30 Nisan 2021 Cuma

TARİHÎ SÜREÇ İÇERİSİNDE ERMENİLER VE ERMENİ MESELESİ- V

 


TARİHÎ SÜREÇ İÇERİSİNDE ERMENİLER VE ERMENİ MESELESİ- V

- FETİHTEN SONRASI VE ŞARK SORUNUNUN ORTAYA ÇIKMASI–

 

Doç. Dr. Cahit KÜLEKÇİ

Ermenilerin 450 yılında yapılan Kadıköy Konsülü’nden sonra sair Hristiyan topluluklardan ayrılmasıyla birlikte Kilikya, Ani gibi bölgelerde kısa süreli de olsa bazı hanedanlıklar kurdukları bilinmektedir. Siyasî varlıkları devlet statüsünde olmasa da kurdukları kısmen bağımsız Ermeni krallıkları, belki de Ermenilerin tarihleri boyunca oluşturdukları en önemli siyasî birlikler olarak değerlendirilmelidir. Gerek otorite boşlukları nedeniyle gerekse muktedir unsurlara hizmet etmesi gayesiyle (vasal devlet) Ermeni krallıklarının kuruldukları bölgeler göz önüne alındığında, Türklerle Ermenilerin erken dönemde karşılaşmış olduklarını söylememiz mümkün değildir. Bununla birlikte, münferit karşılaşmaları bir tarafa bırakacak olursak, Selçuklular döneminde Ermenilerle Türkler arasında asırlarca sürecek bir temasın sağlandığını ifade edebiliriz.

Osmanlılarla Ermeniler arasındaki münasebetlerin başlangıcı ise esasında Osmanlı Devleti’nin ilk kurulduğu yıllara kadar götürülebilmektedir. Ancak bu münasebetlerin yoğun biçimde siyasî ya da sosyal bir düzeyde seyrettiğini söylememiz pek mümkün değildir. Takdir edileceği üzere kuruluşundan itibaren Osmanlı Devleti’nde başlıca dört farklı etnik unsurun var olduğu bilinmektedir. Müslümanlar, Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler devletin birer tebeası olarak, devletin kendilerine tanıdığı haklarla geniş serbestiyet içinde yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Aralarındaki problemler gerek dinî kurumlarının (kilisenin) ve gerekse devletin müdahalesi ile çözüm bulurken gayr-ı müslimler, devlete sadakât borçlu olduklarını sürekli akıllarında tutmak, ‘zımmî’ statülerinin eksikliklerini ve sınırlarını kabul etmek zorundadır. Bu husus onların tebea olma statülerinin gereği olarak değerlendirilmelidir.

İstanbul’un Türkler tarafından fethiyle tamamen ortadan kalkan Roma İmparatorluğu’nun halkı Rumların, İstanbul’dan başka alanlara doğru, kısmen de olsa göç etmesi, Osmanlı Devleti’nin öngördüğü bir iskân politikası değildir. Kaldı ki bu göçlerin sınırlı sayıda olduğu, fetihten sonra İstanbul’daki Rum nüfusundan anlaşılmaktadır. 1478’deki nüfus sayımında İstanbul’da 3.743 Rum, 1.647 Yahudi, 817 de Ermeni hânesi bulunmaktadır. Müslüman hâne sayısı ise 9.486’dır. XIX. yüzyılın başlarında ise Rumlarla Ermenilerin toplam bir milyondan fazla olduğu ifade edilmektedir.

İstanbul’un fethinden sonra şehrin tekrar imar ve iskânında Ermenilerin etkin rol üstlendikleri bilinmektedir. Yine bu tarihten sonra Osmanlı Devleti’nin yönetim sistemi içinde yer alan Ermenilerle birlikte tüm gayr-ı müslim tebeanın (zımmî) her türlü can ve mal emniyetleri devlet tarafından sağlanmış, dinî inançlarını yaşama keyfiyetleri de bu çerçevede değerlendirilmiştir.

Aynı şekilde Yavuz Sultan Selim’in Doğu seferleri esnasında da zanaatkâr Ermeniler İstanbul’da iskân edilmiştir. Ancak Osmanlı Devleti ile Ermeni toplumunun, üst düzey ilişkileri Fransız İhtilali’ni, diğer bir ifadeyle III. Selim’den (1789-1807) itibaren başlamış, sonraki süreçte Ermeni toplumu ile Osmanlı Devlet’i arasındaki ilişkiler çok daha farklı bir veçhede ilerleme temayülü göstermiştir. 1789- 1807 yılları arasında iktidarda olan, 1808 yılında sarayda öldürülen III. Selim döneminde Osmanlı Devleti’nin, başta Rusya olmak üzere, devrin sâir güçleriyle olan münasebetleri muhakkak sûrette Osmanlı Devleti’nde yaşamlarını sürdüren gayr-ı müslim tebeayı da etkilemiştir. 1699’da, Karlofça’da yaşanan toprak kayıplarından sonra 1774’te, II. Katerina’ya karşı alınan devletin ağır ve telafi edilemez yenilgisi, ardından imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması, 1783’te ilk defa Müslüman ve Türk olan Kırım, Kuban’ı kaybedilmesi devletin bazı reform ve düzenlemelere gitmesini adeta zorunlu kılmaktaydı. Fransa’yla birlikte Rusya ve Avusturya’ya karşı ittifak kuran III. Selim, daha sonraki süreçte gelişen siyasî mülâhazalara bağlı olarak bu kez Rusya’yla Fransa’ya karşı ittifak yapmış ancak hedeflediği sükûnet ortamını bu şekilde de sağlayamamıştır. Belki de bu bağlamda III. Selim, 1793 yılından itibaren Avrupa’da dâimî temsilcilikler ihdâs ettirmiştir.

III. Selim’in kurmaya teşebbüs ettiği nizâm-ı cedîd de toplumdaki hoşnutsuzlukları, vergi yolsuzluklarını giderebilmesi bir yana söz konusu fesat ortamının saraya duyurulmasını dahi sağlayamayınca kale yamaklarının başı olarak tanınan Kabakçı Mustafa isyanı ile iktidardan uzaklaştırılarak hücreye atılmıştır. 1808’de öldürülmesinden sonra II. Mahmud tahta geçirilmiş, bundan sonraki tüm padişahlar da bu nesebe bağlanmıştır.

III. Selim zamanında yaşanan iç siyasî gelişmelerden yola çıkarak devletin eski gücünü yetirdiğini söylememiz mümkündür. Nitekim devletin Rusya gibi bir güçle mücadele edebilmek için başka güçlerle iş birliği içine girmeye teşebbüs etmesi de bu hususu istidlâl eder niteliktedir. ‘Padişah, bir muharebede galip gelmedikçe barış etmemek fikrinde olduğundan, devam-ı harbe dair hatt-ı hümâyûn çıkardı. Bununla beraber o askerle Rusya’ya galebe edilemezdi’ şeklindeki belirleme de mezkûr dönemin durumunu açıkça ortaya koymaktadır.

Politik çerçevede müşâhede olunan buhranlı durum karşısında III. Selim’in kendisinden önceki yönetim tarafından da teorik olarak gündeme getirilen ancak ancak pratiğe dökülemeyen bir takım ıslahat faaliyetlerine girişmesi kaynaklara yansıyan hususlardan olmuştur.  Bilhassa sosyal alanda yapılan düzenlemelerde Ermeni toplumu sadık tebea olarak nitelendirilmiş, toplumun karşılaştıkları sorunların çözümünde titizlikle davranılmıştır.  Hatta bu dönemde III. Selim, esaslı bir nota yazım sistemi bulunmadığından Ermeni Hampartsum Limonciyan’dan yeni bir nota sistemi geliştirmesini emretmiştir.  Darphane emînlerinden Ermeni Ohannes Düzyan tarafından da maddî açıdan desteklenen Hampartsum Limonciyan, Batı nota sisteminde bulunmayan ‘mi’ ve ‘si’ diyezlerini de kullanmış, yedi ana notadan müteşekkil sistemindeki notaların isimlerini de Ermeni notalarının ilk hecelerinden oluşturmuştur. Hampartsum nota sistemi olarak bilinen bu sistemle de ilk olarak Tanbûrî İzak’ın bayâtî peşrevi bestelenmiştir.

III. Selim döneminde Ermeni müzisyenlerle geliştirilen ılımlı ilişkiler neticesinde Bimen Şen, Tatyos Efendi gibi müzisyenler Türk mûsıkîsinde yer edinmiş, Osmanlı’nın son döneminde yaşamış önemli hânendeler arasında sayılmışlardır. Mûsıkî alanında olduğu gibi sair toplumsal sahada da Ermenilerin III. Selim döneminde, Osmanlı Devleti’nden ya da Müslüman toplumun bireylerinden kaynaklanan ciddi bir sorunla karşı karşıya kalmadıkları, arşiv vesîkalarında bazı münferit davalara rastlansa da anlaşmazlıkların ikili ilişkilerle çözüme kavuşturulduğu görülmektedir.

Yukarıda örneğini verdiğimiz üzere, III. Selim döneminde mûsıkî ya da sosyal alanda Ermenilerle sürdürülen müsbet münâsebetlerin siyasî alanda da sürdürülmesine çaba gösterildiği anlaşılmaktadır. I. Abdulhamid zamanında Ruslarla yapılan mücadeleler esnasında Ermenilerin, sadık tebea hüviyetlerinin gereği olarak devletten yana tavır takınmaları gerektiğinin altı çizilirken,  bu minvalde bir belirleme sâir azınlıklar için söz konusu olmamıştır. Gerçi bu seferler sırasında ve III. Selim dönemindeki siyasî hâdiselerde Ermenilerin etkin şekilde yer aldığına dair herhangi bir bilgimiz de bulunmamaktadır. Ancak III. Selim’in Ermenilerin Frenk âdetlerine uymamaları, aksi takdirde fitnenin zuhûr edeceğine ilişkin belirlemesi de I. Abdulhamid döneminden itibaren özelde Ermenilerin neden uyarılma ihtiyacı duyulduğunu açıklar niteliktedir.

Osmanlı Devleti’nde yaşamlarını sürdüren Ermenilerin bilhassa Fransız İhtilali’nden, bir başka ifadeyle III. Selim döneminin başlarından itibaren İtalya’da faaliyet göstermeye başlayan ve Ermeni milliyetçiliğine dair yayınlar yapan, daha önce de sözünü ettiğimi bir kuruluştan etkilenmeye başladıklarını söylememiz mümkündür. Muhtemelen yukarıda zikrettiğimiz, gerek I. Abdulhamid’in ve gerekse III. Selim’in Ermenilere yaptıkları uyarılar da buna ma’tûftur. Nitekim Mehitaristler (Mığhitar/ Mekhitar) olarak isimlendirilen mezkûr kuruluş, Ermeni kilisesinin inanç ve ibadet sisteminin meşru olduğu yönündeki savunularının yanı sıra kilisenin ekümenik olduğunu da öne sürmekteydi ki bu durum da esasında önceki yazılarımızda ifade ettiğimiz üzere, kilisenin Ermeni meselesinin ortaya çıkmasındaki etkin rolünü ortaya koyabilmektedir.

Ermenilik ruhunun yeniden diriltilmesi amacıyla bizzat rahip Mehitar tarafından yapılan çalışmalar, 1749’da rahibin ölümünden sonra öğrencileri tarafından çok daha geniş kitlelere yayılma istidâdı göstermiş, bilhassa III. Selim zamanında Ermenilerin tek bir siyasî/ dinî birlik altında toplanmaları gerektiğine dair yayınlar yapılmaya başlanmıştır.

Neşredilen ilk kitapların Ermenilerin millî tarihlerine ilişkin olması, söz konusu kuruluşun amacını açıkça ortaya koymaktadır. III. Selim döneminde kuruluşun yayınladığı Ermenice İncil’in Osmanlı Devleti’nde dağıtılmaya başlanmasıyla birlikte, bu dönemde Ermeniler arasında millî uyanışın başladığı nakledilmektedir. Rahip Mehitar tarafından, 1737’de yapılan ‘Matta İncil’i Üzerine Açıklamalar’ isimli çalışmanın da aynı dönemde Ermeni gençleri üzerinde benzer etkiler uyandırdığını söylememiz mümkündür.  Bu tür çalışmalar her ne kadar Ermeni gençleri üzerinde etkili olsa da bu etkinin tüm Ermenileri kapsamadığını da belirtmek istiyoruz. Hatta bu tür hâdiselerin devletle Ermeni toplumu arasında ciddi sorunlara yol açabileceği, dolayısıyla bunlara itibar edilmemesi gerektiğine dair bizzat Ermeni milletinden görüş beyan edenlerin sayısı da az değildir. Ancak Ermeni milletinden olup da Mehitarist söylemlere açıkça karşı çıkışların III. Selim döneminden çok daha sonra, XIX. yüzyılın üçüncü çeyreğinden itibaren söz konusu olduğunu da zikredelim.

III. Selim döneminde Ruslarla yaşanan siyasî problemlerle birlikte yukarıda ifade etmeye çalıştığımız kurumun çalışmaları neticesinde, Hovsep (Osep) Argotyan ismindeki bir Ermeni piskopos tarafından Ararat Krallığı Projesi hazırlanmıştır. Çalışmamızda dikkat çekmek istediğimiz en önemli unsur da bu projedir. Rusların, Ermenilere bağımsızlık fikrini kazandırabilme, Osmanlı Devleti’nde bir şark sorunu oluşturabilme ve bu çerçevede devletin iç siyasetini karmaşaya sürükleme hedefleri bu proje ile âşikâr biçimde ortaya çıkmaktadır. Nitekim adı geçen piskopos projeyi Rus çariçesi II. Katherina’ya sunmuş ve bu konuda Rusların desteğini sağlayarak, Ermenilerin Osmanlı Devleti’nden ayrılma istekleri tarihî bir vâkıa biçiminde kayıtlara geçmiştir.

Gerek mehitaristlerin çalışmaları ve gerekse Rusların bu çalışmalara verdikleri destek münâsebetiyle Ermeniler ilk kez III. Selim döneminde açıkça bağımsızlık konusundaki düşüncelerini telaffuz etmeye başlamışlardır.  Dolayısıyla Osmanlı Devleti’nde bir Şark sorunu oluşturulmuş, sorunun temeline de Ermeniler özelinde azınlıklar yerleştirilmiştir.  Gerçekte de Rusların söz konusu gayretlerine Fransa ve Avusturya da destek vermiş, neticede Rusya, Fransa ve Avusturya’nın doğrudan müdahaleleri ile Osmanlı Devleti tarafından millet-i sâdıka olarak nitelendirilen Ermeni toplumu, III. Selim döneminden itibaren bir azınlık sorunu haline gelmiş ya da getirilmiştir.

III. Selim döneminden itibaren ağır ancak sürekli biçimde Ermenilerin, Ruslar başta olmak üzere sâir devletlerin siyasî etki sahası içine girmeye başladığını söylememiz mümkündür. 1815’teki Viyana Kongresi’nde sözü edilen Şark sorununa da Ermenilerin bu minvalde dâhil oldukları, hatta III. Selim dönemi sonrasında Ermenilerin bulundukları bölgelere bağlı olarak, Ruslaşmaya, Fransızlaşmaya, İngilizleşmeye başladıkları ifade edilmektedir.

İç karışıklıkların artmaya başladığı bu dönemin ardından, XIX. yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren gelişen bir takım siyasî hâdiseler neticesinde gerçekleşen Tanzîmat ve Islahat reformları, devletin çeşitli unsurlarını müşterek vatan, müşterek hânedân ve müşterek menfaat etrafında birleştirerek Osmanlı vatandaşlarının tüm unsurlarının meydana getirdiği yeni bir toplum inşâ edilmesini hedeflemiş, bu çerçevede Osmanlı, Avrupa’nın da baskısıyla gayr-ı müslimlere tabiî ve siyasî yeni haklar vermek zorunda kalmıştı. Başta Rumlar ve Ermeniler olmak üzere gayr-ı müslimlerin, Müslüman tebea ile eşit derecede politik özne konumuna yükseltilmesi, Müslüman toplumun içe kapanması ile sonuçlanmış, gayr-ı müslim milletler de kendilerine tanınan muhtâriyet algısıyla devlete karşı isyan ve bağımsızlık kazanma ideolojisi etrafında birleşme çabaları sergilemeye başlamışlardır. Avrupa medyasında yer alan Osmanlı Devleti’nde yaşayan Hıristiyanların ‘esâret ve katl u garât’ içinde bulunduklarına dair yayınlar da mezkûr ideolojiye destek vermiştir. Nitekim önce Rumların bağımsızlıklarını kazanması, sonrasında Ermenilerin 1878 Rus Harbi esnasında Rusların kendilerine vaat ettikleri bağımsızlık fikrine kanmaları ve imzalanan Ayestafanos Anlaşması’nın hükümsüz kalmasıyla gündeme gelen Berlin Anlaşması’nı tâkiben Ermenilerin silahlanma faaliyetleri, dış güçlerin gayr-ı Müslim unsurlar hususunda Osmanlı Devleti içindeki konumları hakkında bize yeterli bilgi vermektedir.

Vakanüvis Ahmed Lütfî Efendi, devlet içinde yaşayan Hıristiyanların baskı altında bulundukları iddialarına karşı; ‘Hâlbuki nâ’ire-i taassub dünyanın her tarafında halkı mağdur etmekte olduğu hengâmda bile Osmanlılar sâye-i hükûmetlerine ilticâ eden akvâmı nimet-i adâletten mahrûm etmemiş oldukları hâlde böyle zaman-ı medeniyette o misüllü muâmelâtın kabûlüne tenezzül etmeyeceklerinden isnâdât-ı vâkıa kemâl-i nefretle redd olunur.’ diyerek cevap vermeye çalışmıştır. Gerçi XIX. yüzyıldan önce de gayr-ı Müslimlerin Osmanlı Devleti içindeki konumları, millet sisteminin bir gereği olarak Müslüman tebeadan farklı değildir. Özellikle bu yüzyılda merkezî idarenin zayıflamasıyla birlikte gayr-ı Müslim nüfusun bir tür idelojik boşluğa düştüğü görülmektedir. Söz konusu boşluğun toplumu rahatsız etmeden devletin kontrolü altında gerçekleştirilecek reform hareketleriyle giderilebileceği fikrinin de pratikte çözüm olamayacağı kısa süre içinde anlaşılacaktır.

Öte yandan özellikle Ermenilerin, devlet içindeki zararlı faaliyetleri söz konusuysa da devletin her iki millete yaklaşımı, Ahmed Lütfî Efendi’nin de belirttiği gibi, önceki siyasetinden farklı olmamıştır. Osmanlı Devleti, hiçbir dönemde tebeasını ‘nimet-i adâlet’ten mahrum etmemiştir. Kaynaklara zaman zaman yaşanan olumsuzluklar aksetse de bu olumsuzluklar bir devlet siyaseti haline getirilmemiştir.

İlginçtir ki, gerçekleştirilen reform hareketleri sonrası gayr-ı Müslim tebeanın devlet karşısında eşit haklara sahip olmasının resmî bir şekilde beyân edilmesi Hıristiyan tebeadan bazılarını da rahatsız etmiş görünmektedir: ‘Devlet bizi Yahudilerle beraber etti. Biz İslâm’ın üstünlüğüne razı idik.’ şeklinde bir itiraz geliştiren Ermeni ve Rumların aksine Müslümanların bir kısmının da maddî menfaatleri gereği bu durumdan hayli memnun oldukları ifade edilmiştir. ‘Tebea-i gayr-ı Müslime ehl-i İslâm içine yayılıp, mahalleler mahlût olacak. Emlâkımızın fiyatı terakkî ve medeniyet tevessü’ edecek.’ anlayışı her ne kadar yaygın olmasa da dönemin siyasî ve toplumsal açıdan zihinsel karmaşasına dikkat çekmektedir. Ahmed Cevdet Paşa’nın aktarmış olduğu şu nükte de zaman zaman ironik bir hâl olan durumu izah etmektedir:

‘Ferman [Islahat] okunduktan sonra hocalardan biri namaz kılarken Mehmed Paşa-zâde ma’hud Said Bey, ne kılıyorsun hoca efendi, ferman okundu görmedin mi, tebea-i gayr-ı Müslime ile beraber olacağız, dediği Kaymakam Paşa’ya haber verilmiş, kaymakam da Said Paşa’yı yanına çağırarak, senin ağzını yırtarım, diye tekdir ve ihâfe ettikten sonra Said Paşa kaymakam Paşa’nın ayağına kapanıp tevbe ve istiğfâr ederek sakal bırakmış idi.’

Görüldüğü üzere iç karışıklıkların ve devlete birtakım güçler tarafından müdahalelerin söz konusu olduğu dönemde de dahi Osmanlı, sadece Ermenilerin değil tüm farklı etnik kimliklerin emniyetini sağlamıştır. İtalyan yazar De Amicis de 1874’te İstanbul’daki anılarını aktardığı eserinde de bu duruma dikkat çekmiştir. İstanbul’da yaşamlarını sürdüren Ermeni ve Rumların, Osmanlılık kimliğiyle birlikte kendi mizaçlarını muhafaza ettiklerini ifade eden De Amicis, onlar için ‘Avrupa medeniyetinin içinde kaybolmakta olan, Müslüman boyası ile boyanmış milletler’ tanımlamasını yapmaktadır. Edmondo De Amicis gibi XIX. yüzyılda, İstanbul’daki gayr-ı Müslimler ve özellikle Ermeniler hakkındaki gözlemlerini aktaran bir başka müellif Harrison Gray Otis Dwight da Ermenilerin, Fatih Sultan Mehmed’den bu yana İstanbul’da herhangi siyasî ya da dinî bir sorunla karşılaşmadan yaşamlarını sürdürdüklerini belirtmektedir. Ayrıca müellif, Ermeni patriğine devlet tarafından tanınan haklarla, Ermeni milletinin tüm sorunlarının çözüme kavuşturulduğunu aktarmaktadır. Bir başka seyahatnamede de benzer ifadeler yer almaktadır. XIX. yüzyılın başlarında Mısır ve Kudüs’e gidip, gördüklerini kaleme alan William Rae Wilson, İzmir’de bir Rum gencinin, Müslüman bir gencin etkisiyle önce Müslümanlığı seçtiğini ancak daha sonra bunun acele alınmış bir karar olduğuna kanaat getirip, İslâm’dan vazgeçtiğini, ardından tekrar Hıristiyan olup- olmayacağını öğrenmek için büyük bir rahatlıkla kadıya gittiğini hikâye eder. Rum gence kadı tarafından baskı yapılmadığını aktaran Willson, gencin Hıristiyanlıkta karar kıldığını ve bu süreçten sonra herhangi bir olumsuzluğun yaşanmadığına dikkat çeker.

Neticede şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki ne Osmanlı Devleti’nin ne de Osmanlı bürokratlarının, XIX. yüzyılda gayr-ı Müslimler üzerinde baskı kurduğunu veya gayr-ı müslim tebea ile kavgalı bir halde olduğunu söylemek mümkün görünmemektedir.


0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar