20 Ekim 2017 Cuma

İslâm Öncesi Dönemde Mekke İdare Sistemi ve Siyasetinin Oluşumu

Prof. Dr. Adem Apak*  
GİRİŞ
Hz. Muhammed (sav), son peygamber olarak Arap Yarımadası’na gönderilmiştir.  Onun mensup olduğu Arap toplumumun esasını, aynı atadan gelmiş olan fertlerin oluşturduğu aileler teşkil etmektedir.  Ailelerin birleşmesinden de çöl hayatının temelini teşkil eden kabileler meydana gelir.  Fertleri aile, aileleri de kabileye bağlayan asıl unsur kabile ruhu kabul edilen asabiyettir. Her durumda akrabasının yanında olmak, bütün şartlarda yakınını desteklemek olarak bilinen asabiyeti bir arap şairi şöyle anlatır:  “Senin gerçek kardeşin seninle birlikte hareket eder.  Sen zalim olursan, o da seninle birlikte zalim olur”.  “Zalim olsun mazlum olsun kardeşine yardım et” sözü de Araplar arasında yaygın bir darb-ı meseldir. 

Çöl şartlarında düzenli siyasî birlikten ve hukukî sistemden mahrum olan Arap toplumunda bir kabilenin veya kabileye mensup bir ferdin başka kabile tarafından saldırıya uğramasını engelleyen veya herhangi bir saldırının meydana gelmesi durumunda tecavüzün doğurduğu her türlü zararın tazminini sağlayan en önemli unsur asabiyettir. Saldırı durumunda yardım çağrısı yapıldığı zaman, kabilenin diğer fertlerinin hiç düşünmeden derhal yardıma koşmaları asabiyetin gereğidir. Fertlere bir güvenlik şemsiyesi sağlayan asabiyet geleneği, aynı zamanda bir kaç kabile mensubunun karıştığı küçük çekişmelerin bile kabileler arası sonu gelmeyen savaşa dönüşmesinin de sebebi olabilmektedir.  Bu nedenle cahiliye devri Arap hayatı uzun süren savaşlara sahne olmuştur.
Araplar, kabile merkezli ve asabiyetin belirleyici olduğu bir idare sistemini benimsemişlerdir.  Bu sistemde şahsî meziyetler ve zenginlikleri sebebiyle seçilen ve şeyh denilen kabile yöneticileri, kabilelerini hem idare etmişler hem de diğer kabilelere karşı temsil etmişlerdir. Özgürlüklerine aşırı düşkünlükleri ile bilinen Araplar, kendilerini şeyhleriyle eşit seviyede gördükleri ve onu eşitler arasında birinci saydıkları için, şeyhe hiçbir zaman mutlak otorite vermemişler; kendilerine danışmadan karar almasına da müsaade etmemişlerdir.  Fertler kabile içinde son derece serbest düşünme ve davranma hürriyetine sahipken, yani kabile içinde ferdiyetçilik son derece yaygınken, kabile dışındaki faaliyetleri konusunda şahıslar tam tersi bir şekilde kabile ile özdeş kabul edilmiştir.  Bu prensibe göre kabilesi ile ters düşen, kabilesinin iradesi dışında hareket eden üyenin üzerinden çöl güvenlik sisteminin adı olan “himaye” kaldırıldığı için, o ferdin hayatı tehlikeye girmiş ve kendisi başka kabilelerin saldırısına açık hale gelmiştir.  Bu durumda kabilesi tarafından dışlanmış olmak, bir fert için en büyük felaket olarak kabul edilmektedir.[1]
Arapların en önemli ve en kutsal şehri olan Mekke’de de yukarıda tasvir etmeye çalıştığımız gibi benzer bir sosyal ortam vardı.  Hz. Peygamber’in (sav) tevhid mücadelesi esnasında karşılaştığı en büyük problem de, bizzat bu sosyal ve siyasî ortamdı.  İslâm’ın yayılmasıyla kurulu düzenin zarar göreceğini düşünerek kendisine engel olmaya çalışan Mekke idarecileri eski yapıyı korumaya çalışmışlardır.  Allah Rasûlü’nün (sav) karşılaştığı bu tür problemlerin anlaşılması ve daha sonra meydana gelecek olan siyasî hadiselerin temellerinin tespiti için, Hz. Peygamber’in (sav) nübüvvetle görevlendirildiği sıradaki, yani İslâm öncesi Mekke idarî ve siyasî sisteminin temellerinin ortaya konulmasına ihtiyaç vardır.  Bu araştırmanın hedefi bu konuya bir katkı sağlamaktır.  

A. BAŞLANGICINDAN SİTE DEVLETİNİN KURULUŞUNA KADAR MEKKE
Hicaz[2], Arap yarımadasında Necid yaylalarıyla, sahildeki Tihâme ovaları arasındaki coğrafî bölgeye verilen isimdir.  Bu bölgenin en önemli şehirleri Mekke, Medine ve Taif’tir.[3]  Hicaz’ın ticarî ve dinî merkezi ise Mekke’dir[4].  Cidde’ye yaklaşık 45 mil uzaklıkta bulunan şehir, M.Ö. 5. yüzyılın ortalarında kurak, dar, uzun bir vadide ve Zemzem kuyusunun yanında kurulmuştur.[5]  Mekke’yi diğer şehirlerden ayıran ve onlardan daha üstün hale getiren asıl hususiyet, burada yeryüzünün ilk mabedi olan Kâbe’nin bulunmasıdır.[6]  Hz. İbrahim, oğlu İsmail ile hanımı Hacer’i getirip bıraktığı Mekke’de daha sonra Kâbe’yi inşa ederek şehri tevhid inancının merkezi haline getirmiştir. Kâbe-i Muazzama sebebiyle Mekke, İslâm’dan önceki dönemlerde de büyük şöhret kazanmış ve burada yaşayan insanlar bütün Araplardan saygı ve hürmet görmüşlerdir.  Arap kabileleri arzu edilen itibar ve şöhrete kavuşmak için, Kâbe yönetimini ele geçirmek niyetiyle büyük mücadelelere, hatta savaşlara girişmişlerdir.[7]
Mekke’nin ilk sakinleri Amalikalılar’dır.[8]  Daha sonra  Yemen’den gelen Cürhüm[9] kabilesi, Hacer ve Hz. İsmail’in izniyle burayı yurt edinmiş, Hz. İsmail de kabilenin reisi Mudad’ın kızı Seyyide ile evlenerek Cürhümlülerle akrabalık kurmuştur.[10]
Hz. İsmail, Cürhümlüler döneminde bir peygamber olarak Kâbe ve hac işlerini idare etti.  Kendisinden sonra bu görevi on iki oğlundan biri olan Nabit b. İsmail yerine getirdi.  Nabit’ten sonra ise Kâbe hizmeti Cürhümlü Mudad b. Amr ile Katura’nın lideri oldukları iki ailenin eline geçti.  Bu iki aileden Mudad, Mekke’nin yukarı kısmına, Katura ise aşağı kısmına yerleşerek şehri idare ettiler. Zamanla iki aile anlaşmazlığa düşünce aralarında çarpışma meydana geldi.  Neticede Hz. İsmail’in soyu tarafından da desteklenen Mudad Mekke’nin tek idarecisi oldu.[11]  İsmailoğulları, Cürhümlüler’in hakim oldukları dönemlerde Mekke’de yaşamışlar, çoğalmışlar ve İsmailîler, Adnanîler, Maaddîler veya Nizarîler adlarıyla anılan bir topluluk meydana getirmişlerdir.  Yüzyıllar sonra peygamber olarak gönderilecek olan Hz. Muhammed’in (sav) ceddi olan Kureyş kabilesi de, Hz. İsmail’in Cürhümlü kadınlarla evlenmesinden meydana gelen bir soydan neş’et etmiştir.[12]
Mekke’de Cürhümlüler’in idaresine son verenler, yine kendileri gibi Yemen asıllı bir kabile olan Huzâalılar’dır.[13]  Güneyden ayrılıp Kuzey Arabistan’a göç eden Huzâalılar, uygun bir yerleşim yeri buluncaya kadar Harem civarında kalmak için Cürhümlüler’den müsaade istediler.  Fakat bu talepleri kabul edilmeyince iki kabile arasında çatışma meydana geldi.  Savaş neticesinde Huzâalılar, Cürhümlüler’i kesin bir mağlubiyete uğratarak Mekke’nin yeni hakimi oldular.[14]  Savaştan sonra Huzâalılar, kendileriyle Cürhümlüler arasındaki mücadeleye katılmayıp tarafsız kalan İsmailoğulları’na dokunmayarak onların kendileriyle birlikte Mekke’de kalmalarına izin verdiler.[15]      
Huzâalılar dönemi Mekke’sinde en önemli değişiklik, Kâbe’ye putların sokulması olmuştur.  Huzâalılar’ın reisi Amr b. Luhay[16], ticaret amacıyla gittiği Şam bölgesinde Maab denilen yerde yaşayan Amâlikalılar’ın putlara taptıklarını gördüğünde, niçin böyle yaptıklarını sordu.  Amâlikalılar, putlardan yağmur istediklerini, ayrıca yardım istedikleri zaman da putların kendilerine yardım gönderdiklerini söylediler.  Bunun üzerine Amr, onlardan aldığı Hübel isimli putu Kâbe’ye getirdi ve insanlara buna  tapınmalarını emretti.[17]  Amr b. Luhay’ın başlattığı putperestlik hareketi, Kâbe’nin başka putlarla doldurulmasının ilk adımı olmuştur.  Tevhid inancını zedeleyen bu şirk geleneği, ancak Hz. Peygamber’in (sav) Mekke’yi fethetmesiyle ortadan kaldırılabilmiştir.

B. MEKKE’DE KUREYŞ HAKİMİYETİ VE SİTE DEVLETİNİN KURULUŞU
Mekke’nin idaresi Huzâalılar’dan sonra Kureyş’in[18] eline geçti.  Tarihçiler, Kureyş kabilesinin Kinâneoğulları’ından[19] olduğu konusunda ittifak halindedirler.  Kinâne’nin nesebi, Adnan’a, onun nesebi de Hz. İsmail’e ulaşır.[20]  Kureyş isminin, Hz. Peygamber’in (sav) 10. dedesi Fihr’e nispet edildiği ve bu soyun Fihr’den önce Kinânî olarak anıldığını temel kaynaklarımız bize aktarmaktadır.[21]  Kureyşliler, büyük Kinâne köküne bağlanan bütün kabileler arasında en az varlıklı kolu teşkil ediyorlardı.[22] Onlar, Mekke’yi çevreleyen çıplak dağlar arasında yaşayan ve Mekke ticaretine dolaylı katkıda bulunan topluluklardan ibaret idiler.  Bu kabile mensupları, Mekke tüccarlarına develerini kiralarlar, kervanlara kılavuzluk ederler[23] ve Mekke’de hüküm süren Benî Huzaa’yı şehirden dışarı atmak, burayı ele geçirmek için fırsat kollarlardı.[24]
Mekke’yi, Huzâa idaresinden kurtaran ve dağınık halde bulunan Kureyş soyunu bir araya getiren kişi, Hz. Peygamber’in (sav) dedesi Abdulmuttalip’ten yukarıya doğru dördüncü sırada ceddi olan Kusayy b. Kilâb’dır.[25]  Kusayy, daha küçük yaşta iken babası Kilâb vefat etmişti.  Kudâa kabilesine mensup olan Rabia b. Haram, hac niyetiyle Mekke’ye geldiğinde, Kusayy’ın annesi Fatıma bint. Sa’d b. Seyel ile evlendi.  Rabia, eşi Fatıma ile oğlu Kusayy’ı yanına alarak kendi kabilesi Benî Uzreler’in[26] yurduna götürdü.  Üvey babasının yanında büyüyen Kusayy, daha sonra annesinden gerçek babasının Kureyşli bir asil olduğunu öğrenerek Kudaalı hacılarla birlikte esas yurdu Mekke’ye geldi.  Şehre yerleşen Kusayy, o dönemde şehrin idaresini elinde bulunduran Huzâalılar’ın lideri Hüleyl’in kızı Hubbâ ile evlendi.  Kusayy’ın Hubbâ’dan; Abdüddâr, Abdümenaf, Abdüluzzâ ve Abd isminde oğulları oldu.[27]
Huzâa reisi ve Kusayy’ın kayın pederi Hüleyl hastalanıp vazifelerini yapamaz duruma gelince, Kâbe’nin anahtarını kızı Hubbâ’ya verdi.  Hubbâ da emaneti eşi Kusayy’a devretmek istedi.  Kâbe anahtarının ellerinden çıkmasının, Mekke idaresininin de kaybedilmesi anlamına geleceğini bilen Huzâalılar, Huleyl’in bu tasarrufuna karşı çıkarak anahtarı Hubbâ’nın elinden aldılar.[28]
Hem kayın pederinin vasiyetini yerine getirmek, hem de idareyi Huzâalılar’dan almak isteyen Kusayy derhal diplomatik destek arayışına girdi.  Kabilesi olan Kureyşliler’le görüşmeler yaptı.  Benî Kinâne’den ittifak sözü aldıktan sonra Uzreoğulları’ndan ana bir kardeşi Rizah b. Rabia’dan yardım istedi.[29]  Huzâalılar da, Kusayy’ın oluşturduğu ittifaka karşılık Benî Bekir’le[30] bir araya geldiler.  Böylece Huzaa-Cürhüm mücadelesinden sonra Mekke yönetimini ele geçirme amacına yönelik olarak ikinci büyük savaş başladı.  Çarpışmalarda her iki taraf da büyük zayiat verdi.  Durumun vahametini gören tarafsız Arap kabileleri harekete geçerek çarpışmaların sona erdirilmesini sağladılar ve savaşan her iki grubu bir hakeme gitmeye ikna ettiler.  Ya’mur b. Avf b. Ka’b[31] adındaki hakem, Kusayy’ın Kabe’yi yönetmeye Huzâalılar’dan daha fazla hak sahibi olduğuna karar verdi.  Bunun neticesi olarak Mekke idaresi Kusayy’a bırakılırken, Huzâalılar da şehirden sürüldüler.[32] Kusayy’ın Mekke yönetimini üstlenmesi, Huzâa egemenliğinin sonu, Kureyş egemenliğinin başlangıcı oldu.[33] Bu iktidar değişikliği, Hz. Peygamber’in (sav) doğumundan yaklaşık 100 yıl kadar öncesine tekabul etmektedir.[34]
Mekke hakimiyetini ele geçiren Kusayy, Mekke vadilerinde dağınık halde yaşayan[35]  kabilesini bir araya topladı.  Bundan dolayı Kureyşliler, ona Mücemmi (Toplayan) adını vermişlerdir.[36]  Önce Cürhümlüler, daha sonra da Huzaalılar’ın idaresi altında uzun yıllar tebea durumunda kalan Kureyşliler, Kusayy sayesinde Arap siyaset sahnesine çıkmış oldular.[37]
Kusayy, kabilesini Mekke’de bir araya getirmek amacıyla, Harem bölgesini Kureyş’in muhtelif boylarına taksim ederek, onlardan gösterilen alanlara yerleşmelerini istedi. Önce Ka’b b. Lüeyy’in kolları olan Kureyşliler’i, Batha vadisine yerleştirdi.  Bu sebepten onlara Abtahî, Bitahî veya Kureyş el-Bitah adı verilmiştir.  Bunlar, Kureyş’in en zengin ve soylularıydılar. Geri kalan Kureyşliler ise, Mekke’nin dış mahallelerinde ve şehri kuşatan boğazlar arasında iskân edildiler. Kureyş el-Bitah’a göre daha az itibarlı olan bu gruba da Kureyş ez-Zevâhir adı verilmiştir. Kusayy’ın büyük babası Ka’b’ın soyundan gelenlerin tamamı Kureyş el-Bitah içinde yer almaktadır.[38]
Kusayy, Kureyş’i iskân bölgelerine yerleştirdikten sonra, Mekke’nin idare merkezi ve parlamentosu olan Dârünnedve’yi inşa etti.[39]  Bu bina aynı zamanda Kusayy’ın evi idi.[40]  Mekke’nin önemli kararları Dârünnedve’de alınır, savaşa gidecek askerler buradan uğurlanır, başka kabile veya devletlere gönderilecek elçiler buradan yola çıkarılır, izdivaçlar da yine aynı yerde ilân edilirdi.[41]
Kusayy, daha önce Huzaalılar tarafında yürütülmüş olan Kâbe görevlerini kendi yetkisine aldı.  Hicâbe (Kabe perdedarlığı), Kıyâde (Kumandanlık), Nedve (Meclis başkanlığı), Sikâye (Hacılara su sağlama) ve Rifâde (Hacılara yiyecek sağlama) gibi önemli görevleri bizzat kendisi üstlenirken, ikinci derecede önemli görevleri ise eski sahiplerine bıraktı.[42] Tüm bu faaliyetleri dikkate alındığında Kusayy’ı, Kureyş’i bir araya getirmekten öte, Mekke şehir devletinin gerçek kurucusu olarak kabul etmek mümkündür.[43]
Kusayy; Kıyâde, Livâ, Hicâbe, Sikâye, Rifâde gibi en önemli görevleri kendi oğullarına bırakmakla birlikte[44], bazı görevleri Kureyş’in diğer kollarına taksim etti.[45]  Münir Aclânî bu görevleri daha sonraki el değiştirmeleri de dikkate alarak üç farklı kategoride incelemektedir:
A. Dinî Görevler:
1. Sikâye ve İmâre: Hacıların su ihtiyacının giderilmesi ve Kâbe-i Muazzama adabının muhafazası. (Haşimoğulları)
2. Sidâne ve Hicâbe: Kâbe’ye hizmet görevleri, Kâbe’nin açılıp-kapatılması.  Ayrıca Nedve görevi. (Abduddâroğulları)
3. Rifâde: Hacılar için Kureyş’ten gıda toplanıp bunun gerekli yerlere sarf edilmesi. (Nevfeloğulları)
4. Eysâr ve Ezlâm: Kumar oku çekilmesi görevidir.  İnsanlar, herhangi bir işe karar verecekleri zaman “ezlâm” denilen bu oklara müracaat ederek, çıkan sonuca göre hareket ederlerdi. (Cumahoğulları)
5. Emvâl-i Muhaccere: Kâbe’de bulunan putlara sunulan malların muhafaza edilmesi. Ayrıca hükümet görevi. (Sehmoğulları)
Mekkelilerin sadece dinî değil, silahlı kuvvetler vazifesini îfa eden müesseseleri de mevcuttu.  Bu müesseseler, ticaretlerinin güvenlik içinde devamının sağlanması ve düşmanlarına karşı emniyet altında yaşamaları için lüzumluydu.  Aclânî bu görevleri de  iki başlık altında zikretmektedir:
1. Ukâb: Harb için karar verildiğinde açılan sancağa verilen isimdir.  Bu sancağı taşıyan kişi ordu komutanlığı görevini üstlenmektedir. (Ümeyyeoğulları)
2. Kubbe ve Einne: Kureyş’in savaş işlerini organize etme vazifesidir.  Asıl görevi silah techizatını ve savaşta kullanılacak hayvanları tedârik etmektir. (Mahzumoğulları)
Bunlardan başka üç farklı görev daha ihdas edilmiştir:
1. Meşvere: Önemli meselelerde Kureyş’in görüşlerini alma, şûrâ. (Esedoğlları)
2. Eşnâk: Diyet ve zararların karşılanması vazifesi. (Teymoğulları)
3. Sifâre: Kureyş’in diğer kabile ve devletlerle ilişkilerinin sağlanması. (Adiyoğulları)[46]
Yukarıda saydığımız görevlerin mahiyeti ve sayısı hakkında kaynaklarımız daha farklı bilgiler de vermektedir.[47] Listeden anlaşılacağı gibi, her Kureyş koluna bir görev verilmiş ve aralarında herhangi bir anlaşmazlık çıkmasına engel olunmak istenmiştir.[48]
C. MEKKE SİYASİ HAYATININ OLUŞUMU
İslâm öncesi dönemde Kâbe görevlerini yerine getirmek, putlara hizmet etmek, hac yapmak amacıyla gelenlere yardımcı olmak vb. vazifeler, bunları yapan kişi ve kabilelere çok büyük itibar kazandırıyordu. Bundan dolayı Kâbe görevlerini ele geçirmek ve yürütmek isteyen kabileler arasında sık sık çatışmalar meydana gelmiştir.[49] Her ne kadar Kureyş içerisinde her kabileye belli bir görev verilerek savaşlar engellenmeye çalışılmışsa da, bu sefer de bir görevi üstlenen kabileye mensup farklı aileler arasında anlaşmazlıklar  çıkmış[50], bu anlaşmazlıklar, bazen  diğer kabileleri de içine alarak büyük çatışmalara dönüşmüştür. 
Kureyş içinde Kâbe görevleri ve Mekke idaresinin paylaşımı konusundaki ilk ihtilâf, gruplaşmaya ve siyasî bölünmeye sebep olan ilk olay, Kusayy b. Kilâb’ın ölümünden sonra meydana gelmiş, onun büyük gayretleri neticesinde oluşturulan Kureyş bütünlüğü, kendisinden sonra ikiye bölünmüştür: Kusayy vefatından önce kendisinin yürüttüğü görevleri büyük oğlu Abduddâr’a bırakmıştı. Tarihçiler, bu görevlerin ona devredilmesini şöyle izah ederler: Daha Kusayy’ın sağlığında küçük oğlu Abdümenaf,  Kureyş içinde itibar kazanmış ve sözü dinlenen bir kişi olmuştu.[51] Elde ettiği zenginliği muhtaç insanlara bolca dağıtması nedeniyle Araplar ona “Feyyaz” adını vermişlerdi.[52] O dönemde Abdümenaf’ın ulaştığı servet ve şöhrete hiç kimse ulaşamamıştı.[53] Onun itibarı karşısında ağabeyi Abduddâr zayıf ve sönük kalmıştı. Oğlunun eksikliğini gidermek niyetiyle Kusayy, kendisinin yürüttüğü görevleri Abduddâr’a vermişti.[54]
Kusayy’ın vefatından sonra Abdümenaf’ın oğulları olan Abdüşşems, Haşim, Muttalib ve Nevfel[55], kendilerinin itibarları sebebiyle Kureyş içinde Abduddâroğulları’ndan daha üstün, Kâbe işlerini idare etme konusunda daha hak sahibi olduklarını ilân ederek, bu görevleri amca oğullarından almaya karar verdiler.  Abduddâroğulları buna karşı çıkınca iki aile arasında gerginlik meydana geldi.  Kardeş çocukları arasındaki bu husumet, diğer Kureyş kollarına da yayıldı.  Mekke’de bulunan her kabile, bu iki kardeş grubundan birinin yanında yer almak durumunda kaldı.[56] Bu bölünmede Abduddâroğulları’nı; Mahzumoğulları, Adiyoğulları, Sehmoğulları ve Cumahoğulları desteklerken; Abdümenafoğulları tarafında Esedoğulları, Zühreoğulları, Haris b. Fihroğulları ve Teymoğulları yer aldılar.[57] İki grup da her durumda birbirlerine yardımcı olacaklarına, savaş ve barışta birlikte hareket edeceklerine dair andlaşma (hılf)[58] yaptılar.  Abdümenaf’ı destekleyenler, Kâbe’de bir araya gelerek ellerini içinde güzel kokular bulunan (tîb) bir kaba daldırmak suretiyle ahitleştiler.  Bundan dolayı bu gruba Mutayyebûn adı verildi. Abduddâr da, müttefikleriyle yeminleşti ki, bu gruba da Ahlâf (taraflar) denildi.[59] Daha sonraları bu iki gruptan Abdümenaf tarafı Hılf-i Mutayyebûn, Abduddâr tarafı da Hılf-i Ahlâf olarak anılmışlardır.[60] Her iki cephe de savaş hazırlıklarına başladı.  Taraflardan her kabile, karşı bloktan bir kabile ile savaşmak üzere eşleştirildi.[61] Savaş başlamak üzere iken, araya giren başka kabilelerin arabuluculuğu ile sulha karar verildi. Varılan anlaşma sonucu, Abduddâr’a genellikle önemli olmayan bazı imtiyazlar verilmekle beraber, asıl iktidar Abdümenaf’ın eline geçti.[62] Bu anlaşma ile Hicâbe, Livâ, Nedve yine Abduddâr’da kalırken, en önemli görevler Sikâye, Rifâde ve Kıyâde Abdümenafoğulları’nın uhdesine verildi.[63] 
Ahlâf ve Mutayyebûn grupları, herhangi bir savaşa girişmediler, ama her iki taraf aralarında tesis ettikleri bu ilk anlaşmalarını -bazen gruplardan birer ikişer fire vererek de olsa- İslâmiyet’in ortaya çıkışına kadar devam ettirdiler.[64] Bu gruplaşma neticesinde ortaya çıkan taraflar, Hz. Peygamber (sav) dönemi de dahil olmak üzere, birbirlerine her türlü desteği vermeye devam etmişlerdir.
Kureyş içinde ikinci bölünme, başka bir ifadeyle birinci bölünmeyi daha da derinleştiren olay, Ficar savaşından sonra ve bi’setten yirmi yıl önce vuku bulan Hilfü’l-fudûl hadisesidir.[65] Bu anlaşmanın yapılmasına sebep olan kişi, Âs b. Vâil’dir.  Rivayete göre Yemen taraflarında yaşayan Zebid kabilesinden bir tüccar Mekke’ye mal getirmişti. Kendisi  de tüccar olan Âs b. Vâil, Yemenli’nin malını aldı, fakat karşılığını ödemedi. Çaresiz kalan yabancı, Mahzum, Abduddâr, Cumah, Sehm ve Adi’den oluşan Ahlâf grubundan yardım istedi.[66] Fakat bu kabileler ona yardım etmedikleri gibi, isteğinden de  vazgeçmesi tavsiyesinde bulundular.[67]Hakkını alamayan Yemenli, Ebû Kubeys dağına çıkarak, yüksek sesle, bu mübarek beldede zulme uğradığını ilân ederek şehir halkından yardım istedi. Onun çağrısına ilk cevap Teym kabilesinden geldi.  Mutayyebûn grubunun liderlerinden olan Teymli Abdullah b. Cud’ân, zulme uğrayanları müdafaa için tüm Kureyş’i işbirliğine davet etti. Bu çağrıya Haşimoğulları, Muttaliboğulları, Esedoğulları, Zühreoğlları ve Teymoğulları iştirak ettiler. Ahlâf grubundan olan Abduddâr, Mahzum, Cumah, Sehm ve Adiyoğulları birliğe dahil olmadıkları gibi, bir inek kesip kanına ellerini batırmak suretiyle Hilfü’l-fudûl’a katılmama konusunda yeminleştiler.[68]  Abdullah b. Cud’ân’ın evinde toplanan  Mutayyebûn taraftarı kabileler, haksızlığa uğrayan herkese yardımcı olmak üzere anlaştılar.  Bu anlaşmaya Hilfü’l-fudûl adı verilmiştir.[69] Cemiyetin ilk icraatı, gasp ettiği malı Âs b. Vâil’den alarak sahibine teslim etmek olmuştur.[70] Bu cemiyete Hz. Peygamber (sav) de bizzat iştirak etmiştir.[71] Allah Rasûlü (sav), peygamberliği döneminde bu anlaşmayı övmüş, andlaşma adına yeniden bir çağrı aldığı takdirde tereddütsüz katılacağını ifade etmiştir.[72]
Yukarıda bahsedilen Ahlâf-Mutayyebûn olayı ve Hilfü’l-fudûl’den sonra da Kureyş kabileleri arasında muhtelif nedenlerle farklı siyasî gruplaşmalar ve bölünmeler meydana gelmiştir. Ancak bu iki hadisedeki siyasî kamplaşmalar genelde değişmemiştir. Watt bu gruplaşmayı aşağıdaki şekilde tasnif etmektedir.[73]
A Topluluğu               B Topluluğu                         C Topluluğu
Haşim                           Abdüşşems (Ümeyye            Mahzum
Muttalib                        Nevfel                                    Sehm
Zühre                            Esed                                       Cumah
Teym                            Âmir                                      Abduddâr
Haris b. Fihr                
Adiy[74]  
Bu gruplamada A topluluğu, Esed’in çıkıp yerine Adiy’in eklenmesiyle oluşan Hilfü’l-fudûl cemiyeti mensuplarıdır. B ve C toplulukları bir çok maksatla birlikte çalışmışlardır. Özellikle Abdüşşems, ortak ticarî çıkarları dolayısıyla C topluluğu ile çok sıkı münasebet kurmuştur. C topluluğu ise Adiy kabilesinin kaybedilmesiyle eski Ahlâf’ı oluşturmaktadır.[75] Bu bölümleme, kabileler arası yakınlaşma, dostluk-düşmanlık, birlikte yahut ayrı hareket etme esasına göre oluşturulmuş, bu ortaklık daha sonraki dönemlerde sürdürülmüştür. 
İslam öncesi dönemde Mekke’deki siyasî ortamı ortaya koyduktan sonra, bu kabilelerin İslam’ın zuhuruna tekaddüm eden dönemdeki siyasî ve iktisadî durumları hakkında da karşılaştırmalı bilgiler aktarmak istiyoruz:  Hz. Peygamber’in (sav) tebliğ ile görevlendirilmesi öncesinde Kureyş içinde en güçlü kabile, Halid b. Velid’in mensubu olduğu Mahzumoğulları idi. Mekke yönetiminde onlara denk olabilecek tek kabile ise, Ebû Süfyan’ın soyu olan Ümeyyeoğulları’ydı.[76] Bu iki kabile ticarî alanda temayüz etmişler, hem iktisadî hem de askerî alanda diğer Kureyşliler’e üstünlük sağlamışlardı. Amr b. el-Âs’ın ailesi Sehmoğulları da Kureyş’in en güçlü soylarından biriydi.[77] Ahlâf-Mutayyebûn’dan beri kudretli bir kabile olan Mahzumoğulları ile müttefik olan Sehmliler, kendilerinin sebep oldukları Hilfü’l-fudûl’de de aynı soyun desteğini alarak bu bağı daha da güçlendirmişlerdir. Muhtemelen Emevî-Haşimî mücadelesinin[78] başlaması nedeniyle Ümeyyeoğulları Hilfü’l-fudûl’e katılmayınca, Sehmoğulları bu kabile ile de sıcak ilişkiler kurabilmişlerdir. Bu ilişkiler, her iki kabile arasında ticarî birliktelikleri akla getirmektedir.[79] Bunlara ilaveten Sehmoğulları; Mahzum, Cumah ve Abduddâr’ın bulunduğu C grubunda yer aldığı için, bu ailelerle çok eskilere dayanan münasebetler içerisinde olmuşlardır.
Hz. Peygamber’in (sav) kabilesi ise bilhassa Abdulmuttalib’in vefatından sonra gözle görülür bir şekilde zayıflamıştı. Onun ölümünden sonra yerini doldurabilecek ve aileye eski nüfuzunu kazandırabilecek bir halef yoktu. Ne tüccar olması nedeniyle panayırlarda dolaşmakla meşgul olan Abbas, ne fakirlikle boğuşan Ebû Talib, ne de ahlâksız bir adam olan Ebû Leheb, babalarının yerini doldurabilecek nitelikteydiler.[80] Askerî üstünlüğü Mahzumlular’a[81] ticarî ve iktisadî gücü de Ümeyyeoğulları’na kaptıran Haşimoğulları, geçimlerini hac mevsiminde mahallî ticaretle sağlamaya çalışıyorlardı. Onlar, Sikâye ve Rifâde hizmetlerini yürütmekle dinî alana ağırlık vermişler, dünyevî-maddî sahada üstünlüğü rakiplerine terketmek zorunda kalmışlardır.[82] 
Bu dönemde Ubeyde b. el-Hâris’in mensubu bulunduğu Muttalib, Mus‘ab b. Umeyr’in soyu Abduddâr, Hz. Ebû Bekir’in ailesi Teym, Hz. Ömer’in sülalesi Adiy ve Utbe b. Gazvan’ın ceddi olan Nevfel oldukça güçsüz kabilelerdi. Abdurrahman b. Avf ve Sa’d b. Ebî Vakkâs’ın kabilesi Zühreoğulları, Ümeyye ailesiyle birtakım ticarî ilişkileri sebebiyle olsa gerek, diğer kabilelere göre biraz daha müreffeh bir hayat yaşamaktaydılar. Ebû Ubeyde b. el-Cerrah’ın ailesi Haris b. Fihr ve Süheyl b. Amr’ın soyu olan Âmir kabilesi ise Kureyş el-Bitah ile Kureyş ez-Zevâhir arasında bir yer işgal ediyorlar ve muhtemelen Kureyş’in en alt seviyedeki iki kabilesini oluşturuyorlardı. Mahzum ve Ümeyye ile evlilik yolu ile bağ kurabilmiş olan Zübeyr b. el-Avvâm’ın kabilesi Esedoğulları nisbeten güçlerini artırabilmişlerdi. Ümeyye b. Halef’in liderliğindeki olduğu Cumahoğulları ise orta sınıf bir kabileydi.[83] 
Bu bilgiler çerçevesinde, Kureyş soylarını siyasî, ticarî, ve askerî etkinlikleri itibariyle üç gruba ayırmak mümkündür: Buna göre Mekke’nin en güçlü kabileleri olarak Mahzum, Ümeyye ve Sehmoğulları ilk üç sırayı paylaşmaktadırlar. Haşim, Cumah, Zühre, Adiy, Nevfel, Teym, Muttalib ve Abduddâr kabileleri ise orta düzeyi oluşturmaktadırlar mümkündür. Geriye Mekke’nin en zayıf kabileleri Haris b. Fihr ve Amiroğulları kalmaktadır.

SONUÇ
İslâm öncesi dönemde Ahlâf-Mutayyebûn gruplaşması ve Hılfu’l-fudûl gibi hadiseler neticesinde meydana gelen bölünmeler, Mekke’nin idarî yapısı ve siyasetinde belirleyici bir rol oynamıştır. Aynı durum, kabilelerin Hz. Peygamber’in tebliği karşısında tutum belirlemelerinde de etkili olmuştur. Cahiliye döneminde çeşitli sebeplerle Haşimoğulları’na düşman olan kabileler aynı davranışlarını İslâm’a ve müslümanlara karşı da göstermişlerdir. İslâm öncesinde Hz. Peygamber’in kabilesiyle daha sıcak ilişki içinde olan Mekke aileleri ise, gerek Hz. Peygamber’e ve diğer kabile müslümanlarına, gerekse kendi kabilelerinden İslâm’a dahil olanlara daha müsamahakâr bir tavır sergilemişlerdir. Mekkeli fertlerin ve kabilelerin, İslâm ve müslümanlar ile ilgili tutumlarının sadece kabilelerin İslâm öncesi hadiselere dayanan siyasî konumlarından ve asabiyet duygusundan kaynaklandığını ileri sürmek tek başına doğru olmaz. Ancak Arap toplumunun sosyal hayatında ve ilk dönem İslâm tarihi hadiselerinin değerlendirilmesinde kabile dayanışması dediğimiz asabiyet düşüncesinin göz ardı edilemeyeceği de bir gerçektir.





[1]    Dayf, Şevki, el-Asru’l-Cahilî, Kahire 1960, s. 62; Algül, Hüseyin, İslâm Tarihi, I-IV, İstanbul 1986, I, 92-93; Özaydın, Abdülkerim, “Arap”, DİA, III, 321; Çağrıcı, Mustafa, “Asabiyet”, DİA, III, 453.
[2]    “Hicaz”, İA, V (I), 472-473; De Goje, M. J., “Arabistan”, İA, I, 472-479; Büyükcoşkun, Kudret, “Arabistan”, DİA, III, 248-249. 
[3]    Hitti, Philip, Siyasî ve Kültürel İslâm Tarihi, I-V, (çev. Salih Tuğ), İstanbul 1980, I, 154; Çağatay, Neş’et, İslâm Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı, Ankara 1971, s. 81; Watt, Montgomery, Hz. Muhammed Mekke’de, (çev. Rami Ayas-Emrullah Yüksel), Ankara 1986, s. 10; Algül, I, 75.
[4]    Yakut el-Hamevî, Mu‘cemu'l-Buldân, I-V, Beyrut 1975,  V, 181-188; Lammens, H. L., “Mekke”, İA, VII, 630-636. 
[5]    Hasan, Hasan İbrahim, İslâm Tarihi, I-X, (çev. İsmail Yiğit-Sadreddin Gümüş), İstanbul 1996, I, 64.
[6]    Bu husus Kur’an’da şöyle ifâde edilmektedir: “Doğrusu insanlar için yeryüzünde kurulan ilk ev, Mekke’de bulunan, âlemlere doğru yolu gösteren Kâbe’dir.  Orada apaçık deliller vardır; İbrahim’in makamı vardır; kim oraya girerse, güvenlik içinde olur; oraya yol bulabilen insana Allah için Kâbe’yi haccetmesi gerekir.  Kim inkâr ederse bilsin ki, doğrusu Allah âlemlerden müstağnidir” (Âl-i İmrân 3/ 96/97).
[7]    Aclânî, Münir, ‘Abkariyyetü’l-İslâm fi’l-Usuli’l-Hüküm, Beyrut 1988, s. 28.
[8]    Amalikalılar; Tasm, Cadis ve Semud kavimleriyle aynı menşe’den gelen Arap kabilelerindendirler.  Seligsohun, M., “Amalik”, İA, I, 392; Erdem, Sargon, “Amalika”, DİA, II, 556-558.
[9]    Cürhümlüler de Amalika, Ad ve Semud gibi eski Arap kabilelerdendirler. Buhl, Fr., “Cürhüm”, İA, III, 248
[10]   İbn Hişam, es-Sîretü’n-Nebeviyye, I-V, (thk. Ömer Abdüsselam Tedmürî), Kahire 1987, I, 19. Hz. İsmail’in bu kadından önce, Hara bint. Sa‘d b. Avf ile evlendiği ve daha sonra onu boşayıp Seyyide ile evlendiği şeklinde rivayetler de mevcuttur. bk. Taberî, Tarihu’l-Ümem ve’l-Mulûk, I-XI, (thk. Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim), Beyrut ts., (Dâru’s-Seveydân), I, 252; Çağatay, s. 84-85; Sa‘d, Zağlul, Hz. İsmail’in üç Cürhümlü kadınla evlendiğini bildirmektedir. bk. Sa‘d Zağlul, Fî Tarihi’l-Arab Kable’l-İslâm, Beyrut ts., (Dâru Nehdati’l-Arabiyye), s. 238.             
[11]   İbn Hişam, I, 130-131.
[12]   Çağatay, s. 84-85.
[13]   Huzaalılar, bir Güney Arabistan kabilesi olup, Ezd kabilesinin bir kolunu oluşturmaktadırlar. Krenkow, F., “Huzaa”, İA, V (I), 662-63.
[14]   İbn Hişam, I, 132.
[15]   Çağatay, s. 86; Fayda, Mustafa, Halid b. Velid, İstanbul 1990, s. 23-24.
[16]   Seligsohun, M., “Amr b. Luhay”, İA, I, 414; Özaydın, Abdülkerim,”Amr b. Luhay”, DİA, III, 87-88.
[17]   İbnü’l-Kelbî, Putlar Kitabı, (çev. Beyza Düşüngen), Ankara 1969, s. 29; İbn Hişam,I, 94-95; Âlûsî, Bulûğu’l-Ereb fî Ma’rifeti Ahvâli’l-Arab, I-III, (şrh. ve tsh. Muhammed Behcet el-Eserî) Beyrut ts. (Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye), II, 200-201; Cevad Ali, el-Mufassal fî Tarihi’l-Arab Kable’l-İslâm, I-X, Beyrut 1993, IV, 14.
[18]   Lammens, H.L., “Kureyş”, İA, VII, 1014-1019.
[19]   Kinaneoğulları: Kureyş ve dolayısıyla Hz. Peygamber’in mensup olduğu büyük bir Arap kabilesidir. Krenkow, F., “Kinane”, İA, VI, 810-811.
[20]   İbn Hişam,I, 14-16.
[21]   İbn Hişam, I, 14; İbn Sa‘d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, I-VIII, Beyrut ts. (Dâru’s-Sâdır), I, 55: Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, I, (thk. Muhammed Hamidullah), Jerusalem 1963, I, 39; Cevad Ali, IV, 19-26. Kureyş isminin Fihr’e, hatta ondan önce de Nadr b. Kinâne’ye verildiği rivayeti kaynaklarda yer almaktadır.  Dağınık halde bulunan Kureyş’i Mekke’de topladığından dolayı, Kusayy’a da Kureyş denmiştir. (bk. İbn Sa‘d, I, 72).  Ancak rivayetlerin genelinde Kureyş isminin, Fihr b. Malik’e verildiği hususu ağırlık kazanmaktadır. Günümüz tarihçileri de bu ismin Fihr ile başladığı fikrini benimsemektedirler. bk. Mahmud Es’ad, Tarih-i Din-i İslâm, (sad. A. Lütfi Kazancı-Osman Kazancı), İstanbul 1983, s. 92; Watt, s. 14; Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, I-II, (çev. Salih Tuğ), İstanbul 1991, I, 31; Fayda, s. 90. Kureyş kelimesinin ne anlama geldiği hususunda 20 değişik rivayet vardır.  Bu konuda geniş bilgi için bk. Cevad Ali, IV, 21-26, ayrıca bk. Zebidî, Seyyid Muhammed Murtaza, Tâcu’l-Arûs, I-X, Beyrut ts. (Dâru Sâdır),  IV, 377; Sarıçam, İbrahim, Emevî-Haşimî İlişkileri, Ankara 1997, s. 33-35.  
[22]   Lammens, H.L., “Mekke”, İA, VII, 631.
[23]   Sa‘d  Zağlul, s. 286.
[24]   Lammens, H.L., “Kureyş”, İA, VI, 1014-1015.
[25]   Vida, G.Levi Della, “Kusayy”, İA, VII, 1028-1030; Lammens, H. L., “Kureyş”, İA, VII, 1019.
[26]   Benî Uzre: Yemen menşeli ve Kudaalılar’ın büyük alt koluna mensup bir Arap kabilesidir. Vida, G. Levi Della, “Uzre”, İA, XIII, 89-90.
[27]   İbn Hişam, I, 136-137; Ezrakî, Ahbâru Mekke, I-II, (thk. Rüşdi Salih Melhas), Mekke 1965, I, 104; İbn Kuteybe, Kitabu’l-Meârif, Beyrut 1970, s. 32; Belâzurî, Ensâbü’l-Eşrâf, I,(thk. Muhammed Hamidullah), V, (Goiten SDF), Jarusalem 1963, I, 49; Ya‘kûbî, Tarih, I-II, Beyrut 1960, I, 337-338; Taberî, II, 182; Süheylî, Ravdu’l-Unuf, I-VIII, (thk. Abdurrahman Vekil), Kahire 1967, II, 33; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Tarih, I-IX, Beyrut 1986, II, 11; İbn Haldun, Kitabu’l-İber, I-V, Beyrut 1971, II. 1.ks. s. 334: Mahmud Es’ad, s. 111; Hamidullah, I, 31-32; Cevad Ali, IV, 38.  Kusayy’ın dört oğlundan başka Temur ve Berre isminde iki kızının olduğu da rivayet edilmektedir. bk. İbn Hişam, I, 24; Taberî, II, 225.
[28]   İbn Sa‘d, I, 68; Ezrakî, I, 105; Taberî, II, 255; İbnü’l-Esîr, II, 12; İbn Kesîr, es-Sîretü’n-Nebeviyye, (thk. Mustafa Abdulvahid), Kahire 1964, I, 94.
[29]   İbn Hişam, I, 137; Ezrakî, 105; İbn Sa‘d, I, 68; Taberî, II, 256; İbnü'l-Esîr, II, 12; İbn Haldun, II.1.ks, s.334; Çağatay, s. 88; Sa‘d Zağlul, s. 287.
[30]   Bekir b. Vâil, Maaddî, (İsmailî) zümresine mensup büyük bir Arap kabilesidir.  Sehleifer, J., “Bekir”, İA, II, 454-458.
[31]   İbnü’l-Esîr, bu ismi Amr b. Avf olarak vermektedir, bk. el-Kâmil, II, 12.  Ayrıca bk. İbn Sa‘d, I, 69; Cevad Ali, IV, 42-43.
[32]   İbn Hişam, I, 137; Ezrakî, I, 107; İbn Sa‘d, I, 69; Ya‘kûbî, I, 238; Taberî, II, 258; İbn Kesîr, I, 96-97; Köksal, Asım, İslâm Tarihi, I-X, İstanbul 1987, I, 76; Sa‘d, Zağlul, s. 287.  Kusayy’ın Kâbe ve Mekke yönetimini ele geçirmesi meselesinde yukarıda zikrettiğimiz bilginin dışında çok farklı rivayetler de tarih kitaplarında yer almaktadır.  Bunlardan biri şöyledir;  Huleyl hastalandığında Kâbe anahtarını kızı Hubbâ’ya verdi.  Hubbâ da bu yükü kaldıramayacağını söyleyince bu sefer Huleyl, anahtarı oğlu Ebû Gubşan’a devretti.  Taif’te düzenlenen bir içki aleminde Kusayy, onu sarhoş ederek, şahitlerin huzurunda bir tulum şarap karşılığından Kâbe’nin anahtarını elinden aldı.  (Taberî, II, 256; İbnü'l-Esîr, II, 11-12; Çağatay, s. 90; Mahmud Es’ad, s. 112.)  Bu duruma razı olmayan Huzaalılar, Kusayy’dan Kâbe anahtarını geri almak için harekete geçtiler ve iki grup arasında savaş meydana geldi.  Taraflar daha sonra sulha çağrılarak hakeme gitmeye karar verdiler.  Hakem de Kusayy lehine karar verdi.  Bu olay neticesi, “Ebû Gubşan’dan daha ziyankâr” ifadesi, ahmaklık ve pişmanlık konusunda darb-ı mesel olmuştur.(İbnü’l-Esîr, II 12; Heykel, M. Hüseyin, Muhammed Mustafa, (çev. Ö. Rıza Doğrul), İstanbul 1948, s. 84-85; Çağatay, s. 90).  Kanaatimizce bu rivayetin, Kâbe anahtarının bir tulum şarapla alınması kısmı zayıf olsa gerektir.  Çağatay da aynı görüştedir. (bk. Çağatay, s.90)  Çünkü Mekke idaresi ve Kâbe yöneticiliği gibi önemli bir vazifenin, içki meclisinde el değiştirmesi pek makul görünmemektedir.  Kusayy’ın da Kâbe yöneticiliğini bir aldatma yoluyla ele geçirmesine mutlaka diğer kabileler karşı çıkacaklar, sarhoş bir kişinin aldatılması sonucunda ele geçecek bir iktidar için, Kusayy’la ittifaka yanaşmayacaklardır.  Ayrıca, tayin edilen hakemin de, onun sarhoş arkadaşını kandırarak hakkını elinden almasına onay vermesi ve Kusayy’ı bu konuda haklı bulması pek inandırıcı gelmemektedir.  Belki bu haber, Kusayy’ın Mekke iktidarını şaibeli göstermek isteyen muhalifleri tarafından uydurulmuş olabilir.   Kusayy’ın Kâbe mütevelliliğini ele geçirmesi hakkında İbn Düreyd’in yaptığı başka bir rivayette ise şöyle denilmektedir; Huleyl, Kâbe anahtarını kızı Hubbâ’ya verdi, o da bu görevi kocasına devretti.  Böylece Mekke yönetimi Huzaalılar’dan Kusayy’a geçmiş oldu. (bk. Cevad Ali, IV, 43).  Bu rivayet de pek akla uygun gelmemektedir.  Kâbe anahtarının Hubbâ’dan Kusayy’a geçmesi, basit bir görev devri değildir.  Çünkü Kâbe anahtarı, aynı zamanda Mekke idaresinin sembolü durumundaydı.  Böyle olunca, anahtarın Kusayy’a geçmesi, yaklaşık üç asır (Çağatay, s. 89) süren Huzaa idaresinin sonu anlamına geliyordu.  Hiç bir kabilenin bu imtiyazı bir başkasına gönüllü devretmesi mümkün değildir. Nitekim, Huzaalılar, Mekke’yi Cürhümlüler’den savaş yoluyla ele geçirmişlerdi ve ancak bir savaş neticesinde bırakırlardı.  Bu nedenle, Mekke’deki idare değişikliğinin herhangi bir mücadele olmadan gerçekleşmesi pek kabul edilir gelmemektedir.  Bu konuda daha farklı rivayetler için, bk. Cevad Ali, IV, 43-45.
[33]   Çağatay, s. 89.
[34]   Lammens, H.L., “Kureyş”, İA, VI, 1015.
[35]   Lammens, H. L., “Kureyş”, İA, VI, 1014; Watt, s.  12.
[36]   İbn Hişam, I, 144; Ezrakî, s. 107; İbn S’ad, I, 71; Taberî, II, 256; İbnü'l-Esîr, II, 12; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, I-XIV, Beyrut-Riyad ts. (Mektebetü’l-Meârif--Mektebetü’n-Nasr), II, 207; Çağatay, s. 90; Şiblî, Mevlana, Asr-ı Saâdet, I-V, (çev. Ö. Rıza Doğrul, nşr. O. Zeki Mollamehmedoğlu), İstanbul 1977, I, 122; Algül, I, 115; Cevad Ali, IV, 245.
[37]   Ferruh Ömer, Tarihu Sadri’l-İslâm ve’d-Devleti’l-Emeviyye, Beyrut 1976, s. 46.
[38]   Belâzurî, I, 39-40; İbnü'l-Esîr, II, 13; İbn Kesîr, II, 207; Watt, s. 12; Ferruh, Ömer, s. 76; Kehhale, Ömer Rıza, Mu’cemu Kabâili’l-Arab, I-V, Beyrut 1982, III, 984; Kureyş-i bitah ve zevahir hakkında daha geniş bilgi için, bk. Cevad Ali, IV, 27-29.
[39]   Mekke’de ilk inşa edilen bina burası olup, insanlar, daha sonra onun etrafında evler yapmaya başlamışlardır. Cevad Ali, VI, 50.
[40]   İbn Kesîr, I, 97.
[41]   İbn Hişam, I, 44, Ezrakî, I, 109; Taberî, II, 258; İbnü'l-Esîr, II, 12; İbn Kesîr, I, 97; Weir, T.A., “Dârunnedve”, İA, II, 492-493; Hamidullah, II, 581; Kasımî, Zafir, Nizamü’l-Hükm fi’ş-Şer’iyye ve’t-Tarihi’l-İslâmiyye, Beyrut 1990, s. 19-29; Aclânî, Münir, s. 27-28; Talas, Muhammed Es’ad, Tarihu’l-Arab, I-II Beyrut ts. (Dâru’l-Endelüs), I, 1.cüz, s.72-80; Sa‘d Zağlul, s. 288-289; Fığlalı, E. Ruhi, “Dârünnedve”, DİA, VIII, 555-556.
[42]   İbn Hişam, I, 144; İbn S’ad, I, 70; İbnü'l-Esîr, II, 12; İbn Kesîr, el-Bidâye, II, 207; İbn Haldun, II, 1.ks. s. 335.
[43]   Watt, s. 12.
[44]   Hasan, Hasan İbrahim, I, 67-68.
[45]   Bu kollar şunlardır; Ümeyyeoğulları, Nevfeloğulları, Sehmoğulları, Zühreoğulları, Mahzumoğulları, Esedoğulları, Cumahoğulları, Haşimoğulları, Teymoğulları ve Adiyoğulları, bk. İbn Hişam, I, 149-150; Âlûsî, I, 249; Lammens,  “Kureyş”, İA, VI, 1015; Algül, II, 128; Bazen bu kabilelere Abduddâroğulları, Amiroğulları ve Haris b. Fihroğulları da eklenmektedir. İbn Hişam, I, 149-150. Ayrıca bk. Akkâd, Abbas Mahmud, el-’Abkariyyetü’l-İslâmiyye, Kahire 1994, (el-Mecmuatü’l-Kâmile) IV, 11; Fayda, s.12.
[46]   Aclânî, Münir, s. 28-29.
[47]   İbn Hişam, I, 44; Ezrakî, I, 110; İbn Abdirabbih, el-Ikdü’l-Ferîd, I-VII, Kahire 1965, III, 314; Taberî, II, 258; Âlûsî, I, 249-250; Çağatay, s. 117; Şiblî, I, 158; Mahmud Es’ad, s. 120-121; Watt, s. 15; Algül, II, 130; Hamidullah, II, 846-849; Cevad Ali, IV, 55-56; Sırma, İ. Süreyya, Asr-ı Saâdette İslâm, (ed. Vecdi Akyüz), I-V, İstanbul 1994, I, 115-116; Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, I, 133-137; Hizmetli, Sabri, İslâm Tarihi, Ankara 1995, s. 78-80.    
[48]   Hasan, Hasan İbrahim, I,68.
[49]   Daha önce Cürhümlü iki aile (Mudad-Katura) arasında Kâbe yönetimini ele geçirme mücadelesi olduğu gibi, Cürhüm kabilesi ile Huzaa kabilesi arasında da aynı amaçla çarpışma meydana gelmişti.
[50]   Hasan, Hasan İbrahim, I, 68.
[51]   İbn Hişam,I, 147.
[52]   Halebî, İnsânü’l-Uyûn, I-III, Mısır 1964, I, 21.
[53]   Ezrakî, I, 109.
[54]   İbnü'l-Esîr, II, 13; Cevad Ali, IV, 59.
[55]   İbn Kuteybe, Kitabu’l-Meârif’(Beyrut 1970)’de Abdümenaf’ın Ebû Amr adında bir oğlunun daha olduğunu kaydetmektedir. s. 32.
[56]   Bu bölünmede Amir b. Luey ve Muharib b. Fihr kabileleri tarafsız kalmışlardır.  İbn Hişam, I, 150; İbn S‘ad, I, 72; Çağatay, s. 91.
[57]   İbn Hişam, I, 149; İbn S‘ad, I, 77; Belâzurî, I, 55-56; İbnü'l-Esîr, II, 14; İbn Kesîr, el-Bidâye, II, 209; İbn Haldun, II, 1.ks. s.149.
[58]   Hılf, lugatte taraf, uc, taraflardan birisi, bir şeyin kenarı, devenin iki memesinden birisi anlamına gelir. bk. (Lisanü’l-Arab, IX, 92; Tâcu’l-Arûs, VI, 95).  Bu kelime ıstılahta ise, birbirine muhalif, ayrı birlikler teşkil eden kabile yahut hizipler arasında akdolunan ittifak manasına gelmektedir.  İttifak eden taraflar, kendi aralarında hulefâ (halîf) olurlardı.  Arendok, C.V.,  “Hılf”, İA, V (I), 486.
[59]   İbnü'l-Esîr, II, 14; Çağatay, s. 91; Arendok, C.V., “Hılf”, İA, V, (I), 486; Fayda, Mustafa, “Abdümenaf”, DİA, I, 278.
[60]   Cevad Ali, IV, 61.
[61]   İbn Hişam, I, 150; İbn Haldun, II, 1.ks. s. 336.
[62]   Watt, s. 12.
[63]   İbn Hişam,I, 151; İbn S‘ad, I, 77; İbnü'l-Esîr, II, 14; İbn Kesîr, el-Bidâye,II, 209; Heykel, s. 85; Çağatay, s. 91; Ferruh Ömer, s. 48; Mahmud Es’ad, s. 115-16 Watt, s. 12; Köksal, Asım, I, 88; Kazancı, A. Lütfi, “Abduddâr”, DİA, I, 177; Fayda, Mustafa, “Abdümenaf”, DİA, I, 287; Sa‘d Zağlul, s. 291; Sarıçam, İbrahim, s. 61-63.
[64]   Çağatay, s. 91.
[65]   Bu anlamşa 590 yılının Zilkâde ayında akdedilmişti.  Bu yıldaHz. Peygamber 20 yaşındaydı. İbn Sa‘d, I, 128
[66]   Anlaşılan o dönemde, Ahlâf ve Mutayyebûn gruplaşması o kadar biliniyor idi ki, Yemen’den gelen bir tüccar bile bu gruplaşmada Sehm’e taraf olan kabilelerden yardım talebinde bulunmuştu.
[67]   İbn Hişam,I, 153-154; Mes'ûdî, Mürûcü'z-Zeheb, I-IV, (thk. Muhammed Muhyiddin Abdulhamid), Mısır 1964, II, 276-277; İbnü'l-Esîr, II, 26; İbn Kesîr, el-Bidâye, II, 219; Halebî, I, 215.
[68]   Ya‘kûbî, II, 17; Halebî, I, 215.
[69]   Hilfü’l-fudûl=Istılahta hılf kelimesi anlaşma taraf manalarına gelmektedir.  (bk. Lisanu’l-Arab, IX, 92; Tâcu’l-Arûs, VI, 95).  Fudul hakkında ise tarih kitaplarında şöyle bir rivayet aktarılmaktadır: Geçmiş zamanlarda Cürhüm kabilesinden Fadl b. Fadale, Fadl b. Vedaa, Fadl (Fudayl) b. Haris isimli kişiler bir araya gelerek zalime karşı mazluma yardım etmek, zayıfın hakkını güçlüden almak, garibi korumak amacıyla anlaşma yapmışlardı.  Kureyşliler, şekli ve mahiyeti itibarıyle, eskisine çok benzeyen bu yeni teşebbüse de Fadl isimli kişilerin adları anlamında (Hilfü’l-fudûl =Fadlların Anlaşması) adını vermişlerdir.  bk. Süheylî, II, 70-71; İbnü'l-Esîr, II, 26; İbn Kesîr, el-Bidâye, II, 292; Watt, s. 12-13; Aclânî, Münir, s. 27; Algül, I, 170; Hamidullah, Muhammed, “Hilfü’l-fudûl”, DİA, XVIII, 31-32.
[70]   Süheylî, II, 73; İbn Kesîr el-Bidâye, II, 292; Halebî, I, 215.
[71]   Toplantıda muhtemelen, toplantıyı düzenleyen Abdullah b. Cüd‘ân’ın kuzeni Hz. Ebû Bekir de hazır bulunmuştu. Lings, Martin, Hz. Muhammed’in Hayatı, İstanbul 1990, s. 49.
[72]   İbn Hişam, I, 154-155; İbn Sa‘d, I, 129; Süheylî, II, 75; İbn Kesîr, el-Bidâye, II, 293.  Hilfü’l-fudûl’un etkisi uzun yıllar devam etmiştir.  Anlaşmanın yapıldığı tarihten yıllar sonra meydana gelen bir olay bunu ispat eder: Muaviye’nin hilâfeti sırasında yeğeni  Medine valisi Velid b. Utbe b. Ebî Süfyan ile Hz. Hüseyin arasında Zilmerve’de bir mülk anlaşmazlığı olmuş, Velid de valilik otoritesini kullanarak bu araziyi kendi üzerine almıştı.  Bu olay kaşısında Hz. Hüseyin “Allah’a yemin ederim ki ya malımı verirsin, ya da kılıcımı alıp Rasûlüllah’ın mescidine çıkar, sonra da insanları Hilfü’l-fudûl’a davet ederim” dedi.  Onun bu çağrısına Abdullah b. Zübeyr olumlu cevap verdi, peşinden Misver b. Mahreme ve Abdurrahman b. Osman da ona destek verdiler -ki, bu üç kişi sırasıyla Hilfü’l-fudûl’e katılan Esed, Zühre ve Teym kabilesine mensupdurlar.  Hz. Hüseyin’in kabilesi Haşimoğulları da aynı birlik içinde yer almıştı.  Hilfü’l-fudûl’ün gücünden çekinen Velid, Hz. Hüseyin’e hakkını vermek zorunda kaldı.  İbn Hişam, I, 154-155; İbnü'l-Esîr, II, 26-27; İbn Kesîr el-Bidâye, II, 293; Halebî, I, 215; Watt, s. 13; Cevad Ali, IV, 88-89.
[73]   Watt, s. 13.  (Watt, kabileleri bu şekilde ayırmasının delillerini şöyle ortaya koyar: a) Bedir tarafının başlıca liderleri B ve C dendir.  Abbas, Benî Haşim’den olup tek istisnadır.  Öte yandan Zühre ve Adiy Mekkeliler’i hiç desteklememişler, A topluluğundan diğerleri de çok zayıf bir şekilde Bedir’de temsil edilmişlerdir. b) Beni Haşim’e karşı boykotu bozan kişiler, Amir, Nevfel ve Esed’dendi, aynı zamanda Benî Mahzum’dan da birinin adı geçmektedir ki, onun annesi Benî Haşim’den olduğu için muhtemelen o, kendi kabilesine muhalefet etmişti. c) Hz. Muhammed’in, Taif dönüşünde kendisini korumaları için müracaat ettiği kimseler Zühre, Amir ve Nevfel’den olup hiç biri C topluluğundan değildi. d) İki istisna dışında (ki onların da şartları uygun değildi) Habeşistan’a gitmeyen üyeler Haşim, Muttalib, Zühre, Teym ve Adiy’dendi. (bk. Watt, s. 14-15).
[74]   Watt, Adiyoğulları’nın daha önce oluşturulan Ahlaf grubunun bir üyesi olarak C grubunda olması gerektiğini, ancak onların eski düşmanı Abdüşşemsoğulları ile mensubu bulunduğu Ahlaf’ın ekonomik ilişkiler kurması nedeniyle bu gruptan ayrılıp A topluluğuna katıldığını, tebliğden sonra Hz. Ömer’in müslüman olmasının da bu yer değiştirmeyi daha sağlam hale getirdiğini söyler. (bk. Watt,  s. 14).
[75]   Watt, s. 13.
[76]   Watt, s. 99-100; Brockelmann, C. İslâm Milletleri ve Devletleri Tarihi, (çev. Neş’et Çağatay), Ankara 1964, s. 12.
[77]   Watt, s. 101.
[78]   Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Makrîzî, en-Nizâ ve’t-Tehasüm Fîmâ Beyne Benî Ümeyye ve Benî Haşim, (thk. Hüseyin Munis), Kahire 1888, s. 30 vd.; Sarıçam, s. 88-104; Câbirî, Muhammed Abid, İslâm’da Siyasal Akıl, (çev. Vecdi Akyüz), İstanbul 1997, s. 296-309.
[79]   Bedir savaşına sebep olan kervanın başında Ebû Süfyan ile Amr b. el-Âs’ın olması tesadüfî değildir.
[80]   Şiblî, I, 161.
[81]   Mahzumoğulları’nın Kureyş içindeki askerî gücü ve görevleri hakkında daha geniş bilgi için bk. Fayda, s. 37-41.
[82]   Ferruh, Ömer, s.110-111.
[83]   Watt, s. 95-101.

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar