29 Ağustos 2016 Pazartesi

Kanlı Sonuçlanan İlk Darbe Girişimi

15 Temmuz 2016 akşamı seçimle gelen Cumhurbaşkanı’nı ve hükümeti devirmeye yönelik darbe girişimi sırasında kökeni, partisi, cemaati, sosyal konumu, yaşı, cinsiyeti farklı milyonlarca insanımız canını ortaya koymak suretiyle darbecilere direnerek tarih yazdı. Kuşkusuz bunda Cumhurbaşkanımızın halkı direnişe çağırmasının büyük etkisi oldu. Başbakanımız da ondan önce büyük bir direnç göstererek darbecilerle mücadele edeceklerini açıklamıştı. Bu kritik anlar, yönetici olmakla lider olmanın arasındaki farkı ortaya koyar. İkircikli bir tutum, ya da atılan geri adımlar, havayı koklayan birçok kişinin darbecilerle işbirliği yapmasına sebep olabilirdi. Henüz hadise taze olduğu için atlatılan tehlike tam olarak idrak edilmeyebilir, ancak gelecekte tarih bunu bize daha iyi tasvir edecektir.
Son darbe teşebbüsü bana, Hz. Osman’a karşı girişilen kanlı darbeyi hatırlattı. Hz. Ömer tarafından belirlenen altı kişilik şura üyelerinden biri olan Hz. Osman, şura üyelerinden Abdurrahman b. Avf’ın hakemliği sırasında kararını onun lehine açıklaması üzerine ümmetin biatini alarak halife olmuştu.
Hz. Peygamber, Hz. Osman’a çok değer verirdi. Hz. Osman, peygamberliğin ilk yıllarında Müslüman olmuş, Mekke’de Hz. Peygamber’in kızı Rukayya ile evlenmiş; Habeşistan’a eşiyle birlikte hicret etmişti. Daha sonra Habeşistan’dan Mekke’ye dönerek oradan Medine’ye hicret etti. Rukayya, hicretin 2. yılında (miladî 624) Allah’ın Elçisi (sas) Bedir savaşından dönerken vefat etti. Hz. Peygamber Hz. Osman’la kızı Ümmü Külsûm’u evlendirdi. Ümmü Külsûm de hicrî 9 (miladî 630) yılında vefat etti. Hz. Peygamber’in Ümmü Külsûm’un vefatından sonra, “Şayet on kızım olsaydı hepsini Osman’la evlendirirdim.” dediği nakledilir.
Yumuşak karakterli, nazik, akrabalarına düşkün bir kişiliğe sahip olan Hz. Osman hilafete geldiğinde 70 yaşına baliğ olmuştu. 12 yıl devam eden hilafeti döneminde kendisinden memnun olanlar olduğu gibi gayrimemnun bir kesim de vardı.
Hz. Osman’a muhalif olanların önemli bir kısmı valilerinin icraatlarından dolayı kendisini sorumlu tutuyorlardı. Bazı sahabîlerle ilişkilerinde problemler yaşanmıştı. Örneğin, Ebû Zer, Abdullah b. Mesûd ve Ammâr b. Yâsir, Hz. Osman’ın bazı icraatlarını eleştiriyorlardı. Öte yandan kimi malî uygulamalarından dolayı kendisini eleştirenler vardı. Ortada ciddi bir yanıltma da söz konusuydu. Ona yönelik ithamlar, çoğunlukla halk arasında yayılan söylentilere dayanıyordu.
Kimi rivayetlerde, dönemin Müslümanlarını zan altında bırakmamak ve onları tartışma dışına çıkarmak için Halife’ye isyanın arkasında gizli bir örgütün olduğu ifade edilir. Bu örgütün başı olarak Abdullah b. Sebe olarak zikredilir. Bu rivayetlere hem kaynakları sebebiyle hem de dikkati başka taraflara çektiği için itibar edilmemelidir.
Aslında durum çok karışık değildi. Hz. Osman, uzun süre devam eden halifeliği döneminde bazılarının çıkarına zarar veren, kimilerini de küstüren icraatlar ortaya koymuştu. Aile mensupları bu dönemde oldukça güçlenmişlerdi. Valilerin önemli bir kısmı akrabasıydı. Doğal olarak birçok kişinin nefret oklarını üzerine çekmişti.
Hicrî 35 (miladî 656) yılının hac döneminde Kûfe, Basra ve Mısır’dan hacca gitmek üzere yola çıkan yaklaşık 2000 kişilik bir grup Mekke’ye gitmeden önce Medine’ye uğradılar. Hz. Osman ile görüşerek bazı şikâyetlerini dile getirdiler. Bu sıralarda Hz. Ali halifeyle aralarında arabuluculuk yaptı.
Halife, şikâyetleri dinledi; yanlış anlamaları giderici açıklamalar yaptı ve talepleri dikkate alarak Mısır Valisi Abdullah b. Saʻd b. Ebî Serh’i görevden aldığına dair bir mektubu Mısır’dan gelenlere verdi. Onun yerine atanan isim Hz. Ebû Bekir’in oğlu Muhammed (ö. 38/658) idi.
Muhammed b. Ebî Bekir ve Muhammed b. Ebî Huzeyfe (ö. 36/657) Hz. Osman’a muhalefet eden iki Kureyşli’ydi. Mısırlı grubun organize edilmesinde ve Medine’ye gidişinde etkili olmuşlardı. Muhammed b. Ebî Huzeyfe, babası yalancı peygamber Müseylime’ye karşı girişilen savaşta şehit olunca bakımını akrabası olan Hz. Osman üstlenmişti. Onun himayesinde büyümesine rağmen Hz. Osman’a karşı en ateşli muhalefeti yürütenlerden biriydi.
Gelenler memleketlerine gitmek üzere yola çıktıktan birkaç gün sonra geri döndüler. Ellerinde Mısır’ın azledilen valisine hitaben yazılmış bir mektup vardı. Bu mektupta kendisine gönderilen diğer mektubu dikkate almaması ve grubun ileri gelenlerini cezalandırması emrediliyordu. Mektubun altında Hz. Osman’ın mührü vardı. Hz. Osman, mektubu kendisinin yazmadığına dair yemin etti. Bu sefer gözler kâtibi olan Mervân b. el-Hakem’e çevrildi. Âsiler, Mervân’ın kendilerine teslim edilmesini istiyorlardı. Hz. Osman, bu teklifi kabul etmedi.
Âsiler Hz. Osman’dan görevi bırakmasını istediler. Ancak o, Ashab’tan bazı kişilerle görüşerek bu talebi değerlendirdi. Abdullah b. Ömer’in düşüncesini sordu:
-Bunlar beni hilafetten indirmek istiyor. Şayet hilafeti bırakırsam beni serbest bırakacaklarmış. Hilafeti bırakmasam beni öldürecekler.
-Hilafetten vazgeçersen, dünyada ebedî olarak bırakılacağını mı sanıyorsun?
-Hayır!
-Onlar Cennet ve Cehenneme sahip midirler?
-Hayır!
-Şayet hilafetten vazgeçmezsen sana, seni öldürmekten daha fazla bir şey yapabilirler mi?
-Hayır!
-Böyle bir âdet başlatmanı uygun görmüyorum. Eğer dediklerini kabul edersen bundan böyle yöneticiye öfkelenen her grup onu tahttan indirmek için harekete geçer. Allah’ın sana giydirdiği gömleği çıkarma!
O sırada devletin düzenli bir ordusu yoktu. Medine’de bulunan Müslümanlar, âsilerin baskılarına topluca müdahale etmediler. Belki de bir kısmı Hz. Osman’ın baskılara dayanamayıp istifa etmesini bekliyorlardı. Hz. Osman ise âsilerin kanını akıtacaklarına ihtimal vermiyordu. Aslında iki taraf da direnerek karşı tarafın geri adım atmasını bekliyordu.
Kûfe’den gelen âsilerin liderlerinden biri olan Eşter ile Hz. Osman arasında şöyle bir konuşma geçmişti.
-Ey Eşter! İnsanlar benden ne istiyor?
-Mutlaka içlerinden birini yerine getirmen gereken üç şey!
-Nedir onlar?
-Seni yönetim işini onlara bırakıp, ‘İşte emir ve görev sizde! Hilafet için dilediğinizi seçin!’ demen ile ‘kendine kısas uygulanmasına imkân vermen’ arasında tercihte bulunmak hususunda özgür bırakıyorlar. Bu ikisinden kaçınırsan topluluk, üçüncü seçenek olarak seni öldürecek!
-Bu üçünden başka bir alternatif yok mu?
-Hayır, bunların üçünden başka bir yol yok!
-Hilafet işini onlara bırakmam hususuna gelince, Allah’ın bana giydirdiği bir gömleği asla çıkarmam. Vallahi öne atılıp boynumun vurulmasını, Muhammed ümmetinin bir kısmının hakkını diğerlerine bırakmaya tercih ederim. Kendime kısas uygulanmasına imkân vermeme gelince, kısas cezasını gerektirecek herhangi bir suç işlemedim. Beni öldürmenize gelince, vallahi şayet beni öldürürseniz benden sonra sonsuza kadar birbirinizi sevemezsiniz. Benden sonra sonsuza kadar topluca namaz kılamazsınız ve benden sonra sonsuza kadar topluca düşmanla savaşamazsınız.
Günlerce evinde kuşatma altında tutulan Hz. Osman’a akrabaları ve bazı müttefikleri dışında yardım eden olmamıştı. Bazı sahabîlerin çocuklarını evinin kapısında beklemek üzere göndermek istediklerine dair rivayetler sembolik bir yardıma işaret olarak değerlendirilebilir.
Zaman uzadıkça sinirler daha çok geriliyordu. Nihayet âsiler, ikindi zamanı başka bir evin duvarından atlayarak Halife’nin evine gidiler. Evde bulunanlar âsileri engellemeye çalıştılar, ancak güçleri yetmedi. İçeriye girenlerden biri de Muhammed b. Ebî Bekir’di. Hz. Osman o sırada Kur’ân-ı Kerim okuyordu. Yanında eşi Nâile vardı. Muhammed, Hz. Osman’ın sakalını tutarak şöyle dedi:
-Sana Muâviye’nin ve İbn Âmir’in faydası dokunmadı! Sana mektuplarının faydası dokunmadı!
-Ey kardeşimin oğlu, bırak sakalımı! Senin tuttuğun şeyi baban asla tutmazdı!
-Senden istediğim şey, sakalını tutmamdan çok daha ağırdır!
-Sana karşı Allah’tan yardım dilerim!
Hz. Osman’ın sözleri üzerine Muhammed onun sakalını bırakarak birkaç adım geri çekildi. Odada bulunan adamları o sırada 82 yaşında olan Halife’nin üzerine çullanarak onu öldürdüler. Eşi Nâile, kılıç darbesini engellemek istercesine elini uzatınca birkaç parmağı kesildi (18 Zilhicce 35 / 17 Haziran 656). Bu acı olaydan sonra fitnenin kapısı ardına kadar açıldı. Beş yıl boyunca iç savaşlar meydana geldi, kanlar akıtıldı. Hadisenin Müslümanların zihin dünyasında meydana getirdiği izler, mezheplerin oluşumunu etkiledi.

23 Ağustos 2016 Salı

Havaaaar!

Havaaaar, Müslümanlar din değiştiriyor havaaaar!
Havaar, İslâm adına İslâm doğranıyor havaaar!
Bir zamanların "İslâm coğrafyası", "Müslümanlar!"ca kana bulanıyor havaar!!!
Havaaar! Müslümanlar yeniden "cahiliye"ye dönüyor havaaar!
Adı Ahmed olanlar, adı İhsan olanlar, adı Ali olanlar, adı Selahaddin olanlar, adı Hatice olanlar, adı Fatma olanlar; olanlar, olanlar; kendi adlarını "cahiliye"nin emrine vermiş, "Ebû Cehil'in dini"yle amel ediyor, birbirlerini katlediyorlar havaaar!
Havaaar! "Calut askerleri"nin, "Sezar kalıntıları"nın, "Firavun bendeleri"nin, "Haçlı çocukları"nın, "Hülagu eşkıyaları"nın, "İbn Alkamî hainleri"nin, "Siyonist katiller"in, "Hitler bozuntuları"nın, "Kızılderilileri soykırımdan geçiren ABD soysuzları"nın, ve nihayet, "Yalancı peygamber Müseyleme'nin takipçileri Mehdi bozuntuları"nın emriyle kalkıp oturan Müslümanların "yeni dini"nde, Kur'an ayetleri unutuldu; Resûlullah(s.a.s)'in Sünnet ise, kâle alınmaz oldu havaaar!
Havaaar! Dinleri olan İslâm'ın aslını unutarak, muharref bir "yeni din"e sarılmış olan sorumsuz Müslümanlar, cehalet bataklığında, yerli ve yabancı bazı "müştera/satın alınmış" sözüm ona "Şeriat savaşçıları"nın, ve isimlerine göre Müslüman görünen "faşisto-Marksist milliyetçiler"in heva ve iğvalarına kapılarak, birbirlerini katlediyor, emperyalist Batı dünyasına bayramlar yaptırıyorlar. Havaaar!
İmdi ey kendilerine Müslüman diyen toplum!
Önünde iki seçenek var:
  • Ya içerisinde debelenip durduğun faşizm/milliyetçilik ile, sana dayatılan "yalan din"e ve o dinin hegemonyasına karşı çıkıp, hürriyetine kavuşacaksın ki bunun yolu dini şundan-bundan değil, Kur'an'dan ve Sünnet'ten öğrenmektir;
  • Ya da, bu söylenenleri kâle almayıp kendini milliyetçilerin ve sahte Mehdiler'in emirlerine bağlayıp, dünyanı da, Ahireti'ni de kaybetmektir!
Şunu bil ki Kıyamet'te, ne uğruna boş yere canını feda ettiğin "milliyetçi örgütler"in, ne de her şeyinle bağlandığın din sömürücüleri "Sahte mehdiler"in seni kurtarabilir!
Havaaar! Havaaar! Havaaar!
Bir defa da bu fakiri dinleyin ey kendilerine "Müslüman" denen insanlar!
Havaaaaaaaaaaar! Havaaaaaaaaaaar! Havaaaaaaaaaaar!
 
 

Prof. Dr. Muhammed Harb Hoca'yla Röportaj

islamtarihi.info: Hocam öncelikle bizleri kırmayıp kabul ettiğiniz için teşekkür ediyoruz.

Muhammed Harb: Estağfirullah efendim.

islamtarihi.info: Türkiye’de Osmanlı tarihi denince, en tanınmış akademisyenlerden birisisiniz. Bizlere şahsi hayatınızdan ve eğitim hayatınızdan kısaca bahsedebilir misiniz?

-Üniversitye ilk girdiğimde yer bulamadım. Babam beni edebiyata sevk etmek istiyordu. Ben ise hukuku seviyordum. Böyle bir durumda ne yaparsınız; sabredeceksiniz.  Okul başladı bir iki ay geçti; sabrettim.  Ama baktım ki yürümüyor. Babam edebiyat noktasında ısrar ederken hukuk mezunlarının Mısır’da o dönem iş bulamamalarını düşünüyordu. Babam hala ısrar ediyordu. Nasıl yaparım da hukuka giderim diye düşündüm. Kendi içimden gelecek yıl hukuka giderim diye geçti. Tabi ki bu çocukça bir düşünce idi. Öğrenci işlerinde bir memure vardı. Seni bir bölüme göndereceğim dedi. Beni Osmanlı döneminden kalma bir paşa olan İbrahim eş-Şevarbı Bey’e gönderdi. O dönem oranın yöneticisiydi kendisi. Bölümüm meğer şark dilleri bölümüymüş. Ben bölümümün adını dahi bilmiyordum. Bu bölümde İbranice, Farsça, Türkçe ve Fransızca dilleri vardı. Bunların hiçbirini istemiyordum. Fakat gitmek zorunda kaldım. Birkaç ay geçmişti. Diğer öğrenciler biraz ilerlemişlerdi. İbranice tabi farklı bir dil, alfabesi de farklıydı. İlerlemişlerdi de; onları yakalamam çok zordu. Türkçe dersleri daha sonra başladı. Sınıf kırk dokuz kişiydi, benimle beraber elli kişi oldu. Biraz çalıştım ama sınıfın sonuncusu bendim. İkinci dönemde ise Türkçe dersi müfredata kondu ve hoca olarak da derslere,  Hüseyin Mucib’ül-Mısrî girdi. O büyük alimlerden biriydi. Onunla karşılaştığım andan itibaren hayatım değişti. Hem de aristokrat ailelerden birine mensuptu. O Türkçeyi de çok severdi. Onunla beraber Türkçeyi sevdim. Hocayı da sevmiştim. Birinci dönem sınıfta sonuncu iken ikinci dönem sınıfta birinci oldum. Böyle olmasında bu hocamın tesiri büyüktü.

O bana: “ ikinci dönem üç dil olacak: İbranice, Farsça ve Türkçe. Sen bunlardan Türkçeyi seç” dedi. Ben de ona: “zaten başka bir dili düşünmüyorum” dedim.

Türkçe bölümü yeni olduğu için, bütün çalışkan talebeler bu bölüme girmeye çalışıyorlardı. Zira bu bölüm yeni olduğu için, asistan olmaları kolay olacaktı. Onlar koşa koşa bu bölüme gittiler. Ben ise koşa koşa gitmedim. Kürsü başkanlığına gittim ve “eğer Türkçe bölümüne giremezsem, okulu bırakırım” dedim. Ve öyle oldu ve beni Türkçe bölümüne aldılar.

Fakat enteresan taraf şu ki; babam Kahirede tasavvuf ehli bir Türk’le görüştü. Ona babam, benim oğlum Türkçe bölümüne girdi deyince, kendisi onu bana gönder demiş. Ben de gittim. Revak’ül-Etrak denen Türklerin kaldığı yere gittiğimde, yine başka ufuklar açıldı benim için. Bu hocam sayesinde Türkçeyi sevdim. Onlar Türkçeyi konuşurken ben anlamıyordum; ama gönül diliyle anlaşıyorduk. Bunun bir tezahürü olsa gerek, hiç kimse benim kadar Türklerle alakalı ilimlerde çalışma yapmadı ve yapamaz da. Bunu iddia ediyorum. Meydan okuyorum. Çünkü kimse benim kadar Türkçeyi ve Türkleri sevemedi.

Mezun olduktan birkaç sene sonra, yurt dışında doktora yapmak için burs çıktı. Bu dışişleri bakanlığı bursuydu. Bana, sizler zaten azsınız. Seni İngiltere’ye gönderelim dediler. Ben hayır, ben Türkiye’ye gitmek istiyorum deyince; orada bulunan memur, “herkes İngiltere’ye gitmek istiyor sen niye Türkiye’yi istiyorsun diye sorunca ben: “ben Osmanlı tarihi çalışmak istiyorum. Bu eğitimi de en iyi şekilde Türkiye’de alırım” dedim. O dönem gençtim, bilgisizdim ama ruhen öyle istiyordum. Bu konuda ısrarcı oldum. O dönem Türkiye şimdiki gibi değil, normal bir devletti. Türkiye şimdiki iktidar partisi ile beraber güçlendi ve büyüdü ve dünyada söz sahibi bir ülke haline geldi. İlk Türkiye’ye geldiğimde Atatürk Havalimanı’na indiğimde küçücük bir havalimanı idi. Birkaç odadan ibaretti. Orası şimdi depo olarak kullanılıyor. Türkiye’ye gelince şükür secdesi yaptım. Akabinde de hemen tarih bölümüne gittim. O zaman Şehabettin Tekindağ isimli değerli bir hocamız vardı. Buranın  idarecisi idi. Arapçada da Nihat Çetin isimli çok bilgili bir zat vardı. Hayatımda onun kadar bilgili bir adam görmedim. Onu,  Saddam Hüseyin döneminde Irak’tan çağırdılar. Israr ettiler. O Irak’a gitti ve Arapçaya yaptığı hizmetlerden dolayı devlet nişanını alıp geldi.

Doktora tezim bitince hemen teslim etmedim. Hocamla konuştum ve hemen Mısır’a dönmeyi düşünmediğimi, buradaki ilmî hayattan biraz daha istifade etmek istediğimi söyledim. Ben zaten ilmî çalışmalar yapıyorum, niye Mısır’a döneyim ki diye düşündüm. O dönem de İstanbul’da kültür ve ilim hayatı gayet zengindi. Benim Mısır’daki üniversitem ise beni tehdit etti. Ya dönersin ya da seni kovarız dediler. Bunu Mısır’daki üniversite söyledi. Ve ben neticede dönmek zorunda kaldım.

Türkleri ne kadar seversem, Türklerin de beni o kadar seveceklerini gayet iyi biliyordum. İsmail Hakkı Şengüler isimli Malatya milletvekili bir abimiz vardı. O hakiki bir abim idi. O işlerimi halletmek için kendi işlerini bırakıp emniyete kadar geliyordu. Bir de Yahya Kiğılı Bey vardı. Fabrikatördü kendisi. Onunla görüşürdük ahbaptık. Bir de Osman Nuri Topbaş Efendi vardı. İlk geldiğim zaman beni İsmail Hakkı Bey onlarla tanıştırdı. Onlar beni sevdiler; ehemmiyetle benimle ilgilendiler. Onlar beni aralarına aldılar. Ben İstanbul Üniversitesi’ne yakın oturmak istiyordum. Ama İsmail Hakkı Bey ve arkadaşları, illa bizim aramızda bize yakın oturacaksın dediler. Bir yer verdiler. Her şeyi yaptılar yani.

Neyse onlar döndüğüm zaman, gitme bizim yanımızda burada kal dediler. Mısır fakir, burada hayat şartları daha iyi dediler. Yahya Bey de bana benimle çalışacaksın danışman olarak, hem de senin Yüksek İslam Enstitüsü’ne girmen için gayret ederiz, dedi. Ben de teşekkür ediyorum, ne kadar güzel hem iki maaş alacaksın, hem de İstanbul gibi havası çok güzel olan bir şehirde yaşayacaksın. İstanbul’un havası Allah’ın büyük nimetlerinden biridir. Türkleri de seviyorum asla hiçbir zaman gurbet hissetmedim. Onların bu teklifleri karşısında ben onlara; “Arkadaşlar sizlere teşekkür ediyorum. Ben buraya Osmanlı’yı anlamak için geldim” dedim.

islamtarihi.info: Arap aleminde, Osmanlı denilince, Osmanlı’nın işgalci olduğu düşüncesi dile getirilmektedir. Bununla alakalı ne düşünüyorsunuz?

-Asıl mesele Osmanlı Devleti bütün dünyaya yayılmak isterken, batı ile yani Avrupalı devletlerle uzun zaman mücadele etti. Bir süre sonra Osmanlı zayıf kaldı. Dolayısıyla Avrupalı milletlerin Osmanlı Devleti hakkındaki görüşleri olumlu değildi. Zira onlar birbirleriyle savaşıyorlardı. Avrupa’da ilmin gelişmesine kilise de önem veriyordu. Avrupa’da bir okul vardı. Sıbyan mektebi. Burada Hrıstiyanlığı anlatıyorlardı. Halk kiliseye yardım etti. Vakıflar kurdular, bu küçük okul büyüdü. İlk önce lise oldu sonra ise üniversite açıldı. Peki burada kimler ders verecek? Hocalar. Kim bunlar? Kiliseye bağlı olanlar. Zaten kilise İslam’a karşıdır. Burada hocalara İslam karşıtı bir eğitim vermeleri normaldi. Maalesef 1913 yılında Mısır’da niye üniversite kuruyoruz dediler. Halk tabi bağışta bulundu. Osmanlı prensesleri de bağışta bulundular. Nihayetinde üniversite kuruldu. O zaman bu üniversitede ders verecek hocalara ihtiyaç doğdu. Tabi bildiğiniz gibi Mısır Arap dünyasının giriş kapısıdır. İngiltere ve Fransa’ya tarih, psikoloji ve edebiyat gibi birkaç alanda doktoralarını yapmaları için bu ülkelere öğrenci gönderildi. Nihayetinde bizim asistanlarımız oraya gittiler ve doktoralarını aldılar. Orada kilisenin yetiştirdiği hocalar onlara dersler verdi. Bu hocalar Osmanlı’yı nasıl anlatabilir ki? Bunlar daha sonra Mısır’a döndüler. Tabi hocalarımızın hocaları bunlar. Osmanlı’yı kötü anlattılar. Yine aynı şekilde Kuveyt’te, Suudi Arabistan’da üniversite kurma düşünceleri oluştu. Kim yardımcı olabilir diye düşündüler. Buralardaki üniversitelere de hocalar Mısır’dan gittiler. Aynı düşüncelerini oralarda da anlatmaya bu şekilde öğrenci yetiştirmeye devam ettiler. Bu şekilde Arapların tamamına bu düşünce yayılmış oldu.

islamtarihi.info: Bu fikrin temelinde kilise ve batı var yani?

-Evet tabiki. Ben bu sahada baya yazdım.  Hem de tercümeler yaptım.

Mısır’da Osmanlı kötüdür diye okutuyorlardı. Fakat hakkıyla Osmanlı’yı bilmiyorlardı. Örneğin ben. Babam Abdülhamit Han’ı çok sever ve “iyi insandı” derdi.  “O bütün İslam alemini topladı ve bir yere getirdi.” derdi. Fakat biz okula gittiğimizde farklı şekilde anlatırlardı. “O Osmanlı münevverlerini katlediyordu, onun İslamiyet’le hiç alakası yoktu” diyorlardı. Korkunç bir adam, bir zalim olarak anlattılar. Kızıl Sultan olarak anlattılar bize.

Ben bir nesli temsil ediyorum. İki defa gittim oraya ve hakikati aradım. Sonra anladım ve kendi kendime Arap dünyası yanlış yaptı dedim. Onlar hakikati araştırmadan, Osmanlı’yı suçladılar ve kötü gösterdiler. Halbuki İstanbul’a gidip hakikati, doğruları araştırabilirlerdi.

islamtarihi.info: Osmanlı sahasını da bu sebepten, Osmanlı’yı sevdiğiniz ve daha iyi anlamaya çalıştığınız için seçtiniz?

-Evet bu sebepten dolayı Osmanlı tarihini seçtim.

Buraya geldiğimde İsmail Hakkı Şengüler, Osman Nuri Topbaş bunlarla beraber otururduk. Bunlar Osmanlı’yı seven insanlardı ve güzel anlatırlardı. İsmail Hakkı Şengüler de benim Mısır’daki hocamdı. Türkçe dersi veriyordu bize. O aynı zamanda “fizilali’l-kuran” mütercimlerindendi kendisi. Mısır’da aynı zamanda Ezher’de (Üniversite) okurken spikerlik yapıyordu bizim radyomuzda.

Buraya geldiğimizde bu arkadaşlar “sen gitme biz seninle ve eşinizle ilgileniri”z dediler. Onlar çok iyi arkadaşlardı. Ben onlara Mısır’da insanlar, Osmanlı’yı yanlış biliyorlar. Ben bu algıyı düzeltmek için Mısır’a döneceğim dedim. Mısır’dayken doktor Abdullah et-Türkî, Kral Fahd’ın eğitim müsteşarıydı. Riyad’da bulunan İmam Muhammed Üniversitesi’nin rektörüydü kendisi. O İsmail Hakkı’nın ziyaretine geldi,İsmail Hakkı Bey beni de çağırmıştı. O sıralar ben daha talebe iken, Arap dünyasının önemli dergilerinde makaleler yazıyordum. İsmail Hakkı Bey’in evine gittiğimde bu büyük zatla yani Abdullah et-Türkî ile karşılaştım ve şaşırdım tabi.  Bana “Ben seni takip ediyorum. En son “Fatih’i Müdâfaa” isimli makalelerin vardı” demişti. Bu makalelerden birincisini okumuş ikincisini okuyamamış. Ben ona fotokopisini çektim verdim. O zaman makalelerim el-Arab dergisinde yayınlanıyordu. Bu dergi bir milyon satıyordu. Dikkat edin daha o zaman bir milyon satıyordu. Bu adam vallahi biz seni beğeniyoruz dedi. Doktoranı al hemen Riyad’a gel, senin kadron bizde hazır dedi. Tabi o dönemde de Suudi Arabistan zengin bir devletti. Mısır’da ancak iki yüz dolar alırken orada en azından beş bin dolar alacaktım. İsmail Hakkı Şengüler ve çocukları da vardı bu sırada. Ben ona, “Ben fakir bir talebeyim. Paraya çok ihtiyacım var. Evim yok ev alacağım, mobilya alacağım. Ama benim önceliğim memleketimdir. Benim bir misyonum var. İlk önce Mısır’a gidip bunu yerine getirmem lazım. Size daha sonra gelirim” dedim.

Ben böyle deyince, Abdullah hoca kızdı. Ben ABD’den geliyorum. Orada hangi Mısırlı talebeye söyledi isem hemen imzaladılar. Sen niye imzalamıyor evet demiyorsun diye sitem etti.

Ben ilk etapta misyonumu seçtim, Ama her şeyden önce misyonum geliyordu. Benim hanım, “Senin paraya ihtiyacın olmayabilir ama bizim ihtiyacımız var.” der; espri yapardı. Sağolsun o çok muhterem bir hanım olduğu için pek şikayet etmezdi.  Ben orada; Mısır’da bir kadro, birçok talebe yetiştirdim. Hem benim kızım var Süveyş Kanalı Üniversitesi’nde  o da Türkçe okutuyor. Bu nimetler için Allah’a şükrediyorum.

Riyad’a, Suudi Arabistan’a bilahere gittim. Ben orada dört bölümde çalışıyordum. Kral Faysal Enstitüsü’nü kuranlardan biriyim ben. Şeyh bin Baz da beni istedi ve bana danışman olacaksın dedi. Ben o zamanlar çok para kazandım. Ama amacım para değildi. Şayet ben çok para kazanma peşinde koşsaydım böyle güzel şeyleri elde edemezdim. Hayatta her şey para değildir.

Bizim meslektaşlarımız vardı. Bunlar paraya önem veriyorlardı. Ama onlar ne ilme ulaştılar ne de paraya. Onların ekonomik durumları benim kadar olmadığı gibi akademik olarak da benim düzeyime yetişemediler. Arkadaşlar ilim, evvela sevgi ister. Ben Osmanlı hakkında kırk kadar makale ve kitap hazırladım. İlgi ve sevgi olmadan bunların meydana gelmesi mümkün değildi. Evdekiler şikayet ettiler mi derseniz, Allah’a şükür ki etmediler. Benim hanım, “Sen çalışmana devam et; biz hizmet ederiz” derdi. Son olarak bir kitabım daha çıkacak. Onun başlığı da “Devlet Sistemine Karşı Osmanlı Münevverinin Durumu”dur. Bu tabi Osmanlı Devleti’nin çöküş dönemini ve Atatürk’ün tarih sahnesine çıktığı dönemi anlatıyor.

islamtarihi.info: Yani bir nevi Jön Türklerin devlete tepkisi

Tabi kitap beğenildi. Üç kitabım Türkçeye çevrildi.

islamtarihi.info: Peki Hocam yurtdışında okurken nasıl zorluklarla karşılaştınız?

Hiçbir zorluk yaşamadım. Mısır’daki hocam, Ahmed es-Said. O Fransa’da okumuş. O bana İstanbul’a gidersem öleceğimi söyledi. Çünkü Mısır Devleti’nin bana vereceği burs çok az bir miktardı. Hoca bu yüzden bana açlıktan öleceğimi bu yüzden gitmememi söyledi. Onun Türklere karşı kötü bir tavrı vardı. O, Arapların Osmanlı’ya isyanını iyi bir şey olarak anlatıyordu. Yani genel olarak Mısır’da hiçbir hoca bize Osmanlı’nın iyi olduğunu söylememişti. Allah bana Osmanlı sevgisi verdi.

islamtarihi.info: Doktora teziniz Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethiyle ilgili bir konu. Neden bu konuyu seçtiniz?

Aslında bu konuyu ben seçmedim. Geldiğimde Osmanlı tarihiyle ilgili bir şey bilmiyordum. Rahmetli Osman Öztürk beni alıp Şehabettin Tekindağ’a götürdü. Bu arkadaş doktora yapmak istiyor dedi. Hoca bana hangi konuyu çalışmak istediğimi sordu. Ben de Hoca Saadettin üzerinde doktora yapmak istiyorum dedim. Neden bu konu diye sordu. Ben de üslubunun ağır ve fazla emek isteyen bir konu olduğu için bu konuyu tercih ettiğimi söyledim. Bana kendilerinin memlekete faydası olacak konular çalıştırdıklarını benim de Mısırlı olmam sebebiyle Yavuz’un Mısır’ı fethini incelememi önerdi.

islamtarihi.info: Peki Hocam, Yavuz Sultan Selim hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

Muhammed Gazzali, bir zamanlar Yavuz’a karşı çıkıyordu. Ben kendisine Yavuz’un büyük bir sultan olduğunu söyledim. Sonra anladı. Allah rahmet eylesin dedi. Mısır’da zamanın en önemli tarihçilerinden olan Salâh el-Akkad, Osmanlı’ya karşıydı. Aslında kendisi laik görüşlere sahip biriydi. Kendisiyle görüştüm. O sıra doktoram yeni bitmişti. Türkiye Mısır dostluğuyla ilgili üniversitede düzenlediğim bir programa Salâh el-Akkad’ı da davet etmiştim. Tabi bu program Mısır’da büyük ses getirdi. O programda onu da konuşturdum. Böylece Osmanlı’ya karşı önyargısı kalktı.

islamtarihi.info: Hocam kurmuş olduğunuz Osmanlı Araştırmaları Merkezi’nden bahsedebilir misiniz?

Üniversitelerde Osmanlı Tarihi okuyanlar çok azdı. Eski Türkiye’de (AK Parti iktidara gelmeden önce) Türkiye’nin Araplar arasında propagandaya ihtiyacı vardı. Arap dünyasında Osmanlı yanlış tanınıyordu. Tabi ben gazetelerde ve en önemli dergilerde Osmanlı’yla ilgili yazılar yazıyordum. Sonra Sultan Abdülhamid’in hatıratını Arapçaya tercüme ettim. Hocam Abdürrahim Mustafa, bu hatıratın düşünce dünyasında bir inkılap olduğunu söyledi. Sonra baktım ki Uluslararası İslam Birliği bu kitabı neşretti. Bu kitaptan üç bin nüsha basıldı. Tabi güzel bir baskı olmasını istiyordum. Kendilerinden telif ücreti de istemedim. O zaman Mısır’da bir kitabın üç bin basılması çok büyük bir şeydi. Bu kitaptan otuz bin adet basıldı. Çünkü Avrupa’daki bütün İslam merkezleri bu kitabı istemişlerdi. Hala birçok kişi Muhammed Harb deyince Sultan Abdülhamid’in hatıratını çeviren kişi olarak beni tanımaktadırlar.

Fehmi Hüveydi bana dedi ki kardeşim, sen Osmanlı-Türk meselelerini anlatmak istiyorsun ama bu sadece tarihle olmaz. Evet! İnsanlar Tarih okuyorlar ama Edebiyat yoluyla bunu yaparsan fevkalade bir te’sirde bulunmuş olursun. Nitekim öyle de oldu. İlk olarak Cengiz Dağcı’nın “Korkunç Yıllar” romanı üzerine bir makale yazdım. Sonra bu kitabı tercüme ettim. Bu eser Kırım Müslümanları hakkında gerçekçi bir romandır. Makale ise Cengiz Dağcı ve Kırım’daki Müslümanların Ümitleri” adıyla el-Arabi dergisinde yayınlandı. Makale dergi tarafından beğenildi hatta Iraklı komünistlerden bile sitayişlerini içeren mektuplar geldi.

Ben bu “yazmak” meselesini de anlatmak istiyorum. Bende İsmail Hakkı Şengüler Bey’in te’siri vardı. “Yazdığın zaman kimse senin hüviyetini fark etmesin; böylece bütün fikir cereyanları seni okur”, derdi. Ben de gerçekten buna göre davrandım.  Bu da şimdiki yazarlar için örnek alınası bir şey olsa gerek. Benim yazdıklarımı hem sol hem de sağ cenah okumaktadır. Örneğin bizde Türkiye deyince hemen Nazım Hikmet akla gelir. O zaman ben kalktım ve Necip Fazıl’ı anlatmaya başladım. Tabi Nazım Hikmet’in bilinirliliğine ulaşmadı belki; ama yazdık. Ben Nazım Hikmet hakkında da bir makale yazdım. Bu makale el-Hilal dergisinin yıllık sayısında yayınlandı. Bazıları bana “bu makale ile Nazım Hikmet’i gözümüzden düşüreceksin” dediler. Ama okudular… Çünkü onlar benim üslubumun tarafsız olduğunu biliyordular ve Nazımı belgelorle oldugu gıbı beyan ederım Fakat bazı Mısır münevverleri bunu beğenmediler ve yazılarında Muhammed Harb neden Nazım Hikmet’i tahkir ediyor diye de sordular. Ben ise, “Nazım Hikmet’i asla tahkir etmedim. O büyük bir şairdir, üslubu da gayet güzel ama fikirleri  messelesı ve ben hakkında bir makale yazdım hepsi bu” diye cevap verdim.

islamtarihi.info: : Hocam, Necip Fazıl demişken; onunla nasıl tanıştınız, sizin üzerinizde ne tür etkileri oldu?

O da ibret verici bir şey aslında. Ben Mısır’dayken orada Ezher’de okuyan Ali İhsan Okur hoca adında bir Türk vardı. İyi bir Müslümandı. Hatta onun bir akrabası vardı, başbakan yardımcılığı yaptı sanırım. Bir Arapça-Türkçe sözlük yayınlamıştı. Ali İhsan Okur’un ziyaretine gittim ve bana ne yaptığımı sordu. O zaman fikir olarak çok uyuşmadığımız bir arkadaşımız vardı. Bu arkadaşımız o zaman bize Nazım Hikmet’in ve bazı sol yazarların eserlerini tercüme etmeyi teşvik ediyordu.  Ali İhsan Okur bana neden Nazım Hikmet’le ilgilendiğimizi sordu. Ben ona bunun çok normal olduğunu; çünkü onun Türk halkının temsilcisi olduğunu söyledim. Maalesef bize gazetelerde böyle anlattılar. Nazım Hikmet Mısır’a geldiği zaman “Cumhuriyye” gazetesinde bu haber büyük manşetle “Nazım Hikmet Kahire’de” şeklinde duyurulmuştu. Ardından yeni bir manşet: “Nazım Hikmet Türk halkının temsilcisidir”. Sonra ben onun “insani” bir şair olduğunu söyledim. Muhatabım da bana insani bir şairin ne demek olduğunu sordu. Bilmem ki dedim; öyle söylediler, ben de öyle ezberledim.

islamtarihi.info: Hümanist bir şair demek istiyorsunuz yani.

- Hayır komünist bir şairdi. Bizim o zaman Mısır’daki kültürel altyapımız o kadar gelişmiş değildi. Böyle şeyler bilmezdik biz. Hükümet diktatörlük… Asker diktatörlük… Her neyse bu başka bir mesele.

İşte bu şekilde Ali İhsan Okur bana Nazım Hikmet’i sorduğu zaman ben ona gazetelerden bildiğim kadarıyla insani bir şair olduğunu söylemiştim. O ise Nazım Hikmet’in komünist bir şair olduğunu ve İslam düşüncesine tamamen ters düşünceli biri olduğunu söyledi. Bana bu konuyu detaylı biçimde anlattı. Ben de ona aslında Türkiye’yi anlatmak istediğim fikrimi açtım. Tamam, Necip Fazıl isminde büyük bir şairimiz var bizim, dedi. Bana onun kim olduğuna dair malumat verdi. Ben henüz onu hiç tanımıyordum ve hiçbir kitabını görmemiş ve şiirini de bilmiyordum. O zaman Mısır’da okuyan, Hulusi Hoca diye İzmirli bir kardeşimiz vardı. Bana Necip Fazıl’ın bazı kitaplarını getirdi. Ben onunkinin bize en uygun şiir olduğunu gördüm. Tercüme ettim, neşrettim ve kabul gördü.

islamtarihi.info: Hangi kitabıydı hocam?

-Kitap değil şiirdi.

İkinci olarak, biraz okuduktan sonra derslerde talebelerimize tercüme dersinde onun şiirlerini verirdim. O zaman, “Necip Fazıl: Hayatı ve Eserleri” diye bir yüksek lisans tezi düşüncem vardı ve bunun planını yapmıştım. Buradaki ahbaplarımız o zaman bana bütün kitaplarını göndermişlerdi. Bu fikrimi hocama söyledim. Hocamın ismi es-Said Ahmed Süleyman çok tasvip etmediğim, Türk fikrine karşı birisiydi. “Kimdir bu Necip Fazıl, ismini bile duymadım?” diye küçümseyerek cevap verdi ve beni bir nevi kovarcasına gönderdi. Ben o zaman onun ya cahil ya da mecnun olduğunu düşündüm. Tabi daha sonra başka bir konu aldım: “Yeni Türkiye’de Edebi ve Fikri Cereyanlar” diye. Daha sonra ben Türkiye’ye geldim. İçimde Necip Fazıl’ı görme şevki hep vardı. Arkadaşlar da benim hakkımda ona kendisini sevdiğime dair vs. şeyler anlatmışlardı.

Erenköy’e gittim. Ben önceden Necip Fazıl’ın resmini gördüğümden onu tanıyordum Namaza giderken onu gördüm ve tanıdım. Bir iki arkadaşıyla da tanışıklığımız vardı. Tabi ben büyük bir muhabbetle “Selamün Aleyküm” dedim. Önce bana baktı, sonra arkadaşlarına baktı ve hiçbir şey duymamış gibi devam etti. Biraz sonra ben konuşmaya girmeye çalışarak “Efendim” dedim. Yine konuşmasına devam etti. O acayip bir adamdı. Bu durumda ben hem korktum hem de konuşmaktan vazgeçtim. Ama onun şiirlerini tercümeye de devam ettim. Bilhassa Kuveyt’teki dergilerde yayınlanıyordu. Bir gün Salih Tuğ Bey yazdıklarımı okudu ve ona “Muhammed Harb diye bir çocuk sizin şiirlerinizi usta bir biçimde tercüme ediyor” dedi. Ben de gerçekten onun şiirlerini tercüme ederken hakkını vermeye çalışıyordum. Yirmi beş senedir Türkçe’den Arapça’ya tercümeler yapıyorum. Tabi Necip Bey bir imparator gibi Mustafa Mıyasoğlu’na, “Bu Muhammed Harb’i getir”, demiş. Ona komşuydum o zaman, geldiler ve Necip Fazıl seni istiyor dediler. Tamam dedim ve korkarak gittim. “Selamün Aleyküm efendim”, dedim. “Aleyküm selam” dedi, “Muhammed Harb sen misin?” diye sordu. “Sen benim şiirimi neşrediyorsun, memnun oldum bundan” dedi. “Tamam” dedim. Aslında önceki durumun karşılığını çıkarmak isterdim. Ama sadece tamam dedim. Sonra konuşmaya devam ettik ve bana ““Bir Adam Yaratmak”ı biliyor musun?” diye sordu. Biliyorum dedim. “Tercüme et o zaman” dedi. Ben “etmem” dedim. Ben şaka yapıyordum ama o şaka olduğunu anlamamıştı. Şöyle bir baktı, “Kimdir bu haşarı?” der gibisinden. “Bu beni temsil eden bir şeydir, o yüzden tercüme et.” dedi. Ben yine hayır dedim. Maksadım şaka yapmaktı çünkü selam verince bana bakmamıştı bile. Sonra nasip oldu güzel bir tercümesini yaptım. Şunu belirtmeliyim ki Necip Fazıl’ın ruhani bir tarafı olduğunu düşünüyorum.  Neden? Mısır’da; bilhassa devlet yayınevinde basılacak kitaplar çok olduğundan sıraya koyulur ve her ayda bir kitap veya iki ayda bir kitap basılırdı. Örneğin  benim gönderdiğim diğer kitaplar ancak iki-üç seneden sonra basılabiliyordu. Tabi yeter ki basılsın fikrindeydik biz. Subhanallah, ben kitabı gönderdikten sonra kırk gün içinde kitap basılıp neşredildi. O zaman bu adam ya bir veli ya da büyük bir zat diye düşündüm. Sultan Abdulhamit hatıratını, Allah rızası için devlet yayınevine verdim. Üçüncü dördüncü baskıyı yaptı. Tabi devlet yayınevi yeterli karşılığı vermiyordu ancak kitaplar çok ucuz olarak piyasaya sunuluyordu. Mesela lise talebeleri bile rahatlıkla alabiliyorlardı; dolayısıyla çok insana ulaşılabiliyordu. Bu kitapta benden istedikleri günden kırk gün sonra kitaplaştı. O yüzden ben hanımıma Sultan Abdülhamit ve Necip Fazıl’ın evliyadan kişiler olduklarını düşündüğümü söyledim.

islamtarihi.info: Hocam malumunuz 1916 yılında Sykes-Picot anlaşması çerçevesinde Arap coğrafyası Osmanlılar’dan koparılarak İngiltere ve Fransa arasında paylaşıldı. Bunun gerek Araplar gerekse Türkler açısından ne gibi tesirleri olmuştur?

Aslında bu soruyu bana değil siyasilere sormanız gerekiyor. Ama bu konu hakkında birtakım şeyler söyleyebilirim. Bu anlaşma ile amaçlanan şey kavmiyetçiliğin kuvvetlendirilmesidir. Böylece devletler bir araya gelemeyeceklerdi. Biliyorsunuz sömürgeciliğin birinci merhalesi taksimdir (bölmektir). İkinci aşama ise taksim edilen bölgelerin kültürel köklerinden nasıl uzaklaştırılacağıdır. Nitekim vakıa böyledir. Arap milliyetçiliği yapanlar İngiltere ve Fransa’dır. Mesela Arap milliyetçiliği teorisyenlerinden Iraklı  Satıel Huserının görevi nedir biliyor musunuz? Osmanlı’nın son devrindeki Maarif Vekaleti yardımcılığı… Tuhaf! Mesela Türk milliyetçilerinden örnek verirsek, Ziya Gökalp’i zikredebiliriz. Demek istiyorum ki batılılar bu ülkeler arasına bir tartışma konusu atmak istiyorlar. Sebebi de buraları ele geçirebilmektir. O zamanlar petrolün çıkacağı ve bunun büyük ekonomik güç anlamına geleceği biliniyordu. Eğer Arap devletleri tek bir çatı altında toplanırsa İngiltere onlarla anlaşamayabilirdi. Küçük devletlere bölmeliydiler. Küçük devlet demek, büyük devletin himayesine ihtiyaç duyan demektir. Garb bunu yapmayı başardı. Milliyetçilik fikrinden sonra “vataniyye” dediğimiz bölgesel aidiyet üzerinden gelişen bir tür milliyetçilik baş gösterdi. Örneğin Katar bir Arap devletidir. Biz Arabız diyorlar. Ama biz Katarlıyız da diyorlar. Kuveytliyiz demek de buna benzer bir şeydir. Bu aslında bizim başımıza bir beladır. Demek ki Osmanlı dönemindeki İslam kardeşliği anlayışı tamamen bitirilmiş.

islamtarihi.info: Tamamen bittiği gibi Araplar da kendi aralarında bölünmüşler.

Condoleezza Rice’ın Ortadoğu haritası bellidir. Bu bahsettiğiniz anlaşmanın ikincisidir. Bu da bölmeyi amaçlamaktadır. Biz ne kadar bölünürsek; o kadar Garb kazanmaktadır ve onların üzerimizdeki te’siri artmaktadır. Hatta şu an bazı Hristiyan mütefekkirler bile keşke şu an Osmanlı olsaydı diye düşünmektedirler. Hatta Amerika’da Hristiyan bir tarih hocası kitabında şöyle demektedir: “Osmanlı olsaydı bugünkü Arap dünyasındaki problemler olamazdı. Örneğin şu an Lübnan menfi olayların sıkça vuku bulduğu bir yerdir. Oysa Osmanlı zamanında böyle değildi hatta böyle şeyler akla bile gelmezdi.” Bunu ben değil bahsettiğim Amerikalı tarihçi söylemektedir. Amerika’daki Lübnanlı bir hocadır. Kitapları oldukça meşhurdur ve Arapça’ya tercüme edilmiştir.

islamtarihi.info: Hocam biraz da akademik hayatınızdan bahsetseniz; mesela günde kaç saat çalışırsınız, vakit tanzimini nasıl yaparsınız? Çalışma temponuzun aile hayatınız üzerindeki etkileri nelerdir?

Allah’a şükür eşim akademik çalışmalarımdan dolayı benden hiç şikâyet etmedi. Hatta bazı şeylerde onun fikrini soruyorum. O da bana ne diyor. Sen hocasın ve bu tür işlere beni karıştırma diyor. Sen de ev işlerine karışma demek istiyor yani. Şaka bir yana aile hayatım çok huzurlu. Biliyorsunuz hanımlar eşlerinin evde devamlı oturmalarını sevmezler. Ev hanımlara aittir. Erkekler evde çok kalırsalar hanımları rahatsız ederler. Benim bazı hanım talebelerim bu fikirdeler. Ancak ben böyle bir şikâyeti hanımımdan hiç duymadım. Bu da büyük bir nimet demektir. Allah’ın izniyle yazdıklarımın yaşıma göre bereketli olduğunu düşünüyorum ve bunda eşimin katkısının büyüktür.

islamtarihi.info: Biz de her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır derler.

Evet, ama ben açıkça kendisine söylemiyorum, çok fazla ezilmeyeyim diye karşısında. Yazmak ve çalışmak meselesine gelince ben hiçbir zaman kendime bir sınır koymadım. Zamana bağlı değilim ben; ne zaman yazma isteği gelirse yazarım; ne zaman okumak isteğim gelirse okurum. Aslında dağınık olduğum söylenebilir. Hayatım biraz öyle.

islamtarihi.info: Mesela Fuat Sezgin Hoca, sekiz saatin altında çalışan bir akademisyenin ortaya orijinal bir ürün koyamayacağını söylüyor. Siz mesela ben günde on beş saat çalışıyordum diyebiliyor musunuz?

Her insan insandır. Ben yazmak istediğim zaman yorulana kadar yazarım. Sonra dinlenirim. Döndüğümde bu beni canlı kılar. İnşallah anlatabilmişimdir.

islamtarihi.info: Hocam sizi sevenlere, takip edenlere, okuyucularımıza, İslam Tarihi alanındaki akademisyenlere, öğrencilerinize iletmek istediğiniz bir mesajınız var mı acaba?

Bir prensip vardır: Çalıştığın alanı sev; çok başarılı olursun, hem de mesut olursun. Hakikaten ben hayatımdan çok memnunum. Hiç şikâyetim olmuyor, Allah’ın izniyle de olmayacaktır. Çünkü çalıştığım sahayı seviyorum. Bu sebeple hem bütün mesaimi bu alana harcıyorum hem de mesut olmuş oluyorum.

islamtarihi.info: Başarının sırrı sevmekten geçiyor diyorsunuz hocam.

Mesela Mahmut Kaya Hocamız bana sen felsefeden anlamazsın diyor. Felsefe akıl işidir çünkü kendine has düşünme metotları var diyor. Felsefeyi tabi ki biliyorum. Ancak Allah bizi sadece “akıl işi” olarak yaratmadı. Hem akıl hem de kalp melekesi ile birlikte yarattı. Hilkat sistemimiz bu şekildedir.

Hayat mesela, ben hayattan anlamam: Ticaret, alışveriş… Böyle şeylerden anlamam. Memur olalı beri maaşımın ne kadar olduğunu bilmiyorum, bundan sonra da bilmeyeceğim. Eskiden maaşlarımızı elden verirlerdi, hiçbir zaman saymadım, saymak aklıma bile gelmedi. Bu aslında ruhi bir mesele; çünkü yemek, içmek, rızık benim işim değil ki. Dolayısıyla ben hayatımdan memnunum.

islamtarihi.info: Kaç çocuğunuz var ve onlar şu an ne yapıyorlar hocam?

Bak sen bu soruyu bana sormadın. (Gülüşmeler). Üç çocuğum var. Birincisi Ömer, otuz yedi yaşında. Çok severim. Bizim ailemizin bânisi gibidir diyebilirim. Ertuğrul gibi aynı. Ben çalışıyordum ve Mısır’a para gönderiyordum. Ömer sekiz senedir Mısır devlet televizyonunda sunucudur. Bu görevi meziyetleriyle kazandı. İngilizcesi, karakteri vs. Ben onun müdürleri ile tanışıyordum. Ömer çok iyi bir sunucu ancak hayat adamı değildir. Çünkü yanına bir bayan geldiği zaman oradan kalkıyor. Bu da bizim tarzımıza çok uymuyor; dediler. Ömer’in güzel tarafı onun Allah’ı bilen bir çocuk olmasıdır. Ben çok hayatı bilmediğimden ailemizin bütün işlerini o idare etmiştir.  Ömer ayrıca Türkçe de biliyor. İstanbul doğumludur. Osman Öztürk, Ömer için “Sahibu Uyuni ez-Zeytuniyye” (Zeytin gözlü)  derdi. İkincisi Tesnim Hanım. Türkçe bölümünden mezundur. Osmanlı Tarihinden doktora yapmıştır. Şimdi bir üniversitede Osmanlı Tarihi ve Osmanlıca okutuyor. En küçükleri ise milletlerarası bir firmada avukatlık yapıyor. Onlar çok para veriyorlar. Ben onu buraya davet ediyorum ama gelmek istemiyor. Çünkü Türkçe bilmiyor. Oysa ben bir şeyi yapmak istediğimde Allah’a tevekkül eder yaparım ve hala öyleyim. Yeni nesil ise daha çok akla dayanarak hareket ediyor. Birçok torunum var. Biz çocukları çok severiz ve daha çok torunum olsa diye isterim. Hanımın Türkçe asistanıydı. Araptır kendisi, Dimyatlı. Babası bir pirinç fabrikasının sahibidir. Türkiye’de tanıdıklarım Arap tanıdıklarımdan daha fazladır.

islamtarihi.info: Bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.

Röportaj: 
Arş. Gör. Ahmet ACARLIOĞLU, 
Arş. Gör. Ömer ARAS, 
Arş. Gör. Halil ORTAKCI

22 Ağustos 2016 Pazartesi

"Hz. Peygamber'i Anlatırken Kendi Zamanımızı Anlatıyoruz"

Hz. Muhammed (sav), sadece nübüvvetin son halkası olarak değil; dünya tarihinde kendisinden en çok bahsedilen bir şahsiyet olarak da tüm zamanlar içinde eşsiz bir yere sahiptir. Bugün Hz. Peygamber’in hayatını anlatmak ihtiyacı azalmak bir yana dursun, farklı perspektiflerden genişlemek suretiyle artış göstermektedir. İslam Tarihçisi Prof. Dr. Adnan Demircan ile editörlüğünü üstlendiği Hz. Peygamber Döneminde Gündelik Yaşam kitabından yola çıkıp siyer yazıcılığından öğretim kurumlarında siyer eğitimine uzanan geniş bir yelpazede söyleşi gerçekleştirdik.

Geçmişte Hz. Peygamber, neden savaşçı ve yönetici kimliği ile ön plana çıkmıştır? Çünkü ilk dönemlerde Müslümanların Hz. Peygamber’in bu husustaki modelliğine ihtiyaçları vardı. Fetihlerin devam ettiği bir zaman olduğundan Hz. Peygamber’in cihatla ilgili bakış açısı ve uygulamaları, pratikleri önem kazanmıştır.

- Editörlüğünü üstlendiğiniz Hz. Peygamber Döneminde Gündelik Yaşam tazeliğini korurken soralım: Böyle bir derleme yapmaya nasıl karar verdiniz? Bu konu günümüze dek biraz da ihmal edilmiş gibi gözüküyor. Son yıllarda bu alana dair artan dikkatlerin sebepleri nelerdir?
Her dönemin gündeminde olan, ilgi duyulan konular vardır. Günümüzde de sosyal tarih ve kültür tarihi ciddi manada öne çıkmış durumda. Her dönemde neşredilen siyer eserlerinin muhtevasına; o dönemki insanların ihtiyaçları, beklentileri ve kendi dönemleriyle geçmişi özdeşleştirme çabaları gibi etkenler üzerinden bakmak gerekir. Bu kitap, Asr-ı Saadet Dünyası üst başlığı ile derlediğim, takriben 310 kadar makalenin yer alacağı, toplam 25 kitaplık derleme çalışmasının bir cildine tekabül ediyor. On kitabı çıktı, on beş kitap daha çıkacak bu derlemelerden. Hz. Peygamber Döneminde Gündelik Yaşam alt başlıklı kitapta sosyal-gündelik ilişkilere atıf yapan makaleleri bir araya getirdim. Hz. Peygamber’in hayatı; pek çok yönüyle derinlemesine incelenmesi gereken ve bir anlamda da Müslümanların kendi hayatlarını, yaşantılarını kurarken/kurgularken istifade etmeleri gereken bir kaynak.  Doğrudan doğruya taklit etmek için değil de değer oluşturma ve günümüze aktarma anlamında Peygamberimiz’in hayatına ihtiyacımız var. Çünkü vahiy Peygamber Efendimiz tarafından somutlaştırıldı, hayata döküldü. Peygamber Efendimiz, ilk Müslüman olarak, Allah’ın mesajını hayatına uygulayan bir beşer olarak bizim açımızdan büyük bir örneklik taşıyor. Bu yönüyle de hayatının her aşaması, her yönü incelenmeye değer görülmüştür. Nitekim kaynaklarımıza baktığımız zaman Hz. Peygamber’in özel hayatı dâhil olmak üzere, hayatının pek çok yönüne insanlar ilgi duymuşlardır.

- Son yıllarda megazi yahut bütün bir siyer anlatısından ziyade tematik eserler neşredilmeye başlandığını görüyoruz. Bunu neye bağlıyorsunuz? Bu durum bir açığın, açlığın sonucudur diyebilir miyiz?
Hz. Peygamber kitaplarda sadece komutan ve devlet başkanı sıfatıyla anlatılmamıştır; O’nun hayatı, bugün gündelik hayata ilişkin ilgi duyduğumuz konuların yanı sıra günümüzde Müslümanların ilgi duymadığı yerel (yahut o güne has) konular çerçevesinde de ele alınmıştır. Ancak bu bilgiler, dönemin ihtiyaçlarına göre bir sistem içerisinde müstakil kitaplar halinde anlatılması düşünülmediği ya da geçmişte buna çok ihtiyaç duyulmadığı için, şimdilik kitaplarda dağınık bir şekilde yer alıyor. Geçmişte Hz. Peygamber, neden savaşçı ve yönetici kimliği ile ön plana çıkmıştır? Çünkü ilk dönemlerde Müslümanların Hz. Peygamber’in bu husustaki modelliğine ihtiyaçları vardı. Fetihlerin devam ettiği bir zaman olduğundan Hz. Peygamber’in cihatla ilgili bakış açısı ve uygulamaları, pratikleri önem kazanmıştır. Bir Müslüman savaşa gidiyorsa savaşta düşmana karşı nasıl davranacağı hususunda Peygamber Efendimiz’in uygulamalarının rehberliğine ihtiyaç duyar. Kur’ân-ı Kerîm’e bakar, sünnete bakar, geçmişteki âlimlerin söylediklerine bakar ve bununla yolunu bulmaya çalışır. Bu bir literatür oluşturmuş, erken dönemde megazi literatürü oluştuğu için genellikle Hz. Peygamber’in bu yönü öne çıkmış. Hâlbuki Hz. Peygamber’in hayatını bir bütün olarak ele aldığımızda savaş kısmı -Mekke ile ilişkiler bağlamında söylersek- 23 yıllık peygamberlik hayatı içerisinde altı yıla tekabül ediyor, bu altı yılın tamamında da sürekli savaş halinde olması söz konusu değildir. Zira Hz. Peygamber’in Mekkelilerle savaştığı dönem, Hicri 2. ile 8. yıl arasıdır.
Hz. Peygamber’in diğer dinî gruplarla ya da kabilelerle ilişkilerinde savaş durumunun olduğu hallerde dahi insan kaybının oldukça düşük seviyede olduğunu görüyoruz. Çünkü Peygamber’in mesajı, insanı yaşatmaya, dünyasını ve ahiretini kurtarmaya matuf bir mesajdır. Hz. Peygamber düşmanıyla mücadele ederken dahi, karşısındakini her an kardeşi olabilecek bir muhatap olarak görmüştür. Böyle baktığı için Hz. Peygamber, savaşlarda insan kaybının asgari seviyede olmasını sağlamayı başarmıştır. Hz. Peygamber ile yapılan savaşlarda müşriklerden toplam ölenlerin sayısı 250 kişi civarındadır. Bugün herhangi bir küçük çatışmadaki insan kaybından daha az. Büyük zaferlerden biri olarak İslam tarihine geçmiş olan Bedir Savaşı’nda dahi müşriklerin kaybı 70 kişidir. Hz. Peygamber, insanları yok ederek bir din tebliğ edemezdi, çünkü muhatabı insandı. Allah Rasûlü (sav)’nün görevi, son ilahi mesajı insanlara iletmekti. Peygamber Efendimiz’in savaşçı yönüyle ilgili literatürde önümüze konan örneklerin, Hz. Peygamber’in bakış açısını bir bütün olarak tamamıyla yansıtmadığı kanaatindeyim. Hz. Peygamber’in insanlara getirdiği mesaj, insanı aziz gören bir mesajdır. Aslında kitapların ayrıntılarında ya da rivayetlerin satır aralarında Peygamber’in bu yönünü de görebiliyoruz. Meselâ Hz. Peygamber, düşman da olsa öldürülene müsle* yapılmasını yasaklamıştır.

Her siyer aynı zamanda, yazıldığı dönemi yansıtan bir eserdir. İnsanlar Hz. Peygamber’i anlatırken kendi zamanlarını da anlatıyorlar. Günümüzün ihtiyacına göre yeni bir siyer yazma ihtiyacı ortaya çıkıyor.

- Geriye dönüp baktığımızda her çağda ve birçok farklı coğrafyada, sayısız dilde siyer eserinin kaleme alındığını görüyoruz. Hz. Peygamber’in hayatını neden tekrar tekrar yazma ihtiyacı hissediliyor?
Çünkü her siyer aynı zamanda, yazıldığı dönemi yansıtan bir eserdir. İnsanlar Hz. Peygamber’i anlatırken kendi zamanlarını da anlatıyorlar. Günümüzün ihtiyacına göre yeni bir siyer yazma ihtiyacı ortaya çıkıyor. Bunun iki boyutu olduğunu düşünüyorum. Birincisi: Bizim ihtiyaçlarımız çerçevesinde Hz. Peygamber’in hayatına, dönemine yeniden bakmak.
İlk siyer kitaplarına baktığımızda, örneğin İbn Sa’d’ın Tabakat’ında Hz. Peygamber’in kılık-kıyafetiyle ilgili geniş bir bölüm var. Hz. Peygamber’in saçını boyayıp boyamadığına ilişkin bir bölüm var. Muhtemelen kitabın telif edildiği dönemde bu konulara ilgi duyuluyordu. Bugün Türkiye’de yaşayan Müslümanlar açısından Peygamberimiz’in giydiği kıyafetin rengi, kumaşı ana bir konu olmaktan çıkıp tali bir konu haline gelmiştir. Onun için kitaplarda başka konuları arıyoruz. Bizim ihtiyaç ve beklentilerimiz, Hz. Peygamber’in hayatını yeniden okumayı gerektiriyor.
İkinci boyut da şu: İlim bir zaman diliminde donuklaşan bir faaliyet değildir, sürekliliğe sahiptir. Hem yeni yöntemler (usuller) çerçevesinde Hz. Peygamber’in hayatı yeniden incelenmeli hem de kaynaklara farklı bir zaviyeden bakış açısı getirilmelidir. Yine klasik dönem kaynaklarımıza baktığımız zaman; örneğin İbn Hişam -en eski kaynaklarımızdan birisidir- Hz. Peygamber’in hayatını anlatırken Kur’ân-ı Kerîm’e atıflar yapıyor, ele alınan olayla ilgili bir ayet nazil olmuşsa o ayeti zikrediyor. Kur’ân-siyer ilişkisini kendi kitabında doğal mecrası içerisinde işliyor. Sonradan telif edilen bazı eserlerde daha çok rivayet ön plana çıktığı için Kur’ân-siyer ilişkisi kısmen kaybolmuş. Hâlbuki Kur’ân-ı Kerîm birinci siyer kaynağıdır. Eğer Allah Rasûlü (sav) döneminden bahsedeceksek, o zaman ana metnin Kur’ân-ı Kerîm olması lazım. Geçmişte âlimlerin uyguladığı bu yöntem, son dönemlerde yeniden keşfedildi. Yapılan çalışmalarda Kur’ân’ı merkeze alacak şekilde Hz. Peygamber’in hayatını yeniden okuma ve kurgulama durumu söz konusudur. Dolayısıyla yöntemler, kaynaklara bakış açısı, ihtiyaçlar yeni siyer yazımını gerekli kılıyor.
Bugün farklı yaş gruplarına yönelik siyer çalışmaları yapılması ihtiyacı duyuluyor. Eskiden bu kadar ayrıntıya girilmezdi. Klasik Osmanlı döneminde Hz. Peygamber’in hayatını anlatan eserlerin büyük bir kısmı edebiyat çerçevesinde şekillenmiş olan eserlerdi. Genellikle manzum eserler telif edilmiş. İnsanlar bunları uzun kış gecelerinde okuyarak-dinleyerek ya da dinî ritüellerde icra edilmesi suretiyle öğreniyorlardı. Peygamber Efendimiz hakkındaki algı da bilgiden ziyade sevgiye dayalıydı. Türk kültür dairesi içinde Hz. Peygamber’i anlamaya çalışırken O’nu güzel şeylerle tasvir etmişiz, gül gibi… Peygamber’in şemaili ile ilgili tasvirlerde de O’na güzeli yakıştırmışız. Bugün için o dönemlerden farklı olarak Peygamber’i anlama çabası ön plana çıkmıştır. Son elli yılda telif edilen siyer eserleri, yazılmış olan makaleler; geçmişten -Osmanlı dönemini kast ederek söylüyorum- katbekat fazla. Aslında bir anlamda siyer yeniden keşfedildi. Siyerin; Kur’ân’ı anlamak için, fıkhı anlamak için, tasavvufu vs. anlamak için önemli bir alan olduğu görülmüş oldu. Bu da yeni çalışmaları tetikledi.

İlim bir zaman diliminde donuklaşan bir faaliyet değildir, sürekliliğe sahiptir. Hem yeni yöntemler (usuller) çerçevesinde Hz. Peygamber’in hayatı yeniden incelenmeli hem de kaynaklara farklı bir zaviyeden bakış açısı getirilmelidir.

- Siyerden bir kronoloji mi anlamalıyız, yoksa başka türlü bir anlatı mı? Siyer başka tür bir disipline mi dönüşüyor?
Siyer müstakil bir ilim dalı haline geliyor ancak burada bir problem de ortaya çıkabilir: Yetkin olanların da olmayanların da kalem oynattıkları bir alan haline gelmiş bulunuyor siyer. Yapılan çalışmaların sayısında ciddi bir artış var; ama nitelik konusunda aynı şeyi söylemek mümkün değil.
Siyere kronoloji demek doğru olmaz, çünkü kronoloji dediğiniz zaman sadece belirli olayları esas alarak bir hususu nakledersiniz. Peygamber Efendimiz ve dönemi anlatılacaksa elbette kronoloji göz ardı edilmemeli. Ama günümüzde tematik anlatım ile Hz. Peygamber’in hayatının bazı yönlerinin vurgulanması, bazı yönlerinin öne çıkarılması daha güçlü bir yaklaşım olarak ortaya çıkıyor. Tematik anlatım içerisinde kronolojiyi dikkate alan bir yaklaşım ortaya koymak gerekir.
Hadisler için sebeb-i vürud (söylenme sebebi) ve ayet-i kerimeler için sebeb-i nüzul (indirilme sebebi) önem arz eder. İslamiyet 23 yıllık bir dönemde nazil olan vahiyle şekillenen bir din olduğu için, bu yıllar içerisinde tarih ile dinin karşılaştığı bir satıhtan bahsediyoruz. O dönemde meydana gelen olaylara göre nazil olan ayetler ya da Peygamber Efendimiz’in uygulamaları zaman içerisinde bazı değişiklikler de ihtiva etmiş olabiliyor. Bunun kronolojik takvimini yapabilmek çok önemli.

- Bugün siyer eğitimi akademinin dışına taşmış durumda. Ve bu eğitim teknolojik imkânlarla desteklenerek yapılmakta. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz? 
Bunu Bilgi Çağı olarak nitelendirilen bu dönemin genel sorunlarından bağımsız olarak düşünmemek lazım. Günümüzde insanoğlunun bilgiye ulaşma imkânları oldukça arttı. Ancak ulaşılan bilginin niteliği konusu büyük bir sorun teşkil ediyor. Herhangi bir kimse telefonundan yahut bilgisayarından internete girip pek çok kaynağa erişebilir. Bunun olumlu tarafları var. Ancak olumsuz birçok yönü de var. Olumsuz yönlerinden biri de bilginin niteliği konusudur; insanların bilgi sahibi olmadan bilgiyi kullanabilmeleridir. Bilgi yanlış mıdır değil midir konusunda bir değerlendirme imkânı yok. Bu elbette siyeri de ilgilendiren bir konudur. Yapılan birçok çalışma içinde ehil eller tarafından yapılanlar da var. Bilgi kirliliği için kısa vadede bir çözüm üretebilmek mümkün görünmüyor. Ancak uzun vadede iyiliği artırarak tavrımızı belirleyebiliriz. Mesela, birkaç yüz liraya bir web sayfası alanı almak suretiyle oraya din dışı, Hz. Peygamber’i oldukça kötü gösteren, inanca aykırı tasvirler yerleştirebilir ve bunu kolaylıkla yayabilirsiniz. Ve bu bilginin yayılımı o kadar hızlı ki birkaç saniye içerisinde dünyanın diğer ucuna ulaşabiliyorsunuz. Onun için işin ehli olan insanlar bu işin içinde bulunmalı ve Peygamber Efendimiz’i doğru anlatmalılar. Bir alternatif olmalılar. Yanlışa yanlış demek bir çözüm değildir. Doğruyu gösterebilecek bir alan açmaları gerekiyor. Sonpeygamber.info Web Portalı tarafından yürütülen Online Hadis Platformu, Online Siyer Platformu türünden çalışmalar bu bilgi kirliliğine karşı başlatılmış güzel alternatiflerdir. Alternatiflerin çoğaltılması gereklidir.

- Siyer eğitimi son yıllarda ortaöğretim programlarında kendine ciddi bir yer bulmaya başladı. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Ortaokul ve lise müfredatları ile siyer ders kitapları yeterli mi sizce?
“Hz. Muhammed (sav)’in Hayatı” dersinin seçmeli ders olarak ihdas edilmesi sürecini ve ondan sonraki çalışmaları izleyebilme imkânım oldu. Birkaç çalışmanın içerisinde de yer almaya çalıştım. Dersin ihdas edildiği dönem içerisinde, kısa sürede bir müfredat hazırlanması gerekiyordu. Dersin okutulmasına karar verildiği zamanlarda bir yıl içerisinde okutulacağını düşünüyorduk. Fakat her sene okutulmaya karar verildi. Hz. Peygamber’in hayatını sadece kronolojik olarak sunmayı düşünürseniz eğitimin bütünlüğü açısından her sene anlatmanın bir esprisi yok. Bir grup hocamız “Hz. Muhammed (sav)’in Hayatı” dersinin kronolojik olması gerektiğini savundular, ben şahsen tematik olması gerektiğini savunan grup içerisindeydim. Çalıştaydan tematik olması yönünde bir eğilimle ayrıldık. Fakat kitaplar yazdırıldığı zaman -ki bu çok kısa bir süreye tekabül ediyor- bu karara riayet edilemediğini gördük. Şu anda mevcut olan kitapların başındaki ilk ünite “Hz. Peygamber’in Hayat Hikâyesini Hatırlayalım” başlığını taşıyor. Takriben 7-8 hafta her dersin başında Hz. Peygamber’in kronolojik hayatının yeniden anlatılması şeklinde bir yol izleniyor. Burada anlatılanlar birbirinin tekrarı niteliğinde ve netice itibariyle Hz. Peygamber’in hayatını öğrenmeye yönelik öğrenciyi geliştirebilecek bir aşama olarak görülemez. Tekrar tekrar Hz. Peygamber’in hayatı anlatılmış oluyor. Öğretmenlerimiz Peygamber’in hayatını tematik anlatma hususunda esaslı bir eğitim almadıkları için, neredeyse bütün bir ders yılı bu bahsettiğimiz üniteyi anlatarak dersleri tamamlamış oluyorlar. Böyle bir sıkıntı var.
Geçenlerde benim de iştirak ettiğim, müfredat meselesinin ele alındığı bir toplantı yapıldı. Aslında Hz. Peygamber’in hayatını anlatırken onunla birlikte İslam’ı da anlatıyoruz. Zira Hz. Peygamber’in hayatı dinden bağımsız değildir. Allah Rasûlü (sav)’nün cahiliye dönemindeki hayatını anlattığımızda bile Nübüvvet’e hazırlık bağlamında anlatmış oluyoruz. Onun için İslam’dan bağımsız bir Peygamber anlatısı hedeflenmemesi lazım. Hz. Peygamber’in hayatını tematik olarak işlemek koşuluyla, O’nun hayatını anlatan başta Kur’ân-ı Kerîm ile temel siyer ve hadis kaynaklarına dayalı bir müfredat hedeflenmesi gerekir. 8 yıl boyunca 4. sınıftan 12. sınıfa kadar anlatılacak olan Hz. Muhammed’in Hayatı dersinde, “Peygamber Efendimiz’i neden anlatmalıyız ve nasıl anlatmalıyız” sorularına sağlıklı cevap verecek bir müfredat üzerinde çalışılmalıdır.
Çocuklar basmakalıp, klasik usuldeki sistemden hoşlanmıyorlar, ama bu iletişimin devam etmediği anlamına da gelmiyor. Onlarla temas kuracak başka formüller üretmek gerekiyor. Görsel iletişim imkânları mutlaka kullanılmalıdır. Bakanlığın bu noktada çalışmalar yapması gerekir. Kitaplar, görsellik açısından çok kötü. E-kitaba doğru gidiliyor, bazı dokümanlara ulaşma imkânları sağlanmaya çalışılıyor, bunlarla ilgili nitelikli ürünler ortaya koymak lazım. Hz. Peygamber’le ilgili belgeseller, filmler, belirli konularda tematik çalışmalar gereklidir. Mesela Allah Rasûlü (sav)’nün ahlakı nasıldı? O’nun ahlakıyla ilgili yapılmış birkaç akademik çalışma dışında fazla bir şey yok. Hz. Peygamber’i anlatan bazı çalışmalara, filmlere, belgesellere baktığımızda çoğu Peygamber Efendimiz’in kimi zaman Nübüvvet öncesi hayatına vurgu yapmak yahut da mucizevi bir hayat hikâyesi anlatmak suretiyle aslında bugün çok da karşılığı olmayan bir siyer anlatarak Peygamber’i sunmaya çalışıyorlar. Oysa Peygamber’in hayatının bizim hayatımızın her ânına tekabül edecek boyutları var. Ahlak da bunların başında. Günde beş vakit namaz kılıyoruz, ama dürüst olmak için bir vakit yok, her zaman dürüst olmak zorundayız.
Hz. Peygamber’in hayatını tematik olarak işlemek koşuluyla, O’nun hayatını anlatan başta Kur’ân-ı Kerîm ile temel siyer ve hadis kaynaklarına dayalı bir müfredat hedeflenmesi gerekir. 8 yıl boyunca 4. sınıftan 12. sınıfa kadar anlatılacak olan Hz. Muhammed’in Hayatı dersinde, “Peygamber Efendimiz’i neden anlatmalıyız ve nasıl anlatmalıyız” sorularına sağlıklı cevap verecek bir müfredat üzerinde çalışılmalıdır.

- Bugün siyerin roman kurgusu içinde varlık gösterdiği eserlerde artış gözlemlemekteyiz. Siyer, kurgunun ötesinde, kurmaca bir tür içinde ne kadar doğru anlatılabilir? Kurmaca eserlerde yazarın hayal gücünün de büyük ölçüde devreye girdiğini ve boşlukların bu meleke tarafından doldurulduğunu göz önüne alırsak; bu konuda neler söylenebilir?
Tarihî olayların roman malzemesi yapılması üzerine tartışmalar var. Riskli boyutları var, faydalı olan tarafları da var, onların her birine tek tek işaret etmek gerekir. Roman inşai bir eserdir, insanın muhayyilesinde ürettiği bir anlatıdır. Eğer tarihî bir olayı roman konusu yaparsanız, ya tarihe uygun bir anlatımı tercih etme yoluna gidersiniz –bu tercihle edebî açıdan alan daralmış olacak- ya da muhayyilenizi kullanarak serbest bir şekilde yazarsınız. Ancak bu ikinci tercihle tarihî olayı tahrif etmek söz konusu olacaktır. Tarihi romanlarda böyle bir risk vardır. Bugün yazılan tarihî romanlara baktığımızda gerçekle kurgunun birbirinden ayrılmasının neredeyse mümkün olmadığını görürüz.
Kurgu meselesinin etkisini bize en iyi anlatan yapıtlardan biri Çağrı filmidir. Çağrı filmi bir kurgudur ancak kahramanlar tarihî karakterlerden seçilmiştir. Hz. Hamza’nın hayatı üzerine dönen bir kurgu. Hâlbuki siyer kaynaklarına baktığınız zaman Hz. Hamza hakkındaki bilgi çok azdır. Hz. Hamza Mekke Dönemi ortalarında Müslüman olmuştur, Hz. Peygamber’in hayatında da çok merkezî bir rolü yoktur. Hz. Ebû Bekir ile karşılaştırdığımızda Hz. Hamza daha geride durur. Zaten Hicret’in 3. yılında Uhud Savaşı’nda şehit düşmüştür. Çok kısa bir dönem Peygamber ile birlikte kalabilmiştir. Çoğu kişinin siyer bilgisi Çağrı düzeyinde olduğu için Hz. Hamza çok önemli bir aktördür insanların zihninde. Hâlbuki işin hakikati öyle değildir. Kurgunun tam da bahsettiğimiz gibi bir riski vardır. Bir faydası da var ki çok güçlü bir anlatım yöntemidir, insanlara ulaşma imkânı büyük. Bazen bir romanla yüz binlerce insana ulaşabiliyorsunuz. Şahsi kanaatimi soracak olursanız faydasının ve zararının bulunmasından hareketle çok net bir kanaat bildiremem. Olmalıdır ya da olmamalıdır diyemem. Olmasın desek de zaten hâlihazırda yazıp çizen insanlar var, bunların yazmasının önüne geçilemez.
Belki bu anlattıklarımın tamamlayıcısı olarak şu noktaya da değinmem gerekir: Aslında tarihin kendisi de kurgudur. Biz siyer anlattığımızda kurgu yapıyoruz. Kurgu her zaman zaten var. Bir insan bir şeyi anlatıyorsa tasarlayarak yapıyordur bunu. Romandaki asıl sıkıntı, bilinçli bir yönlendirme veya bilinçli olarak bir durumu farklı göstermekle ortaya çıkıyor. Bunlar da yapılıyor, engellenmesi çok zor.
Siyer yazarı, ne kadar ihata edici bir bakış ortaya koyarsa gerçeğe uygunluk açısından o kadar başarılı olabilir. Ancak çoğu zaman bu bilinçle hareket edilmiyor. Bir sahabi modeli anlatılıyor, bu sahabi melek gibi bir şey: Sürekli birbirleriyle muhabbet eden, hiç hata yapmayan, birbirlerine ikramda bulunan vb… Hâlbuki döneme bütüncül bir bakış açısıyla baktığınızda, sahabilerin çok büyük sıkıntılar yaşadıklarını, zaman zaman kendi aralarında çelişkiler yaşadıklarını, bazen kavga ettiklerini, hata yaptıklarını, günah işleyip sonra Hz. Peygamber’e gelerek itiraf ettiklerini vs. görüyorsunuz. Bu, bir sıkıntı meydana getiriyor: İlahiyat fakültesinde Hz. Peygamber dönemi ve sonrası olaylarını anlattığımızda, çok olağan hadiseler, bir insandan sadır olması gayet normal olan durum ve davranışlar bile büyük bir şaşkınlıkla karşılanabiliyor. Öğrencilere daha önce anlatılan sahabi imajı yüzünden böyle olduğunu görüyoruz. Evet, sahabinin hayatını öğrenciler romandan okumamış, ama bilinçli olarak onların bazı taraflarını öne çıkarmış, yanlış bir algı oluşturmuş eserlerden öğrenmişler. Yani bu algı meselesini sadece edebî eserler bağlamında değil, yazılan siyer kitapları bağlamında da düşünmek gerekiyor.
Tarihin kendisi de kurgudur. Biz siyer anlattığımızda kurgu yapıyoruz. Kurgu her zaman zaten var. Bir insan bir şeyi anlatıyorsa tasarlayarak yapıyordur bunu. Romandaki asıl sıkıntı, bilinçli bir yönlendirme veya bilinçli olarak bir durumu farklı göstermekle ortaya çıkıyor.

- Cahiliye döneminden Emevilere değin çok geniş bir yelpazede eserler veriyorsunuz. Önümüzdeki dönemde Hz. Peygamber ile ilgili bu türden çalışmalar yapmayı düşünüyor musunuz?

Yakın zamanda tamamlamayı istediğim birkaç projem var. Ders kitabı olarak telif etmeye niyet ettiğim çalışmalardan bir tanesi, ilahiyat fakülteleri müfredatı dikkate alınarak Hz. Peygamber dönemi kaynakları, cahiliye dönemi, Peygamber Efendimiz dönemi ve Peygamberimiz’in kişiliği başlıklarını ihtiva eden, takriben 600 sayfalık bir siyer çalışması olacak. Tarih usulü ile ilgili yazdığım bir metin de birkaç ay içinde yayımlanacak. Bunların dışında benim açımdan önemli olan bir proje olarak; Belazuri’nin Ensar’ül-Eşraf isimli 13 ciltlik eserinin çeviri editörlüğünü yapıyorum.

http://www.sonpeygamber.info

Yazarlar