GİRİŞ
Hz.
Muhammed (sav), son peygamber olarak Arap Yarımadası’na gönderilmiştir. Onun mensup olduğu Arap toplumumun esasını,
aynı atadan gelmiş olan fertlerin oluşturduğu aileler teşkil etmektedir. Ailelerin birleşmesinden de çöl hayatının
temelini teşkil eden kabileler meydana gelir.
Fertleri aile, aileleri de kabileye bağlayan asıl unsur kabile ruhu
kabul edilen asabiyettir. Her durumda akrabasının yanında olmak, bütün
şartlarda yakınını desteklemek olarak bilinen asabiyeti bir arap şairi şöyle
anlatır: “Senin gerçek kardeşin seninle
birlikte hareket eder. Sen zalim
olursan, o da seninle birlikte zalim olur”.
“Zalim olsun mazlum olsun kardeşine yardım et” sözü de Araplar arasında
yaygın bir darb-ı meseldir.
Çöl
şartlarında düzenli siyasî birlikten ve hukukî sistemden mahrum olan Arap
toplumunda bir kabilenin veya kabileye mensup bir ferdin başka kabile
tarafından saldırıya uğramasını engelleyen veya herhangi bir saldırının meydana
gelmesi durumunda tecavüzün doğurduğu her türlü zararın tazminini sağlayan en
önemli unsur asabiyettir. Saldırı durumunda yardım çağrısı yapıldığı zaman,
kabilenin diğer fertlerinin hiç düşünmeden derhal yardıma koşmaları asabiyetin
gereğidir. Fertlere bir güvenlik şemsiyesi sağlayan asabiyet geleneği, aynı
zamanda bir kaç kabile mensubunun karıştığı küçük çekişmelerin bile kabileler
arası sonu gelmeyen savaşa dönüşmesinin de sebebi olabilmektedir. Bu nedenle cahiliye devri Arap hayatı uzun
süren savaşlara sahne olmuştur.
Araplar,
kabile merkezli ve asabiyetin belirleyici olduğu bir idare sistemini
benimsemişlerdir. Bu sistemde şahsî
meziyetler ve zenginlikleri sebebiyle seçilen ve şeyh denilen kabile
yöneticileri, kabilelerini hem idare etmişler hem de diğer kabilelere karşı
temsil etmişlerdir. Özgürlüklerine aşırı düşkünlükleri ile bilinen Araplar,
kendilerini şeyhleriyle eşit seviyede gördükleri ve onu eşitler arasında
birinci saydıkları için, şeyhe hiçbir zaman mutlak otorite vermemişler;
kendilerine danışmadan karar almasına da müsaade etmemişlerdir. Fertler kabile içinde son derece serbest düşünme
ve davranma hürriyetine sahipken, yani kabile içinde ferdiyetçilik son derece
yaygınken, kabile dışındaki faaliyetleri konusunda şahıslar tam tersi bir
şekilde kabile ile özdeş kabul edilmiştir.
Bu prensibe göre kabilesi ile ters düşen, kabilesinin iradesi dışında
hareket eden üyenin üzerinden çöl güvenlik sisteminin adı olan “himaye”
kaldırıldığı için, o ferdin hayatı tehlikeye girmiş ve kendisi başka
kabilelerin saldırısına açık hale gelmiştir.
Bu durumda kabilesi tarafından dışlanmış olmak, bir fert için en büyük
felaket olarak kabul edilmektedir.[1]
Arapların
en önemli ve en kutsal şehri olan Mekke’de de yukarıda tasvir etmeye
çalıştığımız gibi benzer bir sosyal ortam vardı. Hz. Peygamber’in (sav) tevhid mücadelesi
esnasında karşılaştığı en büyük problem de, bizzat bu sosyal ve siyasî
ortamdı. İslâm’ın yayılmasıyla kurulu
düzenin zarar göreceğini düşünerek kendisine engel olmaya çalışan Mekke
idarecileri eski yapıyı korumaya çalışmışlardır. Allah Rasûlü’nün (sav) karşılaştığı bu tür
problemlerin anlaşılması ve daha sonra meydana gelecek olan siyasî hadiselerin
temellerinin tespiti için, Hz. Peygamber’in (sav) nübüvvetle görevlendirildiği
sıradaki, yani İslâm öncesi Mekke idarî ve siyasî sisteminin temellerinin
ortaya konulmasına ihtiyaç vardır. Bu
araştırmanın hedefi bu konuya bir katkı sağlamaktır.
A.
BAŞLANGICINDAN SİTE DEVLETİNİN KURULUŞUNA KADAR MEKKE
Hicaz[2], Arap
yarımadasında Necid yaylalarıyla, sahildeki Tihâme ovaları arasındaki coğrafî
bölgeye verilen isimdir. Bu bölgenin en
önemli şehirleri Mekke, Medine ve Taif’tir.[3] Hicaz’ın ticarî ve dinî merkezi ise Mekke’dir[4]. Cidde’ye yaklaşık 45 mil uzaklıkta bulunan
şehir, M.Ö. 5. yüzyılın ortalarında kurak, dar, uzun bir vadide ve Zemzem
kuyusunun yanında kurulmuştur.[5] Mekke’yi diğer şehirlerden ayıran ve onlardan
daha üstün hale getiren asıl hususiyet, burada yeryüzünün ilk mabedi olan
Kâbe’nin bulunmasıdır.[6] Hz. İbrahim, oğlu İsmail ile hanımı Hacer’i
getirip bıraktığı Mekke’de daha sonra Kâbe’yi inşa ederek şehri tevhid
inancının merkezi haline getirmiştir. Kâbe-i Muazzama sebebiyle Mekke,
İslâm’dan önceki dönemlerde de büyük şöhret kazanmış ve burada yaşayan insanlar
bütün Araplardan saygı ve hürmet görmüşlerdir.
Arap kabileleri arzu edilen itibar ve şöhrete kavuşmak için, Kâbe
yönetimini ele geçirmek niyetiyle büyük mücadelelere, hatta savaşlara
girişmişlerdir.[7]
Mekke’nin
ilk sakinleri Amalikalılar’dır.[8] Daha sonra
Yemen’den gelen Cürhüm[9]
kabilesi, Hacer ve Hz. İsmail’in izniyle burayı yurt edinmiş, Hz. İsmail de
kabilenin reisi Mudad’ın kızı Seyyide ile evlenerek Cürhümlülerle akrabalık
kurmuştur.[10]
Hz.
İsmail, Cürhümlüler döneminde bir peygamber olarak Kâbe ve hac işlerini idare
etti. Kendisinden sonra bu görevi on iki
oğlundan biri olan Nabit b. İsmail yerine getirdi. Nabit’ten sonra ise Kâbe hizmeti Cürhümlü
Mudad b. Amr ile Katura’nın lideri oldukları iki ailenin eline geçti. Bu iki aileden Mudad, Mekke’nin yukarı
kısmına, Katura ise aşağı kısmına yerleşerek şehri idare ettiler. Zamanla iki
aile anlaşmazlığa düşünce aralarında çarpışma meydana geldi. Neticede Hz. İsmail’in soyu tarafından da
desteklenen Mudad Mekke’nin tek idarecisi oldu.[11] İsmailoğulları, Cürhümlüler’in hakim
oldukları dönemlerde Mekke’de yaşamışlar, çoğalmışlar ve İsmailîler, Adnanîler,
Maaddîler veya Nizarîler adlarıyla anılan bir topluluk meydana
getirmişlerdir. Yüzyıllar sonra
peygamber olarak gönderilecek olan Hz. Muhammed’in (sav) ceddi olan Kureyş
kabilesi de, Hz. İsmail’in Cürhümlü kadınlarla evlenmesinden meydana gelen bir
soydan neş’et etmiştir.[12]
Mekke’de
Cürhümlüler’in idaresine son verenler, yine kendileri gibi Yemen asıllı bir
kabile olan Huzâalılar’dır.[13] Güneyden ayrılıp Kuzey Arabistan’a göç eden
Huzâalılar, uygun bir yerleşim yeri buluncaya kadar Harem civarında kalmak için
Cürhümlüler’den müsaade istediler. Fakat
bu talepleri kabul edilmeyince iki kabile arasında çatışma meydana geldi. Savaş neticesinde Huzâalılar, Cürhümlüler’i
kesin bir mağlubiyete uğratarak Mekke’nin yeni hakimi oldular.[14] Savaştan sonra Huzâalılar, kendileriyle
Cürhümlüler arasındaki mücadeleye katılmayıp tarafsız kalan İsmailoğulları’na
dokunmayarak onların kendileriyle birlikte Mekke’de kalmalarına izin verdiler.[15]
Huzâalılar
dönemi Mekke’sinde en önemli değişiklik, Kâbe’ye putların sokulması
olmuştur. Huzâalılar’ın reisi Amr b.
Luhay[16], ticaret
amacıyla gittiği Şam bölgesinde Maab denilen yerde yaşayan Amâlikalılar’ın
putlara taptıklarını gördüğünde, niçin böyle yaptıklarını sordu. Amâlikalılar, putlardan yağmur istediklerini,
ayrıca yardım istedikleri zaman da putların kendilerine yardım gönderdiklerini
söylediler. Bunun üzerine Amr, onlardan
aldığı Hübel isimli putu Kâbe’ye getirdi ve insanlara buna tapınmalarını emretti.[17] Amr b. Luhay’ın başlattığı putperestlik
hareketi, Kâbe’nin başka putlarla doldurulmasının ilk adımı olmuştur. Tevhid inancını zedeleyen bu şirk geleneği,
ancak Hz. Peygamber’in (sav) Mekke’yi fethetmesiyle ortadan kaldırılabilmiştir.
B. MEKKE’DE KUREYŞ HAKİMİYETİ VE SİTE DEVLETİNİN KURULUŞU
Mekke’nin
idaresi Huzâalılar’dan sonra Kureyş’in[18]
eline geçti. Tarihçiler, Kureyş
kabilesinin Kinâneoğulları’ından[19]
olduğu konusunda ittifak halindedirler.
Kinâne’nin nesebi, Adnan’a, onun nesebi de Hz. İsmail’e ulaşır.[20] Kureyş isminin, Hz. Peygamber’in (sav) 10.
dedesi Fihr’e nispet edildiği ve bu soyun Fihr’den önce Kinânî olarak
anıldığını temel kaynaklarımız bize aktarmaktadır.[21] Kureyşliler, büyük Kinâne köküne bağlanan
bütün kabileler arasında en az varlıklı kolu teşkil ediyorlardı.[22]
Onlar, Mekke’yi çevreleyen çıplak dağlar arasında yaşayan ve Mekke ticaretine
dolaylı katkıda bulunan topluluklardan ibaret idiler. Bu kabile mensupları, Mekke tüccarlarına
develerini kiralarlar, kervanlara kılavuzluk ederler[23] ve
Mekke’de hüküm süren Benî Huzaa’yı şehirden dışarı atmak, burayı ele geçirmek
için fırsat kollarlardı.[24]
Mekke’yi,
Huzâa idaresinden kurtaran ve dağınık halde bulunan Kureyş soyunu bir araya
getiren kişi, Hz. Peygamber’in (sav) dedesi Abdulmuttalip’ten yukarıya doğru
dördüncü sırada ceddi olan Kusayy b. Kilâb’dır.[25] Kusayy, daha küçük yaşta iken babası Kilâb
vefat etmişti. Kudâa kabilesine mensup
olan Rabia b. Haram, hac niyetiyle Mekke’ye geldiğinde, Kusayy’ın annesi Fatıma
bint. Sa’d b. Seyel ile evlendi. Rabia,
eşi Fatıma ile oğlu Kusayy’ı yanına alarak kendi kabilesi Benî Uzreler’in[26]
yurduna götürdü. Üvey babasının yanında
büyüyen Kusayy, daha sonra annesinden gerçek babasının Kureyşli bir asil
olduğunu öğrenerek Kudaalı hacılarla birlikte esas yurdu Mekke’ye geldi. Şehre yerleşen Kusayy, o dönemde şehrin
idaresini elinde bulunduran Huzâalılar’ın lideri Hüleyl’in kızı Hubbâ ile
evlendi. Kusayy’ın Hubbâ’dan; Abdüddâr,
Abdümenaf, Abdüluzzâ ve Abd isminde oğulları oldu.[27]
Huzâa
reisi ve Kusayy’ın kayın pederi Hüleyl hastalanıp vazifelerini yapamaz duruma
gelince, Kâbe’nin anahtarını kızı Hubbâ’ya verdi. Hubbâ da emaneti eşi Kusayy’a devretmek
istedi. Kâbe anahtarının ellerinden
çıkmasının, Mekke idaresininin de kaybedilmesi anlamına geleceğini bilen Huzâalılar,
Huleyl’in bu tasarrufuna karşı çıkarak anahtarı Hubbâ’nın elinden aldılar.[28]
Hem
kayın pederinin vasiyetini yerine getirmek, hem de idareyi Huzâalılar’dan almak
isteyen Kusayy derhal diplomatik destek arayışına girdi. Kabilesi olan Kureyşliler’le görüşmeler
yaptı. Benî Kinâne’den ittifak sözü
aldıktan sonra Uzreoğulları’ndan ana bir kardeşi Rizah b. Rabia’dan yardım
istedi.[29] Huzâalılar da, Kusayy’ın oluşturduğu ittifaka
karşılık Benî Bekir’le[30] bir
araya geldiler. Böylece Huzaa-Cürhüm
mücadelesinden sonra Mekke yönetimini ele geçirme amacına yönelik olarak ikinci
büyük savaş başladı. Çarpışmalarda her
iki taraf da büyük zayiat verdi. Durumun
vahametini gören tarafsız Arap kabileleri harekete geçerek çarpışmaların sona
erdirilmesini sağladılar ve savaşan her iki grubu bir hakeme gitmeye ikna
ettiler. Ya’mur b. Avf b. Ka’b[31]
adındaki hakem, Kusayy’ın Kabe’yi yönetmeye Huzâalılar’dan daha fazla hak
sahibi olduğuna karar verdi. Bunun
neticesi olarak Mekke idaresi Kusayy’a bırakılırken, Huzâalılar da şehirden
sürüldüler.[32] Kusayy’ın Mekke
yönetimini üstlenmesi, Huzâa egemenliğinin sonu, Kureyş egemenliğinin başlangıcı
oldu.[33] Bu
iktidar değişikliği, Hz. Peygamber’in (sav) doğumundan yaklaşık 100 yıl kadar
öncesine tekabul etmektedir.[34]
Mekke
hakimiyetini ele geçiren Kusayy, Mekke vadilerinde dağınık halde yaşayan[35] kabilesini bir araya topladı. Bundan dolayı Kureyşliler, ona Mücemmi
(Toplayan) adını vermişlerdir.[36] Önce Cürhümlüler, daha sonra da Huzaalılar’ın
idaresi altında uzun yıllar tebea durumunda kalan Kureyşliler, Kusayy sayesinde
Arap siyaset sahnesine çıkmış oldular.[37]
Kusayy,
kabilesini Mekke’de bir araya getirmek amacıyla, Harem bölgesini Kureyş’in
muhtelif boylarına taksim ederek, onlardan gösterilen alanlara yerleşmelerini
istedi. Önce Ka’b b. Lüeyy’in kolları olan Kureyşliler’i, Batha vadisine
yerleştirdi. Bu sebepten onlara Abtahî,
Bitahî veya Kureyş el-Bitah adı verilmiştir.
Bunlar, Kureyş’in en zengin ve soylularıydılar. Geri kalan Kureyşliler
ise, Mekke’nin dış mahallelerinde ve şehri kuşatan boğazlar arasında iskân
edildiler. Kureyş el-Bitah’a göre daha az itibarlı olan bu gruba da Kureyş
ez-Zevâhir adı verilmiştir. Kusayy’ın büyük babası Ka’b’ın soyundan gelenlerin
tamamı Kureyş el-Bitah içinde yer almaktadır.[38]
Kusayy,
Kureyş’i iskân bölgelerine yerleştirdikten sonra, Mekke’nin idare merkezi ve
parlamentosu olan Dârünnedve’yi inşa etti.[39] Bu bina aynı zamanda Kusayy’ın evi idi.[40] Mekke’nin önemli kararları Dârünnedve’de
alınır, savaşa gidecek askerler buradan uğurlanır, başka kabile veya devletlere
gönderilecek elçiler buradan yola çıkarılır, izdivaçlar da yine aynı yerde ilân
edilirdi.[41]
Kusayy,
daha önce Huzaalılar tarafında yürütülmüş olan Kâbe görevlerini kendi yetkisine
aldı. Hicâbe (Kabe perdedarlığı), Kıyâde
(Kumandanlık), Nedve (Meclis başkanlığı), Sikâye (Hacılara su sağlama) ve
Rifâde (Hacılara yiyecek sağlama) gibi önemli görevleri bizzat kendisi
üstlenirken, ikinci derecede önemli görevleri ise eski sahiplerine bıraktı.[42] Tüm
bu faaliyetleri dikkate alındığında Kusayy’ı, Kureyş’i bir araya getirmekten
öte, Mekke şehir devletinin gerçek kurucusu olarak kabul etmek mümkündür.[43]
Kusayy;
Kıyâde, Livâ, Hicâbe, Sikâye, Rifâde gibi en önemli görevleri kendi oğullarına
bırakmakla birlikte[44],
bazı görevleri Kureyş’in diğer kollarına taksim etti.[45] Münir Aclânî bu görevleri daha sonraki el
değiştirmeleri de dikkate alarak üç farklı kategoride incelemektedir:
A. Dinî
Görevler:
1.
Sikâye ve İmâre: Hacıların su ihtiyacının giderilmesi ve Kâbe-i Muazzama
adabının muhafazası. (Haşimoğulları)
2.
Sidâne ve Hicâbe: Kâbe’ye hizmet görevleri, Kâbe’nin açılıp-kapatılması. Ayrıca Nedve görevi. (Abduddâroğulları)
3.
Rifâde: Hacılar için Kureyş’ten gıda toplanıp bunun gerekli yerlere sarf edilmesi.
(Nevfeloğulları)
4.
Eysâr ve Ezlâm: Kumar oku çekilmesi görevidir.
İnsanlar, herhangi bir işe karar verecekleri zaman “ezlâm” denilen bu
oklara müracaat ederek, çıkan sonuca göre hareket ederlerdi. (Cumahoğulları)
5.
Emvâl-i Muhaccere: Kâbe’de bulunan putlara sunulan malların muhafaza edilmesi.
Ayrıca hükümet görevi. (Sehmoğulları)
Mekkelilerin
sadece dinî değil, silahlı kuvvetler vazifesini îfa eden müesseseleri de
mevcuttu. Bu müesseseler, ticaretlerinin
güvenlik içinde devamının sağlanması ve düşmanlarına karşı emniyet altında
yaşamaları için lüzumluydu. Aclânî bu
görevleri de iki başlık altında
zikretmektedir:
1.
Ukâb: Harb için karar verildiğinde açılan sancağa verilen isimdir. Bu sancağı taşıyan kişi ordu komutanlığı
görevini üstlenmektedir. (Ümeyyeoğulları)
2.
Kubbe ve Einne: Kureyş’in savaş işlerini organize etme vazifesidir. Asıl görevi silah techizatını ve savaşta
kullanılacak hayvanları tedârik etmektir. (Mahzumoğulları)
Bunlardan
başka üç farklı görev daha ihdas edilmiştir:
1.
Meşvere: Önemli meselelerde Kureyş’in görüşlerini alma, şûrâ. (Esedoğlları)
2.
Eşnâk: Diyet ve zararların karşılanması vazifesi. (Teymoğulları)
3.
Sifâre: Kureyş’in diğer kabile ve devletlerle ilişkilerinin sağlanması.
(Adiyoğulları)[46]
Yukarıda
saydığımız görevlerin mahiyeti ve sayısı hakkında kaynaklarımız daha farklı
bilgiler de vermektedir.[47]
Listeden anlaşılacağı gibi, her Kureyş koluna bir görev verilmiş ve aralarında
herhangi bir anlaşmazlık çıkmasına engel olunmak istenmiştir.[48]
C. MEKKE SİYASİ HAYATININ
OLUŞUMU
İslâm
öncesi dönemde Kâbe görevlerini yerine getirmek, putlara hizmet etmek, hac
yapmak amacıyla gelenlere yardımcı olmak vb. vazifeler, bunları yapan kişi ve
kabilelere çok büyük itibar kazandırıyordu. Bundan dolayı Kâbe görevlerini ele
geçirmek ve yürütmek isteyen kabileler arasında sık sık çatışmalar meydana
gelmiştir.[49] Her ne kadar Kureyş
içerisinde her kabileye belli bir görev verilerek savaşlar engellenmeye
çalışılmışsa da, bu sefer de bir görevi üstlenen kabileye mensup farklı aileler
arasında anlaşmazlıklar çıkmış[50], bu
anlaşmazlıklar, bazen diğer kabileleri
de içine alarak büyük çatışmalara dönüşmüştür.
Kureyş
içinde Kâbe görevleri ve Mekke idaresinin paylaşımı konusundaki ilk ihtilâf,
gruplaşmaya ve siyasî bölünmeye sebep olan ilk olay, Kusayy b. Kilâb’ın
ölümünden sonra meydana gelmiş, onun büyük gayretleri neticesinde oluşturulan
Kureyş bütünlüğü, kendisinden sonra ikiye bölünmüştür: Kusayy vefatından önce
kendisinin yürüttüğü görevleri büyük oğlu Abduddâr’a bırakmıştı. Tarihçiler, bu
görevlerin ona devredilmesini şöyle izah ederler: Daha Kusayy’ın sağlığında
küçük oğlu Abdümenaf, Kureyş içinde
itibar kazanmış ve sözü dinlenen bir kişi olmuştu.[51] Elde
ettiği zenginliği muhtaç insanlara bolca dağıtması nedeniyle Araplar ona
“Feyyaz” adını vermişlerdi.[52] O
dönemde Abdümenaf’ın ulaştığı servet ve şöhrete hiç kimse ulaşamamıştı.[53] Onun
itibarı karşısında ağabeyi Abduddâr zayıf ve sönük kalmıştı. Oğlunun
eksikliğini gidermek niyetiyle Kusayy, kendisinin yürüttüğü görevleri
Abduddâr’a vermişti.[54]
Kusayy’ın
vefatından sonra Abdümenaf’ın oğulları olan Abdüşşems, Haşim, Muttalib ve
Nevfel[55],
kendilerinin itibarları sebebiyle Kureyş içinde Abduddâroğulları’ndan daha
üstün, Kâbe işlerini idare etme konusunda daha hak sahibi olduklarını ilân
ederek, bu görevleri amca oğullarından almaya karar verdiler. Abduddâroğulları buna karşı çıkınca iki aile
arasında gerginlik meydana geldi. Kardeş
çocukları arasındaki bu husumet, diğer Kureyş kollarına da yayıldı. Mekke’de bulunan her kabile, bu iki kardeş
grubundan birinin yanında yer almak durumunda kaldı.[56] Bu
bölünmede Abduddâroğulları’nı; Mahzumoğulları, Adiyoğulları, Sehmoğulları ve
Cumahoğulları desteklerken; Abdümenafoğulları tarafında Esedoğulları,
Zühreoğulları, Haris b. Fihroğulları ve Teymoğulları yer aldılar.[57] İki
grup da her durumda birbirlerine yardımcı olacaklarına, savaş ve barışta
birlikte hareket edeceklerine dair andlaşma (hılf)[58]
yaptılar. Abdümenaf’ı destekleyenler,
Kâbe’de bir araya gelerek ellerini içinde güzel kokular bulunan (tîb) bir kaba
daldırmak suretiyle ahitleştiler. Bundan
dolayı bu gruba Mutayyebûn adı verildi. Abduddâr da, müttefikleriyle yeminleşti
ki, bu gruba da Ahlâf (taraflar) denildi.[59] Daha
sonraları bu iki gruptan Abdümenaf tarafı Hılf-i Mutayyebûn, Abduddâr tarafı da
Hılf-i Ahlâf olarak anılmışlardır.[60] Her
iki cephe de savaş hazırlıklarına başladı.
Taraflardan her kabile, karşı bloktan bir kabile ile savaşmak üzere
eşleştirildi.[61] Savaş başlamak üzere
iken, araya giren başka kabilelerin arabuluculuğu ile sulha karar verildi.
Varılan anlaşma sonucu, Abduddâr’a genellikle önemli olmayan bazı imtiyazlar
verilmekle beraber, asıl iktidar Abdümenaf’ın eline geçti.[62] Bu
anlaşma ile Hicâbe, Livâ, Nedve yine Abduddâr’da kalırken, en önemli görevler
Sikâye, Rifâde ve Kıyâde Abdümenafoğulları’nın uhdesine verildi.[63]
Ahlâf
ve Mutayyebûn grupları, herhangi bir savaşa girişmediler, ama her iki taraf
aralarında tesis ettikleri bu ilk anlaşmalarını -bazen gruplardan birer ikişer
fire vererek de olsa- İslâmiyet’in ortaya çıkışına kadar devam ettirdiler.[64] Bu
gruplaşma neticesinde ortaya çıkan taraflar, Hz. Peygamber (sav) dönemi de
dahil olmak üzere, birbirlerine her türlü desteği vermeye devam etmişlerdir.
Kureyş
içinde ikinci bölünme, başka bir ifadeyle birinci bölünmeyi daha da
derinleştiren olay, Ficar savaşından sonra ve bi’setten yirmi yıl önce vuku
bulan Hilfü’l-fudûl hadisesidir.[65] Bu
anlaşmanın yapılmasına sebep olan kişi, Âs b. Vâil’dir. Rivayete göre Yemen taraflarında yaşayan
Zebid kabilesinden bir tüccar Mekke’ye mal getirmişti. Kendisi de tüccar olan Âs b. Vâil, Yemenli’nin malını
aldı, fakat karşılığını ödemedi. Çaresiz kalan yabancı, Mahzum, Abduddâr,
Cumah, Sehm ve Adi’den oluşan Ahlâf grubundan yardım istedi.[66]
Fakat bu kabileler ona yardım etmedikleri gibi, isteğinden de vazgeçmesi tavsiyesinde bulundular.[67]Hakkını
alamayan Yemenli, Ebû Kubeys dağına çıkarak, yüksek sesle, bu mübarek beldede
zulme uğradığını ilân ederek şehir halkından yardım istedi. Onun çağrısına ilk
cevap Teym kabilesinden geldi.
Mutayyebûn grubunun liderlerinden olan Teymli Abdullah b. Cud’ân, zulme
uğrayanları müdafaa için tüm Kureyş’i işbirliğine davet etti. Bu çağrıya Haşimoğulları,
Muttaliboğulları, Esedoğulları, Zühreoğlları ve Teymoğulları iştirak ettiler.
Ahlâf grubundan olan Abduddâr, Mahzum, Cumah, Sehm ve Adiyoğulları birliğe
dahil olmadıkları gibi, bir inek kesip kanına ellerini batırmak suretiyle
Hilfü’l-fudûl’a katılmama konusunda yeminleştiler.[68] Abdullah b. Cud’ân’ın evinde toplanan Mutayyebûn taraftarı kabileler, haksızlığa
uğrayan herkese yardımcı olmak üzere anlaştılar. Bu anlaşmaya Hilfü’l-fudûl adı verilmiştir.[69]
Cemiyetin ilk icraatı, gasp ettiği malı Âs b. Vâil’den alarak sahibine teslim
etmek olmuştur.[70] Bu cemiyete Hz. Peygamber
(sav) de bizzat iştirak etmiştir.[71]
Allah Rasûlü (sav), peygamberliği döneminde bu anlaşmayı övmüş, andlaşma adına
yeniden bir çağrı aldığı takdirde tereddütsüz katılacağını ifade etmiştir.[72]
Yukarıda
bahsedilen Ahlâf-Mutayyebûn olayı ve Hilfü’l-fudûl’den sonra da Kureyş
kabileleri arasında muhtelif nedenlerle farklı siyasî gruplaşmalar ve
bölünmeler meydana gelmiştir. Ancak bu iki hadisedeki siyasî kamplaşmalar
genelde değişmemiştir. Watt bu gruplaşmayı aşağıdaki şekilde tasnif etmektedir.[73]
A Topluluğu B Topluluğu C Topluluğu
Haşim Abdüşşems (Ümeyye Mahzum
Muttalib Nevfel Sehm
Zühre Esed Cumah
Teym Âmir Abduddâr
Haris b. Fihr
Adiy[74]
Bu
gruplamada A topluluğu, Esed’in çıkıp yerine Adiy’in eklenmesiyle oluşan
Hilfü’l-fudûl cemiyeti mensuplarıdır. B ve C toplulukları bir çok maksatla
birlikte çalışmışlardır. Özellikle Abdüşşems, ortak ticarî çıkarları
dolayısıyla C topluluğu ile çok sıkı münasebet kurmuştur. C topluluğu ise Adiy
kabilesinin kaybedilmesiyle eski Ahlâf’ı oluşturmaktadır.[75] Bu
bölümleme, kabileler arası yakınlaşma, dostluk-düşmanlık, birlikte yahut ayrı
hareket etme esasına göre oluşturulmuş, bu ortaklık daha sonraki dönemlerde
sürdürülmüştür.
İslam
öncesi dönemde Mekke’deki siyasî ortamı ortaya koyduktan sonra, bu kabilelerin
İslam’ın zuhuruna tekaddüm eden dönemdeki siyasî ve iktisadî durumları hakkında
da karşılaştırmalı bilgiler aktarmak istiyoruz:
Hz. Peygamber’in (sav) tebliğ ile görevlendirilmesi öncesinde Kureyş
içinde en güçlü kabile, Halid b. Velid’in mensubu olduğu Mahzumoğulları idi.
Mekke yönetiminde onlara denk olabilecek tek kabile ise, Ebû Süfyan’ın soyu
olan Ümeyyeoğulları’ydı.[76] Bu
iki kabile ticarî alanda temayüz etmişler, hem iktisadî hem de askerî alanda
diğer Kureyşliler’e üstünlük sağlamışlardı. Amr b. el-Âs’ın ailesi Sehmoğulları
da Kureyş’in en güçlü soylarından biriydi.[77]
Ahlâf-Mutayyebûn’dan beri kudretli bir kabile olan Mahzumoğulları ile müttefik
olan Sehmliler, kendilerinin sebep oldukları Hilfü’l-fudûl’de de aynı soyun
desteğini alarak bu bağı daha da güçlendirmişlerdir. Muhtemelen Emevî-Haşimî
mücadelesinin[78] başlaması nedeniyle
Ümeyyeoğulları Hilfü’l-fudûl’e katılmayınca, Sehmoğulları bu kabile ile de
sıcak ilişkiler kurabilmişlerdir. Bu ilişkiler, her iki kabile arasında ticarî
birliktelikleri akla getirmektedir.[79]
Bunlara ilaveten Sehmoğulları; Mahzum, Cumah ve Abduddâr’ın bulunduğu C
grubunda yer aldığı için, bu ailelerle çok eskilere dayanan münasebetler
içerisinde olmuşlardır.
Hz.
Peygamber’in (sav) kabilesi ise bilhassa Abdulmuttalib’in vefatından sonra
gözle görülür bir şekilde zayıflamıştı. Onun ölümünden sonra yerini
doldurabilecek ve aileye eski nüfuzunu kazandırabilecek bir halef yoktu. Ne
tüccar olması nedeniyle panayırlarda dolaşmakla meşgul olan Abbas, ne
fakirlikle boğuşan Ebû Talib, ne de ahlâksız bir adam olan Ebû Leheb,
babalarının yerini doldurabilecek nitelikteydiler.[80]
Askerî üstünlüğü Mahzumlular’a[81]
ticarî ve iktisadî gücü de Ümeyyeoğulları’na kaptıran Haşimoğulları,
geçimlerini hac mevsiminde mahallî ticaretle sağlamaya çalışıyorlardı. Onlar,
Sikâye ve Rifâde hizmetlerini yürütmekle dinî alana ağırlık vermişler,
dünyevî-maddî sahada üstünlüğü rakiplerine terketmek zorunda kalmışlardır.[82]
Bu
dönemde Ubeyde b. el-Hâris’in
mensubu bulunduğu Muttalib, Mus‘ab b. Umeyr’in soyu Abduddâr, Hz. Ebû Bekir’in
ailesi Teym, Hz. Ömer’in sülalesi Adiy ve Utbe b. Gazvan’ın ceddi olan Nevfel
oldukça güçsüz kabilelerdi. Abdurrahman b. Avf ve Sa’d b. Ebî Vakkâs’ın
kabilesi Zühreoğulları, Ümeyye ailesiyle birtakım ticarî ilişkileri sebebiyle
olsa gerek, diğer kabilelere göre biraz daha müreffeh bir hayat
yaşamaktaydılar. Ebû Ubeyde b. el-Cerrah’ın ailesi Haris b. Fihr ve Süheyl b.
Amr’ın soyu olan Âmir kabilesi ise Kureyş el-Bitah ile Kureyş ez-Zevâhir
arasında bir yer işgal ediyorlar ve muhtemelen Kureyş’in en alt seviyedeki iki
kabilesini oluşturuyorlardı. Mahzum ve Ümeyye ile evlilik yolu ile bağ
kurabilmiş olan Zübeyr b. el-Avvâm’ın kabilesi Esedoğulları nisbeten güçlerini
artırabilmişlerdi. Ümeyye b. Halef’in liderliğindeki olduğu Cumahoğulları ise
orta sınıf bir kabileydi.[83]
Bu
bilgiler çerçevesinde, Kureyş soylarını siyasî, ticarî, ve askerî etkinlikleri
itibariyle üç gruba ayırmak mümkündür: Buna göre Mekke’nin en güçlü kabileleri
olarak Mahzum, Ümeyye ve Sehmoğulları ilk üç sırayı paylaşmaktadırlar. Haşim,
Cumah, Zühre, Adiy, Nevfel, Teym, Muttalib ve Abduddâr kabileleri ise orta
düzeyi oluşturmaktadırlar mümkündür. Geriye Mekke’nin en zayıf kabileleri Haris
b. Fihr ve Amiroğulları kalmaktadır.
SONUÇ
İslâm
öncesi dönemde Ahlâf-Mutayyebûn gruplaşması ve Hılfu’l-fudûl gibi hadiseler
neticesinde meydana gelen bölünmeler, Mekke’nin idarî yapısı ve siyasetinde
belirleyici bir rol oynamıştır. Aynı durum, kabilelerin Hz. Peygamber’in
tebliği karşısında tutum belirlemelerinde de etkili olmuştur. Cahiliye
döneminde çeşitli sebeplerle Haşimoğulları’na düşman olan kabileler aynı
davranışlarını İslâm’a ve müslümanlara karşı da göstermişlerdir. İslâm
öncesinde Hz. Peygamber’in kabilesiyle daha sıcak ilişki içinde olan Mekke
aileleri ise, gerek Hz. Peygamber’e ve diğer kabile müslümanlarına, gerekse
kendi kabilelerinden İslâm’a dahil olanlara daha müsamahakâr bir tavır
sergilemişlerdir. Mekkeli fertlerin ve kabilelerin, İslâm ve müslümanlar ile
ilgili tutumlarının sadece kabilelerin İslâm öncesi hadiselere dayanan siyasî
konumlarından ve asabiyet duygusundan kaynaklandığını ileri sürmek tek başına
doğru olmaz. Ancak Arap toplumunun sosyal hayatında ve ilk dönem İslâm tarihi
hadiselerinin değerlendirilmesinde kabile dayanışması dediğimiz asabiyet
düşüncesinin göz ardı edilemeyeceği de bir gerçektir.
[1] Dayf, Şevki, el-Asru’l-Cahilî, Kahire 1960, s. 62; Algül, Hüseyin, İslâm Tarihi, I-IV, İstanbul 1986, I,
92-93; Özaydın, Abdülkerim, “Arap”,
DİA, III, 321; Çağrıcı, Mustafa, “Asabiyet”,
DİA, III, 453.
[2] “Hicaz”, İA, V (I),
472-473; De Goje, M. J., “Arabistan”,
İA, I, 472-479; Büyükcoşkun, Kudret, “Arabistan”,
DİA, III, 248-249.
[3] Hitti, Philip, Siyasî ve
Kültürel İslâm Tarihi, I-V, (çev. Salih Tuğ), İstanbul 1980, I, 154;
Çağatay, Neş’et, İslâm Öncesi Arap Tarihi
ve Cahiliye Çağı, Ankara 1971, s. 81; Watt, Montgomery, Hz. Muhammed Mekke’de, (çev. Rami
Ayas-Emrullah Yüksel), Ankara 1986, s. 10; Algül, I, 75.
[4] Yakut el-Hamevî, Mu‘cemu'l-Buldân,
I-V, Beyrut 1975, V, 181-188; Lammens,
H. L., “Mekke”, İA, VII, 630-636.
[5] Hasan, Hasan İbrahim, İslâm
Tarihi, I-X, (çev. İsmail Yiğit-Sadreddin Gümüş), İstanbul 1996, I, 64.
[6] Bu husus Kur’an’da şöyle ifâde edilmektedir: “Doğrusu insanlar
için yeryüzünde kurulan ilk ev, Mekke’de bulunan, âlemlere doğru yolu gösteren
Kâbe’dir. Orada apaçık deliller vardır;
İbrahim’in makamı vardır; kim oraya girerse, güvenlik içinde olur; oraya yol
bulabilen insana Allah için Kâbe’yi haccetmesi gerekir. Kim inkâr ederse bilsin ki, doğrusu Allah
âlemlerden müstağnidir” (Âl-i İmrân 3/ 96/97).
[7] Aclânî, Münir, ‘Abkariyyetü’l-İslâm
fi’l-Usuli’l-Hüküm, Beyrut 1988, s. 28.
[8] Amalikalılar; Tasm, Cadis ve Semud kavimleriyle aynı menşe’den
gelen Arap kabilelerindendirler.
Seligsohun, M., “Amalik”, İA,
I, 392; Erdem, Sargon, “Amalika”,
DİA, II, 556-558.
[9] Cürhümlüler de Amalika, Ad ve Semud gibi eski Arap
kabilelerdendirler. Buhl, Fr., “Cürhüm”,
İA, III, 248
[10] İbn Hişam, es-Sîretü’n-Nebeviyye,
I-V, (thk. Ömer Abdüsselam Tedmürî), Kahire 1987, I, 19. Hz. İsmail’in bu
kadından önce, Hara bint. Sa‘d b. Avf ile evlendiği ve daha sonra onu boşayıp
Seyyide ile evlendiği şeklinde rivayetler de mevcuttur. bk. Taberî, Tarihu’l-Ümem ve’l-Mulûk, I-XI, (thk.
Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim), Beyrut ts., (Dâru’s-Seveydân), I, 252; Çağatay,
s. 84-85; Sa‘d, Zağlul, Hz. İsmail’in üç Cürhümlü kadınla evlendiğini
bildirmektedir. bk. Sa‘d Zağlul, Fî
Tarihi’l-Arab Kable’l-İslâm, Beyrut ts., (Dâru Nehdati’l-Arabiyye), s. 238.
[11] İbn Hişam, I, 130-131.
[12] Çağatay, s. 84-85.
[13] Huzaalılar, bir Güney Arabistan kabilesi olup, Ezd kabilesinin bir
kolunu oluşturmaktadırlar. Krenkow, F., “Huzaa”,
İA, V (I), 662-63.
[14] İbn Hişam, I, 132.
[15] Çağatay, s. 86; Fayda, Mustafa, Halid b. Velid, İstanbul 1990, s. 23-24.
[16] Seligsohun, M., “Amr b.
Luhay”, İA, I, 414; Özaydın, Abdülkerim,”Amr
b. Luhay”, DİA, III, 87-88.
[17] İbnü’l-Kelbî, Putlar Kitabı,
(çev. Beyza Düşüngen), Ankara 1969, s. 29; İbn Hişam,I, 94-95; Âlûsî, Bulûğu’l-Ereb
fî Ma’rifeti Ahvâli’l-Arab, I-III, (şrh. ve tsh. Muhammed Behcet el-Eserî)
Beyrut ts. (Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye), II, 200-201; Cevad Ali, el-Mufassal fî Tarihi’l-Arab Kable’l-İslâm,
I-X, Beyrut 1993, IV, 14.
[18] Lammens, H.L., “Kureyş”,
İA, VII, 1014-1019.
[19] Kinaneoğulları: Kureyş ve dolayısıyla Hz. Peygamber’in mensup
olduğu büyük bir Arap kabilesidir. Krenkow, F., “Kinane”, İA, VI, 810-811.
[20] İbn Hişam,I, 14-16.
[21] İbn Hişam, I, 14; İbn
Sa‘d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, I-VIII,
Beyrut ts. (Dâru’s-Sâdır), I, 55: Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf,
I, (thk. Muhammed Hamidullah), Jerusalem 1963, I, 39; Cevad Ali, IV, 19-26. Kureyş isminin Fihr’e, hatta
ondan önce de Nadr b. Kinâne’ye verildiği rivayeti kaynaklarda yer
almaktadır. Dağınık halde bulunan
Kureyş’i Mekke’de topladığından dolayı, Kusayy’a da Kureyş denmiştir. (bk. İbn
Sa‘d, I, 72). Ancak rivayetlerin
genelinde Kureyş isminin, Fihr b. Malik’e verildiği hususu ağırlık
kazanmaktadır. Günümüz tarihçileri de bu ismin Fihr ile başladığı fikrini
benimsemektedirler. bk. Mahmud Es’ad, Tarih-i
Din-i İslâm, (sad. A. Lütfi Kazancı-Osman Kazancı), İstanbul 1983, s. 92;
Watt, s. 14; Hamidullah, Muhammed, İslâm
Peygamberi, I-II, (çev. Salih Tuğ), İstanbul 1991, I, 31; Fayda, s. 90.
Kureyş kelimesinin ne anlama geldiği hususunda 20 değişik rivayet vardır. Bu konuda geniş bilgi için bk. Cevad Ali, IV, 21-26, ayrıca bk. Zebidî, Seyyid
Muhammed Murtaza, Tâcu’l-Arûs, I-X,
Beyrut ts. (Dâru Sâdır), IV, 377;
Sarıçam, İbrahim, Emevî-Haşimî
İlişkileri, Ankara 1997, s. 33-35.
[22] Lammens, H.L., “Mekke”,
İA, VII, 631.
[23] Sa‘d Zağlul, s. 286.
[24] Lammens, H.L., “Kureyş”,
İA, VI, 1014-1015.
[25] Vida, G.Levi Della, “Kusayy”,
İA, VII, 1028-1030; Lammens, H. L., “Kureyş”,
İA, VII, 1019.
[26] Benî Uzre: Yemen menşeli ve Kudaalılar’ın büyük alt koluna mensup
bir Arap kabilesidir. Vida, G. Levi Della, “Uzre”,
İA, XIII, 89-90.
[27] İbn Hişam, I, 136-137;
Ezrakî, Ahbâru Mekke, I-II, (thk.
Rüşdi Salih Melhas), Mekke 1965, I, 104; İbn Kuteybe, Kitabu’l-Meârif, Beyrut 1970, s. 32; Belâzurî, Ensâbü’l-Eşrâf, I,(thk. Muhammed Hamidullah), V, (Goiten SDF),
Jarusalem 1963, I, 49; Ya‘kûbî, Tarih,
I-II, Beyrut 1960, I, 337-338; Taberî, II, 182; Süheylî, Ravdu’l-Unuf, I-VIII, (thk. Abdurrahman Vekil), Kahire 1967, II,
33; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Tarih,
I-IX, Beyrut 1986, II, 11; İbn Haldun, Kitabu’l-İber,
I-V, Beyrut 1971, II. 1.ks. s. 334: Mahmud Es’ad, s. 111; Hamidullah, I, 31-32;
Cevad Ali, IV, 38. Kusayy’ın dört oğlundan başka Temur ve Berre
isminde iki kızının olduğu da rivayet edilmektedir. bk. İbn Hişam, I, 24; Taberî, II, 225.
[28] İbn Sa‘d, I, 68; Ezrakî, I, 105; Taberî, II, 255; İbnü’l-Esîr, II, 12; İbn Kesîr, es-Sîretü’n-Nebeviyye, (thk. Mustafa Abdulvahid), Kahire 1964, I,
94.
[29] İbn Hişam, I, 137;
Ezrakî, 105; İbn Sa‘d, I, 68; Taberî, II,
256; İbnü'l-Esîr, II, 12; İbn Haldun, II.1.ks, s.334; Çağatay, s. 88; Sa‘d
Zağlul, s. 287.
[30] Bekir b. Vâil, Maaddî, (İsmailî) zümresine mensup büyük bir Arap
kabilesidir. Sehleifer, J., “Bekir”, İA, II, 454-458.
[31] İbnü’l-Esîr, bu ismi Amr b. Avf olarak vermektedir, bk. el-Kâmil, II, 12. Ayrıca bk. İbn Sa‘d, I, 69; Cevad Ali, IV,
42-43.
[32] İbn Hişam, I, 137;
Ezrakî, I, 107; İbn Sa‘d, I, 69; Ya‘kûbî,
I, 238; Taberî, II, 258; İbn
Kesîr, I, 96-97; Köksal, Asım, İslâm
Tarihi, I-X, İstanbul 1987, I, 76; Sa‘d, Zağlul, s. 287. Kusayy’ın Kâbe ve Mekke yönetimini ele
geçirmesi meselesinde yukarıda zikrettiğimiz bilginin dışında çok farklı
rivayetler de tarih kitaplarında yer almaktadır. Bunlardan biri şöyledir; Huleyl hastalandığında Kâbe anahtarını kızı
Hubbâ’ya verdi. Hubbâ da bu yükü
kaldıramayacağını söyleyince bu sefer Huleyl, anahtarı oğlu Ebû Gubşan’a
devretti. Taif’te düzenlenen bir içki
aleminde Kusayy, onu sarhoş ederek, şahitlerin huzurunda bir tulum şarap
karşılığından Kâbe’nin anahtarını elinden aldı.
(Taberî, II, 256; İbnü'l-Esîr, II, 11-12; Çağatay, s. 90; Mahmud Es’ad,
s. 112.) Bu duruma razı olmayan
Huzaalılar, Kusayy’dan Kâbe anahtarını geri almak için harekete geçtiler ve iki
grup arasında savaş meydana geldi.
Taraflar daha sonra sulha çağrılarak hakeme gitmeye karar verdiler. Hakem de Kusayy lehine karar verdi. Bu olay neticesi, “Ebû Gubşan’dan daha
ziyankâr” ifadesi, ahmaklık ve pişmanlık konusunda darb-ı mesel
olmuştur.(İbnü’l-Esîr, II 12; Heykel, M. Hüseyin, Muhammed Mustafa, (çev. Ö. Rıza Doğrul), İstanbul 1948, s. 84-85;
Çağatay, s. 90). Kanaatimizce bu
rivayetin, Kâbe anahtarının bir tulum şarapla alınması kısmı zayıf olsa
gerektir. Çağatay da aynı görüştedir.
(bk. Çağatay, s.90) Çünkü Mekke idaresi
ve Kâbe yöneticiliği gibi önemli bir vazifenin, içki meclisinde el değiştirmesi
pek makul görünmemektedir. Kusayy’ın da
Kâbe yöneticiliğini bir aldatma yoluyla ele geçirmesine mutlaka diğer kabileler
karşı çıkacaklar, sarhoş bir kişinin aldatılması sonucunda ele geçecek bir
iktidar için, Kusayy’la ittifaka yanaşmayacaklardır. Ayrıca, tayin edilen hakemin de, onun sarhoş
arkadaşını kandırarak hakkını elinden almasına onay vermesi ve Kusayy’ı bu
konuda haklı bulması pek inandırıcı gelmemektedir. Belki bu haber, Kusayy’ın Mekke iktidarını
şaibeli göstermek isteyen muhalifleri tarafından uydurulmuş olabilir. Kusayy’ın Kâbe mütevelliliğini ele geçirmesi
hakkında İbn Düreyd’in yaptığı başka bir rivayette ise şöyle denilmektedir;
Huleyl, Kâbe anahtarını kızı Hubbâ’ya verdi, o da bu görevi kocasına
devretti. Böylece Mekke yönetimi
Huzaalılar’dan Kusayy’a geçmiş oldu. (bk. Cevad Ali, IV, 43). Bu rivayet de pek
akla uygun gelmemektedir. Kâbe
anahtarının Hubbâ’dan Kusayy’a geçmesi, basit bir görev devri değildir. Çünkü Kâbe anahtarı, aynı zamanda Mekke
idaresinin sembolü durumundaydı. Böyle
olunca, anahtarın Kusayy’a geçmesi, yaklaşık üç asır (Çağatay, s. 89) süren
Huzaa idaresinin sonu anlamına geliyordu.
Hiç bir kabilenin bu imtiyazı bir başkasına gönüllü devretmesi mümkün
değildir. Nitekim, Huzaalılar, Mekke’yi Cürhümlüler’den savaş yoluyla ele
geçirmişlerdi ve ancak bir savaş neticesinde bırakırlardı. Bu nedenle, Mekke’deki idare değişikliğinin
herhangi bir mücadele olmadan gerçekleşmesi pek kabul edilir
gelmemektedir. Bu konuda daha farklı
rivayetler için, bk. Cevad Ali, IV, 43-45.
[33] Çağatay, s. 89.
[34] Lammens, H.L., “Kureyş”,
İA, VI, 1015.
[35] Lammens, H. L., “Kureyş”,
İA, VI, 1014; Watt, s. 12.
[36] İbn Hişam, I, 144;
Ezrakî, s. 107; İbn S’ad, I, 71; Taberî, II,
256; İbnü'l-Esîr, II, 12; İbn Kesîr, el-Bidâye
ve’n-Nihâye, I-XIV, Beyrut-Riyad ts. (Mektebetü’l-Meârif--Mektebetü’n-Nasr),
II, 207; Çağatay, s. 90; Şiblî, Mevlana, Asr-ı
Saâdet, I-V, (çev. Ö. Rıza Doğrul, nşr. O. Zeki Mollamehmedoğlu), İstanbul
1977, I, 122; Algül, I, 115; Cevad Ali, IV,
245.
[37] Ferruh Ömer, Tarihu
Sadri’l-İslâm ve’d-Devleti’l-Emeviyye, Beyrut 1976, s. 46.
[38] Belâzurî, I, 39-40; İbnü'l-Esîr, II, 13; İbn Kesîr, II, 207; Watt,
s. 12; Ferruh, Ömer, s. 76; Kehhale, Ömer Rıza, Mu’cemu Kabâili’l-Arab, I-V, Beyrut 1982, III, 984; Kureyş-i bitah
ve zevahir hakkında daha geniş bilgi için, bk. Cevad Ali, IV, 27-29.
[39] Mekke’de ilk inşa edilen bina burası olup, insanlar, daha sonra
onun etrafında evler yapmaya başlamışlardır. Cevad Ali, VI, 50.
[40] İbn Kesîr, I, 97.
[41] İbn Hişam, I, 44,
Ezrakî, I, 109; Taberî, II, 258;
İbnü'l-Esîr, II, 12; İbn Kesîr, I, 97; Weir, T.A., “Dârunnedve”, İA, II, 492-493; Hamidullah, II, 581; Kasımî, Zafir, Nizamü’l-Hükm fi’ş-Şer’iyye
ve’t-Tarihi’l-İslâmiyye, Beyrut 1990, s. 19-29; Aclânî, Münir, s. 27-28;
Talas, Muhammed Es’ad, Tarihu’l-Arab,
I-II Beyrut ts. (Dâru’l-Endelüs), I, 1.cüz, s.72-80; Sa‘d Zağlul, s. 288-289;
Fığlalı, E. Ruhi, “Dârünnedve”, DİA,
VIII, 555-556.
[42] İbn Hişam, I, 144; İbn
S’ad, I, 70; İbnü'l-Esîr, II, 12; İbn Kesîr, el-Bidâye, II, 207; İbn Haldun, II, 1.ks. s. 335.
[43] Watt, s. 12.
[44] Hasan, Hasan İbrahim, I, 67-68.
[45] Bu kollar şunlardır; Ümeyyeoğulları, Nevfeloğulları, Sehmoğulları,
Zühreoğulları, Mahzumoğulları, Esedoğulları, Cumahoğulları, Haşimoğulları,
Teymoğulları ve Adiyoğulları, bk. İbn Hişam,
I, 149-150; Âlûsî, I, 249; Lammens, “Kureyş”, İA, VI, 1015; Algül, II, 128; Bazen
bu kabilelere Abduddâroğulları, Amiroğulları ve Haris b. Fihroğulları da
eklenmektedir. İbn Hişam, I, 149-150.
Ayrıca bk. Akkâd, Abbas Mahmud, el-’Abkariyyetü’l-İslâmiyye,
Kahire 1994, (el-Mecmuatü’l-Kâmile) IV, 11; Fayda, s.12.
[46] Aclânî, Münir, s. 28-29.
[47] İbn Hişam, I, 44;
Ezrakî, I, 110; İbn Abdirabbih, el-Ikdü’l-Ferîd,
I-VII, Kahire 1965, III, 314; Taberî,
II, 258; Âlûsî, I, 249-250; Çağatay, s. 117; Şiblî, I, 158; Mahmud Es’ad, s.
120-121; Watt, s. 15; Algül, II, 130; Hamidullah, II, 846-849; Cevad Ali, IV,
55-56; Sırma, İ. Süreyya, Asr-ı Saâdette
İslâm, (ed. Vecdi Akyüz), I-V, İstanbul 1994, I, 115-116; Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, I,
133-137; Hizmetli, Sabri, İslâm Tarihi,
Ankara 1995, s. 78-80.
[48] Hasan, Hasan İbrahim, I,68.
[49] Daha önce Cürhümlü iki aile (Mudad-Katura) arasında Kâbe
yönetimini ele geçirme mücadelesi olduğu gibi, Cürhüm kabilesi ile Huzaa
kabilesi arasında da aynı amaçla çarpışma meydana gelmişti.
[50] Hasan, Hasan İbrahim, I, 68.
[51] İbn Hişam,I, 147.
[52] Halebî, İnsânü’l-Uyûn,
I-III, Mısır 1964, I, 21.
[53] Ezrakî, I, 109.
[54] İbnü'l-Esîr, II, 13; Cevad Ali, IV, 59.
[55] İbn Kuteybe, Kitabu’l-Meârif’(Beyrut
1970)’de Abdümenaf’ın Ebû Amr adında bir oğlunun daha olduğunu kaydetmektedir.
s. 32.
[56] Bu bölünmede Amir b. Luey ve Muharib b. Fihr kabileleri tarafsız
kalmışlardır. İbn Hişam, I, 150; İbn S‘ad, I, 72; Çağatay, s.
91.
[57] İbn Hişam, I, 149; İbn
S‘ad, I, 77; Belâzurî, I, 55-56; İbnü'l-Esîr, II, 14; İbn Kesîr, el-Bidâye, II, 209; İbn Haldun, II,
1.ks. s.149.
[58] Hılf, lugatte taraf, uc, taraflardan birisi, bir şeyin kenarı,
devenin iki memesinden birisi anlamına gelir. bk. (Lisanü’l-Arab, IX, 92; Tâcu’l-Arûs, VI, 95). Bu kelime ıstılahta ise, birbirine muhalif,
ayrı birlikler teşkil eden kabile yahut hizipler arasında akdolunan ittifak
manasına gelmektedir. İttifak eden
taraflar, kendi aralarında hulefâ (halîf) olurlardı. Arendok, C.V., “Hılf”,
İA, V (I), 486.
[59] İbnü'l-Esîr, II, 14; Çağatay, s. 91; Arendok, C.V., “Hılf”, İA, V, (I), 486; Fayda, Mustafa,
“Abdümenaf”, DİA, I, 278.
[60] Cevad Ali, IV, 61.
[61] İbn Hişam, I, 150; İbn
Haldun, II, 1.ks. s. 336.
[62] Watt, s. 12.
[63] İbn Hişam,I, 151; İbn
S‘ad, I, 77; İbnü'l-Esîr, II, 14; İbn Kesîr, el-Bidâye,II, 209; Heykel, s. 85; Çağatay, s. 91; Ferruh Ömer, s.
48; Mahmud Es’ad, s. 115-16 Watt, s. 12; Köksal, Asım, I, 88; Kazancı, A.
Lütfi, “Abduddâr”, DİA, I, 177;
Fayda, Mustafa, “Abdümenaf”, DİA, I,
287; Sa‘d Zağlul, s. 291; Sarıçam, İbrahim, s. 61-63.
[64] Çağatay, s. 91.
[65] Bu anlamşa 590 yılının Zilkâde ayında akdedilmişti. Bu yıldaHz. Peygamber 20 yaşındaydı. İbn
Sa‘d, I, 128
[66] Anlaşılan o dönemde, Ahlâf ve Mutayyebûn gruplaşması o kadar
biliniyor idi ki, Yemen’den gelen bir tüccar bile bu gruplaşmada Sehm’e taraf
olan kabilelerden yardım talebinde bulunmuştu.
[67] İbn Hişam,I, 153-154; Mes'ûdî, Mürûcü'z-Zeheb,
I-IV, (thk. Muhammed Muhyiddin Abdulhamid), Mısır 1964, II, 276-277;
İbnü'l-Esîr, II, 26; İbn Kesîr, el-Bidâye,
II, 219; Halebî, I, 215.
[68] Ya‘kûbî, II, 17; Halebî,
I, 215.
[69] Hilfü’l-fudûl=Istılahta hılf kelimesi anlaşma taraf manalarına
gelmektedir. (bk. Lisanu’l-Arab, IX, 92; Tâcu’l-Arûs,
VI, 95). Fudul hakkında ise tarih
kitaplarında şöyle bir rivayet aktarılmaktadır: Geçmiş zamanlarda Cürhüm
kabilesinden Fadl b. Fadale, Fadl b. Vedaa, Fadl (Fudayl) b. Haris isimli kişiler
bir araya gelerek zalime karşı mazluma yardım etmek, zayıfın hakkını güçlüden
almak, garibi korumak amacıyla anlaşma yapmışlardı. Kureyşliler, şekli ve mahiyeti itibarıyle,
eskisine çok benzeyen bu yeni teşebbüse de Fadl isimli kişilerin adları anlamında
(Hilfü’l-fudûl =Fadlların Anlaşması) adını vermişlerdir. bk. Süheylî, II, 70-71; İbnü'l-Esîr, II, 26;
İbn Kesîr, el-Bidâye, II, 292; Watt,
s. 12-13; Aclânî, Münir, s. 27; Algül, I, 170; Hamidullah, Muhammed, “Hilfü’l-fudûl”, DİA, XVIII, 31-32.
[70] Süheylî, II, 73; İbn Kesîr el-Bidâye,
II, 292; Halebî, I, 215.
[71] Toplantıda muhtemelen, toplantıyı düzenleyen Abdullah b. Cüd‘ân’ın
kuzeni Hz. Ebû Bekir de hazır bulunmuştu. Lings, Martin, Hz. Muhammed’in Hayatı, İstanbul 1990, s. 49.
[72] İbn Hişam, I, 154-155; İbn
Sa‘d, I, 129; Süheylî, II, 75; İbn Kesîr, el-Bidâye,
II, 293. Hilfü’l-fudûl’un etkisi uzun
yıllar devam etmiştir. Anlaşmanın
yapıldığı tarihten yıllar sonra meydana gelen bir olay bunu ispat eder:
Muaviye’nin hilâfeti sırasında yeğeni
Medine valisi Velid b. Utbe b. Ebî Süfyan ile Hz. Hüseyin arasında
Zilmerve’de bir mülk anlaşmazlığı olmuş, Velid de valilik otoritesini
kullanarak bu araziyi kendi üzerine almıştı.
Bu olay kaşısında Hz. Hüseyin “Allah’a yemin ederim ki ya malımı
verirsin, ya da kılıcımı alıp Rasûlüllah’ın mescidine çıkar, sonra da insanları
Hilfü’l-fudûl’a davet ederim” dedi. Onun
bu çağrısına Abdullah b. Zübeyr olumlu cevap verdi, peşinden Misver b. Mahreme
ve Abdurrahman b. Osman da ona destek verdiler -ki, bu üç kişi sırasıyla Hilfü’l-fudûl’e
katılan Esed, Zühre ve Teym kabilesine mensupdurlar. Hz. Hüseyin’in kabilesi Haşimoğulları da aynı
birlik içinde yer almıştı.
Hilfü’l-fudûl’ün gücünden çekinen Velid, Hz. Hüseyin’e hakkını vermek
zorunda kaldı. İbn Hişam, I, 154-155; İbnü'l-Esîr, II, 26-27;
İbn Kesîr el-Bidâye, II, 293; Halebî,
I, 215; Watt, s. 13; Cevad Ali, IV,
88-89.
[73] Watt, s. 13. (Watt,
kabileleri bu şekilde ayırmasının delillerini şöyle ortaya koyar: a) Bedir
tarafının başlıca liderleri B ve C dendir.
Abbas, Benî Haşim’den olup tek istisnadır. Öte yandan Zühre ve Adiy Mekkeliler’i hiç
desteklememişler, A topluluğundan diğerleri de çok zayıf bir şekilde Bedir’de
temsil edilmişlerdir. b) Beni Haşim’e karşı boykotu bozan kişiler, Amir, Nevfel
ve Esed’dendi, aynı zamanda Benî Mahzum’dan da birinin adı geçmektedir ki, onun
annesi Benî Haşim’den olduğu için muhtemelen o, kendi kabilesine muhalefet
etmişti. c) Hz. Muhammed’in, Taif dönüşünde kendisini korumaları için müracaat
ettiği kimseler Zühre, Amir ve Nevfel’den olup hiç biri C topluluğundan
değildi. d) İki istisna dışında (ki onların da şartları uygun değildi)
Habeşistan’a gitmeyen üyeler Haşim, Muttalib, Zühre, Teym ve Adiy’dendi. (bk.
Watt, s. 14-15).
[74] Watt, Adiyoğulları’nın daha önce oluşturulan Ahlaf grubunun bir
üyesi olarak C grubunda olması gerektiğini, ancak onların eski düşmanı
Abdüşşemsoğulları ile mensubu bulunduğu Ahlaf’ın ekonomik ilişkiler kurması
nedeniyle bu gruptan ayrılıp A topluluğuna katıldığını, tebliğden sonra Hz.
Ömer’in müslüman olmasının da bu yer değiştirmeyi daha sağlam hale getirdiğini
söyler. (bk. Watt, s. 14).
[75] Watt, s. 13.
[76] Watt, s. 99-100;
Brockelmann, C. İslâm Milletleri ve
Devletleri Tarihi, (çev. Neş’et Çağatay), Ankara 1964, s. 12.
[77] Watt, s. 101.
[78] Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Makrîzî, en-Nizâ ve’t-Tehasüm Fîmâ Beyne Benî Ümeyye ve Benî Haşim, (thk.
Hüseyin Munis), Kahire 1888, s. 30 vd.; Sarıçam, s. 88-104; Câbirî, Muhammed
Abid, İslâm’da Siyasal Akıl, (çev.
Vecdi Akyüz), İstanbul 1997, s. 296-309.
[79] Bedir savaşına sebep olan kervanın başında Ebû Süfyan ile Amr b.
el-Âs’ın olması tesadüfî değildir.
[80] Şiblî, I, 161.
[81] Mahzumoğulları’nın Kureyş içindeki askerî gücü ve görevleri
hakkında daha geniş bilgi için bk. Fayda, s. 37-41.
[82] Ferruh, Ömer, s.110-111.
[83] Watt, s. 95-101.
0 yorum:
Yorum Gönder