23 Ağustos 2016 Salı

Prof. Dr. Muhammed Harb Hoca'yla Röportaj

islamtarihi.info: Hocam öncelikle bizleri kırmayıp kabul ettiğiniz için teşekkür ediyoruz.

Muhammed Harb: Estağfirullah efendim.

islamtarihi.info: Türkiye’de Osmanlı tarihi denince, en tanınmış akademisyenlerden birisisiniz. Bizlere şahsi hayatınızdan ve eğitim hayatınızdan kısaca bahsedebilir misiniz?

-Üniversitye ilk girdiğimde yer bulamadım. Babam beni edebiyata sevk etmek istiyordu. Ben ise hukuku seviyordum. Böyle bir durumda ne yaparsınız; sabredeceksiniz.  Okul başladı bir iki ay geçti; sabrettim.  Ama baktım ki yürümüyor. Babam edebiyat noktasında ısrar ederken hukuk mezunlarının Mısır’da o dönem iş bulamamalarını düşünüyordu. Babam hala ısrar ediyordu. Nasıl yaparım da hukuka giderim diye düşündüm. Kendi içimden gelecek yıl hukuka giderim diye geçti. Tabi ki bu çocukça bir düşünce idi. Öğrenci işlerinde bir memure vardı. Seni bir bölüme göndereceğim dedi. Beni Osmanlı döneminden kalma bir paşa olan İbrahim eş-Şevarbı Bey’e gönderdi. O dönem oranın yöneticisiydi kendisi. Bölümüm meğer şark dilleri bölümüymüş. Ben bölümümün adını dahi bilmiyordum. Bu bölümde İbranice, Farsça, Türkçe ve Fransızca dilleri vardı. Bunların hiçbirini istemiyordum. Fakat gitmek zorunda kaldım. Birkaç ay geçmişti. Diğer öğrenciler biraz ilerlemişlerdi. İbranice tabi farklı bir dil, alfabesi de farklıydı. İlerlemişlerdi de; onları yakalamam çok zordu. Türkçe dersleri daha sonra başladı. Sınıf kırk dokuz kişiydi, benimle beraber elli kişi oldu. Biraz çalıştım ama sınıfın sonuncusu bendim. İkinci dönemde ise Türkçe dersi müfredata kondu ve hoca olarak da derslere,  Hüseyin Mucib’ül-Mısrî girdi. O büyük alimlerden biriydi. Onunla karşılaştığım andan itibaren hayatım değişti. Hem de aristokrat ailelerden birine mensuptu. O Türkçeyi de çok severdi. Onunla beraber Türkçeyi sevdim. Hocayı da sevmiştim. Birinci dönem sınıfta sonuncu iken ikinci dönem sınıfta birinci oldum. Böyle olmasında bu hocamın tesiri büyüktü.

O bana: “ ikinci dönem üç dil olacak: İbranice, Farsça ve Türkçe. Sen bunlardan Türkçeyi seç” dedi. Ben de ona: “zaten başka bir dili düşünmüyorum” dedim.

Türkçe bölümü yeni olduğu için, bütün çalışkan talebeler bu bölüme girmeye çalışıyorlardı. Zira bu bölüm yeni olduğu için, asistan olmaları kolay olacaktı. Onlar koşa koşa bu bölüme gittiler. Ben ise koşa koşa gitmedim. Kürsü başkanlığına gittim ve “eğer Türkçe bölümüne giremezsem, okulu bırakırım” dedim. Ve öyle oldu ve beni Türkçe bölümüne aldılar.

Fakat enteresan taraf şu ki; babam Kahirede tasavvuf ehli bir Türk’le görüştü. Ona babam, benim oğlum Türkçe bölümüne girdi deyince, kendisi onu bana gönder demiş. Ben de gittim. Revak’ül-Etrak denen Türklerin kaldığı yere gittiğimde, yine başka ufuklar açıldı benim için. Bu hocam sayesinde Türkçeyi sevdim. Onlar Türkçeyi konuşurken ben anlamıyordum; ama gönül diliyle anlaşıyorduk. Bunun bir tezahürü olsa gerek, hiç kimse benim kadar Türklerle alakalı ilimlerde çalışma yapmadı ve yapamaz da. Bunu iddia ediyorum. Meydan okuyorum. Çünkü kimse benim kadar Türkçeyi ve Türkleri sevemedi.

Mezun olduktan birkaç sene sonra, yurt dışında doktora yapmak için burs çıktı. Bu dışişleri bakanlığı bursuydu. Bana, sizler zaten azsınız. Seni İngiltere’ye gönderelim dediler. Ben hayır, ben Türkiye’ye gitmek istiyorum deyince; orada bulunan memur, “herkes İngiltere’ye gitmek istiyor sen niye Türkiye’yi istiyorsun diye sorunca ben: “ben Osmanlı tarihi çalışmak istiyorum. Bu eğitimi de en iyi şekilde Türkiye’de alırım” dedim. O dönem gençtim, bilgisizdim ama ruhen öyle istiyordum. Bu konuda ısrarcı oldum. O dönem Türkiye şimdiki gibi değil, normal bir devletti. Türkiye şimdiki iktidar partisi ile beraber güçlendi ve büyüdü ve dünyada söz sahibi bir ülke haline geldi. İlk Türkiye’ye geldiğimde Atatürk Havalimanı’na indiğimde küçücük bir havalimanı idi. Birkaç odadan ibaretti. Orası şimdi depo olarak kullanılıyor. Türkiye’ye gelince şükür secdesi yaptım. Akabinde de hemen tarih bölümüne gittim. O zaman Şehabettin Tekindağ isimli değerli bir hocamız vardı. Buranın  idarecisi idi. Arapçada da Nihat Çetin isimli çok bilgili bir zat vardı. Hayatımda onun kadar bilgili bir adam görmedim. Onu,  Saddam Hüseyin döneminde Irak’tan çağırdılar. Israr ettiler. O Irak’a gitti ve Arapçaya yaptığı hizmetlerden dolayı devlet nişanını alıp geldi.

Doktora tezim bitince hemen teslim etmedim. Hocamla konuştum ve hemen Mısır’a dönmeyi düşünmediğimi, buradaki ilmî hayattan biraz daha istifade etmek istediğimi söyledim. Ben zaten ilmî çalışmalar yapıyorum, niye Mısır’a döneyim ki diye düşündüm. O dönem de İstanbul’da kültür ve ilim hayatı gayet zengindi. Benim Mısır’daki üniversitem ise beni tehdit etti. Ya dönersin ya da seni kovarız dediler. Bunu Mısır’daki üniversite söyledi. Ve ben neticede dönmek zorunda kaldım.

Türkleri ne kadar seversem, Türklerin de beni o kadar seveceklerini gayet iyi biliyordum. İsmail Hakkı Şengüler isimli Malatya milletvekili bir abimiz vardı. O hakiki bir abim idi. O işlerimi halletmek için kendi işlerini bırakıp emniyete kadar geliyordu. Bir de Yahya Kiğılı Bey vardı. Fabrikatördü kendisi. Onunla görüşürdük ahbaptık. Bir de Osman Nuri Topbaş Efendi vardı. İlk geldiğim zaman beni İsmail Hakkı Bey onlarla tanıştırdı. Onlar beni sevdiler; ehemmiyetle benimle ilgilendiler. Onlar beni aralarına aldılar. Ben İstanbul Üniversitesi’ne yakın oturmak istiyordum. Ama İsmail Hakkı Bey ve arkadaşları, illa bizim aramızda bize yakın oturacaksın dediler. Bir yer verdiler. Her şeyi yaptılar yani.

Neyse onlar döndüğüm zaman, gitme bizim yanımızda burada kal dediler. Mısır fakir, burada hayat şartları daha iyi dediler. Yahya Bey de bana benimle çalışacaksın danışman olarak, hem de senin Yüksek İslam Enstitüsü’ne girmen için gayret ederiz, dedi. Ben de teşekkür ediyorum, ne kadar güzel hem iki maaş alacaksın, hem de İstanbul gibi havası çok güzel olan bir şehirde yaşayacaksın. İstanbul’un havası Allah’ın büyük nimetlerinden biridir. Türkleri de seviyorum asla hiçbir zaman gurbet hissetmedim. Onların bu teklifleri karşısında ben onlara; “Arkadaşlar sizlere teşekkür ediyorum. Ben buraya Osmanlı’yı anlamak için geldim” dedim.

islamtarihi.info: Arap aleminde, Osmanlı denilince, Osmanlı’nın işgalci olduğu düşüncesi dile getirilmektedir. Bununla alakalı ne düşünüyorsunuz?

-Asıl mesele Osmanlı Devleti bütün dünyaya yayılmak isterken, batı ile yani Avrupalı devletlerle uzun zaman mücadele etti. Bir süre sonra Osmanlı zayıf kaldı. Dolayısıyla Avrupalı milletlerin Osmanlı Devleti hakkındaki görüşleri olumlu değildi. Zira onlar birbirleriyle savaşıyorlardı. Avrupa’da ilmin gelişmesine kilise de önem veriyordu. Avrupa’da bir okul vardı. Sıbyan mektebi. Burada Hrıstiyanlığı anlatıyorlardı. Halk kiliseye yardım etti. Vakıflar kurdular, bu küçük okul büyüdü. İlk önce lise oldu sonra ise üniversite açıldı. Peki burada kimler ders verecek? Hocalar. Kim bunlar? Kiliseye bağlı olanlar. Zaten kilise İslam’a karşıdır. Burada hocalara İslam karşıtı bir eğitim vermeleri normaldi. Maalesef 1913 yılında Mısır’da niye üniversite kuruyoruz dediler. Halk tabi bağışta bulundu. Osmanlı prensesleri de bağışta bulundular. Nihayetinde üniversite kuruldu. O zaman bu üniversitede ders verecek hocalara ihtiyaç doğdu. Tabi bildiğiniz gibi Mısır Arap dünyasının giriş kapısıdır. İngiltere ve Fransa’ya tarih, psikoloji ve edebiyat gibi birkaç alanda doktoralarını yapmaları için bu ülkelere öğrenci gönderildi. Nihayetinde bizim asistanlarımız oraya gittiler ve doktoralarını aldılar. Orada kilisenin yetiştirdiği hocalar onlara dersler verdi. Bu hocalar Osmanlı’yı nasıl anlatabilir ki? Bunlar daha sonra Mısır’a döndüler. Tabi hocalarımızın hocaları bunlar. Osmanlı’yı kötü anlattılar. Yine aynı şekilde Kuveyt’te, Suudi Arabistan’da üniversite kurma düşünceleri oluştu. Kim yardımcı olabilir diye düşündüler. Buralardaki üniversitelere de hocalar Mısır’dan gittiler. Aynı düşüncelerini oralarda da anlatmaya bu şekilde öğrenci yetiştirmeye devam ettiler. Bu şekilde Arapların tamamına bu düşünce yayılmış oldu.

islamtarihi.info: Bu fikrin temelinde kilise ve batı var yani?

-Evet tabiki. Ben bu sahada baya yazdım.  Hem de tercümeler yaptım.

Mısır’da Osmanlı kötüdür diye okutuyorlardı. Fakat hakkıyla Osmanlı’yı bilmiyorlardı. Örneğin ben. Babam Abdülhamit Han’ı çok sever ve “iyi insandı” derdi.  “O bütün İslam alemini topladı ve bir yere getirdi.” derdi. Fakat biz okula gittiğimizde farklı şekilde anlatırlardı. “O Osmanlı münevverlerini katlediyordu, onun İslamiyet’le hiç alakası yoktu” diyorlardı. Korkunç bir adam, bir zalim olarak anlattılar. Kızıl Sultan olarak anlattılar bize.

Ben bir nesli temsil ediyorum. İki defa gittim oraya ve hakikati aradım. Sonra anladım ve kendi kendime Arap dünyası yanlış yaptı dedim. Onlar hakikati araştırmadan, Osmanlı’yı suçladılar ve kötü gösterdiler. Halbuki İstanbul’a gidip hakikati, doğruları araştırabilirlerdi.

islamtarihi.info: Osmanlı sahasını da bu sebepten, Osmanlı’yı sevdiğiniz ve daha iyi anlamaya çalıştığınız için seçtiniz?

-Evet bu sebepten dolayı Osmanlı tarihini seçtim.

Buraya geldiğimde İsmail Hakkı Şengüler, Osman Nuri Topbaş bunlarla beraber otururduk. Bunlar Osmanlı’yı seven insanlardı ve güzel anlatırlardı. İsmail Hakkı Şengüler de benim Mısır’daki hocamdı. Türkçe dersi veriyordu bize. O aynı zamanda “fizilali’l-kuran” mütercimlerindendi kendisi. Mısır’da aynı zamanda Ezher’de (Üniversite) okurken spikerlik yapıyordu bizim radyomuzda.

Buraya geldiğimizde bu arkadaşlar “sen gitme biz seninle ve eşinizle ilgileniri”z dediler. Onlar çok iyi arkadaşlardı. Ben onlara Mısır’da insanlar, Osmanlı’yı yanlış biliyorlar. Ben bu algıyı düzeltmek için Mısır’a döneceğim dedim. Mısır’dayken doktor Abdullah et-Türkî, Kral Fahd’ın eğitim müsteşarıydı. Riyad’da bulunan İmam Muhammed Üniversitesi’nin rektörüydü kendisi. O İsmail Hakkı’nın ziyaretine geldi,İsmail Hakkı Bey beni de çağırmıştı. O sıralar ben daha talebe iken, Arap dünyasının önemli dergilerinde makaleler yazıyordum. İsmail Hakkı Bey’in evine gittiğimde bu büyük zatla yani Abdullah et-Türkî ile karşılaştım ve şaşırdım tabi.  Bana “Ben seni takip ediyorum. En son “Fatih’i Müdâfaa” isimli makalelerin vardı” demişti. Bu makalelerden birincisini okumuş ikincisini okuyamamış. Ben ona fotokopisini çektim verdim. O zaman makalelerim el-Arab dergisinde yayınlanıyordu. Bu dergi bir milyon satıyordu. Dikkat edin daha o zaman bir milyon satıyordu. Bu adam vallahi biz seni beğeniyoruz dedi. Doktoranı al hemen Riyad’a gel, senin kadron bizde hazır dedi. Tabi o dönemde de Suudi Arabistan zengin bir devletti. Mısır’da ancak iki yüz dolar alırken orada en azından beş bin dolar alacaktım. İsmail Hakkı Şengüler ve çocukları da vardı bu sırada. Ben ona, “Ben fakir bir talebeyim. Paraya çok ihtiyacım var. Evim yok ev alacağım, mobilya alacağım. Ama benim önceliğim memleketimdir. Benim bir misyonum var. İlk önce Mısır’a gidip bunu yerine getirmem lazım. Size daha sonra gelirim” dedim.

Ben böyle deyince, Abdullah hoca kızdı. Ben ABD’den geliyorum. Orada hangi Mısırlı talebeye söyledi isem hemen imzaladılar. Sen niye imzalamıyor evet demiyorsun diye sitem etti.

Ben ilk etapta misyonumu seçtim, Ama her şeyden önce misyonum geliyordu. Benim hanım, “Senin paraya ihtiyacın olmayabilir ama bizim ihtiyacımız var.” der; espri yapardı. Sağolsun o çok muhterem bir hanım olduğu için pek şikayet etmezdi.  Ben orada; Mısır’da bir kadro, birçok talebe yetiştirdim. Hem benim kızım var Süveyş Kanalı Üniversitesi’nde  o da Türkçe okutuyor. Bu nimetler için Allah’a şükrediyorum.

Riyad’a, Suudi Arabistan’a bilahere gittim. Ben orada dört bölümde çalışıyordum. Kral Faysal Enstitüsü’nü kuranlardan biriyim ben. Şeyh bin Baz da beni istedi ve bana danışman olacaksın dedi. Ben o zamanlar çok para kazandım. Ama amacım para değildi. Şayet ben çok para kazanma peşinde koşsaydım böyle güzel şeyleri elde edemezdim. Hayatta her şey para değildir.

Bizim meslektaşlarımız vardı. Bunlar paraya önem veriyorlardı. Ama onlar ne ilme ulaştılar ne de paraya. Onların ekonomik durumları benim kadar olmadığı gibi akademik olarak da benim düzeyime yetişemediler. Arkadaşlar ilim, evvela sevgi ister. Ben Osmanlı hakkında kırk kadar makale ve kitap hazırladım. İlgi ve sevgi olmadan bunların meydana gelmesi mümkün değildi. Evdekiler şikayet ettiler mi derseniz, Allah’a şükür ki etmediler. Benim hanım, “Sen çalışmana devam et; biz hizmet ederiz” derdi. Son olarak bir kitabım daha çıkacak. Onun başlığı da “Devlet Sistemine Karşı Osmanlı Münevverinin Durumu”dur. Bu tabi Osmanlı Devleti’nin çöküş dönemini ve Atatürk’ün tarih sahnesine çıktığı dönemi anlatıyor.

islamtarihi.info: Yani bir nevi Jön Türklerin devlete tepkisi

Tabi kitap beğenildi. Üç kitabım Türkçeye çevrildi.

islamtarihi.info: Peki Hocam yurtdışında okurken nasıl zorluklarla karşılaştınız?

Hiçbir zorluk yaşamadım. Mısır’daki hocam, Ahmed es-Said. O Fransa’da okumuş. O bana İstanbul’a gidersem öleceğimi söyledi. Çünkü Mısır Devleti’nin bana vereceği burs çok az bir miktardı. Hoca bu yüzden bana açlıktan öleceğimi bu yüzden gitmememi söyledi. Onun Türklere karşı kötü bir tavrı vardı. O, Arapların Osmanlı’ya isyanını iyi bir şey olarak anlatıyordu. Yani genel olarak Mısır’da hiçbir hoca bize Osmanlı’nın iyi olduğunu söylememişti. Allah bana Osmanlı sevgisi verdi.

islamtarihi.info: Doktora teziniz Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethiyle ilgili bir konu. Neden bu konuyu seçtiniz?

Aslında bu konuyu ben seçmedim. Geldiğimde Osmanlı tarihiyle ilgili bir şey bilmiyordum. Rahmetli Osman Öztürk beni alıp Şehabettin Tekindağ’a götürdü. Bu arkadaş doktora yapmak istiyor dedi. Hoca bana hangi konuyu çalışmak istediğimi sordu. Ben de Hoca Saadettin üzerinde doktora yapmak istiyorum dedim. Neden bu konu diye sordu. Ben de üslubunun ağır ve fazla emek isteyen bir konu olduğu için bu konuyu tercih ettiğimi söyledim. Bana kendilerinin memlekete faydası olacak konular çalıştırdıklarını benim de Mısırlı olmam sebebiyle Yavuz’un Mısır’ı fethini incelememi önerdi.

islamtarihi.info: Peki Hocam, Yavuz Sultan Selim hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

Muhammed Gazzali, bir zamanlar Yavuz’a karşı çıkıyordu. Ben kendisine Yavuz’un büyük bir sultan olduğunu söyledim. Sonra anladı. Allah rahmet eylesin dedi. Mısır’da zamanın en önemli tarihçilerinden olan Salâh el-Akkad, Osmanlı’ya karşıydı. Aslında kendisi laik görüşlere sahip biriydi. Kendisiyle görüştüm. O sıra doktoram yeni bitmişti. Türkiye Mısır dostluğuyla ilgili üniversitede düzenlediğim bir programa Salâh el-Akkad’ı da davet etmiştim. Tabi bu program Mısır’da büyük ses getirdi. O programda onu da konuşturdum. Böylece Osmanlı’ya karşı önyargısı kalktı.

islamtarihi.info: Hocam kurmuş olduğunuz Osmanlı Araştırmaları Merkezi’nden bahsedebilir misiniz?

Üniversitelerde Osmanlı Tarihi okuyanlar çok azdı. Eski Türkiye’de (AK Parti iktidara gelmeden önce) Türkiye’nin Araplar arasında propagandaya ihtiyacı vardı. Arap dünyasında Osmanlı yanlış tanınıyordu. Tabi ben gazetelerde ve en önemli dergilerde Osmanlı’yla ilgili yazılar yazıyordum. Sonra Sultan Abdülhamid’in hatıratını Arapçaya tercüme ettim. Hocam Abdürrahim Mustafa, bu hatıratın düşünce dünyasında bir inkılap olduğunu söyledi. Sonra baktım ki Uluslararası İslam Birliği bu kitabı neşretti. Bu kitaptan üç bin nüsha basıldı. Tabi güzel bir baskı olmasını istiyordum. Kendilerinden telif ücreti de istemedim. O zaman Mısır’da bir kitabın üç bin basılması çok büyük bir şeydi. Bu kitaptan otuz bin adet basıldı. Çünkü Avrupa’daki bütün İslam merkezleri bu kitabı istemişlerdi. Hala birçok kişi Muhammed Harb deyince Sultan Abdülhamid’in hatıratını çeviren kişi olarak beni tanımaktadırlar.

Fehmi Hüveydi bana dedi ki kardeşim, sen Osmanlı-Türk meselelerini anlatmak istiyorsun ama bu sadece tarihle olmaz. Evet! İnsanlar Tarih okuyorlar ama Edebiyat yoluyla bunu yaparsan fevkalade bir te’sirde bulunmuş olursun. Nitekim öyle de oldu. İlk olarak Cengiz Dağcı’nın “Korkunç Yıllar” romanı üzerine bir makale yazdım. Sonra bu kitabı tercüme ettim. Bu eser Kırım Müslümanları hakkında gerçekçi bir romandır. Makale ise Cengiz Dağcı ve Kırım’daki Müslümanların Ümitleri” adıyla el-Arabi dergisinde yayınlandı. Makale dergi tarafından beğenildi hatta Iraklı komünistlerden bile sitayişlerini içeren mektuplar geldi.

Ben bu “yazmak” meselesini de anlatmak istiyorum. Bende İsmail Hakkı Şengüler Bey’in te’siri vardı. “Yazdığın zaman kimse senin hüviyetini fark etmesin; böylece bütün fikir cereyanları seni okur”, derdi. Ben de gerçekten buna göre davrandım.  Bu da şimdiki yazarlar için örnek alınası bir şey olsa gerek. Benim yazdıklarımı hem sol hem de sağ cenah okumaktadır. Örneğin bizde Türkiye deyince hemen Nazım Hikmet akla gelir. O zaman ben kalktım ve Necip Fazıl’ı anlatmaya başladım. Tabi Nazım Hikmet’in bilinirliliğine ulaşmadı belki; ama yazdık. Ben Nazım Hikmet hakkında da bir makale yazdım. Bu makale el-Hilal dergisinin yıllık sayısında yayınlandı. Bazıları bana “bu makale ile Nazım Hikmet’i gözümüzden düşüreceksin” dediler. Ama okudular… Çünkü onlar benim üslubumun tarafsız olduğunu biliyordular ve Nazımı belgelorle oldugu gıbı beyan ederım Fakat bazı Mısır münevverleri bunu beğenmediler ve yazılarında Muhammed Harb neden Nazım Hikmet’i tahkir ediyor diye de sordular. Ben ise, “Nazım Hikmet’i asla tahkir etmedim. O büyük bir şairdir, üslubu da gayet güzel ama fikirleri  messelesı ve ben hakkında bir makale yazdım hepsi bu” diye cevap verdim.

islamtarihi.info: : Hocam, Necip Fazıl demişken; onunla nasıl tanıştınız, sizin üzerinizde ne tür etkileri oldu?

O da ibret verici bir şey aslında. Ben Mısır’dayken orada Ezher’de okuyan Ali İhsan Okur hoca adında bir Türk vardı. İyi bir Müslümandı. Hatta onun bir akrabası vardı, başbakan yardımcılığı yaptı sanırım. Bir Arapça-Türkçe sözlük yayınlamıştı. Ali İhsan Okur’un ziyaretine gittim ve bana ne yaptığımı sordu. O zaman fikir olarak çok uyuşmadığımız bir arkadaşımız vardı. Bu arkadaşımız o zaman bize Nazım Hikmet’in ve bazı sol yazarların eserlerini tercüme etmeyi teşvik ediyordu.  Ali İhsan Okur bana neden Nazım Hikmet’le ilgilendiğimizi sordu. Ben ona bunun çok normal olduğunu; çünkü onun Türk halkının temsilcisi olduğunu söyledim. Maalesef bize gazetelerde böyle anlattılar. Nazım Hikmet Mısır’a geldiği zaman “Cumhuriyye” gazetesinde bu haber büyük manşetle “Nazım Hikmet Kahire’de” şeklinde duyurulmuştu. Ardından yeni bir manşet: “Nazım Hikmet Türk halkının temsilcisidir”. Sonra ben onun “insani” bir şair olduğunu söyledim. Muhatabım da bana insani bir şairin ne demek olduğunu sordu. Bilmem ki dedim; öyle söylediler, ben de öyle ezberledim.

islamtarihi.info: Hümanist bir şair demek istiyorsunuz yani.

- Hayır komünist bir şairdi. Bizim o zaman Mısır’daki kültürel altyapımız o kadar gelişmiş değildi. Böyle şeyler bilmezdik biz. Hükümet diktatörlük… Asker diktatörlük… Her neyse bu başka bir mesele.

İşte bu şekilde Ali İhsan Okur bana Nazım Hikmet’i sorduğu zaman ben ona gazetelerden bildiğim kadarıyla insani bir şair olduğunu söylemiştim. O ise Nazım Hikmet’in komünist bir şair olduğunu ve İslam düşüncesine tamamen ters düşünceli biri olduğunu söyledi. Bana bu konuyu detaylı biçimde anlattı. Ben de ona aslında Türkiye’yi anlatmak istediğim fikrimi açtım. Tamam, Necip Fazıl isminde büyük bir şairimiz var bizim, dedi. Bana onun kim olduğuna dair malumat verdi. Ben henüz onu hiç tanımıyordum ve hiçbir kitabını görmemiş ve şiirini de bilmiyordum. O zaman Mısır’da okuyan, Hulusi Hoca diye İzmirli bir kardeşimiz vardı. Bana Necip Fazıl’ın bazı kitaplarını getirdi. Ben onunkinin bize en uygun şiir olduğunu gördüm. Tercüme ettim, neşrettim ve kabul gördü.

islamtarihi.info: Hangi kitabıydı hocam?

-Kitap değil şiirdi.

İkinci olarak, biraz okuduktan sonra derslerde talebelerimize tercüme dersinde onun şiirlerini verirdim. O zaman, “Necip Fazıl: Hayatı ve Eserleri” diye bir yüksek lisans tezi düşüncem vardı ve bunun planını yapmıştım. Buradaki ahbaplarımız o zaman bana bütün kitaplarını göndermişlerdi. Bu fikrimi hocama söyledim. Hocamın ismi es-Said Ahmed Süleyman çok tasvip etmediğim, Türk fikrine karşı birisiydi. “Kimdir bu Necip Fazıl, ismini bile duymadım?” diye küçümseyerek cevap verdi ve beni bir nevi kovarcasına gönderdi. Ben o zaman onun ya cahil ya da mecnun olduğunu düşündüm. Tabi daha sonra başka bir konu aldım: “Yeni Türkiye’de Edebi ve Fikri Cereyanlar” diye. Daha sonra ben Türkiye’ye geldim. İçimde Necip Fazıl’ı görme şevki hep vardı. Arkadaşlar da benim hakkımda ona kendisini sevdiğime dair vs. şeyler anlatmışlardı.

Erenköy’e gittim. Ben önceden Necip Fazıl’ın resmini gördüğümden onu tanıyordum Namaza giderken onu gördüm ve tanıdım. Bir iki arkadaşıyla da tanışıklığımız vardı. Tabi ben büyük bir muhabbetle “Selamün Aleyküm” dedim. Önce bana baktı, sonra arkadaşlarına baktı ve hiçbir şey duymamış gibi devam etti. Biraz sonra ben konuşmaya girmeye çalışarak “Efendim” dedim. Yine konuşmasına devam etti. O acayip bir adamdı. Bu durumda ben hem korktum hem de konuşmaktan vazgeçtim. Ama onun şiirlerini tercümeye de devam ettim. Bilhassa Kuveyt’teki dergilerde yayınlanıyordu. Bir gün Salih Tuğ Bey yazdıklarımı okudu ve ona “Muhammed Harb diye bir çocuk sizin şiirlerinizi usta bir biçimde tercüme ediyor” dedi. Ben de gerçekten onun şiirlerini tercüme ederken hakkını vermeye çalışıyordum. Yirmi beş senedir Türkçe’den Arapça’ya tercümeler yapıyorum. Tabi Necip Bey bir imparator gibi Mustafa Mıyasoğlu’na, “Bu Muhammed Harb’i getir”, demiş. Ona komşuydum o zaman, geldiler ve Necip Fazıl seni istiyor dediler. Tamam dedim ve korkarak gittim. “Selamün Aleyküm efendim”, dedim. “Aleyküm selam” dedi, “Muhammed Harb sen misin?” diye sordu. “Sen benim şiirimi neşrediyorsun, memnun oldum bundan” dedi. “Tamam” dedim. Aslında önceki durumun karşılığını çıkarmak isterdim. Ama sadece tamam dedim. Sonra konuşmaya devam ettik ve bana ““Bir Adam Yaratmak”ı biliyor musun?” diye sordu. Biliyorum dedim. “Tercüme et o zaman” dedi. Ben “etmem” dedim. Ben şaka yapıyordum ama o şaka olduğunu anlamamıştı. Şöyle bir baktı, “Kimdir bu haşarı?” der gibisinden. “Bu beni temsil eden bir şeydir, o yüzden tercüme et.” dedi. Ben yine hayır dedim. Maksadım şaka yapmaktı çünkü selam verince bana bakmamıştı bile. Sonra nasip oldu güzel bir tercümesini yaptım. Şunu belirtmeliyim ki Necip Fazıl’ın ruhani bir tarafı olduğunu düşünüyorum.  Neden? Mısır’da; bilhassa devlet yayınevinde basılacak kitaplar çok olduğundan sıraya koyulur ve her ayda bir kitap veya iki ayda bir kitap basılırdı. Örneğin  benim gönderdiğim diğer kitaplar ancak iki-üç seneden sonra basılabiliyordu. Tabi yeter ki basılsın fikrindeydik biz. Subhanallah, ben kitabı gönderdikten sonra kırk gün içinde kitap basılıp neşredildi. O zaman bu adam ya bir veli ya da büyük bir zat diye düşündüm. Sultan Abdulhamit hatıratını, Allah rızası için devlet yayınevine verdim. Üçüncü dördüncü baskıyı yaptı. Tabi devlet yayınevi yeterli karşılığı vermiyordu ancak kitaplar çok ucuz olarak piyasaya sunuluyordu. Mesela lise talebeleri bile rahatlıkla alabiliyorlardı; dolayısıyla çok insana ulaşılabiliyordu. Bu kitapta benden istedikleri günden kırk gün sonra kitaplaştı. O yüzden ben hanımıma Sultan Abdülhamit ve Necip Fazıl’ın evliyadan kişiler olduklarını düşündüğümü söyledim.

islamtarihi.info: Hocam malumunuz 1916 yılında Sykes-Picot anlaşması çerçevesinde Arap coğrafyası Osmanlılar’dan koparılarak İngiltere ve Fransa arasında paylaşıldı. Bunun gerek Araplar gerekse Türkler açısından ne gibi tesirleri olmuştur?

Aslında bu soruyu bana değil siyasilere sormanız gerekiyor. Ama bu konu hakkında birtakım şeyler söyleyebilirim. Bu anlaşma ile amaçlanan şey kavmiyetçiliğin kuvvetlendirilmesidir. Böylece devletler bir araya gelemeyeceklerdi. Biliyorsunuz sömürgeciliğin birinci merhalesi taksimdir (bölmektir). İkinci aşama ise taksim edilen bölgelerin kültürel köklerinden nasıl uzaklaştırılacağıdır. Nitekim vakıa böyledir. Arap milliyetçiliği yapanlar İngiltere ve Fransa’dır. Mesela Arap milliyetçiliği teorisyenlerinden Iraklı  Satıel Huserının görevi nedir biliyor musunuz? Osmanlı’nın son devrindeki Maarif Vekaleti yardımcılığı… Tuhaf! Mesela Türk milliyetçilerinden örnek verirsek, Ziya Gökalp’i zikredebiliriz. Demek istiyorum ki batılılar bu ülkeler arasına bir tartışma konusu atmak istiyorlar. Sebebi de buraları ele geçirebilmektir. O zamanlar petrolün çıkacağı ve bunun büyük ekonomik güç anlamına geleceği biliniyordu. Eğer Arap devletleri tek bir çatı altında toplanırsa İngiltere onlarla anlaşamayabilirdi. Küçük devletlere bölmeliydiler. Küçük devlet demek, büyük devletin himayesine ihtiyaç duyan demektir. Garb bunu yapmayı başardı. Milliyetçilik fikrinden sonra “vataniyye” dediğimiz bölgesel aidiyet üzerinden gelişen bir tür milliyetçilik baş gösterdi. Örneğin Katar bir Arap devletidir. Biz Arabız diyorlar. Ama biz Katarlıyız da diyorlar. Kuveytliyiz demek de buna benzer bir şeydir. Bu aslında bizim başımıza bir beladır. Demek ki Osmanlı dönemindeki İslam kardeşliği anlayışı tamamen bitirilmiş.

islamtarihi.info: Tamamen bittiği gibi Araplar da kendi aralarında bölünmüşler.

Condoleezza Rice’ın Ortadoğu haritası bellidir. Bu bahsettiğiniz anlaşmanın ikincisidir. Bu da bölmeyi amaçlamaktadır. Biz ne kadar bölünürsek; o kadar Garb kazanmaktadır ve onların üzerimizdeki te’siri artmaktadır. Hatta şu an bazı Hristiyan mütefekkirler bile keşke şu an Osmanlı olsaydı diye düşünmektedirler. Hatta Amerika’da Hristiyan bir tarih hocası kitabında şöyle demektedir: “Osmanlı olsaydı bugünkü Arap dünyasındaki problemler olamazdı. Örneğin şu an Lübnan menfi olayların sıkça vuku bulduğu bir yerdir. Oysa Osmanlı zamanında böyle değildi hatta böyle şeyler akla bile gelmezdi.” Bunu ben değil bahsettiğim Amerikalı tarihçi söylemektedir. Amerika’daki Lübnanlı bir hocadır. Kitapları oldukça meşhurdur ve Arapça’ya tercüme edilmiştir.

islamtarihi.info: Hocam biraz da akademik hayatınızdan bahsetseniz; mesela günde kaç saat çalışırsınız, vakit tanzimini nasıl yaparsınız? Çalışma temponuzun aile hayatınız üzerindeki etkileri nelerdir?

Allah’a şükür eşim akademik çalışmalarımdan dolayı benden hiç şikâyet etmedi. Hatta bazı şeylerde onun fikrini soruyorum. O da bana ne diyor. Sen hocasın ve bu tür işlere beni karıştırma diyor. Sen de ev işlerine karışma demek istiyor yani. Şaka bir yana aile hayatım çok huzurlu. Biliyorsunuz hanımlar eşlerinin evde devamlı oturmalarını sevmezler. Ev hanımlara aittir. Erkekler evde çok kalırsalar hanımları rahatsız ederler. Benim bazı hanım talebelerim bu fikirdeler. Ancak ben böyle bir şikâyeti hanımımdan hiç duymadım. Bu da büyük bir nimet demektir. Allah’ın izniyle yazdıklarımın yaşıma göre bereketli olduğunu düşünüyorum ve bunda eşimin katkısının büyüktür.

islamtarihi.info: Biz de her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır derler.

Evet, ama ben açıkça kendisine söylemiyorum, çok fazla ezilmeyeyim diye karşısında. Yazmak ve çalışmak meselesine gelince ben hiçbir zaman kendime bir sınır koymadım. Zamana bağlı değilim ben; ne zaman yazma isteği gelirse yazarım; ne zaman okumak isteğim gelirse okurum. Aslında dağınık olduğum söylenebilir. Hayatım biraz öyle.

islamtarihi.info: Mesela Fuat Sezgin Hoca, sekiz saatin altında çalışan bir akademisyenin ortaya orijinal bir ürün koyamayacağını söylüyor. Siz mesela ben günde on beş saat çalışıyordum diyebiliyor musunuz?

Her insan insandır. Ben yazmak istediğim zaman yorulana kadar yazarım. Sonra dinlenirim. Döndüğümde bu beni canlı kılar. İnşallah anlatabilmişimdir.

islamtarihi.info: Hocam sizi sevenlere, takip edenlere, okuyucularımıza, İslam Tarihi alanındaki akademisyenlere, öğrencilerinize iletmek istediğiniz bir mesajınız var mı acaba?

Bir prensip vardır: Çalıştığın alanı sev; çok başarılı olursun, hem de mesut olursun. Hakikaten ben hayatımdan çok memnunum. Hiç şikâyetim olmuyor, Allah’ın izniyle de olmayacaktır. Çünkü çalıştığım sahayı seviyorum. Bu sebeple hem bütün mesaimi bu alana harcıyorum hem de mesut olmuş oluyorum.

islamtarihi.info: Başarının sırrı sevmekten geçiyor diyorsunuz hocam.

Mesela Mahmut Kaya Hocamız bana sen felsefeden anlamazsın diyor. Felsefe akıl işidir çünkü kendine has düşünme metotları var diyor. Felsefeyi tabi ki biliyorum. Ancak Allah bizi sadece “akıl işi” olarak yaratmadı. Hem akıl hem de kalp melekesi ile birlikte yarattı. Hilkat sistemimiz bu şekildedir.

Hayat mesela, ben hayattan anlamam: Ticaret, alışveriş… Böyle şeylerden anlamam. Memur olalı beri maaşımın ne kadar olduğunu bilmiyorum, bundan sonra da bilmeyeceğim. Eskiden maaşlarımızı elden verirlerdi, hiçbir zaman saymadım, saymak aklıma bile gelmedi. Bu aslında ruhi bir mesele; çünkü yemek, içmek, rızık benim işim değil ki. Dolayısıyla ben hayatımdan memnunum.

islamtarihi.info: Kaç çocuğunuz var ve onlar şu an ne yapıyorlar hocam?

Bak sen bu soruyu bana sormadın. (Gülüşmeler). Üç çocuğum var. Birincisi Ömer, otuz yedi yaşında. Çok severim. Bizim ailemizin bânisi gibidir diyebilirim. Ertuğrul gibi aynı. Ben çalışıyordum ve Mısır’a para gönderiyordum. Ömer sekiz senedir Mısır devlet televizyonunda sunucudur. Bu görevi meziyetleriyle kazandı. İngilizcesi, karakteri vs. Ben onun müdürleri ile tanışıyordum. Ömer çok iyi bir sunucu ancak hayat adamı değildir. Çünkü yanına bir bayan geldiği zaman oradan kalkıyor. Bu da bizim tarzımıza çok uymuyor; dediler. Ömer’in güzel tarafı onun Allah’ı bilen bir çocuk olmasıdır. Ben çok hayatı bilmediğimden ailemizin bütün işlerini o idare etmiştir.  Ömer ayrıca Türkçe de biliyor. İstanbul doğumludur. Osman Öztürk, Ömer için “Sahibu Uyuni ez-Zeytuniyye” (Zeytin gözlü)  derdi. İkincisi Tesnim Hanım. Türkçe bölümünden mezundur. Osmanlı Tarihinden doktora yapmıştır. Şimdi bir üniversitede Osmanlı Tarihi ve Osmanlıca okutuyor. En küçükleri ise milletlerarası bir firmada avukatlık yapıyor. Onlar çok para veriyorlar. Ben onu buraya davet ediyorum ama gelmek istemiyor. Çünkü Türkçe bilmiyor. Oysa ben bir şeyi yapmak istediğimde Allah’a tevekkül eder yaparım ve hala öyleyim. Yeni nesil ise daha çok akla dayanarak hareket ediyor. Birçok torunum var. Biz çocukları çok severiz ve daha çok torunum olsa diye isterim. Hanımın Türkçe asistanıydı. Araptır kendisi, Dimyatlı. Babası bir pirinç fabrikasının sahibidir. Türkiye’de tanıdıklarım Arap tanıdıklarımdan daha fazladır.

islamtarihi.info: Bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.

Röportaj: 
Arş. Gör. Ahmet ACARLIOĞLU, 
Arş. Gör. Ömer ARAS, 
Arş. Gör. Halil ORTAKCI

Yazarlar