30 Nisan 2021 Cuma

HİLAFETİN HİKÂYESİ, Prof. Dr. Adnan DEMİRCAN

 


HİLAFETİN HİKÂYESİ

Prof. Dr. Adnan DEMİRCAN

Beyan Yayınları, İstanbul-2020

1. Baskı, Sayfa sayısı 78

Tanıtım/Değerlendirme: Edip AKYOL[1]


Şüphesiz Adnan DEMİRCAN hocamız ülkemizin yetiştirdiği en üretken İslam Tarihçilerinden biridir. Gerek telif ettiği kitaplar gerekse çeviri ve editörlüğünü yaptığı çalışmalarla alana yaptığı katkılar azımsanmayacak derecededir. Bununla birlikte gündeme gelen konuları tarihi arka plan ve gerçekliği ile ele alarak gündeme katkı sunmaktadır.

TARİHÎ SÜREÇ İÇERİSİNDE ERMENİLER VE ERMENİ MESELESİ- V

 


TARİHÎ SÜREÇ İÇERİSİNDE ERMENİLER VE ERMENİ MESELESİ- V

- FETİHTEN SONRASI VE ŞARK SORUNUNUN ORTAYA ÇIKMASI–

 

Doç. Dr. Cahit KÜLEKÇİ

Ermenilerin 450 yılında yapılan Kadıköy Konsülü’nden sonra sair Hristiyan topluluklardan ayrılmasıyla birlikte Kilikya, Ani gibi bölgelerde kısa süreli de olsa bazı hanedanlıklar kurdukları bilinmektedir. Siyasî varlıkları devlet statüsünde olmasa da kurdukları kısmen bağımsız Ermeni krallıkları, belki de Ermenilerin tarihleri boyunca oluşturdukları en önemli siyasî birlikler olarak değerlendirilmelidir. Gerek otorite boşlukları nedeniyle gerekse muktedir unsurlara hizmet etmesi gayesiyle (vasal devlet) Ermeni krallıklarının kuruldukları bölgeler göz önüne alındığında, Türklerle Ermenilerin erken dönemde karşılaşmış olduklarını söylememiz mümkün değildir. Bununla birlikte, münferit karşılaşmaları bir tarafa bırakacak olursak, Selçuklular döneminde Ermenilerle Türkler arasında asırlarca sürecek bir temasın sağlandığını ifade edebiliriz.

29 Nisan 2021 Perşembe

TARİHÎ SÜREÇ İÇERİSİNDE ERMENİLER VE ERMENİ MESELESİ- IV

 


TARİHÎ SÜREÇ İÇERİSİNDE ERMENİLER VE ERMENİ MESELESİ- IV

- DİNÎ KİMLİK, KİLİSE VE ERMENİ MİLLİYETÇİLİĞİNİN OLUŞUMU –

 

Doç. Dr. Cahit KÜLEKÇİ

Önceki yazılarımızda sıklıkla temas ettiğimiz üzere Ermenilerin millî kimliklerini oluştururken kökenlerine ilişkin anlatımların, birden fazla millete matuf olması ayrıca bu anlatımlara mitolojik unsurların eşlik etmesi Ermenilerin ulusal kimliklerini, kökenlerini açık bir şekilde ortaya konulmasını zorlaştıran bir husustur. Halen de bu zorluk aşılabilmiş değildir. Ermenilerin mitolojik tarihlerinde olduğu gibi dinlerinde de benzer durum söz konusudur. Fakat Ermeni Kilise’nin, geç tarihte de olsa oluşturulması ve müstakil kiliseler arasında değerlendirilmeye başlanması, Ermenilerde oluşan dinî kimliğin daha mutlak ifadeler taşımasını gerekli kılmaktadır.

TARİHÎ SÜREÇ İÇERİSİNDE ERMENİLER VE ERMENİ MESELESİ- III

 


TARİHÎ SÜREÇ İÇERİSİNDE ERMENİLER VE ERMENİ MESELESİ- III

- HAYK’IN ÇOCUKLARI VE İSLAM TARİHİ KAYNAKLARINDA ERMENİLER –

 

Doç. Dr. Cahit KÜLEKÇİ

Ermenilerin ve Ermeni yurdunun isimlendirilmesi konusunda yaşanan karmaşaya bir önceki yazımızda temas etmiştik. Ermenilerin millî tarih yazarlarından 410-490 yılları arasında yaşadığı ifade edilen Moses Chorenensis, Ermenilerin kökenlerini Nuh peygambere ulaşacak bir zincirle açıklamaya çalışarak Ermenilere özgün bir etnik geçmiş ihdas edebilmiştir: Japhethus [Yafes], Gamerus, Thiras, Thorgomus [Togorma], Haicus, Armenacus, Aramæis, Amafia, Gelamius, Harma, Aramus.

Aktardığımız bu zincirde Togorma’nın oğlu olan Hayk, günümüzde Ermeniler olarak bilinen milletin atası konumundadır. Hayk’ın Ermenilerin atası sayılması ise şu şekilde hikâye edilmektedir: ‘Hayk, Ermenilerin tarihini Yâfes’e bağlayan bir temsilcidir. Ve hiç şüphesiz Ermenilerin babası sayılmaktadır. Hayk kendi milletinden olanları topladı ve 300 kadar kişiyi Babilion’da bıraktı ve kendisi Ararat Dağı’na devam etti. Bu göç tahminen M.Ö. 2107 ya da 2607 yıllarında gerçekleşti. Oraya vardığında aralarına orada oturan bölge halkından da bir kısım insan katıldı. Bu insanlar Ararat’ta bulunan ve gözlerden uzak bir medeniyete sahip insanlardı. Herhangi bir devletleri olmayıp, Nuh peygamberin dilini konuşuyorlardı. Bunlar Hâm’ın neslinden gelenler olduğu tahmin ediliyor. Hayk’ın önderliğinde gelen topluluğun Ermenistan’a yerleşmesinden sonra da komşulukları devam etti. Şayet bu doğru ise Hâm ile Yâfes’in neslinden gelenler ikinci kez karşılaşmış oldular. Hayk kısa bir süre bu bölgede kaldıktan sonra büyük torunu Cadmus’u orada, Ararat’ın yakınlarında bırakıp batıya doğru hareket etti. Birkaç gün süren yolculuğundan sonra Hayk geniş bir düzlüğe ulaştı ve buraya Hayc adını verdi. Kendisinden sonraki nesiller de bu ismi daima akıllarında tuttular ki Ermenistan’ın kurucusu Togorma’nın soyundan gelmekteydi.’

Buradaki bilgiler Hayk’ın Ermenistan bölgesine göç etmesi ve göç ettiği bölgeye kendi ismini vererek, bölgenin Ermenilere özel kılınması ile ilgilidir. Burada anlatılanların tamamının doğru olduğu bir an için kabul edilse de esâs mesele, Hayk’ın Babilion Bölgesi’ne nasıl geldiğidir.

Antik kaynaklarda rastladığımız ve ‘Aram’ ile başlayan, Ermenilere nispet edilen kelimelerin neredeyse tamamının kökenini teşkil eden Aram’ın öyküsü Mikael Chamich’in (1738-1823) kitabında geniş şekilde anlatılmıştır. M. Chamich Ermenilerin millî kimliklerini oluşturma aşamasına Aram’ın Anushavan saltanatı ile başlamaktadır: ‘Aram, kendisinden önce tahtta bulunan hükümdarın vefatından sonra oun vasiyeti doğrultusunda tahta çıkmıştır. Ermeniler, bu hükümdarın rehberliğinde Kafkasya’dan Taurus’a kadar olan bölgede millî güç olarak varlıklarını korumuşlardır.’

M. Chamich’in Ermenilerin millî kimliklerinin oluşumuna dair verdiği bu ilk bilgilerden sonra Med kralı Neuchar’ın Ermenilerden askerî yardım istemesi ve bu yardım isteği karşısında Aram’ın 50.000 kişilik bir orduyla Medlere yardım etmesi Ermenilerin gerçekten de henüz erken sayılabilecek bir dönemde ciddi güç haline geldiklerini göstermektedir. Nitekim Aram’ın Medlere yaptığı bu yardım sonrasında Medler’den bir parça toprak aldığı ve sonrasında artan gücüne paralel olarak Babilion kralının davetiyle Kapadokya bölgesine doğru kaydığı da öykülenmektedir.

M. Chamich, verdiği bilgilerin devamında Kapadokya bölgesinin Ermenilerin yerleştiği ilk bölgelerden birisi olduğunu izah ettikten sonra Ermenistan’ın birkaç taksimâtından bahseder ve Hayk’ı da bu taksimâtlardan birisinin lideri konumuna getirir. Hayk’ın liderliğindeki Büyük Ermenistan’dır.  Böylelikle Ermeni tarihçileri tarafından da Ermeni isminin Aram’dan geldiği kabul edilmekte, Aram pek çok askerî zaferlere imza atmakta, Hayk da Aram’ın kurduğu sistem içerisinde yer alan ve Ermenilerin atası olan bir kişilik olarak değerlendirilmektedir.

İslam Tarihi Kaynaklarında Ermeniler

İslam tarihi kaynaklarında da Ermenilerin erken tarihlerine ilişkin pek bilgi bulunmamaktadır. Az da olsa aktarılan bilgilerin çoğunda ise yukarıda bahsettiğimiz mitolojik unsurlar yer almaktadır. Bu bağlam İslam tarihçileri bir dönemde Ermenileri de, farklı mezhepten olsalar da Hristiyanlık temelinde Rumların içinde değerlendirdikleri gibi bir sonuç çıkarabilmekteyiz. Kaynaklarda daha çok coğrâfî bölge olarak Ermeniyye ya da İrminiyye tabirleri geçer ki, bu bölgelerden de kasıt, temel manada bugünkü Doğu Anadolu bölgesidir. Aksi halde İslam tarihçileri bu bölgeyi Ermeni halkının yaşadığı bölge, anlamında kullanmamışlardır.

Müslümanların Hz. Ömer döneminden itibaren Ermeniyye bölgesine yaptıkları akınlar sebebiyle, Ermenilerle henüz erken denebilecek bir dönemde karşılaşmış olabileceklerini düşünmekle beraber, doğrudan Ermeni halkını hedefe alarak hareket ettiklerini söylememiz mümkün değildir. Hz. Ömer dönemi de dâhil olmak üzere, Müslümanlar her dönemde Ermeniyye olarak adlandırdıkları bölgeye askerî seferlerini esâsen Bizans’a kısmen de Sasaniler’e karşı düzenlemekteydi.

Ermeni kaynaklarında geçen, Ermenilerin Hz. Nûh’a bağlandıkları Yâfes’in soyunu burada tekrar zikrederek İslâm tarihi kaynaklarına dönmek istiyoruz: Japhethus [Yafes], Gamerus (Gomer), Thiras, Thorgomus, Haicus (Hay, Hayk), Armenacus, Aramæis, Amafia, Gelamius, Harma, Aramus.  Ermeni tarihçi M. Chorenensis’in Ermenilerin soyunu bu şekilde Hz. Nûh’a kadar götürmesi ne Tevrat’a ne de İslâm tarihi kaynaklarına uymaktadır. Tevrat’ta Yâfes’in oğulları şu şekildedir: Gomer, Magog, Meday, Yâvan, Tuval, Meşek, Tiras. Yine Tevrat’a göre Ermenilerin atası sayılan Hayk’ın babası Togorma da Gomer’in oğullarındandır. M. Chorenensis’in ifade ettiği gibi Hayk ismi Tevrat’ta geçmemekte ve hatta M. Chorenensis’in vermiş olduğu neseb zinciri Gomer’den sonra farklılaşmaktadır. Zira Gomer’in de Togorma’dan başka iki oğlu daha vardır ve onların da isimleri Rifat ve Aşkenaz’dır, Togorma değildir.  Üstelik yine Ermenilerin atası sayılan ve Ermeni isminin türetildiği kök isim olduğu ileri sürülen ‘Aram’ da Tevrat’a göre Yâfes’in değil Sâm’ın oğludur: Elam, Asur, Arpakşat, Lud, Aram. Aram’ın oğulları da Ûs, Hul, Geter ve Maş’tır.

İslâm tarihi kaynaklarında ise ‘Aram’ hakkında verilen bilgilerde farklılıklar bulunmaktadır. İbn İshâk Hz. Nûh ve oğlu Sâm’ın neseb zincirini şu şekilde ifade etmiştir: Nûh’un oğlu Sâm, onun oğlu Arfahşad, onun oğlu Şâleh ya da Şâlih, onun oğlu Ayber, onun oğlu Fâlih ya da Fâleh.  İbn İshâk, Hz. Nûh’un diğer oğullarıyla ilgili bilgi vermezken, Sâm’ın oğulları da Tevrat’takinden farklıdır.

İbn Hişâm da İbn İshâk’ın verdiği nesebi vermekle yetinmiştir.  Ancak İbn Hişâm’ın İbn İshâk kaynaklı başka bir yerde verdiği bilgide Sâm’ın İrem (Aram) isimli bir başka oğlundan daha bahsedilmektedir.  Nitekim İbn İshâk da Arapların soylarını izâh ederken Âd kavminin Sâm’ın diğer oğlu olan ‘İrem’ ya da ‘Aram’dan türediğini ifade etmiştir.  Fakat bu neseb zinciri de Tevrat’ta yer alan neseb zincirinden farklıdır ama Ermenilerin ısrarla Yâfes’e bağladıkları Aram, her iki kaynakta da Sâm’a bağlanmaktadır.

Muahhar İslâm tarihi kaynaklarında da durum çok farklı değildir. İbn Esîr’de geçen Hz. Nûh’un neseb zinciri de İbn İshâk’ın verdiği bilgilere dayandığından, İbn İshâk ve İbn Hişâm’da geçen zincirden farklı değildir. Ancak İbn Esîr’de verilen neseb zincirleri çok daha fazla ayrıntı içermekte, Hz. Nûh’un oğullarından türeyen kavimler hakkında da bilgi verilmektedir.

Buna göre Hind ve Sindler, Tekvîn b. Yaktın b. Gabir b. Salih b. Erfahşed b. Sam b. Nûh şeklinde bir nesebe sahip iken Sâm’ın Aram ya da İrem adındaki oğlundan Avs, onun oğlundan da Âd kavmi türemiştir. Hz. Nûh’un Yâfes isimli oğlundan ise Câmir, Muâ’, Mûrek, Buvân, Fubâ, Mâşic ve Tireş isimlerinde oğulları olmuştur. Tireş’in çocuklarından Türkler ve Hazarlar; Câmir’in evladından da Farslılar türemiştir. İbn Esîr’in vermiş olduğu bu neseb bilgisi, Tevrat’ta verilen neseb bilgisiyle yakınlık arz etmektedir.

Görüldüğü üzere ne antik Yunan, Roma ne Pers ve ne de İslam tarihi kaynaklarında Ermenilerin etnik kimlikleri ve antik tarihleri ile ilgili olarak çok fazla anlatı yer almamaktadır. Bu durumun temel sebebi Ermenilerin siyasî bir güce sahip olamamalarıdır. Öyle ki Ermeniler, İstanbul’un fethine kadar belirli coğrafyalarda ve dağınık biçimde yaşarlarken, ancak fetihle ve fetihten sonra İstanbul patrikhanesinin kurulmasıyla birlikte çok daha belirgin bir toplum haline gelmiştir.


27 Nisan 2021 Salı

TARİHÎ SÜREÇ İÇERİSİNDE ERMENİLER VE ERMENİ MESELESİ- II

 


TARİHÎ SÜREÇ İÇERİSİNDE ERMENİLER VE ERMENİ MESELESİ- II

- İSİMLENDİRME SORUNU –

 

Doç. Dr. Cahit KÜLEKÇİ

Ermenilerin kadim tarihleri hakkında pek fazla bilgi bulunmadığını, Anadolu’ya yerleşmelerinden sonra kendilerinden söz edilmeye başlandığını bir önceki yazımızda izah etmeye çalışmıştık. Bu bölümde de Ermenilerin ve Ermeni yurdu olarak bilinen coğrafyanın isimlendirilmesi sorununa temas etmek istiyoruz.

Geçmiş tarihlerinde olduğu gibi Ermeni milletinin ne şekilde isimlendirilmiş olduğu konusunda da hayli karmaşa bulunmaktadır. Öncelikle şunu ifade edelim ki Yunan-Roma kaynaklarında Ermeni milletine veya yaşadıkları coğrafyaya özgü bir ifadenin sıkılıkla kullanımı söz konusu değildir. Sesli harflerin çıkarılmasıyla oluşturulan bazı farklı isimlendirmeler olsa da, yazımızın sonunda da görüleceği üzere bunların hiçbirisinin doğrudan ve mutlak şekilde bugünkü Ermenilere işaret etmediği ortaya çıkacaktır.

Ermeni milletinin kökenlerini incelerken zaman zaman atıf yapılan, Tacitus tarafından kullanılan ve Anadolu’nun doğusunda, Urartu Bölgesi’nde, başka bir ifadeyle kadim Ermenistan bölgesinde yaşayan Ermeniler için zikredildiği ifade edilen bu tabire başka herhangi bir kaynakta rastlayamadık. ‘Kökeni bilinmeyen insanlar’ anlamına gelen tabirin kritiğini yapan C. Anthon da tabiri ‘değişken yapıda olan, eskiden beri yerleşik düzene sahip olmayan’ olarak anlamıştır. Tacitus’un ‘Armenios’lar için kullandığı ambigua kelimesinin etimolojisine bakıldığında ise kelimenin Latince olduğu ve herhangi bir şey ya da kişi hakkındaki bilgilerin şüpheli olması, kesinlik taşımaması, tartışmaya açık olması yani ilgili olan husus hakkında söylenilecek hiçbir şeyin mutlak bağlayıcı olmaması gibi anlamların yüklendiği görülmektedir.

 Tacitus’un ‘Armenios’ başlığı altında verdiği bilgiye dayanarak, hiç şüphesiz Armenioslar’ın ‘late prætenta’ yani oldukça geniş sahaya yayılmış sınırlara sahip; ‘maximis imperis’ yani dönemin büyük güçleri Roma ve Pers İmparatorlukları hâkimiyeti altında yaşayan bir millet olduğu çıkarılabilir. Ancak bu bilgilerden Tacitus’un bugünkü Ermeni ırkına işaret ettiği sonucu çıkarılamaz.

Ayrıca Tacitus’un Armenioslar şeklinde tanımladığı millet bugünkü anladığımız manada Ermeniler midir, bu konuda da kesin bir bilgiye de sahip değiliz. Fakat siyasî yapıları itibariyle ve sonraki bilgilere dayanarak Armenioslar’ın Ermeniler olduğunu kabul için yeterli delile sahip olmadığımızı ifade etmemiz gerekmektedir. Dolayısıyla Roma ve Pers imparatorluklarının egemenliğini kabul eden, onlarla birlikte var olmayı başarabilen ve kökenleri itibariyle de ciddi bilgi eksikliği olan milletin Ermeniler olduğunu söylemek iddiadan öteye geçmeyecektir.

Kilikya olarak adlandırılan bölgenin Armenia olarak da adlandırılması ve Tacitus’un bu krallarla bölge hâkimiyetini tasvir etmesi açısından verdiği bilgiler önemlidir. Netice itibariyle M.Ö. I. yüzyıl ile M.S. I. yüzyıllar arasında bölgede Ermeni varlığından ziyade Roma İmparatorluğu’nun uzak bölgelerinde ve içerisinde Ermenilerin yer almadığı ya da almışsa da bahsedilmediği görülen hâkimiyet mücadeleleri öne çıkmakta ve bölgede en azından bu yüzyıllarda güçlü bir Ermeni varlığından söz edilmemektedir.

Ermenilerin yaşamış oldukları bölge olarak kabul edilen ve Armenia olarak isimlendirilen bölgeye ismini de verdiği düşünülen Armenus kelimesi, Ermeni halkı için özel olarak kullanıldığı ifade edilen bir başka kelimedir.

Kelimenin Grekler tarafından kullanıldığı ve Armenus’un mitolojik kahramanlardan olan Jason [Sason] ile birlikte Altın Post gezisine katıldığı ifade edilmektedir.  Altın Post, Athamas’ın çocukları Phriksos’la Helle’yi sırtına alıp Yunanistan’dan Karadeniz’deki Kolkhis ülkesine kaçıran kanatlı koçun pöstekisidir.  Armenus adı geçen mitolojik kahraman Jason ile birlikte bu deniz seferine katılmış ve bölgeye yerleştikten sonra yerleştiği yere Armenia denmeye başlanmıştır.  Bu bilgi her ne kadar mitolojik unsurlar ihtivâ etse de sadece bölgenin ne şekilde isimlendirildiğinden, bölgenin isminin nereden geldiğinden bahsetmektedir. Aksi halde Armenus’un Ermeni milletine işaret ettiğine dair herhangi bir bilgi yoktur.

Ermenileri Frigyalıların bir kolonu olarak tanımlayan Heredot tarafından, Ermenilerin ilk atalarından sayılan Hayk’ın, halkı ile birlikte Bâbil’den doğuya doğru göç ettiği ve bu göçten sonra, göç ettikleri bölgeye Ermenistan [Armenia] denildiği ileri sürülmektedir. Aslında Heredot üzerine araştırmalar yapan, P. H. Larcher tarafından ileri sürülen bu görüşle birlikte Ermeniler’in Bâbil’den sonra göç ettikleri bölgede nesillerce kaldığı da ifade edilmektedir.

Aramus da adı verilen bölgede kalan on altı nesilden birisidir. Bu nesillerin sonradan mezkûr bölgeye Arameans adını vermeleri de anlaşılabilir bir durumdur. Meselâ Aramus’tan denildiği zaman Armenia’dan olduğu anlaşılır. Aramuslara Greekler, Suriyeliler (Syrians) derler.

Ermeni tarihçi Moses Chorenensis’e göre de Aramus, İbrahim peygamberle çağdaştır. Strabon da Heredot gibi Armenuslarla, Suriyeliler ve Arapların dillerinin ve sair yaşam şekillerinin benzerliğine dikkat çekmektedir.

Moses Chorenensis’in de üzerinde önemle durduğu Aramus’un genç bir Yahudi başrahibi olmasının ötesinde, hiç şüphesiz Ermenilerin ilk atalarından birisi olması ve Hayk ile soy bağlantısının kurulması önemlidir. Buna göre Aramus’un Hayk’a bağlanan soyu şu şekilde tasvir edilmektedir: Japhethus [Yafes], Gamerus [Gomer], Thiras, Thorgomus [Torgoma, Togorma], Haicus [Hayk], Armenacus, Aramæis, Amafia, Gelamius, Harma, Aramus. Öte yandan Aramo da Ermenilere ait bir mitolojik kahraman olarak Moses Chorenensis’in dikkat çektiği bir isimlendirmedir.  Aramo’nun Suriye yakınlarında bir yer ismi olması ve bazı araştırmalarda Suriye ile eş anlamda kullanılması bu paralelde dikkat çekici bir durumdur.

Aramo’nun kısmî ses değişiklikleriyle birlikte doğrudan ve mutlak olarak Ermenileri işaret ettiğini belirten ifadeler de vardır.  Buna göre Aramo ya da Aramu, Arame, Arami kelimeleri arasındaki fark sadece yazım farkıdır. Kelimelerin çok geniş yelpazede değerlendirilmesi gerektiğinin üzerinde durulan bir çalışma, sonuç olarak şunu ifade etmektedir: Aramu ve sâir benzer seslere sahip kelimeler, Ermenistan sınırlarını da içine alan Mezopotamya bölgesinde yaşayanlara hatta zaman zaman bölgeye de verilen isimdir.

Ermeni tarihçi Moses Chorenensis’in Ermenilerin atalarının Hz. Nûh’un oğlu Yâfes’ten gelme Hayk olduğunu söylemesi önemlidir. Zira Moses Chorenensis, Ermenilerin atalarını Aram ya da Arman, Armen kökünden uzak bir isme bağlamıştır. Böylelikle Moses Chorenensis aslında Ermenileri ismen de olsa daha özgün bir temele oturtmuştur. Bu konuya bir sonraki yazımızda tekrar temas edeceğiz.

Heredot, kendisinden sonra yaşayan antik çağ yazarlarından farklı olarak Ermenistan Bölgesi’nde yaşayan halk için doğrudan ‘Armen’ kavramını kullanmaktadır ve Ermeni toplumu hakkında ilginç tanımlamalar yapmaktadır. Ona göre Ermeniler, Frigyalılar’ın kolonlarıdır. Avrupa’dan Asya’ya göç eden ve Avrupa’da Bryg olarak isimlendirilen Frigyalılarla Ermeniler aynı geleneklere sahiptir. Hem Frigyalılar hem de Ermeniler Dareios’un kızlarından biriyle evlenmiş bulunan Artokhmes’in buyruğundaydılar.  Bu bilgi bizi Ermenilerle Frigyalılar arasındaki köken birlikteliğine götürmektedir.

Ermenilerle Frigyalılar arasında kurgulanan benzeşimlerin en önemli unsuru dil konusundadır. Bilhassa antik yazarlardan Heredot’un da bu konuya dikkat çekmesi önemlidir. Fakat araştırmalarda her iki millete ait dil verilerinin çok da benzeşmediği, benzese de milletlerin ayrı milletler olduğu açıkça yer almaktadır. Hatta Frigyalıların kolonlarının oldukça fazla olduğu ve Heredot’un bu konuda yeterli delile sahip olmadan bilgi verdiği de ifade edilmektedir. Anadolu’nun doğusuna göç ettikten sonra Frigyalılar’ın da Ermenilerin de Pers dilini kullanmaya başlaması bu durumu açıklar vaziyettedir.  Hatta Frigyalıların kullandıkları dile ilişkin formun proto-Greek ya da proto-Hellenic olduğu, Frigya dilinin de bu manada özgün bir dil olmadığı da araştırmalarda yer almaktadır.

Şu hâlde Ermenilerle Frigyalıların birlikte hareket ettikleri doğru olsa da kökenlerinin aynı olduğunu söylemek, en azından ‘Ermeniler, Frigyalıdır’ demek mümkün değildir.

Netice itibariyle bugünkü Ermeni milletinin ve yurdunun geçmişte ne şekilde isimlendirildiği, kaynaklarda hangi isimlerle anıldıklarını bir çırpıda ortaya koymanın mümkün olmadığı anlaşılmaktadır. Aktardığımız tüm bu karmaşık ve birçoğu delilden yoksun önerileri sonlandırabilmek için olsa gerek Moses Chorenensis gibi Ermenilerin millî tarihçileri, Ermenilerin kökenlerini çok daha farklı bir yaklaşımla izah etme durumunda kalmışlardır ki bu da bir sonraki yazımızın konusunu oluşturmaktadır.


26 Nisan 2021 Pazartesi

TARİHÎ SÜREÇ İÇERİSİNDE ERMENİLER VE ERMENİ MESELESİ- I


TARİHÎ SÜREÇ İÇERİSİNDE ERMENİLER VE ERMENİ MESELESİ- I

- ERMENİLERİN KİMLİĞİ –

 

Doç. Dr. Cahit KÜLEKÇİ

Her ilim dalında olduğu gibi tarih alanında da birtakım usûller vardır. Bu usûller evrenseldir ve kişisel biçimlendirmelerden uzaktır. Bölgelere, ülkelere, şehirlere, kabilelere veya kültürlere göre değişiklik arz etmez. Alanla ilgili yazılanların ya da herhangi bir platformda öne sürülenlerin, mutlak sûrette bu usûller çerçevesinde olması beklenir. Aksi halde yazılanların, söylenenlerin en basit ifadeyle sübjektif karakterli hezeyanlara dönüşmesi kaçınılmazdır. Bu bağlamda özellikle siyasî argümanların eşlik ettiği tarihî olaylara dair yaklaşımlarda bunun en bariz örneklerini görmek mümkündür ki, konumuz gereği biz sadece, artık yılın belirli dönemlerinde hatırlanan, hatırlandıktan ve yeteri kadar kullanıldıktan kısa bir süre sonra gündemden tehcir edilen Ermeniler üzerindeki söz konusu etkiyi ortaya koymaya çalışacağız.

Ermenilerin kim oldukları, nereden geldikleri, kısacası antik tarihleri hakkında net bilgiler yoktur. Bununla birlikte Ermeni milletinin özellikle erken devirlerini yazanlar kurgularını, anlatımlarını Ermenilerin tarihlerine ait millî verilerden uzak bir halde Frigya, Urartu, Pers İmparatorluğu, Roma- Hıristiyan İmparatorluğu ve bunların kültürleri, dinî akîdelerinin gelişimleri ile temellendirmişlerdir.  Hatta zaman zaman bu araştırmalara, kimi yerlerde Yahudiler dahi eklenmiş, Yahudilerle Ermenilerin kökenlerinin bir olduğuna dair son derece tuhaf çıkarımlarda bulunulmuştur.

Öte yandan Ermeni tarihinden zikrettiğimiz unsurlar çıkarıldığında, Ermeni milleti hakkında verilebilecek çok fazla bilgi kalmayacak, verilen kısmî bilgiler ya gerçeğe tesâdüf etmeyecek ya da eksik olacaktır. Esâsen ne Roma ve Pers İmparatorluğu’nu ne de zikrettiğimiz sâir medeniyetleri, hâkim dinî inanışları, mitolojik figürleri, kültürleri bir tarafa bırakarak Ermenilerin millî tarihlerini incelemek, erken tarihlerine dâir ilmî teoriler ortaya koymaya çalışmak da doğru değildir. Çünkü Ermenilerin erken tarihlerinin ulusal bir yaklaşımla izah edilme çabası, en başta kaynak yetersizliğinden ve Ermenilere ait bilgilere genelde efsanevî bilgiler eşlik etmesinden dolayı, sağlıklı sonuçların çıkmasına engel olmaktadır. Bir milleti nitelemek için kullanılan ‘Ermeni’ kelimesi bilhassa son yüzyıllarda, Anadolu’nun doğusunda, ‘Ermenistan’ olarak anılan bölgede yaşayan ve Hıristiyan olan insanların ırkî hususiyeti gibi algılanmaya başlanmıştır.

Söz konusu kelimenin ele alınışı ile algılanış biçimi zamanla bölgede yaşayan insanların karakter ve ruhunda, siyasî açıdan mühim farklar meydana getirmiştir. Bir çeşit politik mesele gibi görünen bu durum karşısında Ermeniler olarak isimlendirilen millet de kendilerini bölge ile doğrudan ilişkilendirip, diğer milletleri yok sayarak, sonsuz mitolojik vasıflı uydurmalar yoluna girmiştir ki günümüzde bu durumla ilişkili söylemlerin hayli arttığı ve siyasî söylemlerin de bunların üzerine kurulduğu görülebilmektedir.

Neredeyse tüm tarihî kaynaklar tarafından reddedilmesine rağmen politik birtakım güçler, mutlak bilgiye dayanmayan ancak çokça yayılmış olan Ermeni- Ermenistan Bölgesi arasındaki münasebet hakkında tarafsız ve aydınlatıcı bilgilere, ne yazık ki, uzak kalmışlardır.  Hatta çoğu zaman bu durum Ermeni olarak anılan milletin de tarihî olaylara bakış açısını etkilemiştir. Oysa Ermeni kelimesinin, belirli bir halka matuf olarak kullanılmaya başlanmasının tarihi bile henüz tam olarak bilinememektedir.

Burada hemen şunu ifade edelim, günümüzdeki Ermenilerden ve Ermenistan’dan farklı olarak, Ermeni- Ermenistan kelimesinin tarihî kökeni oldukça eskiye dayanmaktadır. Önemle bir kez daha ifade etmemiz gerekirse kökeni itibari ile eski olan Ermeni ya da Ermenistan kelimelerinden bugünkü Ermeni halkı kesinlikle anlaşılmamalıdır.  Yukarıda bahsettiğimiz siyasî muharriklerin kabullenemedikleri de özellikle bu bilgidir. Nitekim günümüzde uluslararası kullanımda olan Ermeni ya da Ermenistan kelimelerinden kastın, haritalarda Ermenistan olarak anılan platoda yaşayan halkı temsil ettiği fakat bölgenin, Ermeni kültürü ya da tarihsel anlamda bölge ile Ermeni halkının ilgisinin olmadığının altı pek çok araştırmada çizilmektedir.

Şu hâlde Ermeni milleti ve Ermenistan için kaynaklarda kullanıldığı ifade edilen sıfatlar, kavramlar ve tanımlamaların incelenmesi fevkalâde önem taşımaktadır ki bir sonraki yazımızda da bu kavramları ele alacağız.


 

21 Nisan 2021 Çarşamba

SIFIRIN İNSAN HALLERİ

 



SIFIRIN İNSAN HALLERİ

Cağfer KARADAŞ

 

Acayip bir sayıdır sıfır. Kimi zaman süklüm püklüm, kimi zaman belli belirsiz, bellisi fazla düpedüz belirsiz. Toplasan da çıkarsan da bölsen de etkisiz. Ama bir de çarpmaya gör! Önünden kaç kenarda dur! Buldozer gibi gelir, silindir gibi ezer; paçandan tutar, seni dibe çeker; çığ olur tepene iner, üstüne bembeyaz bir örtü çeker, siler, yok eder… Dedik ya bunda var bir acayiplik, her şeyi yutan kara delik.  

Acaba bu özelliği bir yazıma göre yuvarlak ve içi delik olmasından mı, yoksa diğer yazıma göre kapkara bir nokta oluşundan mı?

Şekle göre cevaplamak zor. Zira şekiller ve şekillere yüklenen anlamlar bazen hatta çoğu zaman yanıltıcı olabiliyor. Nereden mi biliyorum? Sözde bilim yüz tanımayla insanları tanıdıklarını iddia edenlerden, yıldızlardan gelecek tasarımı yapanlardan, şişeden cin çıkartanlardan, burçlardan kader yazanlardan... Yüzüne, kaşına, gözüne, beden ölçüsüne, saç örgüsüne; yıldızına, burcuna, burnunun ucuna göre insanlar sınansaydı, kaç kişi sınıfı geçerdi dersiniz?

Her neyse! Sıfır diyorduk, oradan devam edelim.

Bir sayıyı sıfırla toplarsanız, çıkarırsanız veya bölerseniz anlamlı bir sonuca ulaşamazsınız. Var olan neyse o kalır. İşlem sonunda ne bir şey eklenir ne de bir şey eksilir. Sıkı durun! Ya bir de çarparsanız. Allah kimsenin başına vermesin! Sonuç felaket! Çarpılan her sayıyı büyüklüğü ne olursa olsun dibe indirir, kendine benzetir, içi boş yuvarlağa çevirir, yutar yok eder, geride bırakmaz ne bir delil ne eser.   

Bunları niye mi anlattım? Batınîliğin nam-ı diğer ezoterizmin karanlıklar kralı Pisagor tarikatına, haşhaşî yapılanmasına, karmatî mafyasına, günümüzdeki çakmalarına veya çıkmalarına kıymet vermek, öykünmek için değil herhalde. Günyüzü görmesin onların gizemli karanlıkları, batsın batınîlikleri, uzak olsun bizden sıfır halleri!

*

Eeee nereye gelmek istiyorduk?

Tabi ki, sıfırın insan hallerine.

Efendim, insanlardan öyleleri var ki, sıfıra ayarlanmış. Toplasan bir şey artırmaz, çıkarsan bir şey eksiltmez; bir araya gelsen bir şey katmaz, uzaklaşsan kayıp sayılmaz; ama bir çarpmaya gör, anandan doğduğuna pişman eder, önüne geleni teper, ardına geleni iter, koca bir toplumu yok etmeye yeter.

Yok mudur böyle tecrübeleriniz, yaşadıklarınınız, yaşatıldıklarınız?

İlginçtir bu tipler. Her dönemde, her yerde, her ortamda bulunurlar. Olmalarından ya da olmamalarından fark edemezsiniz. Dedik ya, bir şey artırmaz ve eksiltmez bunlar. Ne geldiklerini bilirsiniz ne gittiklerini fark edersiniz. Bu yüzden fark edilmez ve bilinmezdirler. Ama bir çarptılar mı? Fark etmeye bile fırsat bulamazsınız, son sözünüzü bile söyleyemezsiniz; topunuzu yere sererler, ortamı harap ederler, hiçbir şey olmamış gibi çekip giderler…  

Türlü halleri vardır efendim bunların! Süklüm püklümdürler, etkisiz eleman görünümlüdürler. Çünkü bizim işlemlerimiz çoğunluk toplama ve çıkarmadır. İyiyse toplar, bir araya getiririz; kötüyse çıkartır, bir köşeye atarız. Bölmek hoş değildir, onu da aklımızdan çıkartırız. Çarpmak aklımıza pek gelmez, gelse de ihtimal olarak görülmez. Gaflet gözümüzü bürür, o sinsice dipten yürür, bir anda görünür; olan o anda olur, her şeyi savurur, gülleri soldurur, suları dondurur, cansızı yok eder, canlıyı öldürür.

Bizden biri gibi görünür kimi zaman. Bir artısı-eksisi olmadığı için fark etmeyiz, fark etsek de aldırış etmeyiz. O kadar ki, birlikte yürürüz, birlikte dururuz. Adeta bizden bir parça gibi görünür, aynı elbiseye bürünür. Bu yüzden kestirip atmayı, bölüp çıkartmayı aklımıza getirmeyiz. Ya gaflet tarafımız ya şefkat yanımız görmemizi engeller. Ama bir çarptı mı? İşte o an anlarız, bağrımızı yumruklar, dizimizi döver, kafamıza vururuz…

Kendi halinde görünürler kimi zaman. Ne bir kıvılcım ne duman, her şey süt liman, kıvrılmış yatan bir yılan… Bana dokunmayan bin yaşasın der geçeriz. Nasılsa mala davara zararı yok deriz. Merhamet yanımızı esnetir, duygularımızın gazına gelir, akıl frenini gevşetiriz. İşte o an olur ne olursa! Aniden bir çarpma, tepe taklak savrulma, toza toprağa bulanma ya da toprağın kara bağrında karar kılma…

Oturanlar arasından çıkar kimi zaman. Dışardan baksan oturmuşlar, lakin içlerinde kudurmuş dalgalar, denizin hayalinden hayalin denizine dalmışlar, hayal gemisinde hayale dümen kırmışlar; ortalığı karıştıracak şeyler yazıp ortaya yaymışlar…

Aman bunlara dikkat! İlginçtir halleri, sivridir dilleri, çarpar söyledikleri: Güney cepheye oturup ahkâm keserler, batı cephesinden işaret beklerler, kuzey cephesinden acayip ürkerler, doğu cephesinde hiç görünmezler. Kör şeytan dürtmeye görsün, toplaşıp esip gürlerler, kendileri söyler, kendileri dinlerler; yaparlar, bozarlar, olmadık şeyler yazarlar, etrafa çamur atarlar, tutmazsa attıkları çamura kendileri yatarlar; gel desen gelmezler, git desen gitmezler; bir derde derman, bir yaraya merhem olmazlar; sevinsen gönenmezler, dövünsen üzülmezler… Ama bir çarpmaya gör, kendi seviyelerine çekip, yer ile yeksan edip, her şeyi sıfırlayıp dip köşeye sinerler, hiçbir şey olmamış gibi yeniden oturuş pozisyonuna geçerler…

Bu böyle sürer gider.

Kimisi görür, gerçek der; kimisi senaryo muamelesi çeker.

Zaman geçer, kimisi hatırlar, kimisi unutur; kimisi uyur, kimisi uyanık durur; uyanan gerçeği bulur, uyanmayan rüya der durur…

Böyledir geçmiş, bir hatırlanır, bir unutulur.

Ama hiç unutmayan Bir var elbet, iyi ki var ahiret, orada şaşmaz adalet…

*

Peki, nasıl biliriz bunları?

Sayılarından, şekillerinden, kıyafetlerinden değil tabi ki; yüz mimiklerinden, göz süzüşlerinden kulak verişlerinden belki; ama hallerinden, duruşlarından, tavırlarından, tavır alışlarından ve satışlarından sanki; ne çok zormuş arkadaş, bunları bilmek meğer ki!

Bilseydi peygamberler bilirdi münafıkları, koca devlet aygıtı anlardı içindeki hainlikleri; aklı başında insanlar çarpılmazlardı sahtekârlara, hırslarına kapılıp katılmazlardı tamahkârlara, bütün varlıklarını yitirip sığınmazlardı sonunda ahlara vahlara…

Sen sen ol, ey oğul!  Bu gibilere asla çarpma, çarpılma ve çarpan hanene koyma. Çarpman da çarpılman da seni sıfırlar, çarpan hanene koyman haneni harap, varlığını türap, geleceğini serap eder.

Bunları toplamaya, çıkarmaya ve bölmeye gerek duymadığın gibi çarpmaya da gerek duyma, hatta uzak dur. Bunlara dalaşacağına, çalıyı dolaş, dağın üstünden aş. Ne üstlerine git ne üstüne sıçrat!

Su gibi olduğunu unutma. Kirlenmem ve zehirlenmem sanma. Sıçrayan bir damla hayatını zehir eder, bedenini kirletir, itibarını yere serer.  Ne bütün zehirleri ortamdan yok edebilir ne de bütün pislikleri hayattan çıkartabilirsin. Yarış alanı, savaş meydanıdır bu dünya. Ama çarpmaya ve çarpılmaya engel olabilirsin, onları çarpan hanene de koymayabilirsin; yemezsin, içmezsin, çekmezsin; iradene fren koyup aklına getirmezsin, duygularına gem vurup kalbinden geçirmezsin…

Çünkü bunlara çarpmak sadece sana zarar verir, çarpılmak senden götürür, çarpım hanene koymak ise bir çuval patatesin içine bir tane çürük koymak, bir güğüm suya bir damla pislik sıçratmak, bir tencere yemeğe bir gram zehir katmak gibidir.

Tercih senin! Akıl kafanda, irade elinde, tecrübe zihninde; iman kalbinde, İslam bedeninde, ihsan gönlünde; nefsine çeki düzen ver, kalbini temizle; arkada kalanı gözle, önden gideni izle; geçmişten ders al, anın değerini bil, geleceğe yönel, ufukları hedefle! Bilesin ki, iyiler lehinde, kötüler aleyhinde…

Sıfır adamlar mı?

Aman ha, göreyim seni, onlara dikkat eyle!  

29 Şaban 1442 / 11 Nisan 2021


18 Nisan 2021 Pazar

KUTSAL MEKÂNLARIN TAHRİBİNİN TOPLUMSAL HAFIZA ÜZERİNE ETKİSİ

 

KUTSAL MEKÂNLARIN TAHRİBİNİN TOPLUMSAL HAFIZA ÜZERİNE ETKİSİ*

Metin BOZAN**

Giriş

Dini literatürümüzde mescitler, türbeler ve benzeri ziyaretgahların konumu ve ziyaret edilirse nelere dikkat edilmesi gerektiğine dair detaylı bilgiler ve uyarılar mevcuttur. Ancak uyarılara rağmen toplumların bu hususu ihmal ettiği de bir vakıadır. Nitekim dikkatlice tetkik edildiğinde görülecektir ki, toplumsal hafızadaki kutsal, dini literatürdeki kutsalı kapsayan; ancak ilavelerle zenginleştirilen bir olgudur. Bir başka ifadeyle toplumsal hafızadaki kutsal, gerçekte olması gereken değil de “toplumun algısında olan” şeklinde karşımıza çıkmaktadır. İşte bu nedenle çalışmamızda kutsal mekân kavramıyla gerçekte dini ilmi literatürdekiler değil, vakıayı; yani toplumun yaşamındaki kutsal olan ve kendisine anlam yüklenenler esas alınacaktır. Bu nedenle araştırmada hadiseler ya da karizmatik kişilikler ele alınırken bunların doğru veya yanlışlığı tartışılmayacaktır. Belli bir dönemde belli grup, gelenek, mezhep, dini yapılanma vb. tarafından tarihi hadiselere ve kişiliklere yüklenilen anlam dünyası üzerinde durulacaktır. Yine araştırmada toplumsal hafıza “hatırlama” veya “unutma” ile kastedilecek olan, belirli değerler etrafında birleşen grup, cemaat, mezhep, dini yapılanma vb.nin “bellek”inin “hatırladığı” şey olacaktır.

1.     Geçmiş ve Toplumsal Hafıza: “Hatırlama”nın Oluşturulması Bağlamında İnşa Edilen “Tarihsel Algılar”

Geçmiş dediğimiz şey bir olgudur. Buna “yaşanmış gerçeklik” dememiz de mümkündür. Geçmişte yaşanan hadiseler çeşitli ihtilaflara yol açmış bu ihtilaflar süreç içerisinde kurumsallaşarak geleneklerin/dini yapılanmaların ortaya çıkmasına neden olmuşlardır. Her ne kadar gelenekler/dini yapılanmalar vuku bulan hadiselerin yorumlanmasının ürünü ise de kurumsallaşma süreçlerinde ya da daha sonraki aşamalarda söz konusu geleneklerin/dini yapılanmaların geçmiş ile hesaplaşması söz konusu olmuştur. Zira görüşlerin sistematize edilmesi sürecinde ortaya çıkan bazı zorunlu/sorunlu durumlar ya da muhaliflerin yönelttikleri kimi eleştiriler, geçmişe dönük bir yeni faaliyeti ortaya çıkarmıştır. Buna göre “geçmiş” yeniden yorumlanarak bazı verilerin ihmali ve bazılarının ise daha fazla ön plana çıkarılmasıyla dini yapılanmaların/geleneklerin aklına uygun bir tarih inşa edilmeye başlanmıştır. Yani “geçmiş”, gelenekler içerisinde yeniden anlamlandırılarak yeni forma/formlara sokulmuştur.

Geçmişin inşasında dikkat çeken husus, bu faaliyetin geçmiş ile ilgilenmek kadar; hatta ondan daha ziyade “şimdi ve gelecek” ile ilgilenmesi ve onları şekillendirme arzusunda olmasıdır. Bu nedenle gelenekler ve dini yapılanmalar, gelecekte “biz” (ve bazen de “ötekiler”) üzerinden nasıl bir algı oluşturmak istemişlerse, geçmişi buna uygun bir forma sokmuşlardır.

İyi-kötü/güçlü-zayıf olduğuna bakılmaksızın girişilen söz konusu faaliyetler ikna edici midir? Bu sorunun cevabı belirsizdir. Lakin “Geçmiş”in algılar üzerinden aktarılmasının muhalifleri ikna etmekten ziyade kendi müntesiplerinin bağlılıklarını pekiştirme amacına yönelik olduğunu söylemek mümkündür. Bu şekilde müntesiplerin başka görüş ve inançlara kayması engellenmeye çalışılmıştır. Bu bağlamda müntesiplerinin aidiyet bilinçlerini pekiştirmeye yönelik söylem geliştirilirken çoğu kere “ötekileştirici” bir dil kullanılarak muhaliflerin kötülenmesi/düşmanlaştırmasına da özen gösterilmiştir.

Gelenek ve dini yapılanmalar, kendi müntesiplerinin bağlılıklarını sağlayan “aidiyet bilinçlerini” oluşturmada çeşitli argümanlar kullanmaktadırlar. Bunların en önemlileri tarihte yaşamış dini-manevi önderler veya geleneklerin korunması ve yaşatılması için mücadele etmiş tarihi şahsiyetlerdir. Söz konusu manevi veya tarihi şahsiyetler sayesinde “hak” olan dava yok olmamış; günümüze kadar ulaşabilmiştir. Bu şahsiyetlerin sonraki nesillere aktarımı esnasında kullanılan dil ise muzaffer veya mağlup olmayla paralellikler arz etmiştir.  Bu bağlamda muzaffer toplumların ya da hâkim geleneklerin tercih ettiği dil genelde kahramanlıklar olmuştur. Mağluplar veya muktedir geleneklerin ötekileştirdikleri gelenek veya dini yapılanmalar ise bunu genelde acılar üzerinden geliştirmeye çalışmışlardır. Yani ötekileştirilenler, özellikle de ötekileştirilmiş etnik kimliklerle özdeşleşmiş gelenekler veya dini yapılanmalar, aidiyet bilinçlerini daha çok Kerbela benzeri seçilmiş travmalar üzerinden oluşturmuşlardır.

Söz konusu gelenekler ve dini yapılanmaların pek çoğu, aidiyet bilinçlerini pekiştirmek maksadıyla “hafıza” oluşturmada kadim din ve kültürlere, bazen de efsanelere müracaat etmiş; hatta bazen gerçekte var olmayan mitolojik şahsiyetler üretmişlerdir.

Görülmektedir ki, dini değerler, kahramanlıklar, acılar, kutsallıklar, mitolojiler, kadim din ve kültürler üzerinden bir toplumsal bellek/toplumsal hafıza oluşturulmaktadır.

2.     Toplumsal Hafıza Bağlamında Kutsal Mekânlar

Toplumsal hafızanın yani “ortak bellek”in en önemli unsuru “hatırlama”dır. “Hatırlama”nın sonraki nesillere aktarımı sözlü, yazılı ve anıt mekanlar olmak üzere üç temel kaynak üzerinden gerçekleştirilir. (Goody, 2009: 128-132) Konumuz olan kutsal mekanlar ise bunlardan daha fazla bir şey ifade etmektedir. Zira kutsal mekanlar (Hiyerofani), somut tarihsel yönleri olması nedeniyle orijine işaret etme bağlamında geçmişin bir hayal olmadığı şuurunu oluşturma gücüne sahiptirler. (Eliade, 2005: 433) Öte yandan sözlü anlatılarla süslenen kutsal mekânlar, yer yer kitabe ve sembol/şekillere de sahiptirler. Böyle durumlarda kutsal mekanlar sözlü, yazılı ve mekânsal olarak üç boyutla zihinlere hitap etmektedirler. Dolayısıyla aidiyet bilincini oluşturan “ortak bellek”in yani “hafıza”nın en önemli unsuru olan “hatırlama”nın aktarımının en güçlü yollarından birisi, kutsal mekanlardır, denilebilir. (Assman, 2015: 23, 52)

Söz konusu kutsal mekanların bir kısmı açık alanlardadır. Bunlar bazen tabiatın ortasında azametiyle duran muhteşem kayalar, taş duvarlar, kutsal yollar, su kaynakları, ağaç ve koruluklar ya da dağlar veya tepelerdir. Öte yandan açık alanlardaki kimi mezarlıklar ve bu mezarlıklarda bulunan türbeler de doğal kutsal mekanlardır. Nitekim eski dinlerde mezarlar, ölüler kültünün merkezi olarak kabul edilmektedir. Nitekim insanlık tarihi kadar eski olan dağ ve tepe kültlerine Bektaşi Menakıpnamelerinde, Kızılbaşlar, Nusayriler ve Yezidiler’de de rastlamak mümkündür. Tasavvuf tarihinde de dağlar daha ziyade inziva, ibadet ve riyazât ile ilişkili olarak zikredilmektedirler. Kutsal mekanların önemli bir kısmı ise kapalı mekanlardır. Bazı mağara ve inler, evler, mabet ve türbeler bu kapsamdadır. Söz konusu yapılar, ibadet ve ayin yerleri olarak takdis edilirken bazen de kutsal kabul edilen bir din adamının yahut velinin uzlete çekildiği mekân kutsallaştırılabilmektedir. (Bkz. Yörükan, 1998: 262, Ocak, 1983: 114 vd.; Sarıkçıoğlu, 2011: 88 vd.)

Bazı kutsal mabetlerin ziyaret yeri olarak genişlemesi ve etrafının imar edilmesi ile etraflarında şehirler dahi inşa edilmiştir. Kudüs ve Kerbela bunun tipik örnekleridir. Öte yandan Necef, Kum, Şiraz ve Meşhed kentleri orada bulunan türbeler sayesinde kutsallık kazanmış ve nüfus açısından gelişmişlerdir. Bununla beraber bazı şehirler de evliya türbeleri nedeniyle yoğun olarak ziyaret edilmektedir. Abdulkadir Geylânî’nin türbesinin bulunduğu Bağdat, Mevlânâ Celaleddin Rumi’nin türbesinin bulunduğu Konya bu türlere örnek olarak verilebilir.

3.     Kutsal Mekanların Fonksiyonları

Kutsal mekanların çok ciddi bir işlevselliği vardır. Zira oluşturulan kutsal mekanlarla hatırlanması istenen zamanın hadiseleri veya o dönemde yaşamış/yaşadığı kabul edilen mümtaz şahsiyetlerin cisimleştirilmesi arzu edilir. Burada kültürel bellekteki unsurlar, dış nesnelerle ilişkilendirilerek somutlaştırılır. (Asmann, 2015: 49, 65) Onları ziyaret etmenin faziletleri zikredilir, bazıları için Hac ibadeti kadar sevap kazanılacağı ifade edilir. Bazen de Haccın bizzat ifa edildiği mekâna dönüştürülür. (Bkz. Bozan, 2012: 106 vd.) Oraları ziyaret edenlerin günahlarından arınacağı; cennete girmeyi hak edeceği müjdelenir. Bu bağlamda kutsal mekanlara has ritüeller ihdas edilir. Efsane ve hikayeler üzerinden söz konusu türbelerin gizemi arttırılır. Özellikle mabed ve tapınakları ziyaret edenler o mekânda bulunan kutsiyetler üzerinden Tanrılarıyla samimi ve içten iletişime geçip sorunlarını paylaşır. Yapılan ibadetler, sunulan kurban ve adaklarla dilekler iletilir. Bu şekilde toplumlar, başlarına gelmiş acı çaresizlikleri aşmak veya gelecek musibetlere karşı korunmak için bu manevi kişilerin gücüne sığınır ve onların kendilerine yardım edeceğine inanır. Uhrevi taleplerinin yanı sıra insanlar, şifa bulma, kısmet açılması, çocuk sahibi olma vb. dertlerine deva gibi dünyevi isteklerde de bulunur. Bazen de buralarda istihareyle gayb aleminden güzel bir işaret aranır. Söz konusu kutsal yerler sığınak görevi de görür. Nitekim kimi zaman buralara sığınan tehdit altındaki masum veya suçlu kimseler için bir bu mekanlar, “iltica” yerine dönüşür. Kısacası halk, çevrenin manevi koruyucusu işlevi yüklenen söz konusu kutsal mekanlarda kendisini güven içerisinde hisseder. 

Kutsal mekanların ortak yaşam alanı işlevi de vardır. Nitekim bazı toplumlarda kutsal mekanlar hayatın o kadar içindedir ki, bayram ve matem gibi törenlerin yanı sıra festivaller ve düğün gibi türlü eğlence aktiviteler buralarda düzenlenir. Bazen yeni evlenenler, bazen askere gönderilenler öncelikle bu mekanları ziyaret eder. Kimi zaman kutsal mekanlar etrafında aşevleri ve eğitim merkezleri kurulur. Dini/mezhebi inanç esaslarının aktarılmasında da bu merkezlerin işlevselleştirilebildiğine rastlanır. (Demir, 2017: 243) Bu bağlamda kutsal mekanlar etrafında yaşayanlar, kendilerini bu mekanlarla özdeşleştirir. Sonraki nesiller de bu mekanları ziyaret ederek kendi değerlerini yaşatır. Çocuklar bu mekanların etrafında oynayıp kutsal kişiliklerin efsane ve menkıbelerini dinleyerek büyür. Toplumun sosyal ve psikolojik yönlerini anlatan bu efsane veya menkıbelerde Allah’a en yakın kabul edilen velinin ya da kahramanın üzerinden sosyal veya ahlaki değerler sistemi aktarılır. (Helimoğlu, 1990: 21) Bu şekilde onların etrafında toplumun özlemini çektiği ideal bir dünya oluşturulur. Zira değerler en mükemmel şekliyle bu kişilerde yaşanmıştır.

Tüm bunları göz önüne alırsak kutsal mekanlar geçmişi hatırlamada, kültürel belleği pekiştirmede ve kimlik oluşturmada çok önemli rollere sahiptir, denilebilir. Nitekim Necef, Kum Şiraz gibi şehirlerde şehrin Şii kimliğinin kazanılması ve sonraki kuşaklara aktarılmasında türbeler etkin rol oynamıştır. (Bkz. Demir, 2017: 122) Zira türbe, anıt ve mabed gibi kutsal mekanlar üzerinden aidiyet bilincini oluşturan bilgiler, görsele de hitap ettiği için hafızada daha canlı tutulabilirler. Bu yolla geçmiş ile bugün birleştirilir. “Şimdiki zamanın ufkuna bir başka zamanın görüntüleri” ve ufku aktarılır. Duygu ve değerlerle yüklü anlamlar kurulur. Sosyal ideolojik ve mezhebi aidiyetler ve sorumlulukların devamlılığı sağlanır. Yani var olan ya da oluşturulan mekanlar üzerinde neyi “hatırlamamız”; diğer bir ifadeyle neyi unutmamamız gerektiği öğretilir. (Bkz. Assman, 2015: 23, 38, 47, 49, 68). Özellikle mabed ve türbelerin işlevleri o kadar güçlüdür ki, oralarda yaşayan toplumlar kendilerinden sonraki kuşaklara bu mekanlar üzerinden toplumsal hafızalarını aktarırlar.

4.     Kutsal Mekanların Tahribinin Olumsuz Etkileri

Yukarıdaki değerlendirmelerden de anlaşıldığı gibi toplumsal hafızanın yapı taşları olan öğelerin muhafazası ve sonraki nesillere intikalinde kutsal mekanlar hayati önemi haizdir. Zira bunlar toplumsal değerlerin orijinine işaret etmektedir. Onların yok edilmesi, toplumsal hafızanın yok edilmesi ve dolayısıyla yaşamı anlamlı kılan “değerler”i ortadan kalkma tehlikesini beraberinde getirmektedir. Ancak bir vakıadır ki, tarihsel süreç içinde doğal afetler, çatışmalar veya kasti tahripler sonucu toplumlara aidiyet bilinci kazandıran pek çok kutsal mekân yıkılmıştır. Nitekim kimisi bulundukları yerde tarihsel dini kimlik oluşturan Irak, Suriye, Bahreyn, Pakistan, Afganistan, Mısır, Libya, Fas, Mali, ve Somali’de Peygamberler, Sahabe ve Tabiun’a nispet edilen türbeler dahil pek çok Sünni, Şii, Kakai, Yezidi ve diğer din mensuplarına ait kutsal mekan tahrip edilmiştir. (Bkz. http://arkeofili.com/?p=1099)

Tamamen yıkılan veya yok edilen pek çok kutsal mekân bir iki neslin yaşam müddetince soyut olarak işlevini sürdürse de daha sonraları kaybolup gitmektedir. Özellikle savaş ortamında kutsal mekanlar üzerinden hikayeleri sonraki nesillere aktaran kimseler de öldürülebilmektedir. Kutsal mekanlar ve onların sözlü aktarıcılarının yok edilmesiyle efsaneler, menkıbeler birkaç nesil sonra unutulabilmektedir. Toplumsal hafıza küllerin ve yıkıntıların altında kalmaktadır.

Halk bazında teorik anlatımdan ziyade menkıbe ve efsaneler üzerinden gerçekleştirilen toplumsal hafızanın aktarımına vurulan darbeyle de hafıza silinebilmektedir. Ancak insan tabiatı boşluk kabul etmemektedir. Sonraki nesiller, bu yönden de dış kültürel tesirlere açık hale gelmektedir. Nitekim günümüzde küreselleşme ile somut bir şekilde batı görsel mitolojilerinin hikâye ve efsanelerimizin yerini almış olması bunun somut bir örneğidir.

Sonuçta savaşlar, yıkımlar ve tarihi yapılara yönelik bilinçsiz müdahaleler sadece maddi kayıp ve can kaybıyla sınırlı değildir; toplumun hafızasını da tahrip etmektedir. Sonraki kuşakları kimliksiz bırakabilmekte; aidiyet bilinçlerini derinden sarsmaktadır. Özellikle Ortadoğu’da son dönemde yaşananlar, Haçlılar ve Moğolların yaptıkları tahribatla kıyaslanabilecek hale gelmiştir. Unutulmamalıdır ki, sağlık ve teknolojik olarak maddi dünyayı bire bir şekilde yeniden inşa etmek mümkündür. Ama kültürel belleği oluşturan değerleri “hatırlama”nın güçlü araçları olan, kimisi 3 ya da 5 bin yılda doğal olarak inşa edilen şehirlerin ve şehirlere kimliğini veren kutsal mekanların tahribiyle ortaya çıkan/çıkacak olan durumun telafi edilmesi hemen hemen olanaksızdır ve bunun etkileri muhtemelen çok uzun yıllar kendisini hissettirecektir.

*Bu yazı Metin BOZAN, Kutsal Mekanların Tahribinin Toplumsal Hafıza Üzerine Etkisi, e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi, Aralık-2018 Cilt:10 Sayı:4 (22), Sayfa:1228-1237. Makalesinden hulasa edilmiştir.

** Prof. Dr. Metin BOZAN, Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Mezhepleri Tarihi Öğretim Üyesi.

Kaynakça

ASSMAN, Jan, Kültürel Bellek, Çev. Ayşe Tekin, Ayrıntı, İstanbul 2015.

BOZAN, Metin, Şeyh Adi B. Müsafir, Hayatı, Menkıbevi Kişiliği ve Yezidi İnancındaki Yeri, Nubihar, İstanbul 2012

DEMİR, Habip, Horasan’da Şiilik İran’da Şiiliğin Tarihsel Kökleri, Otto, Ankara 2017

ELİADE, Mircea, Dinler Tarihi, Serhat Kitabevi, Konya 2005

GOODY, Jack, “Sözlü Kültür”, Millî Folklor, 2009, Yıl 21, Sayı 83, S. 128-132.

HELİMOĞLU Yavuz, Muhsine, Diyarbakır Efsaneleri, Doruk Yay., Ankara 1990

OCAK, Ahmet Yaşar, Alevi ve Bektaşi İnançlarının İslam Öncesi Temelleri, İletişim Yay. İstanbul 1983.

ONAT, Hasan “Kerbela’yı Doğru Okumak http://www.hasanonat.net/index.php/81-kerbela-y-dogru-okumak

SARIKÇIOĞLU, Ekrem, Din Fenomolojisi, Fakülte Kitabevi, Isparta 2011.

YÖRÜKAN, Yusuf Ziya, Anadolu’da Aleviler ve Tahtacılar, T. C. Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1998. http://arkeofili.com/?p=1099

 


Yazarlar