SIFIRIN İNSAN HALLERİ
Cağfer
KARADAŞ
Acayip bir
sayıdır sıfır. Kimi zaman süklüm püklüm, kimi zaman belli belirsiz, bellisi
fazla düpedüz belirsiz. Toplasan da çıkarsan da bölsen de etkisiz. Ama bir de
çarpmaya gör! Önünden kaç kenarda dur! Buldozer gibi gelir, silindir gibi ezer;
paçandan tutar, seni dibe çeker; çığ olur tepene iner, üstüne bembeyaz bir örtü
çeker, siler, yok eder… Dedik ya bunda var bir acayiplik, her şeyi yutan kara
delik.
Acaba bu
özelliği bir yazıma göre yuvarlak ve içi delik olmasından mı, yoksa diğer yazıma
göre kapkara bir nokta oluşundan mı?
Şekle göre
cevaplamak zor. Zira şekiller ve şekillere yüklenen anlamlar bazen hatta çoğu
zaman yanıltıcı olabiliyor. Nereden mi biliyorum? Sözde bilim yüz tanımayla
insanları tanıdıklarını iddia edenlerden, yıldızlardan gelecek tasarımı
yapanlardan, şişeden cin çıkartanlardan, burçlardan kader yazanlardan...
Yüzüne, kaşına, gözüne, beden ölçüsüne, saç örgüsüne; yıldızına, burcuna,
burnunun ucuna göre insanlar sınansaydı, kaç kişi sınıfı geçerdi dersiniz?
Her neyse!
Sıfır diyorduk, oradan devam edelim.
Bir sayıyı
sıfırla toplarsanız, çıkarırsanız veya bölerseniz anlamlı bir sonuca
ulaşamazsınız. Var olan neyse o kalır. İşlem sonunda ne bir şey eklenir ne de
bir şey eksilir. Sıkı durun! Ya bir de çarparsanız. Allah kimsenin başına
vermesin! Sonuç felaket! Çarpılan her sayıyı büyüklüğü ne olursa olsun dibe
indirir, kendine benzetir, içi boş yuvarlağa çevirir, yutar yok eder, geride bırakmaz
ne bir delil ne eser.
Bunları niye mi
anlattım? Batınîliğin nam-ı diğer ezoterizmin karanlıklar kralı Pisagor
tarikatına, haşhaşî yapılanmasına, karmatî mafyasına, günümüzdeki çakmalarına veya
çıkmalarına kıymet vermek, öykünmek için değil herhalde. Günyüzü görmesin
onların gizemli karanlıkları, batsın batınîlikleri, uzak olsun bizden sıfır
halleri!
*
Eeee nereye
gelmek istiyorduk?
Tabi ki,
sıfırın insan hallerine.
Efendim, insanlardan
öyleleri var ki, sıfıra ayarlanmış. Toplasan bir şey artırmaz, çıkarsan bir şey
eksiltmez; bir araya gelsen bir şey katmaz, uzaklaşsan kayıp sayılmaz; ama bir
çarpmaya gör, anandan doğduğuna pişman eder, önüne geleni teper, ardına geleni
iter, koca bir toplumu yok etmeye yeter.
Yok mudur böyle
tecrübeleriniz, yaşadıklarınınız, yaşatıldıklarınız?
İlginçtir bu
tipler. Her dönemde, her yerde, her ortamda bulunurlar. Olmalarından ya da
olmamalarından fark edemezsiniz. Dedik ya, bir şey artırmaz ve eksiltmez bunlar.
Ne geldiklerini bilirsiniz ne gittiklerini fark edersiniz. Bu yüzden fark
edilmez ve bilinmezdirler. Ama bir çarptılar mı? Fark etmeye bile fırsat
bulamazsınız, son sözünüzü bile söyleyemezsiniz; topunuzu yere sererler, ortamı
harap ederler, hiçbir şey olmamış gibi çekip giderler…
Türlü halleri
vardır efendim bunların! Süklüm püklümdürler, etkisiz eleman görünümlüdürler. Çünkü
bizim işlemlerimiz çoğunluk toplama ve çıkarmadır. İyiyse toplar, bir araya
getiririz; kötüyse çıkartır, bir köşeye atarız. Bölmek hoş değildir, onu da
aklımızdan çıkartırız. Çarpmak aklımıza pek gelmez, gelse de ihtimal olarak
görülmez. Gaflet gözümüzü bürür, o sinsice dipten yürür, bir anda görünür; olan
o anda olur, her şeyi savurur, gülleri soldurur, suları dondurur, cansızı yok
eder, canlıyı öldürür.
Bizden biri
gibi görünür kimi zaman. Bir artısı-eksisi olmadığı için fark etmeyiz, fark
etsek de aldırış etmeyiz. O kadar ki, birlikte yürürüz, birlikte dururuz. Adeta
bizden bir parça gibi görünür, aynı elbiseye bürünür. Bu yüzden kestirip
atmayı, bölüp çıkartmayı aklımıza getirmeyiz. Ya gaflet tarafımız ya şefkat
yanımız görmemizi engeller. Ama bir çarptı mı? İşte o an anlarız, bağrımızı
yumruklar, dizimizi döver, kafamıza vururuz…
Kendi halinde
görünürler kimi zaman. Ne bir kıvılcım ne duman, her şey süt liman, kıvrılmış
yatan bir yılan… Bana dokunmayan bin yaşasın der geçeriz. Nasılsa mala davara zararı
yok deriz. Merhamet yanımızı esnetir, duygularımızın gazına gelir, akıl frenini
gevşetiriz. İşte o an olur ne olursa! Aniden bir çarpma, tepe taklak savrulma,
toza toprağa bulanma ya da toprağın kara bağrında karar kılma…
Oturanlar arasından
çıkar kimi zaman. Dışardan baksan oturmuşlar, lakin içlerinde kudurmuş
dalgalar, denizin hayalinden hayalin denizine dalmışlar, hayal gemisinde hayale
dümen kırmışlar; ortalığı karıştıracak şeyler yazıp ortaya yaymışlar…
Aman bunlara
dikkat! İlginçtir halleri, sivridir dilleri, çarpar söyledikleri: Güney cepheye
oturup ahkâm keserler, batı cephesinden işaret beklerler, kuzey cephesinden acayip
ürkerler, doğu cephesinde hiç görünmezler. Kör şeytan dürtmeye görsün, toplaşıp
esip gürlerler, kendileri söyler, kendileri dinlerler; yaparlar, bozarlar, olmadık
şeyler yazarlar, etrafa çamur atarlar, tutmazsa attıkları çamura kendileri
yatarlar; gel desen gelmezler, git desen gitmezler; bir derde derman, bir
yaraya merhem olmazlar; sevinsen gönenmezler, dövünsen üzülmezler… Ama bir çarpmaya
gör, kendi seviyelerine çekip, yer ile yeksan edip, her şeyi sıfırlayıp dip
köşeye sinerler, hiçbir şey olmamış gibi yeniden oturuş pozisyonuna geçerler…
Bu böyle sürer
gider.
Kimisi görür,
gerçek der; kimisi senaryo muamelesi çeker.
Zaman geçer,
kimisi hatırlar, kimisi unutur; kimisi uyur, kimisi uyanık durur; uyanan
gerçeği bulur, uyanmayan rüya der durur…
Böyledir
geçmiş, bir hatırlanır, bir unutulur.
Ama hiç unutmayan
Bir var elbet, iyi ki var ahiret, orada şaşmaz adalet…
*
Peki, nasıl
biliriz bunları?
Sayılarından,
şekillerinden, kıyafetlerinden değil tabi ki; yüz mimiklerinden, göz süzüşlerinden
kulak verişlerinden belki; ama hallerinden, duruşlarından, tavırlarından, tavır
alışlarından ve satışlarından sanki; ne çok zormuş arkadaş, bunları bilmek
meğer ki!
Bilseydi
peygamberler bilirdi münafıkları, koca devlet aygıtı anlardı içindeki hainlikleri;
aklı başında insanlar çarpılmazlardı sahtekârlara, hırslarına kapılıp
katılmazlardı tamahkârlara, bütün varlıklarını yitirip sığınmazlardı sonunda ahlara
vahlara…
Sen sen ol, ey
oğul! Bu gibilere asla çarpma, çarpılma
ve çarpan hanene koyma. Çarpman da çarpılman da seni sıfırlar, çarpan hanene
koyman haneni harap, varlığını türap, geleceğini serap eder.
Bunları toplamaya,
çıkarmaya ve bölmeye gerek duymadığın gibi çarpmaya da gerek duyma, hatta uzak
dur. Bunlara dalaşacağına, çalıyı dolaş, dağın üstünden aş. Ne üstlerine git ne
üstüne sıçrat!
Su gibi
olduğunu unutma. Kirlenmem ve zehirlenmem sanma. Sıçrayan bir damla hayatını
zehir eder, bedenini kirletir, itibarını yere serer. Ne bütün zehirleri ortamdan yok edebilir ne
de bütün pislikleri hayattan çıkartabilirsin. Yarış alanı, savaş meydanıdır bu
dünya. Ama çarpmaya ve çarpılmaya engel olabilirsin, onları çarpan hanene de
koymayabilirsin; yemezsin, içmezsin, çekmezsin; iradene fren koyup aklına
getirmezsin, duygularına gem vurup kalbinden geçirmezsin…
Çünkü bunlara
çarpmak sadece sana zarar verir, çarpılmak senden götürür, çarpım hanene koymak
ise bir çuval patatesin içine bir tane çürük koymak, bir güğüm suya bir damla pislik
sıçratmak, bir tencere yemeğe bir gram zehir katmak gibidir.
Tercih senin!
Akıl kafanda, irade elinde, tecrübe zihninde; iman kalbinde, İslam bedeninde,
ihsan gönlünde; nefsine çeki düzen ver, kalbini temizle; arkada kalanı gözle,
önden gideni izle; geçmişten ders al, anın değerini bil, geleceğe yönel,
ufukları hedefle! Bilesin ki, iyiler lehinde, kötüler aleyhinde…
Sıfır adamlar
mı?
Aman ha,
göreyim seni, onlara dikkat eyle!
29 Şaban
1442 / 11 Nisan 2021
0 yorum:
Yorum Gönder