarımız zayıf olanlarımız ezerdi. Uzun bir müddet bu halde yaşadık. Sonra Allah bize aramızdan soyunu, doğruluğunu, güvenilirliğini, namusluluğunu bildiğimiz bir peygamber gönderdi. O bizi Yüce Allah’ın birliğini tanımaya ve O’na ibadet etmeye çağırdı. Ağaç ve taştan yaptığımız putlara tapmaktan, Allah’a ortak koşmaktan uzaklaştırdı. Bize doğru söylemeyi, emanete ve akrabalık bağına riayet etmeyi, komşularla güzel geçinmeyi, haramdan, kan dökmekten sakınmayı emretti. Fuhuştan, yalandan, yetim malı yemekten, namuslu kadına iftira etmekten men etti. O, bize, diğer insanlara kötülük yapmaktan çekinmeyi, sadece Allah’a ibadet etmeyi, sadaka vermeyi ve her çeşit iyi ve güzel ameller işlemeyi öğretti. Bütün bunlar, bize hoş ve cazip geldi ve biz bunları yapmaya başladık. Fakat bunun hemen arkasından kendi insanlarımızdan, vatanımızı terk etmeye ve senin ülkene sığınmaya bizi mecbur eden işkenceler gördük. Biz, seçebileceğimiz bütün krallar arasından sizi tercih etmiş bulunuyoruz; zira sizin yanında bize kimsenin zulmedemeyeceğini ümit ediyoruz”. [21] Habeş kralı bu veciz konuşmayı dinledikten sonra Hz. Peygamber’in (sav) getirdiklerinden kendisine bir örnek sunulmasını istedi. Bunun üzerine Cafer, kendisine Meryem sûresinin ilk âyetlerini okudu: “Kâf Hâ Yâ Ayn Sâd. Bu, Rabbinin, Zekeriya kuluna olan merhametinin anılmasıdır. Hani o Rabbine gizli bir sesle yalvarmıştı. O şöyle demişti: “Rabbim! Şüphesiz kemiklerim gevşedi. Saçım sakalım ağardı. Sana yaptığım dualarda (cevapsız bırakılarak) hiç mahrum olmadım.” “Gerçek şu ki ben, benden sonra gelecek akrabalarım(ın isyankâr olmaların)dan korkuyorum. Eşim ise kısırdır. Bana kendi tarafından; bana ve Ya’kub hanedanına varis olacak bir çocuk bağışla ve onu hoşnutluğuna ulaşmış bir kimse kıl!” (Allah şöyle dedi:) “Ey Zekeriyya! Haberin olsun ki biz sana Yahya adlı bir oğul müjdeliyoruz. Daha önce onun adını kimseye vermedik.” Zekeriyya, “Rabbim!” “Hanımım kısır ve ben de ihtiyarlığın son noktasına ulaşmış iken, benim nasıl çocuğum olur?” Vahiy meleği) dedi ki: “Evet, öyle. (Ancak) Rabbin diyor ki: “Bu bana göre kolaydır. Nitekim daha önce, hiçbir şey değil iken seni de yarattım.” Zekeriyya, “Rabbim, öyleyse bana (çocuğumun olacağına)bir işaret ver”, dedi. Allah da, “Senin işaretin, sapasağlam olduğun halde insanlarla (üç gün) üç gece konuşamamandır” dedi. Derken Zekeriya ibadet yerinden halkının karşısına çıktı. (Konuşmak istedi, konuşamadı) ve onlara “Sabah akşam Allah’ı tespih edin” diye işaret etti. Yahya dünyaya gelip büyüyünce onu peygamber yaptık ve kendisine) “Ey Yahya kitaba sımsıkı sarıl” dedik. Biz ona daha çocuk iken hikmet ve katımızdan kalp yumuşaklığı ve ruh temizliği vermiştik. O, Allah’tan sakınan, anne babasına iyi davranan bir kimse idi. İsyancı bir zorba değildi. Doğduğu gün, öleceği gün ve diriltileceği gün ona selam olsun! (Ey Muhammed!) Kitapta (Kur’ân’da) Meryem’i de an. Hani ailesinden ayrılarak doğu tarafında bir yere çekilmiş ve (kendini onlardan uzak tutmak için) onlarla arasında bir perde germişti. Biz, ona Cebrail’i göndermiştik de ona tam bir insan şeklinde görünmüştü. Meryem, “Senden, Rahmân’a sığınırım. Eğer Allah’tan çekinen biri isen (bana kötülük etme)” dedi. Cebrail, “Ben ancak Rabbinin elçisiyim. Sana tertemiz bir çocuk bağışlamak için gönderildim” dedi. Meryem, “Bana hiçbir insan dokunmadığı ve iffetsiz bir kadın olmadığım halde, benim nasıl çocuğum olabilir?” dedi. Cebrail“Evet, öyle. Rabbin diyor ki: O benim için çok kolaydır. Onu insanlara bir mucize, katımızdan bir rahmet kılmak için böyle takdir ettik. Bu zaten (ezelde) hükme bağlanmış bir iştir” dedi. Böylece Meryem çocuğa gebe kaldı ve onunla uzak bir yere çekildi. Doğum sancısı onu bir hurma ağacına yöneltti. “Keşke bundan önce ölseydim de unutulup gitmiş olsaydım!” dedi. Bunun üzerine (Cebrail) ağacın altından ona şöyle seslendi: “Üzülme, Rabbin senin alt tarafında bir dere akıttı.” “Hurma ağacını kendine doğru silkele ki sana taze hurma dökülsün.” “Ye, iç, gözün aydın olsun. İnsanlardan birini görecek olursan, “Şüphesiz ben Rahmân’a susmayı adadım. Bugün hiçbir insan ile konuşmayacağım” de Kucağında çocuğu ile halkının yanına geldi. Onlar şöyle dediler: “Ey Meryem! Çok çirkin bir şey yaptın!” “Ey Hârûn’un kız kardeşi! Senin baban kötü bir kimse değildi. Annen de iffetsiz değildi.” Bunun üzerine (Meryem, çocukla konuşun diye) ona işaret etti. “Beşikteki bir bebekle nasıl konuşuruz?” dediler. Bebek şöyle konuştu: “Şüphesiz ben Allah’ın kuluyum. Bana kitabı (İncil’i) verdi ve beni bir peygamber yaptı.” “Nerede olursam olayım beni kutlu ve erdemli kıldı ve bana yaşadığım sürece namazı ve zekâtı emretti.” “Beni anama saygılı kıldı. Beni azgın bir zorba kılmadı.” “Doğduğum gün, öleceğim gün ve diriltileceğim gün bana selâm (esenlik verilmiştir).” Hakkında şüpheye düştükleri hak söze göre Meryem oğlu Îsâ işte budur. Allah’ın çocuk edinmesi düşünülemez. O bundan yücedir, uzaktır. Bir işe hükmettiği zaman ona sadece “ol!” der ve o da oluverir. Şüphesiz, Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse (yalnız) O’na kulluk edin. Bu, dosdoğru bir yoldur. (Fakat hıristiyan) gruplar, aralarında ayrılığa düştüler. Büyük bir günü görüp yaşayacakları için vay kâfirlerin haline! Bize gelecekleri gün (gerçekleri) ne iyi işitip ne iyi görecekler! Ama zalimler bugün apaçık bir sapıklık içindedirler. Onları, gaflet içinde bulunup iman etmezlerken işin bitirileceği o pişmanlık günüyle uyar. Şüphesiz yeryüzüne ve onun üzerindekilere biz varis olacağız, biz! Ancak bize döndürülecekler.” [22]. Kral ve adamları Cafer’in okuduğu âyetlerden son derece etkilenerek ağlamaya başladılar. Necâşî bunun ardından, duyduklarının Hz. Îsâ’ya gelenlerle aynı kaynaktan olduğunu ifade ederek Müslümanlara ülkesinde huzur içinde istedikleri kadar kalabileceklerini açıkladı. Neticede Müslümanları geri alabilme ümidiyle Habeşistan’a gelen Mekke elçileri elleri boş döndüler .[23] Habeş muhacirleri ülke kralının kendilerine göstermiş olduğu kadirşinaslığı hiçbir zaman unutmamışlardır. Nitekim bu dönemde çıkan iş savaş sebebiyle iktisadî sıkıntıya düşen kral Ashama’ya kendi imkanları nispetinde yardımcı olmaya çalışmışlardır. Tarihçilerin çoğu, Habeşistan hanedan mücadelesinde savaşma çağına gelmiş Müslümanların Necâşî’nin safında yer alıp ona destek olduklarını kaydederler. Nitekim onlar arasında yer alan Hz. Zübeyr ülkede meydana gelen iç savaşa fiilen katılmış, bunun sonucunda Necaşî kendisine çok değerli bir mızrak hediye etmiştir. Zübeyr’in dönüşünde bu mızrağı Râsulullah’a (sav) armağan ettiği,onun da bu silahı bütün hayatı boyunca resmi törenlerde kullandığı rivayet edilir.[24] Habeşistan’a gerçekleşen ikinci hicretin hemen akabinde Mekke‘de kalan az sayıdaki Müslümanı bir nebze de olsa ferahlatan iki gelişme meydana geldi ki, bu da Hz. Peygamber’in amcası Hz. Hamza ile Hz. Ömer’in İslâm’a girişleridir. Gerçekten de Miladi 615 yılında Ebû Cehîl‘in Rasûlüllah’a (sav) hakaret etmesinden rahatsız olan Hz. Hamza’nın Müslüman olması, hem Hz. Muhammed (sav) için büyük bir sevinç ve moral kaynağı, hem de Müslümanlar adına güçlü bir destek olmuştu. Hamza zamanının büyük bir kısmını kuşları ve her türlü hayvanı avlamak için çöllerde, tepelerde geçirirdi. Gelişmelerden manevî meselelerin onu pek ilgilendirmediği anlaşılmaktadır. Bir gün, her zamanki gibi av dönüşü şehre girmiş ve adeti olduğu üzere evine gitmeden önce Ka’be’yi tavafa niyetlenmişti. O sırada av silahları da elindeydi. Mekke’deki cariyelerden biri yanına gelip, gündüz vakti Ebû Cehil’in, yeğeni Hz. Muhammed’e (sav) hakarette bulunduğunu haber verdi. Hamza duydukları sebebiyle son derece öfkelenerek hemen Kabe’de bulunan Ebû Cehîl’in yanına koşup, ona demir yayı ile vurarak başını yardı. Ardından da “Sen Muhammed’in akrabaları tarafından terk edildiğini mi sanıyorsun? İyi dinle: Ben de onun dinini kabul ettim. Şimdi ister sen, isterse buna cesareti olan kim varsa çıksın karşıma” demek suretiyle Müslümanlığını ilan etti. [25] Rivayete göre Hz. Muhammed’i (sav) öldürmek niyetiyle harekete geçen Ömer, yolda kız kardeşi Fâtıma ile eniştesi Sa’îd b. Zeyd’in de Müslüman olduklarını haber alınca derhal onların evine gitmiş ve kendilerine şiddetle muamelede bulunmuştur. Daha sonra yaptığından büyük pişmanlık duyarak özür dilemiş ardından da okudukları şeyi kendisine de açıklamalarını istemiştir. Bu esnada dinlediği Kur’ân âyetlerinden son derece etkilenen Hz. Ömer, daha sonra Rasûlüllah’ın (sav) huzuruna giderek Müslümanlığını ilân etmiştir. Onun İslâm’a girişi Mekke’de kalan Müslümanlara cesaret vermiş, onlar artık Kâbe’de toplu olarak namaz kılmaya başlamışlardır.[26] Hz. Ömer’in Müslüman olmasıyla ilgili olarak gelen ikinci rivayete göre, bir gün Hz. Ömer, Kâbe’ye geldiğinde örtünün arkasında saklanarak Allah Rasûlü’nü (sav) izlemiş, onun okuduğu Hakkâ sûresinde geçen ve Kureyşlilerin Kur’ân için söyledikleri “şairlerin, kâhinlerin veya Muhammed’in uydurmasıdır” şeklindeki sözlerine cevap veren âyetlerini duyunca Müslüman olmaya karar vermiş, ardından evine kadar onu takip ederek İslâm’a girdiğini beyan etmiştir.[27] Kaynaklara göre Hz. Ömer Müslüman olduğunu bizzat evine giderek Ebû Cehil’e bildirmiş, ertesi günü de Cemîl b. Ma’mer’de de bu haberin bütün Kureyş’e duyurulmasını istemiştir.[28] Habeşistan’da kalan Muhâcirlerden bir kısmı Hz. Ham­za’nın, ardından Hz. Ömer’in de Müslüman olmasıyla Mekke‘deki din kardeşlerinin feraha kavuştuklarını düşünmeye başladılar. Onlardan bazıları da gerek Habeşistan’a alışamadığından gerekse yurtlarında duydukları özlemden dolayı Mekke’ye geri döndüler.[29] Bununla birlikte onlar yeniden hicretin zorluğunu da göze alamayarak müşriklerden aldıkları himayelerle Mekke’de yaşamaya devam etmişlerdir. Habeşistan’da kalanların bir bölümü Medine‘ye hicretin öncesinde Müslümanlara uygulanan sosyal boykotun ardından  Arap Yarımadası’na geri dönerken[30], geri kalanları ise ancak Hicretin yedinci (M.628) yılında gerçekleşen Hayber fethinden sonra Hz. Peygamber’in (sav) Amr b. Ümeyye ed-Damrî vasıtasıyla Necâ­şî nezdindeki girişimleriyle Medine’ye getirilmişlerdir. Nitekim Rasûlül­lah (sav) onları görünce “Hayber’in fethinin mi, yoksa kardeşim Cafer’in gelmesinin mi daha sevindirici olduğunu bilemi­yorum” diyerek memnuniyetini beyan etmiştir. [31] Habeş Muhacirleri ülkede kaldıkları süre içinde varlıklarını sürdürmüşler ve dinlerini muhafaza etmeyi başarmışlardır. Ancak onlardan ikisi Müslümanlıktan çıkarak bulundukları ülke insanlarının dini olan Hıristiyanlığa geçmişlerdir. Bunlar Ubeydullah b. Cahş ile Sekrân’dır. Bu din değiştirme olayının ayrıntıları arasında, Ubeydullah’ın alkolik biri olduğu ve sarhoş bir halde iken suya düşüp boğulduğu dışında pek bir şey bilinmemektedir. Bununla birlikte din değiştiren her iki şahsın hanımları onların yolundan gitmeyi reddetmişlerdir. Öyle ki Sekrân’ın karısı Sevde kocasından ayrılarak bir süre sonra Mekke’ye dönmüştür.[32] Onun bu tutum ve davranışından çok memnun kalan Allah Rasûlü (sav) kendisiyle evlenerek onu onurlandırdı. Bu olay hicretten önce gerçekleşmiştir.[33] Ubeydullah’ın eşi, aynı zamanda da Mekke müşriklerinin reisi Ebû Süfyan’ın kızı olan Ümmü Habîbe’ye gelince, muhtemelen onun kocası da birkaç yıl sonra din değiştirmiştir. Zira olayı haber alan Rasûlüllah (sav) Necâşî’ye mektup yazarak onunla nikâhını gıyaben kıymasını ve onu Medine’ye göndermesini istemiştir. Bu olay ise Hicretin altıncı yılına (M.628) tesadüf eder .[34] Habeşistan’a yapılan hicret öncelikli olarak Mekke’de can güvenliği endişesi duyan bazı Müslümanların hayatlarını koruma amacıyla gerçekleştirdiği geçici bir çözümdü. Dolayısıyla Habeşistan’a gidenlerin uzun vadeli olarak burayı yurt edinme gibi öncelikli bir hedefleri bulunmuyordu. Nitekim onlardan bir kısmı gitmelerinden kısa süre sonra dönmüş, geri kalanlar da şartlar uygun hale geldiğinde Arabistan’a geri gelmişlerdir. Bu sebeple Habeşistan göçü uzun vadeli ve palanlı stratejik değil, kısa vadeli ve geçici nitelikteki taktik bir hicret faaliyeti olarak değerlendirilmelidir.
  1. MEDİNE’YE HİCRET
Hz. Peygamber (sav) 12 yıl boyunca tüm gayretlerine rağmen Mekke’de Müslümanları hakim duruma getirememişti. Üstelik müşrikler her türlü baskı ve şiddet uygulamak sûretiyle ilk Müslümanlar için Mekke’yi yaşanmaz hale getirmişler, bunun sonucunda Müslümanların önemli bir kısmı yurtlarını terk ederek Habeşistan’a sığınmak zorunda kalmışlardı. Rasûlüllah (sav) ise yanında kalan az sayıdaki Müslümanla birlikte Mekke müşriklerinin işkencelerine katlanmaya devam etmiş, bu süreçte, hem Müslümanlar için kalıcı bir göç yurdu tespit etmek, hem de daveti adına siyasî destekçiler kazanmak ümidiyle Mekke’ye gelen yabancı kabile mensuplarıyla görüşmüştür. Allah Rasûlü (sav) bununla da iktifâ etmeyip destek talebi için bizzat Taif’e gitmiş, ancak onlardan beklediğini ilgiyi bulamamıştır. Rasûl-i Ekrem (sav), sonuçsuz kalan tüm bu girişimlerine rağmen yılmadan Mekke’ye gelen yabancı kabile mensuplarını İslâm’a çağırmaya devam etti. Onun davetine en ciddî cevap Medine’den geldi. Taraflar arasında yapılan görüşmeler sonucunda şehrin Arap sakinleri olan Evs ve Hazrecliler, Hz.Peygamber’i (sav) her şartta destekleyeceklerini açıkladılar. Bunun sonucunda Medine, Müslümanlar için hedef merkez olarak belirlenmiş oldu. Bundan sonra atılacak ilk adım, Medine’deki hareketi daha da kuvvetli hale getirmek için Mekke’de kalan zulüm ve baskı altındaki Müslümanları Medine’ye ulaştırmak, bu sayede Arap yarımadasının iki büyük merkezi olan Mekke ve Medine’nin Müslüman Araplarını birleştirmekti. Hz. Peygamber (sav) bunu sağlamak maksadıyla Kureyşli Müslümanları yeni merkez seçilen Medine’ye hicrete teşvik etti. O kadar ki, hapsedilenler ve engellenenler ile Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ali dışında ilk Müslümanların tamamı Hz. Peygamber’den (sav) önce Medine’ye hicret etmişlerdi.[35] Muhâcirler, göçleri sebebiyle bir taraftan Kureyş müşriklerinin baskılarından kurtulup hürriyetlerine kavuşurlarken, diğer taraftan da Medine’de kurulması düşünülen Müslüman birliğinin Kureyş kanadını oluşturmuşlardır. Mekke ve Medine Müslümanlarından teşekkül eden bu siyasî birlik, daha sonra Ensâr-Muhâcir kardeşliği şeklinde dinî bir dayanışma ve bütünleşmeye dönüşecek, İslâm ümmetinin ilk çekirdeğini oluşturacaktır. Diğer taraftan Müslümanların gruplar halinde Yesrib’e göç ettiklerine şahit olan Mekke müşrikleri, Hz. Muhammed’in (sav) de yakında ora­ya giderek kendilerine karşı güç oluşturacağından endişe duymaya başladılar. Bu meselenin hal çaresini bulmak için toplandıkları Dârünnedve’de yaptıkları görüşmeler sonucunda Rasûlüllah’ı (sav) öldürmeye karar verdiler. Yapılan plana göre Kureyş’in her kabilesinden bir kişinin katılacağı suikast ekibi oluşturulacak, onlar da hep birlikte Allah Rasûlü’ne (sav) saldırarak onu öldüreceklerdi. Planları gerçekleşirse Hâşimoğulları bütün kabilelere karşı kan davasına girişemeyeceği için diyete razı olmaktan başka bir çare de bulamayacak, böylece Kureyş’in bu önemli meselesi de çözülmüş olacaktı. Kur’ân-ı Kerim’de müşriklerin bu teşebbüsü şu şekilde dile getirilir: “Bir zaman o kâfirler seni ya bağlayıp hapsetmeleri, ya öldürmeleri, ya da Mekke’den çıkarmaları için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar sana tuzak kurarlarken, Allah da onlara karşılık veriyordu. Allah tuzak Kuranlara karşılık verenlerin en hayırlısıdır”.[36] Müşriklerin suikast kararından vahiy yoluyla haberdar olan Allah Rasûlü (sav),  Hz. Ebû Be­kir ile daha önceden kararlaştırdıkları hicret planını uygulamaya koydu. Bunun için derhal onun evine giderek hareket vaktinin geldiğini bildirdi. Hz. Ebû Bekir yolculuk için hazırladığı develeri daha önce anlaştıkları Abdullah b. Uraykıt isimli kılavuza teslim ettikten sonra onunla üç gün sonra Serv mağarasının önünde buluşmak üzere sözleşti.[37] Hicret haberini yol arkadaşına ileten Hz. Peygamber (sav) tekrar evine dönerek yeğeni Hz. Ali’yi çağırıp elinde bulunan emanetleri sahiplerine iade edilmek üzere kendisine teslim etti. Bütün hazırlıklarını tamamladıktan sonra gece yarısında kendisini öldürmek için bekleyen müşriklerin arasından geçerek evinden ayrılıp Hz. Ebû Bekir ile birlikte Sevr mağarasına doğru hareket etti.[38] Hz. Peygamber’i (sav) bekleyen suikastçılar onun dışarı çıkmadığını fark edince hemen eve girip kendisi aradılar, ancak onun yatağında Hz. Ali’yi buldular. Ondan istedikleri bilgiye alamayınca bu defa Hz. Ebû Bekir’in evine gittiler, fakat oradan da elleri boş döndüler.[39] Bunun üzerine aradıkları kişilerin nereye gideceklerini tahmin ederek Mekke’yi Medine’ye bağlayan yol boyunca araştırmaya koyuldular. Halbuki, Hz. Peygamber (sav) ile Hz. Ebû Bekir Mekke’yi terk ettikten sonra onların tahmin ettikleri yöne gitmemişler, Medine yolunun ters istikametinde bulunan Sevr mağarasına gizlenmişlerdi.[40] Mekkeliler onları aradıkları istikamette bulamayınca şehrin diğer çıkışlarını da kontrol etmeye başladılar. Nihayet Sevr’in ağzına kadar geldiler fakat onları fark edemediler.[41] Kur’ân’da bu hadiseye şöyle değinilir: “Muhammed’e yardım etmezseniz, bilin ki, inkar edenler onu Mekke’den çıkardıklarında mağarada bulunan iki kişiden biri olarak Allah ona yardım etmiştir. Arkadaşına ‘üzülme Allah bizimle beraberdir’ diyordu. Allah da ona güven vermiş, görmediğiniz askerlerle onu desteklemiş, inkâr edenlerin sözünü alçaltmıştır”.[42] Medine yolcuları şehir sakinleşinceye kadar Sevr’de kaldılar. Bu esnada Hz. Ebû Bekir’in kızı Esmâ onlara erzak getiriyor, oğlu Abdullah da gündüz Mekke’de olup bitenler hakkında kendilerine bilgi ulaştırıyordu.[43] Diğer taraftan Hz.Ebû Bekir’in azatlısı Âmir b. Füheyre ise koyunlarını mağara etrafında otlatmak sûretiyle de bir taraftan oraya gelip gidenlerin ayak izlerinin silinmesini sağlıyor, diğer taraftan da hayvanlardan elde ettiği sütü onlara ikram ediyordu.[44] Sevr’deki bekleyişlerinin üçüncü gününde Hz. Ebû Bekir’in daha önce kendilerine kılavuzluk yapması konusunda anlaştığı Abdullah b. Uraykıd yanında yolculuk için hazır beklettiği develerle birlikte oraya ulaştı. Son hazırlıklar da tamamladıktan sonra Allah Rasûlü (sav) Hz. Ebû Bekir ile birlikte yanlarına Âmir b. Füheyre’yi de alıp Mekke-Medine yolunun bilinen güzergahından farklı bir rota takip ederek Yesrib’e doğru harekete geçtiler. (1 Rebîülevvel / 13 Eylül 622).[45] Hz. Peygamber (sav) Mekkelilerin takibinden kurtulmuştu. Ancak onlar Mekke-Medine arasında bulunan kabilelere haber göndererek hicret yolcularının bulunması durumunda 100 deve ödül vereceklerini ilân ettiler. Bu amaçla harekete geçen ödül avcılarından Sürâka isimli bir savaşçı onları buldu. Ancak gerçekleştirdiği üç saldırıda da atının ayakları kuma saplandı. İçine düştüğü durumun fevkalâdeliğini anlayınca, Hz. Peygamber’den (sav) özür dileyerek yanlarından uzaklaştı. Sürâka dönüş yolunda da onları aramaya çıkan başka savaşçıları yanlış yönlendirerek onların kafileye ulaşmalarına engel olmuştur.[46] Hz. Peygamber (sav) ile beraberindekiler, sekiz günlük bir yolcu­luktan sonra Yesrib’e bir saatlik mesa­fede bulunan Kubâ’ya ulaştılar.[47] Rasûl-i Ekrem (sav), Mekke’den gelecek Hz. Ali’yi ve diğer muhâcirleri beklemek üzere birkaç gün kal­dığı köyde bir mescid inşa ettirdi.[48] Kur’ân’da bu mescidden şöyle bahsedilir: “Muhakkak ki bu mescid yapılırken takva ve tevhid temeli üzerine kurulmuş ve böyle devam edegelmiştir. Habibim burada senin namaz kılman çok doğru ve hayırlıdır. Burada temizliği seven Allah’tan korkan bir cemaat vardır. Allah da çok temiz ve faziletli olanları sever”.[49] Allah Rasûlü (sav) Kubâ’daki görevini tamamladıktan sonra yanındakilerle birlikte 12 Rabîülevvel 1 (24 Eylül 622) Cuma günü Yesrib’e doğru hareket etti. Yol üzerinde bulunan Rânûnâ vadisinde ilk cuma hutbesini okudu ve cuma namazı kıldırdı.[50] Hz.Peygamber (sav), Kubâ’dan hareket etmeden önce Medine’de bulunan Neccâroğulları kabilesine mensup dayılarına haber göndermiş, kendisini karşılamasını istemişti. Bunun üzerine onlar da kılıçlarını kuşanarak şehrin dışında onu karşıladılar.[51] Hz. Peygamber (sav) Yesrib’e ula­şınca şehir halkı tarafından büyük bir sevinç ve coşkuyla karşılandı. Müslümanlardan her biri Allah’ın elçisini kendi evinde misafir etmek istiyordu. Allah Rasûlü (sav) ise onlardan hiçbirini kırmamak için, devesinin çöktüğü en yakın evde konaklayacağını bildirdi. Deve Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin evine yakın bir yerde durunca Rasûlüllah’ın (sav) ev sahibinin kim olduğu ortaya çıktı.[52] Kısa süre sonra Hz. Peygamber (sav) ve Hz. Ebû Bekir’in Mekke’de kalan aileleri de şehre ulaşınca hicret tamamlanmış oldu.[53] Sonuç olarak ifade etmek gerekirse Mekke’den Medine’ye yapılan hicreti Müslümanlar için bir kaçış ve sığınma olarak görmemek gerekir. Esasında buraya göç, Müslümanların için nihaî hedef değil, daha uzak hedefler için bir başlangıçtır. Bu anlamıyla Medine’ye gerçekleştirilen hicret, daha önce yapılan Habeşistan hicretinden hem sebepleri, hem gerçekleşme şekli, hem de sonuçları itibariyle tamamen farklıdır. Her şeyden önce Habeşistan göçü, Mekke’de can güvenliği endişesi duyan bazı Müslümanların hayatlarını koruma amacıyla gerçekleştirdiği geçici bir çözümdü. Gidenlerin orayı yurt edinme gibi bir hedefleri de bulunmuyordu. Nitekim bir kısmı gitmelerinden kısa süre sonra dönmüş, geri kalanlar da şartlar uygun hale geldiğinde Yarımada’ya geri gelmişlerdir. Habeş muhâcirlerinin gittikleri ülkede dinlerini yayma misyonları da yoktu. Onlar Habeşlileri Müslüman yapmak bir tarafa, kendi aralarından Ubeydullah b. Cahş’ın Hıristiyanlığa geçtiğine şahit olmuşlardır. Bütün bunlara karşılık, Medine’ye göçte Müslümanlar için can güvenliği ve sığınma ihtiyacı talî derecede bir etkiye sahiptir. Buraya hicretteki esas gaye, Müslümanlar için huzur ve güven ortamını tesis etmek, davete daha uygun yeni bir merkez sağlamaktır. Daha açıkçası Medine, yeni bir millet (ümmet) ve yeni bir devletin kuruluş merkezi olarak seçilmiştir. Bu nedenledir ki Allah Rasûlü (sav) Akabe’deki ilk görüşmeden itibaren yaklaşık üç yıllık süren dinî ve siyasî nitelikli hazırlık dönemini tamamladıktan, özellikle de Medineliler ile II. Akabe biatını akdettikten sonra hicret sürecini başlatmış, en sonunda kendisi de Medine’ye gelmiştir. Medine’ye hicretle birlikte İslâmî davet Mekke’de kazandığı dinî boyutun yanına siyasî boyutu da ilave etmiştir. Bundan sonra İslâm, mağdurların, mazlumların, muhalif kabul edilenlerin değil, hakim olanların ve yönetenlerin dini olacak, tebliğ artık devlet destekli olarak gerçekleştirilecektir. Bu durumda Allah Rasûlü’nün (sav), peygamberliğinden sonra siyasî niteliği de ortaya çıkacak ve o Medine şehir devletinin başkanı konumuna gelecektir. İşte bütün bunlar sebebiyle, gerek Hz. Peygamber’in (sav), gerekse diğer Müslümanların Medine’ye hicretini, Mekke’den bir kaçış, Medine’ye sığınma değil, daha koordineli dinî ve siyasî projenin başlangıcı, Mekke’ye daha şerefli dönüşün bir adımı olarak görmek daha doğru olur. Hicret, Kureyşli Müslümanlar için baskıdan kurtulmayı, bağımsızlığı ve müşriklere karşı güvenli bir hayatı temin etmiş, Hz. Peygamber’e (sav) de muâzzam bir tebliğ imkanı sağlamıştır. Mekke’de 13 yıldır gerçekleştirilemeyen ümmet bütünlüğü burada kurulabilmiş, bütün inananlar bir araya gelebilmişlerdir. Ayrıca Müslümanlar burada din düşmanlarıyla mücadele için uygun zemin ve şartlara kavuşmuşlar, yeni yurtlarında siyasal, kültürel ve ekonomik anlamda tam bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır. Diğer taraftan hicret, Medineli Araplar açısından da büyük bir kazanım olmuştur. Her şeyden önce onlar, uzun yıllar süren ve iki kabileyi de yok olmanın eşiğine getiren Evs-Hazrec çatışmasından kurtularak birlik oluşturmuşlar; bu sayede Yahudîler karşısındaki konumlarını güçlü hale getirmişlerdir. Onların Medine’de teşkil ettikleri birliğe hicret neticesinde Kureyşli muhâcirler de eklenince, Müslümanlar şehirde Yahudîlere karşı büyük bir üstünlük elde etmişler, şehrin hakim unsuru haline gelmişlerdir. Medeniyetlerin kurulmasında hicretin büyük etkisinin olduğuna tarih şahitlik eder. Gerçekten de dünyada meydana gelen büyük değişimlerin hicretle, yani zorunlu nedenlerle gerçekleşen göç hareketleriyle yakın ilişkisi bulunmaktadır. Dolayısıyla büyük medeniyetlerin doğuşu, büyük göç hareketleriyle ve göçmenler eliyle gerçekleştirilmiştir. Böyle olduğu içindir ki, ilkel (bedevî) bir topluluğun, yaşadığı yurdu bırakıp başka bir yere göç etmeden medenileşebildiğine dair tarihte örnek bulmak zordur, olsa da istisnaî mahiyettedir.[54] Buradan hareketle bilhassa Hz. Peygamber’in (sav) ve Müslümanların Mekke’den Medine’ye hicretini, yeni bir medeniyetin kuruluşunun ilk adımları olarak kabul etmek mümkündür.   [1]     Demircan, Adnan, Nebevi Direniş Hicret, İstanbul 2000, s. 13. [2]     Âl-i İmrân, 3/195. [3]     Buhârî, Bedu’l-vahy 1; İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, (thk. Mustafa es-Sakkâ-İbrahim el-Ebyârî-Abdülhâfız Şelebî), I-IV, Beyrut ts. I, 252-254, 257. [4]     İbn İshâk, Sîretü İbn İshâk, (thk. Muhammed Hamidullah), Konya, 1981, s. 154. [5]     Taberî, Tarihu’l-ümem ve’l-mülûk, (thk. Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim), I-XI, Beyrut ts. (Dâru’s-Süveydân), II, 252. [6]     İbn Sa‘d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, I-VIII, Beyrut ts. (Dâru Sâdır), I, 87; Belâzürî, Ensâbü’l-eşrâf, I, (thk. Muhammed Hamidullah), Jerusalem, 1963, I, 73. [7]     Fîl, 105/1-5. Bu konuda bk. İbn Hişâm, es-Sîre,I, 36-59; Belâzürî, Ensâb, I, 67-68; Taberî, Tarih, II, 139. Ayrıca bk. Cevad Ali, el-Mufassa fî tarihi’l-Arab kable’l-İslâm, I-X, Beyrut 1993, III, 480-520. [8]     İbn Hişâm, es-Sîre, I, 32-58, 64-70, 71-73. Taberî, Tarih, II, 147-148. Ayrıca bk. Çağatay, Neşet, İslâm Öncesi Arap Tarihi ve Câhiliyye Çağı, Ankara 1957, s. 7-22; Fayda, Mustafa, İslâmiyetin Güney Arabistan’a Yayılışı, Ankara 1982, s. 7-23. [9]     bk. İbn İshak, Sîre, s. 149-150; Belâzürî, Ensâb, I, 233. [10]    İbn İshâk, Sîre, 149-150; Belâzürî, Ensâb, I, 233. [11]    Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, (çev. Salih Tuğ), I-II, İstanbul 1990-1991, I, 294-295. [12]    İbn İshâk, Sîre, s. 206; İbn Hişâm, es-Sîre, I, 344-365; İbn Sa’d, et-Tabakât, I, 203-204. [13]    İbn İshâk, Sîre, s. 154-157; İbn Hişâm, es-Sîre, I, 344-365; İbn Sa’d, et-Tabakât, I, 203-204. [14]    İbn Sa’d, et-Tabakât, I, 204. [15]    Süheylî, Ravdu’l-Unuf, (thk. Abdurrahman el-Vekîl, I-VII, Kahire 1967-1970, III, 223-224. [16]    İbn Sa’d, et-Tabakât, VIII, 97-98. [17]    İbn İshâk, Sîre, s. 208; İbn Sa’d, et-Tabakât, I, 204. [18]    Habeşistan’da doğan çocuklar ile ilgili değerlendirmeler için bk. Öztürk, Levent, Etiopya’da İslamiyet, İstanbul 2001, s. 80-81. [19]    İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 89. [20]    İbn İshâk, Sîre, s. 194; İbn Hişâm, es-Sîre, I, 358-359. [21]    İbn Hişâm, es-Sîre, I, 359-360. [22]    Meryem, 19/1-40. [23]    İbn Hişâm, es-Sîre, I, 361-362. [24]    Belâzürî, Ensâb , I, 188. [25]    İbn İshak, Sîre, s. 151-153; İbn Hişam, es-Sîre, I, 311-312. [26]    İbn İshâk, Sîre,s. 160-165; İbn Hişâm, es-Sîre, I, 366-375. [27]   Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 17. [28]   Buhârî, Fedâilu Ashâb, 3, 6. [29]    Buhârî, Tefsîru’l-Kur’ân 53; İbn İshâk, Sîre, s. 158; İbn Hişâm, es-Sîre, II, 3-9; Belâzürî, Ensâb, I, 227. [30]    Bu konuda bilgi ve değerlendirmeler için bk. Öztürk, Levent, Etiopya’da İslamiyet, s. 113-117. [31]    Buhârî, Farzu’l-Hums 15, Menâkıbu’l-Ensâr 37;  İbn Hişâm, es-Sîre, IV,3; İbn Sa’d, et-Tabakât, II, 108. [32]    İbn Hişâm, es-Sîre, I, 345-355; İbn Sa’d, et-Tabakât, VIII, 52. Sekrân’ın Habeşistan’da değil Mekke’de öldüğü de rivayet edilmektedir. (bk. İbn Sa’d, et-Tabakât, VIII, 52). [33]    İbn Sa’d, et-Tabakât, VIII, 53. [34]    Buhârî, Farzu’l-Hums 15, Menâkıbu’l-Ensâr 37. [35]    İbn Hişâm, es-Sîre, II, 111-120; İbn Sa‘d, et-Tabakât, I, 227-228. [36]    Enfâl, 8/ 30 [37]    Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 45. [38]    İbn Hişâm, es-Sîre, II, 124-126; İbn Sa‘d, et-Tabakât, I, 228. [39]    İbn Hişâm, es-Sîre, II, 131-132. [40]    Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 45. [41]    Belâzürî, Ensâb, I, 260-261. [42]    Tevbe, 9/40. [43]    Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 45. [44]    Belâzürî, Ensâb, I, 194, 260. [45]    İbn Hişâm, es-Sîre, II, 130-133: İbn Sa‘d, et-Tabakât, I, 228-229. [46]    Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 45; İbn Hişâm, es-Sîre, II, 134-135. [47]    İbn Hişâm, es-Sîre, II, 136-138; İbn Sa‘d, et-Tabakât, I, 227-233. [48]    İbn Hişâm, es-Sîre, II, 139-140; Belâzürî, Ensâb, I, 263-264. [49]    Tevbe, 9/108. [50]    İbn Hişâm, es-Sîre, II, 138-139. [51]    Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 46. [52]    İbn Hişâm, es-Sîre, II, 139-141; İbn Sa‘d, et-Tabakât, I, 235-237. [53]    Belâzürî, Ensâb, I, 269-270. [54]    Ali Şeriati, İslâm Sosyolojisi Üzerine, İstanbul 1980, s. 50-51. Hicret konusunda geniş bilgi için bk. Demircan, Adnan, Nevebî Direniş Hicret, İstanbul 2000.

Yazarlar