İnsanlar genelde, kendileriyle acı ve tatlı anları yaşayan, keder ve
derdi ile dertlenen, üzüntüsünü paylaşan kişiye dost; kurulan bu ilişki
biçimine de dostluk derler. Dostluk, düşünce, fikir, inanç birliğine
dayandığı müddetçe daha kalıcı olabilmektedir. Çünkü düşünce birliğine
dayanmayan beraberlikler, Allah rızası için kurulmayan dostluklar devam
etmez ve akamete uğrar. İnsanlarla sağlıklı bir biçimde dostluk
kuramamanın bazı nedenleri vardır. Bunların başında ruhî eğitimsizlik,
kibir, kıskançlık kendini beğenme gibi kalbî hastalıklar gelir. Niyazî
Mısrî’nın söylediği şu mısralar bu gerçeğe işaret etmektedir: “Ben sandım ki bana hiç dost kalmamış Ben benliği terk eyledim baktım ki ağyar kalmamış”.
Bu nedenle iyiler, sadıklar, muttakiler birbirlerini arayıp bulmalı.
Aralarında iletişim bağı sağlanmalı, acı ve tatlı anlarını beraber
yaşamalıdırlar. Zira acı tatlı anlar birlikte yaşanmadıkça gerçek samimi
bağlar oluşamaz. Samimi bağlardan yoksun bireyler en kalabalık
topluluklarda bile kendilerini yalnız hissederler. Yalnızlık duygusuna
kapılırlar. Zaten yalnızlık, çağımızın en bunaltıcı hastalıklarından
biri değil midir? Evet, yalnızlık bazen zor; bazen de sevimli bir durum
olarak karşılanmıştır. Kimisi yalnızlığı sevmiş kimisi ise nefret
etmiştir. Hz. Peygamber’e de Risalet’ten kısa bir süre önce yalnızlık
sevdirilmişti. Bu nedenle Resûlullah: “Bana yalnızlık sevdirildi”
buyurmuştur. Allah’ın Resülü’ne sevdirilen bu yalnızlık nefsî eğitim,
ruhî terbiye ile uğraşmak ve ruhen terakki etmek için olan halvettir.
Fakat dostsuz kalmak, insanlarla ilişki kuramamaktan kaynaklanan
yalnızlık ise yerilmiş, zemmedilmiştir. Bu anlamdaki yalnızlık
tembellikten, sorunlu olmaktan kaynaklanıyor. Her ne olursa olsun
insanlarla sağlıklı bir biçimde ilişkiler kuran sosyal insan, yalnız
başına kalan asosyal kişiden daha hayırlı olarak kabul edilmiştir.
“Aslandan kaçar gibi insanlardan kaçın” sözü dini bir temele dayanmıyor.
Zira Allah’ın Rasûlü “Halk arasına karışıp onların dertleri ile
dertlenen mü’min, inzivaya çekilip yalnız kendisiyle uğraşan mü’minden
daha hayırlıdır” buyurmaktadır. Sağlıklı insan başkalarıyla yararlı,
sağlıklı sosyal ilişkiler kurabilen kimsedir. Hayatta en beceriksiz
kişiler bile yalnız yaşayabilirler. Onun için Efendimiz: “Mü’min hem
ülfet eder, hem de kendisi ile ülfet olunur (hem sever, hem sevilir)
ülfet etmeyen ve ülfet olunmayandan hayır yoktur.”buyurmaktadır. Bir
hareketin bir merhaleden diğer bir merhaleye varabilmesi ve ileriye
doğru bir adım atabilmesi için bireylerinin arasındaki kenetleşme çok
önemlidir. Bu yüzden Cenab-ı Hakk şöyle buyurmaktadır: “Allah, taşları birbirine kenetlenmiş bir bina gibi saflar halinde, Kendi yolunda savaşanları sever.” (Saff, 61/4).
İşte sır “bu bir duvarın tuğlaları gibi kenetleşmede saklıdır. Ne mutlu
bu sırrı keşfeden mü’mine! Ve ne mutlu ona göre amel edene! Zira
ahirette birbirini Allah için sevenlerin dışında insanların kimi kimine
düşman kesilecektir: “ O gün; muttakilerin dışında, dostlar birbirlerine düşman olurlar.” (Zuhruf, 43/67).
Dostluğun sürdürülmesi ve pekiştirilmesi için bazı hususlara dikkat
etmek gerekmektedir. Dostluğu pekiştiren önemli bir unsur
ziyaretleşmelerdir. Onda görülen eksiklikler dostlar arasında kopukluğa
neden olur. Sadece işi düştüğü sıralarda veya bir takım çıkar ve
bahaneler olmadan insanları arayıp sormayanlar, şahsiyetleri yeterince
olgunlaşmamış ve dostluk bilincini yakalamamış kişilerdir. Oysa dost,
sadece Allah rızası için dostunu/kardeşini ziyaret edebilmeli veya en
azında hal hatırını sorabilmelidir. Yine sünnet olduğu üzere iade-i
ziyaret edebilmelidir. Zira tek taraflı ziyaretler ve ilişki biçimleri
kalıcı olmazlar, devam etmezler. Ziyaret edilen bunu düşünmelidir. Tek
taraflı sevgiler, ziyaretler kalıcı değildir. Sevgi ve muhabbetin
artması dostluğun devam edebilmesi için karşılıklı sevgi, saygı ve
ziyaretleşmeler kaçınılmazdır. Ne var ki mü’minler bugün uhuvvet
haklarına yeterince gözetmemektedirler. Tarihte bir altın tablo gibi
görülen Ensâr-Muhacir kardeşliğini, sahabîler arasındaki o kuvvetli
kenetleşmeyi adeta göz ardı etmektedirler. İnsanlar arası ilişkileri
çıkar ve menfaat sağlıyor. Yani ekonomik ve sosyal faydalar... Mal,
makam ve şöhret sahibi kimseler etrafında dolaşan, onları razı etmek
için didinen, onlara dalkavukluk eden insanların sayıları az değildir.
İlişkileri menfaat belirliyor. Ne yazık ki en koyu Müslüman gibi görünen
kişilerde dahi bu kötü hasletleri görebilmek mümkündür. Bütün bunları
gördükten sonra ister istemez insanın hatırına şu sorular geliyor?
Nerede kaldı Allah rızası için sevenler, sevilenler? Allah rızası için
gidiş ve gelişler? Nerede Ashabın örnek ahlakı ile ahlaklanan mü’minler?
Bunların tümü neredeyse kaybolup gitti. Yerini menfaat sevgisi, çıkar
dostluğu, sanal ve laklak etme arkadaşlıkları aldı. Birçok kişi dertsiz
ve tasasız insan arıyor. Dertlinin derdi ile ilgilenen neredeyse yok.
Dertli birisi görüldüğünde onunla ilgilenmek, derdiyle dertlenmek yerine
o kişinin gittikçe derdini çoğaltmak ve karamsarlığına karamsarlık
katmaya çalışılmaktadır. Kısaca söylemek gerekirse çoğu insan dertlinin
derdine deva aramıyor, bu konuda aracı olmak istemiyor. Ama aynı
insanlar bir kişide menfaat ve çıkarlarını umduklarında ise derhal ona
dört elle sarılırlar. Bu durumlar karşısında insanın hatırına şu ayet
gelmektedir: “Sizi hoşnut etmek için Allah’a yemin ederler. Eğer
inanıyorlarsa Allah’ı ve peygamberini hoşnut etmeleri daha gereklidir.”
(Tevbe, 9/62) Evet, insanları razı etmek için Allah’a isyan
etmek dünya ve ahrette azabı gerektirir. İnsanların beğenisini kazanmak
güzeldir. Fakat Allah’ın gazabını göze almak, Onun hışmına uğramak
pahasına insanların hoşnutluğuna özenmek çirkin bir davranıştır. Yine
bugün bazı feri meseleler, çok tali ihtilaflar Müslümanları birbirine
karşı soğutmaktadır. Bu ise düşmanlarının işine yaramaktadır.
İhtilafların olması kaçınılmazdır ama önemli olan ihtilaflar ile ilgili
adab-ı muaşereti öğrenmektir. Bu adabı ise selef âlimlerimizden
öğrenmeliyiz. Onların ihtilaflar karşısındaki tavırlarını
araştırmalıyız. Bütün bu çarpıklıklara rağmen gerçek uhuvvet ve dostluk
anlayışını yitirmeyen müminler de yok değildir. Çünkü iyiler devamlı
varlıklarını sürdüre gelmişlerdir ve sürecekler. Sayıları az da olsa bu
değerli kardeşlerimize rastlamaktayız. Allah’tan sayılarının
çoğaltmasını dilemekteyiz. Çünkü toplum sadece kötülerle dolu değildir.
İyiler de varlıklarını koruyabilmektedir. Ne var ki bu iyiler
kendilerinde bulunan o güzelim hasletleri çevrelerindeki insanlarda
göremeyince düş kırıklığına uğramaktadırlar. Fakat Resûlullah’ın şu özlü
sözü onlar için teselli kaynağı olmaktadır. “Sana gelmeyene git
(sila-ı rahim yap), sana vermeyene sen ver, sana zulmedeni affet”
(Ahmed b. Hanbel, Müsned, İstanbul 1992, IV, 158) Sonuç olarak
deriz ki, Mümin mümine dost olmalı ona tevazu kanadını germelidir. Ona
karşı şefkatli olmalıdır. Kâfirlerle dost ve sırdaş olmamalı, onlara
karşı onurlu duruşunu sergilemelidir. Ancak durduk yerde kin ve nefret
küpü olmanın da bir anlamı olmasa gerektir. Asr-ı Saadet’te gerçekleşen
ve daha sonra kaybolmaya yüz tutan Ensar-Muhacir kardeşliği yeniden inşa
edilmelidir. (Not: Bu yazının aslı İlahiyat 3. sınıfta
yazılmıştır. Bazı yerleri değiştirildi, geliştirildi ve kısmen
güncelleştirildi. Marmara Ü. İlahiyat Fakültesi, 1986)
14 Ocak 2016 Perşembe
Endülüs'ten Anadolu'ya
Kur’an-ı Kerim’in Hz. Peygamber’e inmeye başlamasından yaklaşık yüz
yıl sonra yani M. 711 yılında Müslümanlar Kuzey Afrika üzerinden
İspanya’ya geçtiler. Emevî Halifesi Velid b. Abdülmelik döneminde
(705-715) Kuzey Afrika valisi Musa b. Nusayr’ın Tarif b. Malik
komutasında gönderdiği keşif birliği İspanya’da ciddi engellerle
karşılaşmadan ilerleme imkânı olduğunu tespit edince Müslümanlar Tarık
b. Ziyad komutasında, Vizigot hâkimiyetindeki İspanya topraklarına
geçerek fetih hareketini başlattılar. Üç yıl içerisinde İspanya’nın
fethi tamamlandı ve Müslümanlar Fransa sınırlarına dayandılar. İslâm
coğrafyasının parçası hâline gelen bu topraklar elli yıl boyunca
valilerle idare edildi. Doğuda Emevileri yıkan Abbasiler, yönetimi ele
geçirdi. Ardından da Emevi sülalesinden olanlar katledilmeye başlandı.
Emevî hanedanından olup da bu katliamdan kaçmayı başaran I. Abdurrahman,
bir müddet Kuzey Afrika’da saklandıktan sonra İspanya’ya geçti.
Yönetimi ele geçirip İspanya’da Abbasilerden bağımsız olarak M. 756
yılında Endülüs Emevî Devletini kurdu. Bir süre sonra Avrupa’nın en
gelişmiş ve güçlü devletlerinden biri hâline gelen Endülüs Emevîleri
1031 yılında parçalandı. Ardından İspanya’nın Müslüman şehirlerinde
küçük devletler (Mulûkü’t-Tavâif) kuruldu. Ne gariptir ki bu devletler
birbirleri aleyhinde Hıristiyanlarla zaman zaman ittifaklar
gerçekleştirerek kendi nüfuzlarını korumaya çalıştılar. Ardından Kuzey
Afrika’daki Murâbıtlar (1090-1147) ve onların devamı olan Muvahhidler
(1146-1248) Endülüs’e hâkim oldular ve Müslümanların birliğini yeniden
sağladılar. Nihayet Müslüman İspanya’nın son devleti Benî Ahmer, tarih
sahnesine çıktı (1231) ve ciddi problemlere rağmen 2 Ocak 1492’ye kadar
varlığını güney İspanya’da devam ettirdi. Bu tarihte Gırnata’nın
İspanyollara teslim edilmesiyle, İber Yarımadası’nda İslam devletleri
sona ermiş oldu. Akabinde Müslümanların varoluş mücadelesi başladıysa da
yüz yıl geçmeden din birliği idealini gerçekleştiren İspanya
topraklarında Müslüman varlığı silindi.[1]
Kısa bir tarihçesini verdiğimiz Müslüman İspanya’nın yani Endülüs’ün
kademeli olarak devam eden sekiz yüz yıllık varlık mücadelesinde
Müslüman toplumlar için ciddi dersler yer almaktadır. Endülüs’ün fethini
gerçekleştiren ilk orduların içerisindeki farklı etnik unsurlar
birbirleriyle mücadelelerini içten içe devam ettirmişlerdir. Arapların
kendi aralarındaki çatışmalarına bir de Arap-Berberi[2]
çekişmesi eklenince ileride doğacak olan büyük fitnelerin tohumları
filizlenme imkânı bulmaya başlamıştır. Hz. Peygamber’in hayatı boyunca
mücadele ettiği ırkçılık (asabiyet) Endülüs’ün baş belası olmuştur.
Müslümanlar, Peygamber öğretilerinden uzaklaşarak birbirlerini
Beledli-Suriyeli, Kayslı-Yemenli, Arap-Berberi diye yıpratmaya devam
ederken İspanya’nın kuzeyinde dağlık bir bölgede hayatta kalma
mücadelesi veren küçük bir grup toparlanmış, teşkilatlanmış yeni
krallıklar kurmaya başlamıştı. 750’lerde I. Alfonso’nun liderliğinde
tesis edilen Asturias Krallığı ile kurulan birlik, tarihî süreçte
çeşitli devletlerin teşekkülüne yol açmıştır. Navarra ve Kastilya
krallıkları bunlardan ikisidir. Hıristiyanların İspanya’nın kuzeyinde
kurdukları krallıklar zaman zaman birbirleriyle mücadele etseler de
“Reconquista” yani İspanya’yı yeniden Hıristiyanlaştırma idealleri için
ittifaklar gerçekleştirmişlerdir. Nihâî hedeflerine ise 1492’de
ulaşmışlardır. Müslümanlar ise daha fetih yıllarında başlayan ve
asabiyet belasının etkisiyle derinleşen çatışmanın pençesinde derin
darbelere maruz kalmışlardır. Ama buna rağmen Endülüs hem de uzun
dönemleri kapsayan medeniyet yolculuğuna devam etmiştir. Özellikle
dirayetli yöneticilerin maharetli idareleriyle yeniden toparlanarak göz
kamaştırmaya devam etmiştir. Endülüs toplumunu olumsuz etkileyen husus
sadece ırkçılıktan (asabiyet) ibaret değildi. Bunun yanı sıra “Allah
rızası için hareket etme” ekseninden uzaklaşılmış olması, dünyevileşme,
iktidar mücadeleleri ve saray darbeleri telafisi imkânsız gelişmelere
yol açmıştır. Endülüs’ün yetiştirdiği güçlü devlet adamlarından ve
tarihçilerinden biri XIV. yüzyılda yaşamış ve Benî Ahmer Devleti’nde
vezirlik yapmış olan Lisânüddîn İbnü’l-Hatîb (ö.776/1374) eserlerinde
Endülüs’te darbelerin çokluğundan bahsetmiş ve bunların sebeplerini
irdelemiştir.[3]
Kendisinin de yıllarca idareciliğini yaptığı Benî Ahmer Devletinin
yaklaşık iki yüz elli yıllık tarihinde yirminin üzerinde saray darbesi
yaşanmıştır. Neredeyse ortalama her on yıla bir darbe düşmektedir. İber
Yarımadası’ndaki hâkimiyetlerini bir süre sonra kaybeden Müslümanlar
İspanya’nın güneyinde dar bir şeritte Gırnata, Malaga ve Meriyye
şehirlerini kapsayan topraklarda son devletlerini kurarak yaşamaya devam
ettiler. Bütün bu süreç iyi algılanırsa ve buradan bir yol haritası
çıkarılırsa benzer sorunların diğer İslâm coğrafyalarında yaşanması
engellenmiş olacaktır. Bu anlamda Anadolu’nun Endülüs’ten alacağı önemli
dersler bulunmaktadır. 1071’de başlayan Anadolu’daki varoluş mücadelesi
özellikle batı istikametinde Avrupa içlerine kadar devam eden yayılma
sonucunda toprak kayıpları yaşayarak Anadolu’da istikrar bulmuştur.
Endülüs’te yürütülen Reconquista, Anadolu’da Müslüman Türklerin
varlığından rahatsız olanların zihinlerindeki ideallerle benzerlik arz
etmektedir. Hıristiyan-Batı âleminin, Müslüman Türk toplumunu yok etmeyi
esas alan[4]
bu büyük idealin yolu da “Müslüman Türkleri Avrupa’dan ve Anadolu’dan
çıkarmak!” ya da diğer bir deyişle “Anadolu’yu Türklerden kurtarmak!”
tan geçmektedir.”[5]
Kurtuba’da 524 yıl, Gırnata’da 780 yıl ezan okundu. Kurtuba’daki
ezanlar 1236’da, Gırnata’nın ezanları da 1492’de sustu. Günümüz
İspanya’sında Endülüs’ün güzide şehirlerini Kurtuba (Cordoba), İşbiliye
(Sevilla), Tuleytula (Toledo) ve Gırnata (Granada)’yı gezerken namaz
kılmak için mescit aramak zorundasınız. “Sen işin yoksa namaz kılmak
için mescid ara... Kimi câmi’lerin artık kocaman bir opera; Kiminin
göğsüne haç, boynuna takmışlar çan, Kimi olmuş balo vermek için a’lâ
meydan! Vuruyor bando şu karşımda duran minberde; O, sizin secdeye baş
koyduğunuz, mermerde, Dişi, erkek, bir alay murdar ayak dans ediyor;
İşveler, kahkahalar kubbeyi gümbürdetiyor! … Bu sizin ağlamanız benzedi
bir dîgerine: Endülüs tâcı elinden alınan bahtı kara,
Savuşurken, o güzel mülkü verip ağyâra, Tırmanır bir kayanın sırtına,
etrâfa bakar. Bırakıp çıktığı cennet gibi zümrüt ovalar, Başlar
ağlatmaya bîçâreyi hüngür hüngür! Karşıdan vâlide sultan bunu pek haklı
görür, Der ki: «Çarpışmadın erkek gibi düşmanlarla; Şimdi, hiç yoksa,
kadınlar gibi olsun ağla!» Bırakın mâtemi, yâhu! Bırakın feryâdı; Ağlamak fâide verseydi, babam kalkardı! Gözyaşından ne çıkarmış? Niye ter dökmediniz? Bâri müstakbeli kurtarmaya bir azm ediniz.…”[6]
Anadolu’da bin yıla yakın bir zamandır ezan okumuyor. M. Akif
Ersoy’un dediği gibi: “Ruhumun senden, ilahi, şudur ancak emeli:
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli. Bu ezanlar-ki şahadetleri dinin
temeli- Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.”[7]
Anadolu’daki varlığımızdan rahatsız olanlar, amaçlarına ulaşmak için
bir takım faaliyetler içerisindedir. Bunun için toplumumuzda
- Manevi duyguları dejenere ederek, din duygularını zayıflatmak,
- Ahlak zafiyeti oluşturmak,
- Birbirine kuşkuyla bakan, birbiriyle rekabet, hatta birbirinden nefret eden topluluklar oluşturmak,
- Toplumda güven kaygısı yaratmak suretiyle oluşacak boşluğu kendi değerleriyle doldurup hedeflerine bir adım daha yaklaşmak derdindedirler.
- Milletimizin, manevi kudretinin başlıca kaynağının ve bu vatanda yaşayan farklı unsurların ortak paydalarının İslam olduğu unutulmamalıdır.
- Tarihini bilmeyen ve tarih şuurunu taşımayan milletlerin hafıza ve idraklerini kaybedecekleri ve geleceklerini planlayamayacağı akıldan çıkarılmamalıdır.
- “Milletlerin kendi kültür ve değerlerini ihmali, yalnız kendi varlık ve yaratıcı kabiliyetlerini yıkmaz, bizzat medeniyete ve insanlığa da zararlı olur.”[8] gerçeği genç nesle iyi anlatılmalıdır.
- “Bir topluma manevi değerler enjekte etmeden, o toplumun ekonomik meselelerini (ve diğer sorunlarını) çözmek mümkün değildir.”[9] Bu çerçevede işe manevî deformasyonun ıslahıyla başlanmalıdır.
- Bütün bunlar eğitimle, bilgiyle, bilginin davranışa dönüştürülmesiyle bir anlam kazanacaktır. 07.2015
Ölüm Karşısında Hz. Peygamber’in Tepkisi
Giriş
Hz. Muhammed (sav), bir peygamber olarak büyük bir misyon sahibi idi. Davası uğrunda büyük mücadeleler verdi. Birçok sıkıntıya maruz kaldı. Gün oldu hakaretlere uğradı. Yeri geldi taşlandı. Yurdundan oldu. Savaş meydanlarında at koşturduğu zamanlar oldu. Saldırı ve suikastlara uğradı. Kimi zaman yaralandı. Bu mücadelede en yakın dava arkadaşlarının katline şahit oldu. Fakat hiç yılmadı, sonuna kadar davasının takipçisi oldu. Diğer yandan O, bir aile sahibi idi. Bir dava adamı ve bir peygamber olmakla birlikte aynı zamanda bir evlat, bir yeğen, bir eş ve bir baba idi. Aralarında yaşadığı aile bireyleriyle mutlu günler yaşadı. Ama, gün geldi onların sıkıntı ve acılarına ortak oldu. Kimisinin acısını yüreğinde hissetti. Kimisi de gözlerinin önünde yaşamını yitirdi. Peki O, her biri kendisi için ayrı bir değere sahip olan aile bireylerinin ölümü karşısında nasıl bir tutum takındı? Onlar, onun için ne anlam ifade ediyordu? Ne yaptı, onlar yanı başında hayata gözlerini yumarken? İsyan mı etti? Yoksa metanetle mi karşıladı yaşananları?.. Makalede bu ve benzeri sorulara cevap aranacaktır. Konu, İslam Tarihi kaynakları, usul ve esasları çerçevesi içinde işlenecektir.
Hz. Muhammed (sav), bir peygamber olarak büyük bir misyon sahibi idi. Davası uğrunda büyük mücadeleler verdi. Birçok sıkıntıya maruz kaldı. Gün oldu hakaretlere uğradı. Yeri geldi taşlandı. Yurdundan oldu. Savaş meydanlarında at koşturduğu zamanlar oldu. Saldırı ve suikastlara uğradı. Kimi zaman yaralandı. Bu mücadelede en yakın dava arkadaşlarının katline şahit oldu. Fakat hiç yılmadı, sonuna kadar davasının takipçisi oldu. Diğer yandan O, bir aile sahibi idi. Bir dava adamı ve bir peygamber olmakla birlikte aynı zamanda bir evlat, bir yeğen, bir eş ve bir baba idi. Aralarında yaşadığı aile bireyleriyle mutlu günler yaşadı. Ama, gün geldi onların sıkıntı ve acılarına ortak oldu. Kimisinin acısını yüreğinde hissetti. Kimisi de gözlerinin önünde yaşamını yitirdi. Peki O, her biri kendisi için ayrı bir değere sahip olan aile bireylerinin ölümü karşısında nasıl bir tutum takındı? Onlar, onun için ne anlam ifade ediyordu? Ne yaptı, onlar yanı başında hayata gözlerini yumarken? İsyan mı etti? Yoksa metanetle mi karşıladı yaşananları?.. Makalede bu ve benzeri sorulara cevap aranacaktır. Konu, İslam Tarihi kaynakları, usul ve esasları çerçevesi içinde işlenecektir.
-
Anne ve Babasını Yitirmesi
-
Dedesi ve Amcasını Yitirmesi
-
Eşinin Vefatı
-
Çocuklarının Vefatı
-
Kâsım
-
Abdullah
-
Zeynep
-
Rukiye
-
Ümmü Gülsüm
-
İbrahim
Tarihsel Hz. Ali’den Kurgusal Hz. Ali’ye Dönüşümün Temelleri Üzerine
Müslümanların
dördüncü halifesi Hz. Ali, İslâmî tebliğin başlangıcından
itibaren pek çok hadisede etkin rol alması sebebiyle hakkında en
çok atıf/müzakere/münakaşa/tartışma yapılan tarihî
şahsiyetlerdendir. Onun Müslümanlar arasındaki tartışmalarda
gündem konusu olmasının asıl sebebi ise tarihsel kişiliği
değil, daha ziyade siyasî kişiliğidir. Öyle ki, zamanla onun
siyasî konumu ve politik tercihleri adeta tarihî kişiliğinden
koparılmış, böylece Hz. Ali, çeşitli gerekçelerle tarihte
olduğundan çok farklı bir şahsiyet haline getirilmiştir. Başka
bir ifadeyle tarihî/gerçek Hz. Ali’nin yerini siyasî-dinî
mezheplerin şekillendirdiği ve zamanla kendileştirdiği kurgusal
Hz. Ali almış, hatta zamanla neredeyse her siyasî fırka ve
mezhebin kendine göre bir Hz. Ali anlayışı oluşmuştur. Bilhassa
onun vefatından çok sonraki dönemlerde sistemleşen çeşitli
fırka, mezhep ve hatta tarikatlar, varlıklarını, görüş ve
prensiplerini onun siyasî-dinî şahsiyeti üzerine bina etme
ihtiyacı duymuşlardır. Bazen de onun kişiliği, görüşleri ve
siyasî konumu Şia’da olduğu gibi inanç esasları arasına dahil
edilmiştir. Şia dışındaki gruplar da, Hz. Ali anlayışlarını
büyük ölçüde bu mezhebin Hz. Ali telakkisine göre
belirlemişlerdir. Bütün bunların neticesinde Hz. Ali, adeta
tarihin konusu olmaktan çıkarılarak siyasetin, hatta günlük
politikanın konusu haline gelmiştir. Onun siyasî şahsiyet olarak
görülme/gösterilme anlayışı etkisini etkinliğini günümüzde
de devam etmektedir. Hz. Ali’nin siyasî figür olarak kabul
edilmesinin en önemli sebebi, İslâm siyaset ve düşünce
tarihinde önemli bir yer tutan ve günümüzde de özellikle
Ortadoğu’yu merkez alan uluslar arası ilişkilerde özellikle
İran coğrafyasının patronajında etkinliğini sürdüren Şia
geleneğinin onun ismi ve kişiliği üzerine temellendirilmiş
olmasıdır. Öyle ki, Şia düşüncesine göre Hz. Peygamber’in
(sav) vefatından sonra Müslümanları idare etme görevi hilâfet
(Şiilere göre İmamet) mutlak anlamda Hz. Ali’ye verilmiş, ancak
Müslümanlar onu değil, başkalarını halifeliğe getirmek
suretiyle ilahi emri yerine getirmemişler, dolayısıyla Hz. Ali’ye
büyük haksızlık yapmışlardır. İbn Hazm’a göre, Şiilerin
nazarında Hz. Ali, Rasûlüllah’tan sonra insanların en
üstünüdür. Kendisi, ondan sonra da çocukları hilafete en layık
kişidirler. Bu hususta başka görüşlere sahip olanlar Şiî
olamaz. (İbn Hazm, el-Fasl fi’l-Milel ve’l-Ehvâ ve’n-Nihal,
Beyrut 1986, II, 113). Benzer şekilde Şehristânî, “Onlar,
Ali’nin hilafetinin gizli veya açık nass ve vasiyete dayandığını
ileri sürürler. Onlara göre İmâmet, Ali’nin oğullarından
başkasında olamaz. Şayet olursa, ya zulümle, ya da takiyye ile
olur” der. (Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, thk. M. Seyyid
Keylânî, Beyrut 1975, I, 146-147). Şii müellif Kuleynî’ni ye
göre ise Hz. Ali’nin imameti hususu imanın konusudur:
“Emîru’l-Mü’minî (Hz. Ali) imamdır. Sonra Hasan, sonra
Hüseyin imamdır. Sonra Muhammed b. Ali imamdır. Bunu inkar eden,
Allah ve Rasûlü’nün bilinmesini inkâr etmiş olur”.(Kuleynî,
el-Usûl mine’l-Kâfî, (nşr. Muhammed el-Ahvendî), Tahran 1388,
I, 180-181). Hz. Muhammed’in (sav) vefatıyla peygamberlik görevi
sona ermiş, risalet zinciri tamamlanmıştır. Dolayısıyla onun
ardından Müslümanları idare edenler ise ancak onun dünyevî
yönünü temsil etme yetkisine sahip olabileceklerdir. Binaenaleyh
halîfeyi, Hz. Peygamber’in (sav) siyasî misyonunu
yürüten/sürdüren bir halef olarak değerlendirmek gerekir. Buna
göre Halîfe dinî bir meselede karar verme (ictihad) konusunda o
tek yetkili olmayıp onun bu hususta diğer sahâbeye göre bir
ayrıcalığı veya üstünlüğü de yoktur. Halîfeyi ictihad
noktasında sahâbeden farklı kılan özelliği ise, yürütmenin
başı olarak dinî hükümleri uygulamak, Müslümanlara imamlık
yapmaktır ki, bu da sadece halîfenin değil, sonraki dönemlerde
yönetimi üstlenen her müslüman devlet başkanının yapması
gereken görevler arasındadır. Halîfe ile ilgili olarak yapılan
bu değerlendirmeler, genel hatlarıyla Sünnî anlayışın hilâfet
görşünü yansıtır. Hz. Ali’nin, onun ardından da çocuklarının
imametini esas alan Şia’ya göre ise durum tamamen farklıdır.
Onların genel kanaatinde halîfenin (imâm) siyasî yönü gibi,
dinî yetki ve gücü -Hz. Peygamber (sav) kadar olmasa da- devam
etmektedir. Başka bir ifadeyle Şiîler, halîfenin kimliği,
halîfelik makamı ve halîfeliğe geçiş usulünün nass ile tespit
edildiğini, yani hilâfet meselesinin dinin esası içinde
değerlendirilmesi gerektiğini, imamet makamının insanların
tercihine bırakılamacak kadar önemli olduğunu savunurlar. O kadar
ki Şia, hilâfet meselesini dinin herhangi bir konusu olarak kabul
etmeyip, bunu özellikle iman esasları içinde mutâlea etmiştir.
Onlar bu doğrultuda imametin Hz. Ali ve onun evladının hakkı
olduğunu kesin bir şekilde iman etmişlerdir. (Öz, Mustafa, Avni
İlhan, “İmamet”, DİA, XXII, 202; Aydın, M. Akif, “İmamet”,
DİA, XXII, 204). Buna karşılık Ehl-i Sünnet’e göre halîfenin
kimliği, halîfelik makamı ve halîfeliğe geçiş usulü nass ile
tespit edilmeyip Müslümanların tercihine bırakılmıştır;
dolayısıyla hilâfet, dinin konusu sayılmaz. Böyle olduğu
içindir ki, ilk dört halîfenin seçimi tamamen o dönemin şartları
gereği ve çok çeşitli şekillerde ve Müslümanların tercihleri
doğrultusunda gerçekleştirilmiştir. Sünnî siyaset
teorisyenlerine göre Kur’ân’da ve hadîslerde hakka ve ada¬lete
bağlı olma, meşveretle iş yapma, zulmü önleme, İslâm’ın
emir ve yasaklarına uygun davranma gibi kamu yönetimini
ilgilendiren genel il¬kelerden söz edilmiş olsa da; devlet
başkanlığı, devlet başkanında bulunması gereken şartlar, bu
kişinin görev ve sorumlulukla¬rı gibi konularda ayrıntılı
hükümlere yer verilmemiştir. Esasen üst bir ku¬rum olan devletin
yönetim biçimi ve siya¬sî yapılanması, toplumların gelenek,
kültür ve sosyal değerleriyle yakın¬dan ilgili olduğundan,
İslâm dininin bu konularda ayrıntıya girmemesi onun temel
niteliklerinin tabiî bir gereğidir de. (Bu konuda geniş bilgi,
değerlendirme ve Ehli- Sünnet ile Şia’nın görüşlerinin
karşılaştırılması için bk. Mustafa Hilmi, Nizâmü’l-Hilâfe
beyne Ehli’s-Sünne ve’ş-Şîa, İskenderiye 1988; Rayyis, M.
Ziyaüddin, İslâm’da Siyasî Düşünce Tarihi, (çev. Ahmet
Sarıkaya), İstanbul 1990, s. 167-231; Muhammed Mescid-i Cami, Ehl-i
sünnet ve Şia’da Siyasî Düşüncenin Temelleri, (çev. Malik
Eşter), İstanbul 2003, s. 17-33, 115-192). Hilafet ile ilgili
olarak genel anlamda halife seçiminin Müslümanların reyine
bırakıldığını kabul etmiş bulunan Sünnî geleneğin aksine
Şia düşüncesi bir kısım hadiselerden yola çıkmak suretiyle
Hz. Ali’nin imametini nass ile delillendirme yoluna gitmiştir. Bu
hususta Şiî kaynaklarda zikredilen en güçlü delil ise Gadîr-i
Hum hadisesidir. Buna göre Hz. Peygamber (sav) Veda haccından
dönerken Gadîr-Hum denilen yere gelindiğinde “Ey Peygamber,
Rabbi’nden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan O’nun
elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur”
(Mâide, 5/67) âyeti nazil olur. Hz. Peygamber (sav) bu âyetin
hemen ardından ashâbını bir araya topladıktan sonra “Ben kimin
mevlâsıysam, Ali’de onun mevlâsıdır” demek suretiyle Hz.
Ali’nin imametini ilan eder. (Kuleynî, el-Usûl mine’l-Kâfî,
I, 293-294; Tabersî, İ’lâmu’l-Verâ, Beyrut 1979, s. 138-139).
Hadis ve İslâm tarihi kaynakların çoğunda da bu yerin Gadîr-i
Hum olduğuyla ilgili netlik söz konusu değildir. Nitekim Ahmed b.
Hanbel’de geçen Büreyde rivayetine göre, Büreyde Hz. Ali ile
birlikte Yemen’e gitmiş, orada Hz. Ali’nin bazı kusurlarını
görmüş, Hz. Peygamber’in (sav) yanına gelince ona anlatınca
Allah Rasûlü (sav), “Ey Büreyde, ben müminlerin nefislerinden
daha evlâ değil miyim? Büreyde, “evet” cevabını verince. Ben
kimin mevlâsı ise Ali ‘de onun mevlâsıdır” buyurmuştur.
(Ahmed b. Hanbel, Müsned, I-VI, Kahire 1313, V, 347). Şiilerin, Hz.
Peygamber’in (sav) vefatından sonra Hz. Ali’nin halife (imam)
olması gerektiğine dair dayanak, görüş ve kanaatlerini
zikrettikten sonra şu değerlendirmelere ulaşmak mümkündür: Hz.
Peygamber’in (sav) veda haccı dönüşünde “Ben kimim mevlâsı
isem Ali de onun mevlasıdır” demiş olması muteber Sünni
kaynakların büyük bir bölümünde zikredilmemiştir. Nitekim İbn
İshâk, İbn Hişâm, Vâkıdî, Buhârî ve Taberî gibi büyük
müellifler bu konuda rivayet aktarmamışlardır. Bunun birkaç
sebebi olabilir. Birincisi müelliflerin takip ettikleri usül ve
rivayetleri değerlendirme esasları itibariyle bu olaya
değinmedikleridir. Bu metod daha ziyade hadis uleması için
geçerlidir. İkinci olarak onların böyle bir olayın
gerçekleştiğine inanmamış olmalarıdır. Üçüncüsü bilhassa
tarihçilerin bu hadisenin zikre değer bir gelişme olarak kabul
etmemiş olmaları, dördüncüsü ise bu gelişmenin bilinmekle
birlikte Şiiler tarafından istismar konusu yapılmasından duyulan
endişe olabilir. (Demircan, Adnan, Gadîr-i Hum Olayı, İstanbul
1997, s. 16-17). Gadîr-i Hum rivayetini az sayıdaki bir kısım
Sünnî kaynaklar da aktarmışlardır. (Bk. Hâkim, el-Mustedrek
Ale’s-Sahîhayn, Beyrut 1335, III, 110). Ancak burada zikredilen
ifadeden Hz. Ali’nin imam tayin edildiğini çıkarmak ne kadar
mümkün olur? Şayet, Hz. Peygamber (sav) onun imam olarak
atandığını söylemek isteseydi, rumuzlu olarak değil, daha açık
ifadelerle bu kararını ashâbına ilan ederdi. Bu kanaati destekler
mahiyette Zeydî imamlardan İbn Murtazâ da şu görüşü dile
getirir: “Râfizîlerin mezhepleri, ilk devir geçtikten sonra
ortaya çıkmıştır. Sahabe arasında hiç kimsenin Ali hakkında
açık, mütevatir nassdan söz ettiği duyulmamıştır. Onlar, önce
Ammâr, Ebû Zer, Mikdâd b. Esved’in Hz. Ali’nin imam olduğu
görüşünde olduklarını ileri sürmüşlerdir. Lakin isimleri
zikredilen bu kimseler, ilk iki halifeye biat etmişler, üstelik
Ammâr Kûfe’de, Selmân Medain’de ikinci halife Hz. Ömer’in
amilleri olarak görev yapmışlardır”. (İbn Murtaza,
Tabakâtü’l-Mutezile, (thk. Susanna Diwald Wilzer, Beyrut 1961, s.
5). Dolayısıyla onların gayr-i meşru olarak gördükleri bir
halifenin emrinde idareci olarak çalışmış olmaları mümkün
değildir. (Bu konuda bk. Demircan, Adnan, Gadîr-i Hum Olayı, s.
22-77). Bu hadisle ilgili olarak Şianın Hadis Anlayışı isimli
kitabında Sofuoğlu şöyle bir değerlendirmede bulunur: “Bu
hadisin mevzu olduğuna dair herhangi bir işarete rastlamadık.
Ehl-i Sünnet uleması hadisi reddetmemekte, bilakis doğruluğunu
tasdik etmektedir. Ancak onlar, hadisi Şiîlerin anladığı gibi
anlamamaktadırlar.” (Sofuoğlu, Cemal, Şia’nın Hadis Anlayışı,
(Basılmamış Doktora Tezi), 1997, s. 27). “Kanaatimiz odur ki,
Humm hadisini inkar etmek ne kadar imkansız ise, bu hadis ile Hz.
Peygamber’in Ali’yi halife olarak bıraktığını iddia etmek de
o kadar imkansızdır. Hz. Peygamber Gadîr-i Humm denilen mevkide
namaz kılıp dinlenmiş ve Ashabıyla sohbet etmiş olabilir. Eğer
Ali’yi gerçekten halife tayin etseydi Hz. Peygamberin (sav) bu
vasiyetini duyanlardan hiç olmazsa birisi bu açıklardı. Öyle
anlaşılıyor ki, Şiiler daha sonraları Humm hadisi diye şöhret
buldurdukları bu hadise bir vürûd (hadisin söylenme sebebi) icad
etmişler ve bunu Humm mevkiine ıtlak etmişlerdir. Zaten başta
Şiiler olmak üzere hadis uyduranların metodlarından birisi de
budur”. (Sofuoğlu, s. 32). Hadisin Şia’nın anladığı gibi
anlaşılmaması gerektiğini Hz. Ali’nin torunu Hasan el-Müsenna
da şu şekilde ifade eder: “Evet Hz. Peygamber, ‘ben kimin
mevlâsıysam Ali de onun mevlâsıdır demiştir.’ Fakat vallahi
Rasûlüllah bununla emirliği ve sultanlığı kastetmemiştir. O,
bunu kastetmiş olsaydı, Rasûlüllah ‘Ey insanlar bu, işinizin
velisi ve benden sonra size hükmedecek kimsedir. Onun dinleyin ve
itaat edin’ derdi. Vallahi eğer Allah ve Rasûlü bu iş için
Ali’yi seçip, onu Hz. Peygamber’den sonra Müslümanlara idareci
yapsalardı ve Ali de Allah ve Rasûlü’nün emrini yerine
getirmeseydi, bu takdirde o, Allah’ın ve Rasûlü’nün emrini
ilk terk eden kimse olurdu”. (İbnü’l-Arabî, el-Avâsım
Mine’l-Kavâsım, (thk. Muhibbüddin el-Hatîb, Kahire 1399, s.
185-186. Ayrıca bk. İbn Sa’d, et-Tabakâtu’l-Kubrâ, Beyrut
1985, V, 320). Burada şu hususa da dikkat çekmek gerekir ki, Şayet
Hz. Ali, Allah Rasûlü (sav) tarafından halife tayin edilmiş
olsaydı, bütün Müslümanları ilgilendiren bu husus, Hz. Ebû
Bekir’in ilk halife seçildiği aynı zamanda Ensâr ile Muhâcirûn
arasında hilafet konusunda ciddi tartışmalara sahne olan Benî
Saide Toplantısı’nda mutlaka gündeme getirilirdi. Hz. Ali’nin
ilk halife seçimi sonrasında Hz. Ebû Bekir’e geç de olsa biat
etmesinin sebebi ise kaynakların bildirdiğine göre, kendi hakkının
gasp edilmesi gerekçesiyle değil, kendilerine danışılmadan
hilafet meselesinin karara bağlanmasına duyulan rahatsızlıktan ve
kırgınlıktan başka bir şey değildir. (bk. Zorlu, Cem, İslam’da
İlk İktidar Mücadelesi, Konya 2002, s.184-245). Nitekim benzer
durum Hz. Ömer’in halife tayin edilmesinde de yaşanmamış, Hz.
Ali, halife seçilen Hz. Ömer’e itirazsız biat etmiştir. Hz.
Ali, Hz. Ömer’in teşkil ettiği halife seçimi şurasını
katılmış. Bu hususta erken davranarak kendisine halife ilan etmesi
için kendisine amcası Abbas tarafından yapılan telkinler
aldırmayıp, şura sonucunda halife seçilen Hz. Osman’a biat
etmiştir. (Taberî, Tarih, I-XI, Beyrut ts. IV, 229-230). Diğer
yandan o, üçüncü halife Hz. Osman’ın asiler tarafından
öldürülmesinin ardından halife olması için kendisine teklifte
bulunanları geri çevirmiştir. Kendisinin yerine Hz. Ömer’in
tespit ettiği şûrânın diğer üyeleri Hz. Talha, Hz. Zübeyr ve
Hz. Sa‘d b. Ebû Vakkâs’tan birine biat edilmesini istemiştir.
Fakat onlar da hilâfet görevini üstlenmeye razı olmayınca gerek
Medinelilerin ısrarlı talepleri, gerekse asilerin baskılarıyla
Hz. Ali halîfeliği kabul etmek durumunda kalmıştır. (Taberî,
Tarih, IV, 428-429). Burada Hz. Ali’nin halifeliği kabulü, kendi
hakkını alması olarak değil, Müslümanların menfaati adına
zorunlu bir vazifenin üstlenilmesi olarak görülmelidir. Görüldüğü
gibi Şia’ya göre Hz. Ali, Hz. Peygamber (sav) tarafından iman
tayin edildiği öne sürülen Hz. Ali, hiçbir dönemde halifeliğin
sadece kendi hakkı olduğunu, peygamberin onu tayin ettiği görüşünü
dile getirmemiştir. Sonuç olarak ifade etmek gerekirse Hz.
Peygamber (sav) vefatından önce kendi yerine hiç kimseyi idareci
olarak bırakmamıştır. Şayet böyle olsaydı, gerek Medinelilerin
kendi içlerinden birini halife seçmek için toplanmaları, gerekse
onlarla bir araya gelip halifenin Kureyş’ten olması gerektiğini
dile getiren Muhâcir önderlerinin onlarla görüşmeleri anlamsız
olurdu. Eğer böyle vasiyet söz konusu olsaydı o dönemi yaşayan
bütün Müslümanlar Hz. Peygamber’in (sav) açık emrini ve
nasihatini dinlememiş duruma gelirlerdi ki, bu bütün ashaba büyük
bir bühtan olur. Açıkta bilinmektedir ki, bu tartışmalar
esnasında hiç kimse Hz. Ali’nin halife olması gerektiğini dile
getirmemiştir. (Bu konuda bk. Onat, Hasan, “Şiilik”, Evrensel
Mesajlar-İslam’a Giriş, İstanbul, 2010, s. 184-192). Şia’nın
fikrinin temelini teşkil eden Hz. Ali’nin imameti hususu, esasında
sahabe döneminin değil, daha sonraki siyasî fırkalaşma
faaliyetleri döneminin bir meselesi, başka bir ifadeyle Şia’nın
geriye dönük olarak tarihi yeniden kurgulama ve
siyasallaştırmasından başka bir şey değildir. Öyle ki bu
mezhep mensupları hilafetle ilgili tartışmalarda Hz. Ali’nin
imameti bahsinde Kur’ân-ı Kerîm’de kendilerine delil
bulamadıkları için, çoğunlukla hadislere müracaatla bazı
hadislere ilgisiz anlamlar vermek ve tarihi bağlamından koparmak
suretiyle kendi görüşlerini destekleyen deliller çıkarmaya
çalışmışlardır. Böyle olduğu içindir ki, tarih boyunca
oluşan Hz. Ali portresi, bir tarihî şahsiyet görüntüsü değil,
zamanla gelişen tartışmaların yansımasının bir neticesi olarak
günümüze kadar ulaşan kurgusal şahsiyet niteliğine bürünmüştür.
Hicretin Mahiyeti ve Müslümanların Habeşistan ile Medine’ye Hicretleri Üzerine Mülahazalar
Giriş
İslâm tarihinin başlangıç sürecinde gerek Müslümanların Habeşistan’a hicretleri, gerekse Hz. Peygamber’in (sav) Müslümanlarla birlikte Mekke’den Medine’ye göç etmeleri, sıradan bir vatan değişikliği değil, hususen İslâm tarihinin, umumen de dünya tarihinin en mühim hadiselerinden biridir. Dolayısıyla bu iki tarihî gelişmenin sebep ve neticelerinin bütün boyutlarıyla ortaya konulması gerekir. Hicret, kelime olarak terk etmek, ayrılmak, bir yerden bir yere gitmek anlamlarına gelir. Istılah anlamında ise Hz. Peygamber’in (sav) Mekke’den Medine’ye göç etmesi demektir. Hicret kavramı esasında bir kişinin veya toplumun kendi yurdunu terk ederek geçici bir süre için veya tamamen başka bir yeri yurt edinmesi anlamı vardır. Dolayısıyla ticarî veya turistik gayelerle gerçekleştirilen seyahatleri hicret kapsamına almak uygun olmaz. Zira muhacir kavramı esas olarak çeşitli sebeplerle yurdunu terk eden veya buna mecbur kalan insanlar için kullanılır. Bu sebeple hicret terimimin iltica ve sürgün kelimeleriyle yakın ilişkisi vardır.[1] Nitekim Hicretin bu yönüne Kur’ânı- Kerîm’de şu şekilde işaret edilmiştir: “Onlar ki, hicret ettiler, yurtlarından çıkarıldılar, benim yolumda eziyete uğradılar, çarpıştılar öldürüldüler. Andolsun ki, ben onların kötülüklerini örteceğim ve altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağım”.[2] Hicret esasında Allah’ın dinini insanlara bildirmekle görevli olan peygamberlerin ortak sünnetidir. Nitekim Hz. Peygamber’den (sav) önceki Allah elçilerinin büyük bir kısmı da dinlerini yaymak için yurtlarını terk etmek durumunda kalmışlardır. Rasûl-i Ekrem’in (sav) de zamanı geldiğinde kavminin kendisini yalanlaması sebebiyle yurdunu terk edip hicret etmek zorunda kalacağı ilk vahiy aldığı günlerde Varaka b. Nevfel tarafından kendisine haber verilmiştir.[3] İslâm tarihinin ilk döneminde hicret denildiğinde Müslümanların Habeşistan’a hicretiyle, Allah Rasûlü (sav) başta olmak üzere Mekke’deki Müslümanların Medine’ye hicreti akla gelir.-
HABEŞİSTAN HİCRETİ
-
MEDİNE’YE HİCRET