24 Nisan 2016 Pazar

Ezvâc-ı Tâhirâttan Ümmü Habîbe (rah)

Asıl adı Remle olup, ilk çocuğunun adı sebebiyle Ümmü Habîbe ismiyle tanınmıştır. Mekke’nin en önemli kabilelerinde olan Beni Ümmeyye’ye mensup Ebû Süfyan’ın kızıdır. Annesi de aynı sülâleden Ebu’l-Âs’ın kızı Safiyye’dir. Bu hanım aynı zamanda Hz. Osman’ın (ra) da halasıdır.[1]
Remle bint. Ebû Süfyan ilk evliliğini Hz. Peygamber’in (sav) halası Ümeyme bint. Abdülmuttalib’in oğlu olan Ubeydullah b. Cahş ile gerçekleştirdi. Ubeydullah, soy anlamında Kuyeş asıllı olmayıp, Esed b. Huzeyme kabilesindendir. Onun ailesi İslâm’dan önce Kureyş kabilesinin köklü ailelerinden Ümeyyeoğulları’nın himayesine girmek suretiyle Mekke’ye yerleşmiştir.[2]
Ümmü Habîbe (rah), Hz. Peygamber’in (sav) İslâm’ı tebliğinin başlangıcı aşamasında kocası Ubeydullah ile birlikte ilk Müslümanlar arasına dâhil oldu.[3] Aynı dönemde Mekke müşrikleri gerek Hz. Peygamber’e (sav), gerekse onun davetine cevap veren Müslümanlara karşı alay ve hakaretten başlayıp öldürmeye varan kadar her türlü psikolojik, ekonomik ve fizikî baskı ve işkence tatbik etmeye başlamışlardı. Bu faaliyetleri gerçekleştiren Kureyş kabileleri arasında geçmişten beri Hz. Peygamberin (sav) soyu Haşimoğulları’na düşmanlık besleyen Ümmü Habîbe’nin (rah) soyu Ümeyyeoğulları da bulunuyordu. Onlar Hz. Peygamber’in (sav) davasını Kureyş idaresinde bir değişiklik talebi olarak görmüşler, muhtemel bir değişikliğin kendilerinin aleyhine olacağı düşüncesiyle ellerinden geldiğince İslâm’ın yayılmasını ve Müslümanların taraftar kazanmasını engellemeye çalışmışlardır. Başta Utbe b. Rebia, Şeybe b. Rebia ve Ebû Süfyan olmak üzere kabile önderleri Müslümanlara karşı her türlü faaliyetin içinde yer almışlardır.[4] Ümeyyelilerin muhalefet tavrı, Hz. Peygamber’i (sav) davasından vazgeçirmek hususunda iknaya çalışmaktan başlayıp, onunla bizzat savaşmaya varıncaya kadar derece derece şiddetlenmiştir. Onlar, Mekke döneminde özellikle siyasî baskıyı ön plâna çıkarmışlar, Hicret sonrasında ise Medine üzerine gerçekleşen bütün saldırıları bizzat organize etmişlerdir. [5]
Mekke müşrikleri, Hz. Peygamber’e (sav) olduğu gibi onun çağrısına cevap veren müminlere karşı da her türlü psikolojik, ekonomik ve fizikî baskı ve işkence tatbik etmişlerdir. Onlar, Mekkelilerden herhangi birinin müslüman olduğunu duyduklarında derhal yanına giderek, onu Muhammed’in (sav) dininden daha üstün olan babasının dinini terk etmekle suçlamışlardır. İslâm’a giren kişi bir tüccar ise, onu ticarî faaliyetlerini engelleme ve sermayesini yok etmekle korkutmaya çalışmışlar; şayet köle, fakir ve korumasız bir kimse ise ona karşı aşırı şiddet uygulamışlardır. Bu muamelelerden öncelikli olarak müşriklerin kendi kabilelerinden Müslüman olanlar nasibini almıştır. Ümmü Habîbe (rah) ile eşi Ubeydullah b. Cahş da diğer Müslüman kardeşleri gibi bizzat ailelerinin sistematik baskılarıyla karşılaşmışlardır.[6]
Ashâbının mâruz kaldığı zulüm ve işkenceleri engellemeye gücü yetmeyen, üstelik onların ölüm korkusu sebebiyle dinlerini terk etmelerinden endişelenen de Allah Rasûlü (sav), özellikle kendi ailelerinin şiddetli baskısına uğrayan ve kabile himayesinden mahrum bırakılan Müslümanlara geçici bir sığınma yeri olarak Habeşistan’a hicret etmeleri tavsiyesinde bulundu.[7] Bunun üzerine Miladi 615 yılında on bir erkekle dört kadından oluşan ilk kafile Habeşistan’a gitti. Gidenler arasında Ümmü Habîbe’nin (rah) kabilesi Ümeyyeoğulları’nda Hz. Osman (ra) ile eşi Rasûlüllah’ın (sav) kızı Rukıyye (rah) de bulunuyordu. İlk hicretten yaklaşık bir yıl sonra Ca‘fer b. Ebû Tâlib (ra) başkanlığında 82 erkek ve 18 kadından müteşekkil yeni bir Müslüman topluluk ikinci Habeşistan hicretini gerçekleştirdiler. Ailesinin yoğun baskısına tahammül edemeyen Ümmü Habîbe (rah), eşi Ubeydullah b. Cahş ile birlikte, kızları Habîbe’yi de yanlarına alarak bu kafile içinde Habeşistan’a hicret etti.[8] İbn Sa’d’da geçen başka bir rivayete göre ise Ümmü Habîbe (rah) hicret yolculuğunu hamile olarak gerçekleştirmiş, kızını Habeşistan’da dünyaya getirmiştir.[9] Önceki muhâcirler gibi onlar da, Habeş kralı tarafından güzel karşılandılar ve burada güvenlik içinde hayatlarının sürdürdüler.[10]
Habeşistan’da muhacir Müslümanlar huzur içinde yaşarken, Ümmü Habîbe’nin (rah) hayatını olumsuz etkileyen beklenmedik bir hadise gerçekleşti. Dini uğruna her türlü sıkıntıya katlanan, nihayet bu yolda yurdunu terk etme fedakârlığı gösteren eşi Ubeydullah b. Cahş, Müslümanlığı seçmeden önce benimsemiş olduğu Hıristiyanlık dinine dönmek istediğini açıkladı. Bu gelişme karşısında şaşıran ve son derece üzülen Ümmü Habîbe (rah) bütün gayretlerine rağmen eşini kararından çeviremedi. Üstelik kocasından kendisinin de Hıristiyanlık dinini benimsemesi konusunda baskı gördü. Karşılıklı anlaşmazlık ailenin parçalanmasını zorunlu hale getirince Ümmü Habîbe (rah) eşinden ayrıldı.[11] Ubeydullah ise dinini terk edip Hıristiyan olduktan sonra çok içki içmesinden dolayı alkolik bir kişi haline geldi, kısa süre sonra da öldü.[12]
Yurdunda uzakta yaşamak zorunda kalan Ümmü Habîbe (rah), hayat arkadaşının kendisini terk etmiş olmasından dolayı son derece mahzun oldu. Üstelik yabancı bir ülkede olduğu için korunmaya muhtaç duruma da düşmüştü. Esasında kendisi Mekke’nin en soylu ve zengin ailelerinden birine mensup olması sebebiyle Habeşistan’a göç eden ancak kısa süre sonra çeşitli sebeplerle geri dönen Müslümanlarla Mekke’ye ulaşması mümkündü; ancak orada da sığınabileceği bir kapı bulamayacaktı. Zira Mekke reislerinden olan babası Ebû Süfyan, Müslümanlara dinlerinden dönmeleri hususunda en fazla baskı yapanların başında bulunuyordu. Ya gurbet yurdunda tek başına sıkıntılı bir hayat sürecek, ya da Mekke’ye dönüp babasının dinini terk etmesi için yapacağı baskılarla baş etmeye çalışacaktı. Bu çaresizlik ortamında çile doldururken onun gönlünü ferahlatacak, aynı zamanda da şahsen onurlandıracak bir haber geldi: Hz. Peygamber (sav) Habeşistan muhacirleri arasında himayesiz bir şekilde kalmış bulunan Ümmü Habîbe (rah) ile evlenme kararı vermişti. Nitekim onun emriyle Medine’den gelen elçisi Amr b. Ümeyye ed-Damrî (ra), Necâşî’den Ümmü Habîbe’nin (rah) Hz. Peygamber’le (sav) nikâhlanmasını talep etti. Habeş Muhacirlerinden olan aynı zamanda kendisi gibi Ümeyyeoğullarına mensup bulunan Hâlid b. Sa‘îd’in (ra) kıydığı nikâh ve Necâşî’nin şahsî hesabından ödediği dört yüz dinar mehir ile gıyabî evlilik akdi gerçekleştirildi.[13] Hz. Peygamber (sav) bu girişimi ile İslâm adına birçok fedakârlıkta bulunan bu muhacire hanımı taltif etmiş, onu müminlerin annesi olma payesiyle şereflendirmiştir.[14]
 Ümmü Habîbe (rah), bu hadiseyi ve esnasında yaşadığı duygularını şu şekilde anlatır:
“Habeşistan’a iken, Necâşî'nin elçisi Ebrehe adındaki cariyenin getirdiği haber kadar hiç bir şey beni hayatta heye­canlandırmadı. Ebrehe, bir gün bana ‘Allah Rasûlü bizim krala seninle evlenmek istediğini bildiren bir mektup yazmış’ dedi. Ben de sevincimde ona ‘Allah sana da hayırlı müj­deler versin’ dedim. Bununla birlikte söylediklerinden emin olmak için sözlerini birkaç sefer tekrarlattım. Nihayetinde cariye bana ‘Kral nikâhını kıymak için bir vekil tayin etmeni istiyor’ dedi. Bunun üzerine hemen Hâlid b. Said’i çağırıp onu kendime vekil tayin ettim. O kadar sevinmiştim ki, bana haberi getiren Ebrehe’ye yanımda ne kadar takı varsa hepsini hediye ettim. Ertesi günü Necâşî, Cafer b. Ebî Tâlib’e orada bulunan bütün Müslümanları toplamasını istedi. Kısa bir konuşma yaptıktan sonra ‘Rasûlüllah’ın isteği üzerine Ebû Süfyan’ın kızı Ümmü Habîbe’yi kendisine nikâhla­dım’, dedi. Bu teklif, vekilim Hâlid b. Saîd b. Âs tarafından da kabul edilince evlilik akdi resmileştirilmiş oldu.[15] Necâşî, mehir olarak tesbit edilen 400 dinarı Hâlid b. Saîd’e teslim ettikten sonra kalkmak üzere olan ashâb-ı kirama ‘nikâhtan sonra yemek vermek peygamberlerin sün­netidir’ diyerek düğün yemeği (velime) ikram etti”.[16] İbn Abdilberr, Ümmü Habîbe’nin (rah) düğün yemeğini Hz. Osman’ın (ra) verdiğini rivayet eder.[17]
Hz. Peygamber (sav) ile Ümmü Habîbe’nin (rah) nikâhlanmasından kısa bir süre sonra Habeşistan’da kalan muhacirlerin Medine’ye getirilmeleri kararı alındı. Bu amaçla Hicretin 7. yılında (M628) yılında Habeş kralının yardımı ile Hz. Peygamber’in (sav) elçisi Amr b. Ümeyye ed-Damrî (rah) vasıtasıyla Müslümanlar Hayber Fethi’nin gerçekleştiği esnada Arap Yarımadası’na geri döndüler. Ümmü Habîbe (rah) de kızı Habîbe ile birlikte Medine’ye geldi.[18] Rasûlüllah (sav) Habeş muhacirlerini karşısında görünce “Hayber’in fethinin mi yoksa kardeşim Ca‘fer’in gelmesinin mi daha sevindirici olduğunu bilemiyorum” diyerek memnuniyetini beyan etmiş, ayrıca Hayber’de alınan ganimetlerden Habeşistan muha­cirlerine de hisse vermiştir.[19]
Hz. Peygamber’in (sav) bu evliliğinin Ümmü Habîbe’nin (rah) onurlandırılması kadar, Müslümanlığın yayılması ve Mekke-Medine birliğinin sağlanması noktasında da önemli bir rol îfâ ettiği unutulmamalıdır. Her şeyden önce bu izdivaç sebebiyle Hz. Peygamber (sav), en büyük muhalifi durumunda olan Ebû Süfyan’a damat olmak suretiyle onunla akrabalık kurmuştur. Esasında Arap örf ve adetlerine göre kendisiyle evlen­mek istenen kadın için önce babasına, o yoksa amcasına veya amcasının oğullarına müracaat edilmesi gerekirdi. Ancak, Hz. Peygam­ber’in (sav), Ümmü Habîbe (rah) ile evlendiği dönemde Ebû Süfyan henüz İslâm’a girmediği için bu evlilikten haberi bile olmamıştır. Kızının kendisine danışılmadan en büyük düşmanıyla evlenmesinin, Ebû Süfyan’ın rahatsızlığına sebep olacağı beklenirken, ak­sine onun bu gelişmeden dolayı memnun olduğu görülür. Zira, kızının evliliği haberini alınca Hz. Muhammed (sav) için “O, reddedilmeyecek bir erkektir” di­yerek gerçekleşen izdivacı tasvip etmiş, gıyaben onaylamıştır.[20] Mümtehine Sûresi'nde geçen, “Umulur ki, Allah aranızda düşmanlık bulunan kimselerle sizin aranızda bir dostluk tesis eder” âyetinin bu gelişmeyle ilgili olduğu rivayet edilir.[21] Geçekten de, Ümmü Habîbe’nin (rah) evliliğinden sonra Ebû Süfyan’ın gerek Hz. Peygamber (sav), gerekse diğer Müslümanlara karşı tavır ve davranışlarından belirgin bir yumuşamanın olduğu aşikârdır.[22]
Ebû Süfyan’ın kızı ile evlenmiş olması Hz. Peygamber’in (sav) de Mekkeliler ile yakın ilişkiler kurmasına imkân vermiş, bu vesile ile Mekke-Medine gerginliği azalma sürecine girmiştir. Bunu destekleyen tarihî rivayetlere sahibiz:
Yemâme reislerinden Sümâme b. Usâl, müslüman olduktan sonra Umre için Mekke’ye gitmişti. Bu durumu öğrenen müşrikler üzerine saldırıp onu öldürmek istediler. Bir Mekkelinin Sümâme’yi serbest bırakmalarını, aksi halde Mekke'nin tahıl ihtiyacının Yemâme’den geldiğini söylemesi üzerine ancak canını kurtarabildi. Kendisine yapılanlar sebebiyle Kureyş’e kin tutan Sümâme, Rasûlüllah’ın (sav) izni olmadan onlara bir tahıl tanesi bile göndermeyeceğini ilân etti.[23] Yurduna döndüğünde dediğini yapın Mekke’ye gerçekleşen zahire nakliyatını durdurdu.  Kısa süre sonra da Kureyş’te gıda sıkıntısı baş gösterdi. Bunun üzerine Ebû Süfyan, ambargonun kaldırılması için bizzat Medine’ye gelerek Hz. Peygamber’den yardım talebinde bulundu.[24] Hz. Peygamber (sav) de derhal bir mektup göndererek Sümâme’nin Mekke’ye uyguladığı ambargonun kaldırılmasını temin etti.[25] Rasûlüllah (sav) bu yakınlaşmadan istifadeyle Mekke’de bulunan akrabalarına başka maddî yardımlarda da bulundu. Ayrıca özel izin vererek Mekke ticaret kervanlarının Müslüman topraklarından rahatlıkla geçmelerine imkân tanıdı. Bu uygulamadan bizzat Ebû Süfyan da istifade etmiş ve kervanıyla ticaret için Suriye’ye gitmiştir.[26]
Müslümanlar ile Mekke müşrikleri arasında imzalanan Hudeybiye Barış Antlaşması’nın hükümlerine göre Kureyş kabilesinin dışında kalan diğer kabileler, ya Hz. Muhammed’in (sav) veya Kureyş kabile­sinin emniyet ve garantisini kabul etmede serbest bırakılmışlardı. Buna göre Huzaa kabilesi Müslümanları, Benî Bekr ise Mekke Müşriklerini tercih etti. Halbuki bu iki kabile arasında eskiden beri düşmanlık vardı. Benî Bekr kabilesi, intikam almak niyetiyle Kureyş’in de desteğiyle hicretin sekizinci senesi Şaban ayında bir gece vakti Benî Huzaa’ya hücum etti. Baskın esnasında Kureyş’in ileri ge­len reisleri Safvân b. Ümeyye, İkrime b. Ebû Cehil, Süheyl b. Amr, Huveytib b. Abdi'l-Uzza gibi kimseler de onlara yardım etmişlerdi. Saldırı sonucunda Huzaa kabile­sinden 23 kişi öldürüldü. Geri kalanları ise Harem’e sı­ğınmak suretiyle canlarını kurtarabildiler. Gelişmenin Hz. Peygam­ber’e (sav) haber verilmesinden sonra, sözlerini tutmadıkları ve antlaşmayı bozdukları, bu yüzden de Müslümanların hücumuna uğrayacaklarından endişe duyan Kureyşliler, Ümmü Habîbe’nin (rah) babası Ebû Süfyan’dan özür dilemek ve antlaşmayı yenilemek için Hz. Peygamber’e (sav) gitme­sini rica ettiler. Ebû Süfyan, pek istekli ve sonucundan ümitli olmamakla birlikte Mekkelilerin aşırı ısrarı sebebiyle Medine’ye geldi. Allah Rasûlü (sav) kendisiyle hiç ilgilenmedi. Başta Hz. Ebû Bekir (ra), Hz. Ömer (ra), Hz. Osman (ra) ve Hz. Ali (ra) olmak üzere ashab ileri gelenlerinden de yüz bulamadı. Bunun üzerine ricacı olması için kızı ve Hz. Peygam­ber’in (sav) hanımı olan Ümmü Habîbe’nin (rah) yanına gitmeye karar verdi. İçeri girdiğinde odadaki yatağa oturmak istedi. Ancak kızı süratle yatağı altından çekerek kaldırdı. Her haliyle oturmaya hazırlanmış olan Ebû Süfyan düş­mekten zor kurtuldu. Bunun üzerine “Kızım, yatağı mı benden esirgedin, yoksa beni mi yataktan?” diye sitem edince, Ümmü Habîbe’den (rah) şu cevabı aldı: “O, Allah Rasûlü’nün yatağıdır. Sen ise bir müşriksin”. Bunun üzerine Ebû Süfyan “Kızım, benden sonra sana hiçte iyi olmayan haller olmuş, sana şer bulaşmış” diyerek evi terk etti.[27]
Hudeybiye Barış Antlaşmasının geçersiz kalmasına sebep olan saldırı hadisesi kısa süre sonra gerçekleştirilecek Mekke fethi için hukukî gerekçe teşkil etmiştir. Nitekim kısa süre sonra da Mekke Müslümanlar tarafından fethedildi. Fetihten hemen önce Rasûlüllah (sav) “Ebû Süfyan’ın evine giren emniyettedir. Kâbe’ye sığınan emniyettedir. Kendi evinden çıkmayan güvendedir” ilânı ile Ebû Süfyan’ın gönlü alınmış[28], onun önce Müslüman olması, ardından da hemşehrilerini Müslümanlara karşı direnmeme konusunda ikna etmesiyle Mekke’nin zaptı en az insan kaybıyla tamamlanabilmiştir. [29]
Hz. Peygamber’le (sav) dört yıl evli kalan Ümmü Habîbe (rah), onun vefatından sonra otuz yıl daha ömür sürdü. Bu dönemde gerçekleşen siyasî hadiselerden ve fitne ortamından uzak kalmaya çalıştı. Halife Hz. Osman’ın (ra) evini muhasara altına alan asilerin, kuşatmanın on sekizinci günü onun yiyecek ve suyunu kesmeleri üzerine, erzak yüklü bir katırı halîfenin evine götürmeye teşebbüs etmiş, ancak asiler saygısız bir şekilde ona engel olmuşlardır.[30] Bazı kaynaklarda Ümmü Habîbe’nin (rah), Hz. Osman’ın (ra) şehit edilmesinden sonra onun kanlı gömleğini Ensâr’dan Numan b. Beşir vasıtasıyla Şam’da bulunan kardeşi Muaviye’ye gönderdiği rivayet edilir.[31]
Ümmü Habîbe (rah) daha sonraki hayatını Medine’de tamamlamıştır. Bununla birlikte kardeşinin halifeliği esnasında Emevîlerin başkenti olan Dimaşk’ı ziyaret ettiği de kaydedilmektedir.[32] Hatta bu sebeple onun Şam’da vefat ettiği iddia edilmiştir. Nitekim Dimaşk’ın Bâbu’s-Sağîr kabristanında pek çok sahabe mezarının yanında Ümmü Habîbe’nin (rah) bir türbesi bulunmaktadır. Ancak tarihi hadiseler onun Şam’da vefat ettiği görüşünü doğrulamamaktadır.[33] Zira kaynakların ekseriyetine göre Ümmü Habîbe (rah), kardeşi Muaviye’nin hilafeti (H.41-60/M.661-680) devrinde yetmiş yaşında iken hicretin 44. yılında (M. 664) Medine’de vefat etmiştir.[34] Nitekim Hz. Ali’nin torunlarından Ali b. Hüseyin, dedesinin evindeki odasını kazdığında oradan bir taş çıkmış, taşın üzerinde de “Bu Remle binti Sahr'ın kabridir” şeklinde bir yazı bulunmuştu.[35] Ayrıca Hz. Aişe’den (rah) gelen bir habere göre, Ümmü Habîbe (rah), ölüm döşe­ğinde iken Hz. Aişe’yi (rah) çağırtmış ve “Kumalar arasında olan tartışmalar mutlaka bizim aramızda da olmuştur. Bu konuda olanlardan dolayı Allah beni ve seni affetsin” diyerek helâllik talebinde bulunmuştur. Bu bilgi de onun Medine’de vefat ettiği görüşünü desteklemektedir.[36]
Ezvâc-ı Tahirât’ın Hz. Peygamber’in (sav) örnek aile hayatını Müslümanlara öğretmeleri bakımından rivayet ettikleri hadisler büyük önem taşımaktadır. Bir eş, aynı zamanda da hadis ravisi olarak Ümmü Habîbe’nin (rah) Allah Rasûlü’nden 65 hadis rivayet ettiği bilinmektedir. Buhârî ve Müslim’de ortak olarak ondan rivayet edilen iki hadis bulunmaktadır. Ayrıca sadece Müslim’in aldığı iki hadisi vardı. Ondan kardeşi Muaviye, Anbese, Abdullah b. Utbe b. Ebû Süfyan, Urve b. Zübeyr, Ebû Salih Semân, Safiyye bint Şeybe, Zeyneb bint. Ebû Seleme, Şütery b. Şekel ve Ebu’l-Melîh Âmir el-Hizelî girib raviler hadis rivayetinde bulunmuşlardır.[37] Biz burada Ümmü Habîbe kanalıyla gelen hadislerden birkaç örnek sunacağız.
“Kim ki öğle namazından önce ve sonra dörder rekât namaz kılarsa, Allah onun bedenini Cehennem’e haram kılar. Bunları işittiğim günden beri onları terk etme­dim”.[38]
“Kim ki bir günde (gece ve gündüz) farz namazlardan başka on iki rekat namaz kılarsa Allah ona Cennette bir ev verir”.[39]
“Eğer ümme­time zor olmasaydı her namaz vaktinde, abdest gibi onlara misvakı emrederdim" buyurdu”.[40]
“Allah'a ve âhiret gününe iman eden bir kadın, herhangi bir cenaze için üç günden fazla yas tutmasın. Ancak kocası için dört ay on gün yas tutabilir”.[41]
“Rasûlullah (sas) uykudan uyandı ve “Lailahe illallah” dedi. Sonra da vukuu yaklaşan bir şerden ve büyük bir fit­neden dolayı vay Arabın haline. Bugün Ye'cûc ve Me'cûc seddinde şunun gibi bir delik açıldı”. Kendisine “İçimizde bu kadar salih kimseler varken helak olur muyuz” dediğimizde Hz. Peygamber (sav): “Evet, pislik (fısk, fücur, zulüm, zina ve günah) çoğaldığı zaman (helâk olursunuz) buyurdu”.[42]
[1]    İbn Hişam, es-Sîretü’n-Nebeviyye, es-Sîretü’n-Nebeviyye, (thk. Mustafa es-Sakkâ-İbrahim el-Ebyârî-Abdülhâfız Şelebî), I-IV, Beyrut ts., IV, 6; 294-295; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, I-VIII, Beyrut, ts. (Dâru Sâdır), VIII, 96; İbn Abdirberr, el-İstîâb fî Ma‘rifeti’l-Ashâb, I-VI, Kahire ts, (Dâru Nehdati Mısr), IV, 1843-1844, 1929;  İbn Hacer, el-İsâbe fî Temyîzi’s-Sahâbe, I-IV, Mısır 1328, IV, 297.
[2]    İbn Hişam, es-Sîre, I, 346; İbn Sa’d, et-Tabakât, VIII, 96; İbn Abdirberr, el-İstîâb, IV, 297.
[3]    İbn Sa’d, et-Tabakât, VIII, 96; İbn Abdirberr, el-İstîâb, IV, 297.
[4]    Benî Ümeyye’nin Hz. Peygamber’in (sav) tebliğine karşı faaliyetleri hakkında bk. Sarıçam, İbrahim, Emevî-Hâşimî İlişkileri, Ankara 1997, s. 107-125; Apak, Adem, Hz. Osman Dönemi Devlet Siyaseti, İstanbul 2003, s. 27-39.
[5]    İbn İshak, Sîretü İbn İshâk, (thk. Muhammed Hamidullah), Konya, 1981, s. 133, 187-188; İbn Hişam, es-Sîre, I, 282-284, 285-287, II, 58-59.
[6]    İbn Hişâm, es-Sîre, I, 342; Belâzürî, Ensâbu’l-Eşrâf, I, (thk. Muhammed Hamidullah), Jerusalem 1963, I, 198.
[7]    İbn Sa‘d, et-Tabakât, I, 207. Müslümanların Habeşistan’a hicret sebepleri ve hicret edenler hakkındaki değerlendirmeler için bk. Demircan, Adnan, Nebevi Direniş Hicret, İstanbul 2000,s. 55-64.
[8]    İbn Hişâm, es-Sîre, I, 346; İbn Sa‘d, et-Tabakât, I, 207-208, VIII, 96; Belâzürî, Ensâb, I, 198-227; Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, I-XXIII, (thk. Şuyab Arnavud), Beyrut 1985, II, 220.
[9]    İbn Sa‘d, et-Tabakât, VIII, 97; İbn Abdirberr, el-İstîâb, IV, 1929.
[10]   İbn İshâk, Sîre, s. 154-157; İbn Hişâm, es-Sîre, I, 344-365; İbn Sa‘d, et-Tabakât, I, 203-204.
[11]   İbn Sa‘d, et-Tabakât,  III, 89, VIII, 97; İbn Abdirberr, el-İstîâb, IV, 1844; Zehebî, Siyeru Alâmi’n-Nübelâ, II, 221.
[12]   İbn İshak, Siyer, s. 319; İbn Hişam, es-Sîre, I, 238, 277, IV, 6, 10; İbn Sa‘d, et-Tabakât,  I, 208, III, 89; İbn Abdirberr, el-İstîâb, IV, 1929.
[13]   İbn Hişam, es-Sîre, I, 238, 277, IV, 293; İbn Sa‘d, et-Tabakât, I, 208, 295; İbn Kuteybe, Kitabü’l-Meârif, Beyrut 1970, s. 60; İbn Abdirberr, el-İstîâb, IV, 1844-1845.
[14]   Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, (çev. Salih Tuğ), I-II, İstanbul 1991, I, 250-251.
[15]   İbn Hişam, es-Sîre, IV, 295.
[16]   İbn Hişam, es-Sîre, IV, 295; İbn Sa‘d, et-Tabakât, VIII, 97-99; İbn Abdirberr, el-İstîâb, IV, 1930.
[17]   İbn Abdirberr, el-İstîâb, IV, 1844.
[18]   İbn Sa’d, et-Tabakât, I, 208, VIII, 96-97.
[19]   Vâkıdî, Kitabu’l-Meğâzî, (thk. Marsden Jones), I-III, Beyrut 1984, II, 683; İbn Hişâm, es-Sîre, IV,3; İbn Sa‘d, et-Tabakât, I, 208, II, 108; VIII, 100; Belâzürî, Ensâb, I, 198, 229.
[20]   İbn Sa‘d, et-Tabakât, VIII, 99; İbn Abdirberr, el-İstîâb, IV, 1845.
[21]   Mümtehine, 60/7. Bu konuda bk. İbn Sa‘d, et-Tabakât, VIII, 99.
[22]   Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, II, 685.
[23]   Buhârî, Kitâbu'l-Meğâzî, 69; Müslim, Kitâbu'l-Cihad,19; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 452.
[24]   Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve,(tahric. Abdu'l-Muta Kal'acî), Beyrut 1985, IV, 81; Zerkânî, Şerhu Mevâhibü'l-Ledünniye, I-VIII, Beyrut 1973, II, 146.
[25]   İbn Sa‘d, et-Tabakât, V, 550; İbn Abdilberr, el-İstîâb, I, 214-215; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe fî  M‘arifeti’s-Sahâbe, (thk. Muhammed İbrahim-Muhammed Ahmed Aşur), I-VII, ? 1970 (Kitabü’ş-Şi‘b), I, 294-295.
[26]   Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, I, 252.
[27]   Vâkıdî, Meğâzî, II, 785, 788, 792-795;  İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 38-39; İbn Sa‘d, et-Tabakât, II, 134, VIII, 99-100; Zehebî, Siyeru Alâmi’n-Nübelâ, II, 223.
[28]   Vâkıdî, Meğâzî, II, 814-822; İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 39-47; İbn Sa‘d, et-Tabakât, II, 135; Belâzürî, Ensâb, I, 355.
[29]   Vâkıdî, Meğâzî, II, 825-826; İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 48-50; İbn Sa‘d, et-Tabakât, II, 136.
[30]   Belâzürî, Ensâb V, (thk. Goitein, SDF), Jerusalem 1936, V, 68; Taberî, Tarihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, (thk. Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim), I-XI, Beyrut ts. (Dâru’s-Süveydân), Tarih, IV, 386; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam fî Tarihi’l-Ümem ve’l-Mülûk, (thk. Muhammed Abdülkadir Atâ-Mustafa Abdülkadir Atâ), I-XVIII, Beyrut 1992, V, 54; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Tarih, I-IX, Beyrut 1986, III, 87.
[31]   İbn Kuteybe, el-İmâme ve’s-Siyâse, (thk.Tâhâ Muhammed Zeynî), I-II, Kâhire 1967, I, 74; Taberî, Tarih, IV, 562; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, V, 77; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 98, 141-142; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, I-XIV, Beyrut-Riyad ts. (Mektebetü’l-Meârif--Mektebetü’n-Nasr), VII, 254.
[32]   Zehebî, Siyeru Alâmi’n-Nübelâ, II, 220.
[33]   Zehebî, Siyeru Alâmi’n-Nübelâ, II, 220.
[34]   İbn Sa‘d, et-Tabakât, VIII, 100; İbn Abdirberr, el-İstîâb, IV, 1845-1846, 1929; Zehebî, Siyeru Alâmi’n-Nübelâ, II, 222.
[35]   İbn Abdirberr, el-İstîâb, IV, 1846.
[36]   İbn Sa‘d, et-Tabakât, VIII, 100; Zehebî, Siyeru Alâmi’n-Nübelâ, II, 223.
[37]   Zehebî, Siyeru Alâmi’n-Nübelâ, II, 219.
[38]   Nesaî, Kıyamü’l-Leyl, 67; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 325.
[39]   Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn ve Kasruhâ 15; Neseî, Kıyamü’l-Leyl 66; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 326.
[40]   Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 325.
[41]   Buhârî, Talak 46, 50. Ümmü Habîbe’nin hayatı ve faaliyetleri hakkında ayrıca bk. Ayşe Abdurrahman, Terâcimu Seyyidâti Beyti’n-Nübüvve, Kahire ts. ; aynı müellif, Rasûlüllah’ın Annesi ve Hanımları, (çev.İsmail Kaya), Konya 1987; Uraler, Aynur, Ümmü Habîbe’nin Rivayetleri, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi) İstanbul 1990; Muhammed, Abdurrahman Abdülganî, Zevcâtü’n-Nebî Muhammed, Beyrut-Kahire 1991, s. 52-53; Vicdânî, Ebû Rıdvan Muhammed Sadık, Hz. Muhammed Niçin Çok Evlendi, (çev. Ahmet Karadut), Ankara 1998, 58-62; Salihî, Muhammed b. Yusuf, Ezvâcü’n-Nebî, (thk. Muhammed Nizamüddin Fetih), Beyrut-Dimaşk 1999, s. 161-173; Yeniçeri, Celal, Hz. Muhammed ve Yaşadığı Hayat, İstanbul 2000, s. 93-97; Şeriati, Ali, Muhammed’i Tanıyalım, (çev. Ali Seyidoğlu), Ankara 2000, s. 99-100; Kazıcı, Ziya, Hazret-i Muhammed’in Aile Hayatı ve Eşleri, İstanbul 2003; Kandemir, Yaşar, “Hanımlarının Dilinden Hz. Peygamber”, Hz. Peygamber ve Aile Hayatı, İstanbul 2006, s. 93-116.
[42]   Buhârî, Fiten 4.

19 Nisan 2016 Salı

İbn Abbas: İlim Deryası

Rabi b. Hırâş'tan rivayet edildiğine göre Abdullah b. Abbas (r.a.), Muaviye’nin (r.a.) huzuruna çıkmak için izin istedi. Kureyş büyükleri Muaviye'nin yanında toplanmışlardı. Said b. As (r.a.) da sağında oturuyordu. Muaviye (r.a.), İbn Abbas'ın (r.a.) geldiğini görünce, “Ey Said! Allah'a yemin ederim ki, İbn Abbas'a cevabını veremeyeceği sorular soracağım.” dedi. Said de, “İbn Abbas gibi biri mi senin sorularına cevap veremeyecek?” diye karşılık verdi. İbn Abbas (r.a.) oturduğu zaman Muaviye, “Ebû Bekir (r.a.) hakkında ne dersin?” diye sordu. İbn Abbas, “Ebû Bekir’e (r.a.) Allah rahmet eylesin. Allah'a yemin ederim ki o, Kur'an okurdu. Batıla meyletmekten uzaktı. Kötülüğü terk ederdi. İnsanları hoşa gitmeyen şeylerden sakındırırdı. Dinini bilirdi. Allah'tan korkardı. Gece ibadet eder, gündüz oruç tutardı. Dünyasından emindi. Halka adaletinde kararlı idi. İyiyi emreder ve ona koşardı. Her hale şükrederdi. Vallahi sabah akşam Allah'ı zikrederdi. Umumun menfaati için kendisini feda ederdi. Takva, kanaat, zühd, iffet, iyilik ve ihtiyatta, Allah rızası için aza kanaatte arkadaşlarından üstündü, hatta eşsizdi. Kıyamete kadar hainlerin sevmediği kimseyi Allah onun yerine tayin etti.” dedi.
Muaviye, “Ömer (r.a.) hakkında ne dersin?” diye sordu. İbn Abbas, “Ömer’e (r.a.) Allah rahmet eylesin. Allah'a yemin ederim ki o, İslam’ın dostu idi. Yetimlerin ve zayıfların koruyucusu, gerçek mümin idi. İyiler onun etrafında toplanırdı. Halkın kalesi, insanların yardımcısı idi. Ülkeler fethedip Allah dinini hâkim kılıncaya, Allah adı ülkelerde, yaylalarda, dağlarda, mahalle ve köylerde anılıncaya kadar, Ömer (r.a.) vazifesini sabırla yerine getirdi. Karşılığını Allah'tan bekledi. Kötü söz karşısında vakurdu. Gerek sıkıntı, gerek bolluk içinde olduğu zamanlarda daima çok şükrederdi. Allah'a yemin ederim ki, her an zikir halinde idi. Kıyamete kadar, hainlerin buğz ettiği kimseyi, Allah onun yerine geçirdi.” dedi.
Muaviye, “Osman b. Affan (r.a.) hakkında ne dersin” diye sordu. İbn Abbas, “Osman’a Allah rahmet eylesin. Allah'a yemin ederim ki o, ecdadına layık, hatta onlardan da şerefli bir torundur. İslam’a çok bağlı bir Müslümandır. En sabırlı bir askerdir. Geceleri çok uykusuz kalır, Allah'ı zikir sırasında çok gözyaşı döker. Gece gündüz kendisini ilgilendiren şeyde düşünür. Bütün iyilikleri yapmaya isteklidir. Tehlikeden kaçarak selamete koşar. Bütün teçhizatıyla bir ordu hazırlamış, bir kuyu satın almıştır. Peygamber’in (s.a.s.) iki kızını alarak damadı olmuştur. Kıyamete kadar kötülerin küfrettiği bir kimseyi Allah onun yerine getirdi.” dedi.
Muaviye, “Ali b. Ebû Tâlib (r.a.) hakkında ne dersin?” diye sordu. İbn Abbas, “Ali'ye Allah rahmet eylesin. Allah’a yemin ederim ki o, hidayet sancağı idi. Takva denizi, akıl küpü ve zarafet abidesi idi. Gecenin karanlığında şeref aydınlığı idi. En yüce hedefe çağırır, en eski metinleri bilirdi. Te’vil yapabilir, öğüt verirdi. İslam’ın insanlara hidayeti gösteren emirlerine bağlı idi. Zulmü ve eziyeti terk etmişti. Şüpheli yollardan ayrılırdı. İman ve takva sahiplerinin en hayırlısı idi. Peygamberin gömlek ve cüppesini giyenlerin en efendisi idi. Hac ve sa‘y yapanın en üstünü idi. Adalet ve eşitliği temin hususunda titizdi. Peygamberler ve Muhammed Mustafa müstesna, dünyanın en büyük hatibi idi. İki kıbleye karşı namaz kılmıştı. Herhangi bir dindar ona eşit olabilir mi? Kadınların en hayırlısının kocası idi. İki Peygamber torununun babası idi. Gözlerim onun gibisini görmedi. Kıyamete ve mahşere kadar da görmeyecek. Allah'ın ve kullarının laneti kıyamete kadar ona lanet edene olsun.” dedi.
Muaviye, “Talha ve Zübeyir (r.a.) hakkında ne dersin?” diye sordu. İbn Abbas, “Her ikisine de Allah rahmet eylesin. Allah'a yemin ederim ki, her ikisi de iffetli, iyi, Müslüman, maddeten ve ruhen temiz, şehit, âlim idiler. Bir hata işlediler. İnşallah geçmişteki fedakârlıkları, Resûlullah ile beraberlikleri, güzel fiilleri sebebiyle Allah onları affeder.” dedi.
Muaviye, “Abbas (r.a.) hakkında ne dersin?” diye sordu. İbn Abbas, “Abbas'a Allah rahmet eylesin. Allah'a yemin ederim ki o, Allah'ın Resûlü'nün babasının kardeşidir. Allah'ın dostunun gözbebeği idi. Bütün kabilelerin başvurduğu kişiydi. Amcaların efendisi idi. Bütün işlerde ileri görüşlü, neticeleri kestirebilirdi. İlim süsüydü. Onun üstünlüğü yanında, sülalelerin ismi okunmazdı. Onun kabilesinin övülmesi sırasında diğer soyların sesi çıkmazd1. Niçin böyle olmasın? Çünkü görgüsü ve bilgisi yerinde olan Abdülmuttalib, onu yetiştirdi. Kureyş'in yaya ve süvarisinin en üstünü idi.”
Muaviye, “Kureyş’e niçin Kureyş denmiştir?” diye sordu. İbn Abbas, “Denizde bir canavar (köpek balığı) var ki, denizin en tehlikeli hayvanıdır. Hiçbir deniz canlısı ona galip gelemez, o onları yer. Bu sebeple ona Kureyş denmiştir. Kureyş de Arapların en etkin kabilesidir. Bundan dolayı bu isim verilmiştir.” Bunun üzerine Muaviye şöyle dedi: “Doğru söyledin ey İbn Abbas! Senin, ailenin lisanı olduğuna şahitlik ederim.” İbn Abbas onun yanından ayrılınca Muaviye, “Her ne konuştuysam, İbn Abbas’ı ona hazırlıklı buldum.” dedi. Heysemi, Mecmauz-Zevaid 9/249, H.N. 14943.
İBN ABBAS: İLİM DERYASI

Rabi b. Hırâş'tan rivayet edildiğine göre Abdullah b. Abbas (r.a.), Muaviye’nin (r.a.) huzuruna çıkmak için izin istedi. Kureyş büyükleri Muaviye'nin yanında toplanmışlardı. Said b. As (r.a.) da sağında oturuyordu. Muaviye (r.a.), İbn Abbas'ın (r.a.) geldiğini görünce, “Ey Said! Allah'a yemin ederim ki, İbn Abbas'a cevabını veremeyeceği sorular soracağım.” dedi. Said de, “İbn Abbas gibi biri mi senin sorularına cevap veremeyecek?” diye karşılık verdi. İbn Abbas (r.a.) oturduğu zaman Muaviye, “Ebû Bekir (r.a.) hakkında ne dersin?” diye sordu. İbn Abbas, “Ebû Bekir’e (r.a.) Allah rahmet eylesin. Allah'a yemin ederim ki o, Kur'an okurdu. Batıla meyletmekten uzaktı. Kötülüğü terk ederdi. İnsanları hoşa gitmeyen şeylerden sakındırırdı. Dinini bilirdi. Allah'tan korkardı. Gece ibadet eder, gündüz oruç tutardı. Dünyasından emindi. Halka adaletinde kararlı idi. İyiyi emreder ve ona koşardı. Her hale şükrederdi. Vallahi sabah akşam Allah'ı zikrederdi. Umumun menfaati için kendisini feda ederdi. Takva, kanaat, zühd, iffet, iyilik ve ihtiyatta, Allah rızası için aza kanaatte arkadaşlarından üstündü, hatta eşsizdi. Kıyamete kadar hainlerin sevmediği kimseyi Allah onun yerine tayin etti.” dedi.
Muaviye, “Ömer (r.a.) hakkında ne dersin?” diye sordu. İbn Abbas, “Ömer’e (r.a.) Allah rahmet eylesin. Allah'a yemin ederim ki o, İslam’ın dostu idi. Yetimlerin ve zayıfların koruyucusu, gerçek mümin idi. İyiler onun etrafında toplanırdı. Halkın kalesi, insanların yardımcısı idi. Ülkeler fethedip Allah dinini hâkim kılıncaya, Allah adı ülkelerde, yaylalarda, dağlarda, mahalle ve köylerde anılıncaya kadar, Ömer (r.a.) vazifesini sabırla yerine getirdi. Karşılığını Allah'tan bekledi. Kötü söz karşısında vakurdu. Gerek sıkıntı, gerek bolluk içinde olduğu zamanlarda daima çok şükrederdi. Allah'a yemin ederim ki, her an zikir halinde idi. Kıyamete kadar, hainlerin buğz ettiği kimseyi, Allah onun yerine geçirdi.” dedi.
Muaviye, “Osman b. Affan (r.a.) hakkında ne dersin” diye sordu. İbn Abbas, “Osman’a Allah rahmet eylesin. Allah'a yemin ederim ki o, ecdadına layık, hatta onlardan da şerefli bir torundur. İslam’a çok bağlı bir Müslümandır. En sabırlı bir askerdir. Geceleri çok uykusuz kalır, Allah'ı zikir sırasında çok gözyaşı döker. Gece gündüz kendisini ilgilendiren şeyde düşünür. Bütün iyilikleri yapmaya isteklidir. Tehlikeden kaçarak selamete koşar. Bütün teçhizatıyla bir ordu hazırlamış, bir kuyu satın almıştır. Peygamber’in (s.a.s.) iki kızını alarak damadı olmuştur. Kıyamete kadar kötülerin küfrettiği bir kimseyi Allah onun yerine getirdi.” dedi.
Muaviye, “Ali b. Ebû Tâlib (r.a.) hakkında ne dersin?” diye sordu. İbn Abbas, “Ali'ye Allah rahmet eylesin. Allah’a yemin ederim ki o, hidayet sancağı idi. Takva denizi, akıl küpü ve zarafet abidesi idi. Gecenin karanlığında şeref aydınlığı idi. En yüce hedefe çağırır, en eski metinleri bilirdi. Te’vil yapabilir, öğüt verirdi. İslam’ın insanlara hidayeti gösteren emirlerine bağlı idi. Zulmü ve eziyeti terk etmişti. Şüpheli yollardan ayrılırdı. İman ve takva sahiplerinin en hayırlısı idi. Peygamberin gömlek ve cüppesini giyenlerin en efendisi idi. Hac ve sa‘y yapanın en üstünü idi. Adalet ve eşitliği temin hususunda titizdi. Peygamberler ve Muhammed Mustafa müstesna, dünyanın en büyük hatibi idi. İki kıbleye karşı namaz kılmıştı. Herhangi bir dindar ona eşit olabilir mi? Kadınların en hayırlısının kocası idi. İki Peygamber torununun babası idi. Gözlerim onun gibisini görmedi. Kıyamete ve mahşere kadar da görmeyecek. Allah'ın ve kullarının laneti kıyamete kadar ona lanet edene olsun.” dedi.
Muaviye, “Talha ve Zübeyir (r.a.) hakkında ne dersin?” diye sordu. İbn Abbas, “Her ikisine de Allah rahmet eylesin. Allah'a yemin ederim ki, her ikisi de iffetli, iyi, Müslüman, maddeten ve ruhen temiz, şehit, âlim idiler. Bir hata işlediler. İnşallah geçmişteki fedakârlıkları, Resûlullah ile beraberlikleri, güzel fiilleri sebebiyle Allah onları affeder.” dedi.
Muaviye, “Abbas (r.a.) hakkında ne dersin?” diye sordu. İbn Abbas, “Abbas'a Allah rahmet eylesin. Allah'a yemin ederim ki o, Allah'ın Resûlü'nün babasının kardeşidir. Allah'ın dostunun gözbebeği idi. Bütün kabilelerin başvurduğu kişiydi. Amcaların efendisi idi. Bütün işlerde ileri görüşlü, neticeleri kestirebilirdi. İlim süsüydü. Onun üstünlüğü yanında, sülalelerin ismi okunmazdı. Onun kabilesinin övülmesi sırasında diğer soyların sesi çıkmazd1. Niçin böyle olmasın? Çünkü görgüsü ve bilgisi yerinde olan Abdülmuttalib, onu yetiştirdi. Kureyş'in yaya ve süvarisinin en üstünü idi.”
Muaviye, “Kureyş’e niçin Kureyş denmiştir?” diye sordu. İbn Abbas, “Denizde bir canavar (köpek balığı) var ki, denizin en tehlikeli hayvanıdır. Hiçbir deniz canlısı ona galip gelemez, o onları yer. Bu sebeple ona Kureyş denmiştir. Kureyş de Arapların en etkin kabilesidir. Bundan dolayı bu isim verilmiştir.” Bunun üzerine Muaviye şöyle dedi: “Doğru söyledin ey İbn Abbas! Senin, ailenin lisanı olduğuna şahitlik ederim.” İbn Abbas onun yanından ayrılınca Muaviye, “Her ne konuştuysam, İbn Abbas’ı ona hazırlıklı buldum.” dedi. Heysemi, Mecmauz-Zevaid 9/249, H.N. 14943.
 

15 Nisan 2016 Cuma

Memlük Tarihçilerinden Baybars el-Mansûrî (ö 725/1325)

Memlük Devleti (648-923/1250-1517), İslâm tarihindeki en büyük devletlerden biridir. Onun büyük devletler arasında kabul edilmesini sağlayan sadece askerî ve siyasî sahalardaki büyük başarıları değildir. İslâm dünyasının kültürel alandaki gelişimine yaptığı önemli katkı da bu hususta etkili olmuştur. Esasen Memlük Devleti’nin askerî ve siyasî muvaffakıyetleri söz konusu ilmî-kültürel gelişimin belirleyici unsurudur. Nitekim Memlükler’in Moğolları yenerek İslâm dünyasının batısını istiladan kurtarması ve Suriye’deki Haçlıları tedricen devreden çıkararak bölgeden uzaklaştırması bahsi geçen bölgeleri Müslüman halk ve tüccarlar kadar ilim erbabı için de güvenli hâle getirmiştir. Dolayısıyla Müslümanların siyasî ve ilmî geleneğinin teşekkül ettiği merkezler olan Hicaz, Suriye ve Mısır gibi bölgeler Haçlı Seferleri ve Moğol istilası gibi sebeplerle Miladî XI. asırdan itibaren başlayan istikrarsızlıktan kurtarılmış ve bu sükûnet ortamı ilmî geleneğin yeniden canlanmasında önemli bir amil olmuştur. Bunun yanı sıra istila altındaki Bağdat gibi mühim ilim merkezlerinde bulunan ulemanın Şam ve Kahire’ye göç etmesi bu ilmî hayatiyetin daha da güçlenmesini sağlamıştır. Bu noktada Memlük sultanları ve devlet adamlarının birçok medrese açarak ve âlimlere büyük destek sağlayarak yaptıkları katkılardan da bahsetmek gerekir.
Memlük devlet adamlarının sağladığı bu imkânlar neticesinde oluşan kültürel ortam semeresini vermiş, Memlükler dönemi ilmî bakımdan İslâm tarihinin en verimli ve parlak devresi olmuştur. Bu dönemde özellikle tefsir, hadis, fıkıh, kelâm gibi dinî ilimler başta olmak üzere lügat ilimleri, tarih, coğrafya ve tabakat gibi beşerî ilimler sahasında çok sayıda âlim yetişmiş, başka dönemlerle mukayese edilemeyecek miktarda eser kaleme alınmıştır. Bu eserlerin pek çoğu kendi sahalarında daha sonra birer başucu kaynak olarak kabul edilmiştir. Memlükler dönemindeki ilmî faaliyetin belki de en yoğun olduğu saha tarihtir. Bu dönemde birçok büyük tarihçi yetişmiş, onların siyasî, idarî, kurumsal, mahallî tarih eserleri, şehir tarihleri, ansiklopedileri, siyer ve biyografi kitapları daha sonra kendi sahalarında vazgeçilmez kaynaklar hâline gelmiştir. Dolayısıyla bu eserler kendi çağlarını aşarak farklı dönem ve devletleri çalışan tarih araştırmacılarına rehber olmuştur. Özellikle biyografi türünün en güzel ve hacimli ürünleri bu dönemde ortaya çıkmış, bunlar hem bu dönemin hem de daha önceki devrelerin ilmî, askerî ve siyasî sahalarında öne çıkan şahsiyetlerini tanıtarak hemen her alandaki günümüz araştırmacıları için devasa malzeme temin etmiştir.
Memlükler döneminde böylesine zengin bir tarih külliyatının/malzemesinin mevcudiyeti muhtelif sahalarda temayüz etmiş çok sayıda âlimin yanı sıra ümera, devlet adamları ve kâtipler sınıfına mensup kimselerin de bu alanda eser kaleme almalarının bir sonucudur. Bu dönemde her kesimden çok sayıda müellifin tarih eseri yazması ise, kanaatimizce toplumun buna rağbet göstermesiyle alakalıdır. Sultanların tarih ilmine gösterdikleri alaka da bu sahadaki eserlerin artmasına sebep olmuştur. Nitekim Sultan el-Melikü’l-Eşref Barsbay’ın (825-841/1422-1438) meşhur tarihçi Aynî (ö. 855/1451) ile geceleri bir araya gelerek tarih sohbetleri yaptığı, bahsi geçen tarihçinin Arapça tarih eserlerini Türkçe’ye çevirerek sultana okuduğu nakledilir.[1]
Bizim bu çalışmada kısaca ele alacağımız konu bahsi geçen velûd kültürel ortamın tarih sahasındaki önemli temsilcilerinden Emîr Baybars el-Mansûrî (ö. 725/1325)’dir. Müellif, Türk Memlükler döneminin (648-784/1250-1382) önde gelen devlet adamlarındandır. el-Melikü’l-Mansûr Seyfeddin Kalavun’un (678-689/1279-1290) memlüklerinden olup hiyerarşide sultandan sonra gelen saltanat nâibliği başta olmak üzere çeşitli üst düzey vazifeleri yürütmüştür. Hem askerî sınıfa mensup bulunması hem de zikri geçen görevleri münasebetiyle devletin kuruluş yıllarından itibaren meydana gelen olayların neredeyse tamamını ya bizzat içinde yer almak suretiyle ya da konumu gereği kendisine ulaşan bilgi ve belgeler vasıtasıyla müşahede etme ve öğrenme imkânına sahip olmuştur. Bu vazifeleri esnasında ilmî faaliyetlerini de sürdürmüş, Hanefî fıkhı konusunda âlim seviyesine ulaşmıştır. Siyasî hayattaki çalkantılar sebebiyle, getirildiği makamlarda uzun süre görev yapamayan müellif, 712-717 (1312-1317) arasında beş yıl hapiste kalmıştır. Hapis hayatı sona erince kendisini ilim tahsili ve telifine veren Baybars el-Mansûrî, 725 (1325) senesinde vefat etmiştir.[2]
Tarih sahasında çeşitli kitaplarından bahsedilen müellifin ilk eseri erken dönem Memlük tarihi açısından ehemmiyet arz eden Zübdetü’l-fikre fî târîhi’l-Hicre[3] adlı umumî bir tarihtir.  Bu eserin onlarca ciltten müteşekkil olduğu belirtilmekteyse de günümüze ancak birkaç cildi ulaşmıştır. Bunlardan 650-709 (1252-1309) seneleri arasını ihtiva eden cilt, Donald S. Richards tarafından neşredilmiştir. Bu cilt kronolojik olarak Hicrî 650 senesinden başlamaktaysa da müellif eserin mukaddime kısmında özet bir şekilde Memlük Devleti’nin kuruluşundan bahseder. Bu mukaddimede devleti kuran Türk asıllı memlüklerin Kıpçak (Orta Asya) havzasından Moğol istilası sebebiyle ayrılmak zorunda kaldıklarını, bir kısmının katledildiğini bir kısmının da esir edildiğini ve bunların Eyyûbî Devleti’nin (567-866/1171-1462) son zamanlarına doğru Mısır ve Şam bölgelerine getirilerek sultanlara satıldığını belirten Baybars el-Mansûrî, bu Türklerin ailesinden ve memleketinden ayrılmak, köle olarak satılmak gibi sıkıntılara karşılık Allah tarafından imana nail olmakla mükâfatlandırıldığını söyler.[4] Bu bilgilerden de anlaşıldığı gibi bahse konu eser Memlük Devleti’nin kuruluşuyla alakalı çalışmalar için ilk eden kaynak hüviyetindedir.
Müellif, eserin ihtiva ettiği senelerde meydana gelen siyasî gelişmeleri genellikle tafsilatlı bir şekilde nakleder. Bu siyasî ve askerî hadiseleri özellikle kendisinin de bulunduğu seferleri aktarırken nispeten tarafsızdır ve tenkitlerinde nazik bir dil kullanır, olayların içinde yer aldığını da açıkça belirtir. Anlattığı bir sefere katılmamışsa bunu da genelde “ben bu savaşa katılmadım ancak katılanların bana bildirdiğine göre...” şeklinde açıkça ifade eder. Olaylarla alakalı belge mevcutsa bunu da kaydeder.[5] Siyasî ve askerî olayları aktarırken verdiği bilgiler, Memlük Devleti’nin yapısını kavramak açısından büyük öneme sahip olan memlük askerî grupları arasındaki ilişkilerle bunların eğitim dönemindeki birliktelikleri (hoşdâşlık[6]) meselesini tespite dair kıymetli malumat sunar. Özellikle kendisinin askerî rütbelerdeki ilerleyişinden bahseden kısımlarda aktardığı belgeler ehemmiyet arz eder.[7] Yine Memlük Devleti için hayatî önemi haiz olan yabancı ülkelerden getirilen memlüklerin satın alınması ve bunları getiren tacirlerle alakalı malumat da[8] eserin önemini bir kat daha artırmaktadır.
Siyasî olaylara geniş yer veren Baybars el-Mansûrî’nin hâl tercümelerinden (vefeyât) çok az bahsettiği görülmektedir. Bununla birlikte vefeyât kısmında nispeten uzunca bahsettiği şahıslara da rastlanmaktadır. Ancak bunların da genellikle ulema sınıfına mensup ya da tasavvuf ehlinden şahıslar olduğu anlaşılmaktadır.[9] Baybars el-Mansûrî, haricî gelişmelere oldukça geniş ayırır. Özellikle Moğollarla alakalı tafsilatlı bilgi verir. Moğolların kurduğu muasır İlhanlı (1256-1353) veya Altın Ordu/Orda (1241-1502) devletlerinde meydana gelen saltanat değişimleri, iç mücadeleler ve sultanların Müslüman oluşu gibi neredeyse bütün önemli gelişmeleri aktarır. Aynı şekilde muasır ve komşu olan Haçlı devletçikleriyle yapılan savaşlar, anlaşmalar gibi konularda tafsilatlı malumat verir. Onun bu yaklaşım tarzı kendisinin de dâhil olduğu memlüklerin Moğollar yüzünden yurtları ve ailelerinden ayrılmak zorunda kalmalarına, ayrıca müellifin Moğollar ve Haçlılarla yapılan mücadelelerin bizzat içinde yer almış olmasına bağlanabilir. Müellifin ilgisi sadece bahsi geçen devletlerle sınırlı da değildir. Kuzey Afrika’dan İspanya’ya hatta Çin’e kadar uzanan bölgelerdeki gelişmelere de işaret eder. Dolayısıyla bu eser Memlükler döneminin siyasî ve diplomatik tarihi hususunda araştırma yapanların dikkatle takip etmesi gereken kaynakların başında yer almalıdır.
Müellif, eserinde zor anlaşılan secîli bir üslup kullanmıştır. Bundan dolayı bu eseri daha sonra temas edeceğimiz Makrîzî (ö. 845/1441) ve Aynî’nin tarih kitaplarıyla birlikte okumanın ondan istifade etmeyi kolaylaştıracağı kanaatindeyiz. Yine müellifin özellikle bazı savaşlarda elde edilen zaferlere ve Seyfeddin Kalavun gibi büyük sultanların vefatına dair çok sayıda şiir ve mersiyeye yer verdiği de belirtilmelidir.
Aynı tarihçinin 711 (1312) yılında sona eren ve Zübdetü’l-fikre’nin muhtasarı olduğu belirtilen et-Tuhfetü’l-mülûkiyye fi’d-Devleti’t-Türkiyye[10] adlı eserinden de bahsedilmelidir. Eserin nâşiri olan Abdülhamid Salih Hamdân, onun muhtasar değil, ayrı bir eser olduğu kanaatindedir.[11] Donald Presgrave Little ise et-Tuhfetü’l-mülûkiyye’nin, Zübdetü’l-fikre’nin basit bir muhtasarı olmadığını, bazı teferruat bilgiler bakımından asıl eserden ileri bir noktada olduğunu örneklerle izah eder.[12] Little’ın örnek verdiği 699 (1299-1300) senesindeki bazı hadiselerin anlatımındaki farklar cüzî olmakla birlikte dikkate değerdir. Mesela bu senenin başında Sultan Melikü’n-Nâsır Muhammed b. Kalavun’a (birinci saltanatı: 693-694/1293-1294, ikinci saltanatı: 698-709/1299-1309, üçüncü saltanatı: 709-741/1309-1341) suikast düzenlenmesi hadisesi ele alındığında et-Tuhfetü’l-mülûkiyye’de suikastçıyı engelleyen emîrin ismi ilâve bilgi olarak tespit edilmektedir.[13] Yine et-Tuhfetü’l-mülûkiyye’de aynı senenin başında sultanın Moğollara karşı sefere çıktığı bilgisi verilirken, bu sırada on beş yaşında olduğuna da işaret edilmekte ve buna dair bir şiir eklenmektedir.[14] Eserde önemli bir ilâve de Memlük Devleti’nin kurulmasından hemen önce gerçekleşen Haçlı Seferi ile Memlükler’in bu sefere karşı büyük bir mücadele sergileyerek Haçlılar’ın komutanı Fransa kralı IX. Louis’yi (1226-1270) esir almasından bahsedilmesi ve bu Haçlı komutanı hakkında yazılmış bir şiirin kaydedilmesidir. Bu kısımda, Zübdetü’l-fikre’de bulunmayan Mısır’daki son müstakil Eyyûbî sultanı el-Melikü’l-Muazzam Turan Şah’a da (647-648/1250) kısa bir yer ayrıldığına ve burada onun liyakatsizliğinden bahsedildiğine işaret edilmelidir.[15]
İki eser arasında başka farklar da bulunmaktadır. Mesela Zübdetü’l-fikre’de vefeyâta yer verilirken, et-Tuhfetü’l-mülûkiyye için aynı şey söz konusu değildir. Yine elimizde bulunan nüshalar bakımından et-Tuhfetü’l-mülûkiyye’nin hicrî 709 senesinin Zübdetü’l-fikre’de eksik kalan kısmıyla 710 ve 711 yıllarını da içerdiği, kitabın sonuna 721 senesindeki bir seferin eklendiği belirtilmelidir. Ayrıca bu kısımların kitabın diğer bölümlerine oranla daha uzun ve tafsilatlı olduğu da ifade edilmelidir.[16] Baybars el-Mansûrî’nin ele aldığımız bu eseri Hüseyin Polat tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir.[17]
Bu noktada Baybars el-Mansûrî’ye ait kabul edilen ve Zübdetü’l-fikre’nin muhtasarı olduğu ileri sürülen Muhtârü’l-ahbâr[18] isimli bir eserden de bahsedilmelidir. Bu eserin de nâşiri olan Hamdân, Muhtârü’l-ahbâr’ın Baybars el-Mansûrî’ye ait olduğu kanaatine ulaştığını ifade eder.[19] Bu kanaatini teyit için de eserin bazı kısımlarında yer alan “Kâle’l-müsannif el-Makarr er-Rüknî Baybars ed-Devâdâr (Musannif Devâdâr Rükneddin Baybars dedi ki…)”[20] şeklindeki ifadelere işaret eder. Oysa aynı nâşir, bu eserden önce neşrettiği et-Tuhfetü’l-mülûkiyye fi’d-Devleti’t-Türkiyye’nin giriş kısmında Claude Cahen’den nakille, Muhtârü’l-ahbâr’ın Baybars el-Mansûrî’ye kâtiplik yapan Şemsürriyâse İbn Keber tarafından kaleme alındığını belirtir.[21] Biz söz konusu nâşirin araştırmaları neticesinde kanaatinin değişmesini makul kabul etmekle birlikte Muhtârü’l-ahbâr’ın Baybars el-Mansûrî tarafından yazılmış bir tarih eseri olma ihtimalini bazı gerekçelerle zayıf görüyoruz. Diğer bir ihtimal olarak eserin temelini Baybars el-Mansûrî’den alınan bilgilerin oluşturduğunu, Şemsürriyâse İbn Keber’in buna birtakım ilâveler yaptığını düşünüyoruz.[22]
Eserin Baybars el-Mansûrî’ye ait olma ihtimalinin zayıf görme gerekçelerimize gelince bunların başında bir muhtasarın, asıl eserin dil, üslup ve şeklini tamamen olmasa da ana hatlarıyla muhafaza etmesi gerektiği kanaati gelmektedir. Nitekim asıl eser kabul edilen Zübdetü’l-fikre’de yoğun bir şekilde kullanılan ağdalı dil ve secîli üsluba, Muhtârü’l-ahbâr’da çok az rastlanır. Ayrıca daha önce ifade ettiğimiz gibi müellif müşahede ettiği bazı hadiselerde hareketlerini tasvip etmediği kişiler için dahi mutedil ifadeler kullanır. Nitekim kendisini yetiştiren Seyfeddin Kalavun’un oğlu el-Melikü’l-Eşref Halil b. Kalavun’un (689-693/1290-1293) bazı emîrler tarafından katledilmesi olayını sade bir üslupla ve katillere hakaret etmeksizin aktarır.[23] Oysa Muhtârü’l-ahbâr’da bu hadiseyi gerçekleştirenler için “el-Erâkım es-sûd (siyah, zehirli yılanlar)”[24] şeklinde galiz ifadeler kullanılır. Yine bu iki tarihi şekil/usul bakımından karşılaştırmak gerekirse Zübdetü’l-fikre kronolojik bir eser iken, Muhtârü’l-ahbâr sultanların dönemlerine göre taksim edilerek yazılmıştır.
İkinci gerekçemiz ise iki eser arasında bazı hadiselerin tarihlendirilmesiyle ilgili farklılıkların bulunmasıdır. Bunlar tevili muhtemel olan aylar değil, seneler bazındaki farklılıklardır. Mesela Zübdetü’l-fikre’de[25] 673 (1275) senesi Şaban ayında gerçekleştiği belirtilen bir sefer, Muhtârü’l-ahbâr’da[26] 674 (1276) yılı olayları içerisinde zikredilir. Ayrıca Zübdetü’l-fikre’de bahsi geçen sefere dair yazılan şiirler Muhtârü’l-ahbâr’da bulunmadığı gibi, Zübdetü’l-fikre’de yer almayan bir başka şiir mevcuttur.[27] Daha ilginç olan nokta ise Baybars el-Mansûrî, kendi usulü gereği bu sefere iştirak ettiğini Zübdetü’l-fikre’de açıkça ifade ederken,[28] ona nispet edilen Muhtârü’l-ahbâr’da böyle bir ifadeye rastlanmaz. Bunlara dair örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Son gerekçe olarak şunu belirtmeliyiz ki, müellif Zübdetü’l-fikre’de kendisini yetiştiren, önemli rütbe ve mevkilere gelmesini sağlayan Seyfeddin Kalavun için, isminin geçtiği pek çok yerde “Mevlânâ (Efendimiz)”, “eş-Şehîd” ve “el-Mahdûm (Hizmetinde bulunulan)” gibi hürmet ifadeleri kullanırken,[29] Muhtârü’l-ahbâr’da bahsi geçen sultanla alakalı kısımda bu tür sözlere yer verilmez.[30] Müellifin Zübdetü’l-fikre’nin birçok yerinde Seyfeddin Kalavun için bazen abartılı denebilecek ölçüde sıfatlar kullandığı, övgü ifadelerinin fazlalığından bahse konu hadiselerin dahi ikinci plana düştüğü görülmektedir. Ancak aynı şey ona nispet edilen Muhtârü’l-ahbâr’da söz konusu değildir.
Muhtârü’l-ahbâr’ın nâşiri Hamdân’ın, daha önce zikredilen kanaatini teyit için ortaya koyduğu ve eserin bazı kısımlarında bulunan “Kâle’l-musannif el-Makarr er-Rüknî Baybars ed-Devâdâr” şeklindeki ifadelere gelince bunları izah etmenin kolay olmadığını belirtmeliyiz. Ancak ortaya koyduğumuz gerekçeleri de göz önünde bulundurarak söz konusu ifadeleri, Şemsürriyâse İbn Keber’in yıllarca hizmet ettiği ve bilgisine hürmetkâr olduğu Baybars el-Mansûrî'’den yaptığı nakiller için kullandığı ifadeler olarak değerlendirmekteyiz. Nitekim birçok tarihçinin de hocalarından veya hürmet ettikleri âlimlerden yaptıkları iktibaslarda “Kâle Şeyhunâ” gibi benzer sayılabilecek ifadeler kullandığı bilinmektedir. Bununla birlikte Hamdân’ın işaret ettiği ibarelerde yer alan “el-Musannif” kelimesinin bizim ortaya koyduğumuz örneklerle izah edilmesinin zor olduğunu da itiraf etmeliyiz. Bu noktada daha önce işaret ettiğimiz nâşirin Cahen’den naklen Muhtârü’l-ahbâr’ın Baybars el-Mansûrî’ye kâtiplik yapan Şemsürriyâse İbn Keber tarafından kaleme alındığı şeklindeki ifadeleri akla gelmelidir. Bu kanaat muhtemelen, Baybars el-Mansûrî’nin biyografisiyle ilgili bilgi veren Safedî’nin (ö. 764/1363) rivayetlerine dayanmaktadır. Safedî, Baybars el-Mansûrî’nin eserini, kâtibi Şemsürriyâse İbn Keber ve başka kimselerin yardımlarıyla yazdığını söyler.[31] Baybars el-Mansûrî’nin biyografisiyle ilgili bilgi veren diğer kaynaklar da benzer rivayetler aktarır.[32] Bu hâl tercümesini aktaran müelliflerin hem Şemsürriyâse İbn Keber’in yardımıyla ilgili kayıtları hem de Baybars el-Mansûrî’ye ait Muhtârü’l-ahbâr adlı bir eserden hiç bahsetmemeleri birlikte değerlendirildiğinde zikredilen eserin Şemsürriyâse İbn Keber tarafından kaleme alındığı ve onun tarafından Baybars el-Mansûrî’ye nispet edildiği düşünülebilir.[33]
Sonuç itibariyle, Memlükler döneminin tarih eserleri bakımından altın çağ kabul edilmesi, her kesimden insanın bu sahayla alakalı birçok kitap kaleme almalarından kaynaklanmaktadır. Ulemanın yanı sıra ümera sınıfının da bu sahaya ilgi göstermesi, hem bahsi geçen dönemin bütün yönleriyle aydınlatılmasına hem de özellikle siyasî-askerî hadiselerin ilk elden belgeler ışığında tespit edilmesine imkân vermiştir. Baybars el-Mansûrî de bu dönemdeki ümera sınıfından tarihçilerin ilkidir. Onun eserlerinde birçok hadiseye dair belgeler sunması, olayları içeriden bir bakışla kaleme alması ve genelde tarafsız bir tavır takınması Memlük tarihçiliği bakımından büyük bir talih olarak kabul edilmelidir.
Fatih Yahya Ayaz, Adana, Nisan 2016 .
[1]    Bk. Takıyyüddin Ahmed b. Ali el-Makrîzî, Kitâbü’s-Sülûk li-ma‘rifeti düveli’l-mülûk (nşr. M. Mustafa Ziyâde-Saîd A. Âşûr), I-XII, Kahire 1956-1973, V/2, 617, 698; Ebü’l-Fazl Şihabeddin Ahmed b. Ali İbn Hacer el-Askalânî, İnbâü’l-ğumr bi-ebnâi’l-‘umr (nşr. Hasan Habeşî), I-IV, Kahire 1998, III, 350, 365.
[2]    Hayatı hakkında bk. Salâhaddin Halil b. Aybek es-Safedî, Kitâbü’l-Vâfî bi’l-Vefeyât (nşr. Helmut Ritter v.dğr.), I-, Wiesbaden 1962-2004, X, 352; a.mlf., A‘yânü’l-‘asr ve a‘vânü’n-nasr (nşr. Ali Ebû Zeyd v.dğr.), I-VI, Beyrut-Dımaşk 1998, II, 79-80; Makrîzî, Kitâbü’l-Mukaffe’l-kebîr (nşr. Muhammed el-Ya‘lâvî), I-VIII, Beyrut 1991, II, 531-534.
[3]    Rükneddin Baybars el-Mansûrî en-Nâsırî ed-Devâdâr el-Hıtâî, Zübdetü’l-fikre fî târîhi’l-Hicre (nşr. Donald S. Richards), Beyrut 1998.
[4]    Zübdetü’l-fikre, s. 2-5.
[5]    Örnekler için bk. Baybars el-Mansûrî, Zübdetü’l-fikre, s. 183, 219-227, 254, 266, 278, 289, 293, 330-344, 366-375.
[6]    Memlükler döneminde, memlükler arasındaki ilişkiler, kendilerini satın alıp yetiştiren ve baba gibi kabul ettikleri efendilerini ifade eden “üstâziyye” ve aynı üstâdın memlükleri olmaları bakımından kardeşlik olarak nitelendirdikleri “hoşdâşiyye” kavramları çerçevesinde şekilleniyordu. Hoşdâş kelimesi bazen “hocdâş” olarak da ifade edilirken, aynı efendinin hizmetindeki arkadaş anlamında kullanılmaktaydı. Hoşdâşlar da kendi aralarında ağabey anlamında “ağa” ve küçük kardeş manasına gelen “ini” şeklinde hiyerarşik bir taksimat yapıyorlardı. Hoşdâşlık son derece kuvvetli bir bağ olup, sultanların tahta çıkmasından, hal’edilmesine kadar birçok hadisede önemli rol oynuyordu. Bu kavramlarla ilgili geniş bilgi için bk. Ahmed Abdürrazık, “el-‘Alâkâtü’l-üseriyye fi’l-mustalahi’l-Memlûkî”, el-Mecelletü’t-Târîhiyyetü’l-Mısriyye, XXIII (1976), s. 155 vd.; Abdullah Mesut Ağır, “Memlûklarda Asabiyye”, Muğla Ü. SBE Dergisi (İlke), XXI (2008), s. 1-14.
[7]    Bk. Baybars el-Mansûrî, Zübdetü’l-fikre, s. 250-251, 256-257, 373-374.
[8]    Bk. Baybars el-Mansûrî, Zübdetü’l-fikre, s. 216.
[9]    Bk. Baybars el-Mansûrî, Zübdetü’l-fikre, s. 213-214, 265, 291, 312, 362, 409.
[10]   Baybars el-Mansûrî, et-Tuhfetü’l-mülûkiyye fi’d-Devleti’t-Türkiyye (nşr. Abdülhamid S. Hamdân), Kahire 1987.
[11]   Baybars el-Mansûrî, et-Tuhfetü’l-mülûkiyye, s. 13.
[12]   Donald Presgrave Little, An Introduction to Mamlûk Historiography, Wiesbaden 1970, s. 6-7.
[13]   Bk. Baybars el-Mansûrî, Zübdetü’l-fikre, s. 330 vd; a.mlf., et-Tuhfetü’l-mülûkiyye, s. 156 vd.
[14]   Baybars el-Mansûrî, et-Tuhfetü’l-mülûkiyye, s. 156.
[15]   Baybars el-Mansûrî, et-Tuhfetü’l-mülûkiyye, s. 25-26.
[16]   Bk. Baybars el-Mansûrî, et-Tuhfetü’l-mülûkiyye, s. 192-241.
[17]   Baybars el-Mansûrî, et-Tuhfetu’l-Mulûkiyye fi’d-Devleti’t-Turkiyye (çev. Hüseyin Polat), TTK Yayınları, Ankara 2016. Bu çevirinin giriş kısmında Baybars el-Mansûrî’nin hayatıyla ilgili kısımlarda (s. 1-4) senelerle alakalı birçok hata bulunduğunu belirtmeliyiz.
[18]   Baybars el-Mansûrî, Muhtârü’l-ahbâr (nşr. Abdülhamid Salih Hamdân), Kahire 1993.
[19]   Baybars el-Mansûrî, Muhtârü’l-ahbâr, s. 10-12 (neşredenin girişi).
[20]   Bk. Baybars el-Mansûrî, Muhtârü’l-ahbâr, s. 86, 112.
[21]   Baybars el-Mansûrî, et-Tuhfetü’l-mülûkiyye, s. 12-13; krş. Baybars el-Mansûrî, Zübdetü’l-fikre, s. XX (neşredenin girişi, İngilizce kısım).
[22]   Nitekim Şâkir Mustafa da bu kanaati teyit eden bilgiler aktarır (et-Târîhu’l-‘Arabî ve’l-müerrihûn, I-IV, Beyrut 1983-1990, III, 116).
[23]   Zübdetü’l-fikre, s. 295-296.
[24]   Bk. Baybars el-Mansûrî, Muhtârü’l-ahbâr, s. 96.
[25]   Baybars el-Mansûrî, Zübdetü’l-fikre, s. 144-145.
[26]   Baybars el-Mansûrî, Muhtârü’l-ahbâr, s. 53.
[27]   Baybars el-Mansûrî, Muhtârü’l-ahbâr, s. 54.
[28]   Zübdetü’l-fikre, s. 144.
[29]   Bk. Baybars el-Mansûrî, Zübdetü’l-fikre, s. 174, 175, 252, 270.
[30]   Bk. Baybars el-Mansûrî, Muhtârü’l-ahbâr, s. 70-90.
[31]   el-Vâfî, X, 352; a.mlf., A‘yânü’l-‘asr, II, 80.
[32]   Bk. Makrîzî, el-Mukaffe’l-kebîr, II, 533; İbn Hacer, ed-Dürerü’l-kâmine fî a‘yâni’l-mieti’s-sâmine (nşr. Abdülvâris Muhammed Ali), I-IV, Beyrut 1997, I, 301; Ebü’l-Mehâsin Cemaleddin Yusuf İbnTağriberdî, el-Menhelü’s-sâfî ve’l-müstevfî ba‘de’l-Vâfî (nşr. Muhammed M. Emin-Nebîl Muhammed Abdülaziz), I-XII, Kahire 1984-2006, III, 477.
[33]   Müellif ve eseri/eserleri için ayrıca bk. Şâkir Mustafa, et-Târîhu’l-‘Arabî ve’l-müerrihûn, III, 114-117; Little, An Introduction to Mamlûk Historiography, s. 4-10; Baybars el-Mansûrî, Zübdetü’l-fikre, s. XV-XXV (neşredenin girişi, İngilizce kısım); Asri Çubukçu, “Baybars”, DİA, V (1992), s. 220-221.

Yazarlar