TARİHÎ SÜREÇ İÇERİSİNDE ERMENİLER VE ERMENİ MESELESİ- V
- FETİHTEN SONRASI VE ŞARK SORUNUNUN ORTAYA ÇIKMASI–
Doç. Dr. Cahit KÜLEKÇİ
Ermenilerin 450 yılında yapılan Kadıköy Konsülü’nden sonra sair Hristiyan topluluklardan ayrılmasıyla birlikte Kilikya, Ani gibi bölgelerde kısa süreli de olsa bazı hanedanlıklar kurdukları bilinmektedir. Siyasî varlıkları devlet statüsünde olmasa da kurdukları kısmen bağımsız Ermeni krallıkları, belki de Ermenilerin tarihleri boyunca oluşturdukları en önemli siyasî birlikler olarak değerlendirilmelidir. Gerek otorite boşlukları nedeniyle gerekse muktedir unsurlara hizmet etmesi gayesiyle (vasal devlet) Ermeni krallıklarının kuruldukları bölgeler göz önüne alındığında, Türklerle Ermenilerin erken dönemde karşılaşmış olduklarını söylememiz mümkün değildir. Bununla birlikte, münferit karşılaşmaları bir tarafa bırakacak olursak, Selçuklular döneminde Ermenilerle Türkler arasında asırlarca sürecek bir temasın sağlandığını ifade edebiliriz.
Osmanlılarla Ermeniler arasındaki münasebetlerin başlangıcı ise
esasında Osmanlı Devleti’nin ilk kurulduğu yıllara kadar götürülebilmektedir.
Ancak bu münasebetlerin yoğun biçimde siyasî ya da sosyal bir düzeyde
seyrettiğini söylememiz pek mümkün değildir. Takdir edileceği üzere kuruluşundan
itibaren Osmanlı Devleti’nde başlıca dört farklı etnik unsurun var olduğu
bilinmektedir. Müslümanlar, Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler devletin birer
tebeası olarak, devletin kendilerine tanıdığı haklarla geniş serbestiyet içinde
yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Aralarındaki problemler gerek dinî kurumlarının
(kilisenin) ve gerekse devletin müdahalesi ile çözüm bulurken gayr-ı müslimler,
devlete sadakât borçlu olduklarını sürekli akıllarında tutmak, ‘zımmî’
statülerinin eksikliklerini ve sınırlarını kabul etmek zorundadır. Bu husus
onların tebea olma statülerinin gereği olarak değerlendirilmelidir.
İstanbul’un Türkler tarafından fethiyle tamamen ortadan kalkan Roma
İmparatorluğu’nun halkı Rumların, İstanbul’dan başka alanlara doğru, kısmen de
olsa göç etmesi, Osmanlı Devleti’nin öngördüğü bir iskân politikası değildir.
Kaldı ki bu göçlerin sınırlı sayıda olduğu, fetihten sonra İstanbul’daki Rum
nüfusundan anlaşılmaktadır. 1478’deki nüfus sayımında İstanbul’da 3.743 Rum,
1.647 Yahudi, 817 de Ermeni hânesi bulunmaktadır. Müslüman hâne sayısı ise
9.486’dır. XIX. yüzyılın başlarında ise Rumlarla Ermenilerin toplam bir
milyondan fazla olduğu ifade edilmektedir.
İstanbul’un fethinden sonra şehrin tekrar imar ve iskânında
Ermenilerin etkin rol üstlendikleri bilinmektedir. Yine bu tarihten sonra
Osmanlı Devleti’nin yönetim sistemi içinde yer alan Ermenilerle birlikte tüm gayr-ı
müslim tebeanın (zımmî) her türlü can ve mal emniyetleri devlet tarafından
sağlanmış, dinî inançlarını yaşama keyfiyetleri de bu çerçevede değerlendirilmiştir.
Aynı şekilde Yavuz Sultan Selim’in Doğu seferleri esnasında da zanaatkâr
Ermeniler İstanbul’da iskân edilmiştir. Ancak Osmanlı Devleti ile Ermeni
toplumunun, üst düzey ilişkileri Fransız İhtilali’ni, diğer bir ifadeyle III.
Selim’den (1789-1807) itibaren başlamış, sonraki süreçte Ermeni toplumu ile
Osmanlı Devlet’i arasındaki ilişkiler çok daha farklı bir veçhede ilerleme
temayülü göstermiştir. 1789- 1807 yılları arasında iktidarda olan, 1808 yılında
sarayda öldürülen III. Selim döneminde Osmanlı Devleti’nin, başta Rusya olmak
üzere, devrin sâir güçleriyle olan münasebetleri muhakkak sûrette Osmanlı
Devleti’nde yaşamlarını sürdüren gayr-ı müslim tebeayı da etkilemiştir.
1699’da, Karlofça’da yaşanan toprak kayıplarından sonra 1774’te, II.
Katerina’ya karşı alınan devletin ağır ve telafi edilemez yenilgisi, ardından
imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması, 1783’te ilk defa Müslüman ve Türk olan
Kırım, Kuban’ı kaybedilmesi devletin bazı reform ve düzenlemelere gitmesini
adeta zorunlu kılmaktaydı. Fransa’yla birlikte Rusya ve Avusturya’ya karşı
ittifak kuran III. Selim, daha sonraki süreçte gelişen siyasî mülâhazalara
bağlı olarak bu kez Rusya’yla Fransa’ya karşı ittifak yapmış ancak hedeflediği
sükûnet ortamını bu şekilde de sağlayamamıştır. Belki de bu bağlamda III.
Selim, 1793 yılından itibaren Avrupa’da dâimî temsilcilikler ihdâs ettirmiştir.
III. Selim’in kurmaya teşebbüs ettiği nizâm-ı cedîd de toplumdaki
hoşnutsuzlukları, vergi yolsuzluklarını giderebilmesi bir yana söz konusu fesat
ortamının saraya duyurulmasını dahi sağlayamayınca kale yamaklarının başı
olarak tanınan Kabakçı Mustafa isyanı ile iktidardan uzaklaştırılarak hücreye
atılmıştır. 1808’de öldürülmesinden sonra II. Mahmud tahta geçirilmiş, bundan
sonraki tüm padişahlar da bu nesebe bağlanmıştır.
III. Selim zamanında yaşanan iç siyasî gelişmelerden yola çıkarak
devletin eski gücünü yetirdiğini söylememiz mümkündür. Nitekim devletin Rusya
gibi bir güçle mücadele edebilmek için başka güçlerle iş birliği içine girmeye
teşebbüs etmesi de bu hususu istidlâl eder niteliktedir. ‘Padişah, bir
muharebede galip gelmedikçe barış etmemek fikrinde olduğundan, devam-ı harbe
dair hatt-ı hümâyûn çıkardı. Bununla beraber o askerle Rusya’ya galebe edilemezdi’
şeklindeki belirleme de mezkûr dönemin durumunu açıkça ortaya koymaktadır.
Politik çerçevede müşâhede olunan buhranlı durum karşısında III.
Selim’in kendisinden önceki yönetim tarafından da teorik olarak gündeme
getirilen ancak ancak pratiğe dökülemeyen bir takım ıslahat faaliyetlerine
girişmesi kaynaklara yansıyan hususlardan olmuştur. Bilhassa sosyal alanda yapılan düzenlemelerde
Ermeni toplumu sadık tebea olarak nitelendirilmiş, toplumun karşılaştıkları sorunların
çözümünde titizlikle davranılmıştır.
Hatta bu dönemde III. Selim, esaslı bir nota yazım sistemi
bulunmadığından Ermeni Hampartsum Limonciyan’dan yeni bir nota sistemi
geliştirmesini emretmiştir. Darphane emînlerinden
Ermeni Ohannes Düzyan tarafından da maddî açıdan desteklenen Hampartsum
Limonciyan, Batı nota sisteminde bulunmayan ‘mi’ ve ‘si’ diyezlerini de
kullanmış, yedi ana notadan müteşekkil sistemindeki notaların isimlerini de
Ermeni notalarının ilk hecelerinden oluşturmuştur. Hampartsum nota sistemi
olarak bilinen bu sistemle de ilk olarak Tanbûrî İzak’ın bayâtî peşrevi
bestelenmiştir.
III. Selim döneminde Ermeni müzisyenlerle geliştirilen ılımlı
ilişkiler neticesinde Bimen Şen, Tatyos Efendi gibi müzisyenler Türk
mûsıkîsinde yer edinmiş, Osmanlı’nın son döneminde yaşamış önemli hânendeler
arasında sayılmışlardır. Mûsıkî alanında olduğu gibi sair toplumsal sahada da
Ermenilerin III. Selim döneminde, Osmanlı Devleti’nden ya da Müslüman toplumun
bireylerinden kaynaklanan ciddi bir sorunla karşı karşıya kalmadıkları, arşiv
vesîkalarında bazı münferit davalara rastlansa da anlaşmazlıkların ikili
ilişkilerle çözüme kavuşturulduğu görülmektedir.
Yukarıda örneğini verdiğimiz üzere, III. Selim döneminde mûsıkî ya
da sosyal alanda Ermenilerle sürdürülen müsbet münâsebetlerin siyasî alanda da
sürdürülmesine çaba gösterildiği anlaşılmaktadır. I. Abdulhamid zamanında
Ruslarla yapılan mücadeleler esnasında Ermenilerin, sadık tebea hüviyetlerinin
gereği olarak devletten yana tavır takınmaları gerektiğinin altı çizilirken, bu minvalde bir belirleme sâir azınlıklar
için söz konusu olmamıştır. Gerçi bu seferler sırasında ve III. Selim
dönemindeki siyasî hâdiselerde Ermenilerin etkin şekilde yer aldığına dair
herhangi bir bilgimiz de bulunmamaktadır. Ancak III. Selim’in Ermenilerin Frenk
âdetlerine uymamaları, aksi takdirde fitnenin zuhûr edeceğine ilişkin
belirlemesi de I. Abdulhamid döneminden itibaren özelde Ermenilerin neden
uyarılma ihtiyacı duyulduğunu açıklar niteliktedir.
Osmanlı Devleti’nde yaşamlarını sürdüren Ermenilerin bilhassa
Fransız İhtilali’nden, bir başka ifadeyle III. Selim döneminin başlarından
itibaren İtalya’da faaliyet göstermeye başlayan ve Ermeni milliyetçiliğine dair
yayınlar yapan, daha önce de sözünü ettiğimi bir kuruluştan etkilenmeye
başladıklarını söylememiz mümkündür. Muhtemelen yukarıda zikrettiğimiz, gerek
I. Abdulhamid’in ve gerekse III. Selim’in Ermenilere yaptıkları uyarılar da
buna ma’tûftur. Nitekim Mehitaristler (Mığhitar/ Mekhitar) olarak
isimlendirilen mezkûr kuruluş, Ermeni kilisesinin inanç ve ibadet sisteminin
meşru olduğu yönündeki savunularının yanı sıra kilisenin ekümenik olduğunu da
öne sürmekteydi ki bu durum da esasında önceki yazılarımızda ifade ettiğimiz
üzere, kilisenin Ermeni meselesinin ortaya çıkmasındaki etkin rolünü ortaya
koyabilmektedir.
Ermenilik ruhunun yeniden diriltilmesi amacıyla bizzat rahip
Mehitar tarafından yapılan çalışmalar, 1749’da rahibin ölümünden sonra
öğrencileri tarafından çok daha geniş kitlelere yayılma istidâdı göstermiş,
bilhassa III. Selim zamanında Ermenilerin tek bir siyasî/ dinî birlik altında
toplanmaları gerektiğine dair yayınlar yapılmaya başlanmıştır.
Neşredilen ilk kitapların Ermenilerin millî tarihlerine ilişkin
olması, söz konusu kuruluşun amacını açıkça ortaya koymaktadır. III. Selim
döneminde kuruluşun yayınladığı Ermenice İncil’in Osmanlı Devleti’nde
dağıtılmaya başlanmasıyla birlikte, bu dönemde Ermeniler arasında millî
uyanışın başladığı nakledilmektedir. Rahip Mehitar tarafından, 1737’de yapılan
‘Matta İncil’i Üzerine Açıklamalar’ isimli çalışmanın da aynı dönemde Ermeni
gençleri üzerinde benzer etkiler uyandırdığını söylememiz mümkündür. Bu tür çalışmalar her ne kadar Ermeni
gençleri üzerinde etkili olsa da bu etkinin tüm Ermenileri kapsamadığını da
belirtmek istiyoruz. Hatta bu tür hâdiselerin devletle Ermeni toplumu arasında
ciddi sorunlara yol açabileceği, dolayısıyla bunlara itibar edilmemesi
gerektiğine dair bizzat Ermeni milletinden görüş beyan edenlerin sayısı da az
değildir. Ancak Ermeni milletinden olup da Mehitarist söylemlere açıkça karşı
çıkışların III. Selim döneminden çok daha sonra, XIX. yüzyılın üçüncü
çeyreğinden itibaren söz konusu olduğunu da zikredelim.
III. Selim döneminde Ruslarla yaşanan siyasî problemlerle birlikte
yukarıda ifade etmeye çalıştığımız kurumun çalışmaları neticesinde, Hovsep
(Osep) Argotyan ismindeki bir Ermeni piskopos tarafından Ararat Krallığı
Projesi hazırlanmıştır. Çalışmamızda dikkat çekmek istediğimiz en önemli unsur
da bu projedir. Rusların, Ermenilere bağımsızlık fikrini kazandırabilme,
Osmanlı Devleti’nde bir şark sorunu oluşturabilme ve bu çerçevede devletin iç
siyasetini karmaşaya sürükleme hedefleri bu proje ile âşikâr biçimde ortaya
çıkmaktadır. Nitekim adı geçen piskopos projeyi Rus çariçesi II. Katherina’ya
sunmuş ve bu konuda Rusların desteğini sağlayarak, Ermenilerin Osmanlı
Devleti’nden ayrılma istekleri tarihî bir vâkıa biçiminde kayıtlara geçmiştir.
Gerek mehitaristlerin çalışmaları ve gerekse Rusların bu
çalışmalara verdikleri destek münâsebetiyle Ermeniler ilk kez III. Selim
döneminde açıkça bağımsızlık konusundaki düşüncelerini telaffuz etmeye
başlamışlardır. Dolayısıyla Osmanlı
Devleti’nde bir Şark sorunu oluşturulmuş, sorunun temeline de Ermeniler
özelinde azınlıklar yerleştirilmiştir.
Gerçekte de Rusların söz konusu gayretlerine Fransa ve Avusturya da
destek vermiş, neticede Rusya, Fransa ve Avusturya’nın doğrudan müdahaleleri
ile Osmanlı Devleti tarafından millet-i sâdıka olarak nitelendirilen Ermeni
toplumu, III. Selim döneminden itibaren bir azınlık sorunu haline gelmiş ya da
getirilmiştir.
III. Selim döneminden itibaren ağır ancak sürekli biçimde
Ermenilerin, Ruslar başta olmak üzere sâir devletlerin siyasî etki sahası içine
girmeye başladığını söylememiz mümkündür. 1815’teki Viyana Kongresi’nde sözü
edilen Şark sorununa da Ermenilerin bu minvalde dâhil oldukları, hatta III.
Selim dönemi sonrasında Ermenilerin bulundukları bölgelere bağlı olarak,
Ruslaşmaya, Fransızlaşmaya, İngilizleşmeye başladıkları ifade edilmektedir.
İç karışıklıkların artmaya başladığı bu dönemin ardından, XIX.
yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren gelişen bir takım siyasî hâdiseler
neticesinde gerçekleşen Tanzîmat ve Islahat reformları, devletin çeşitli
unsurlarını müşterek vatan, müşterek hânedân ve müşterek menfaat etrafında
birleştirerek Osmanlı vatandaşlarının tüm unsurlarının meydana getirdiği yeni
bir toplum inşâ edilmesini hedeflemiş, bu çerçevede Osmanlı, Avrupa’nın da
baskısıyla gayr-ı müslimlere tabiî ve siyasî yeni haklar vermek zorunda
kalmıştı. Başta Rumlar ve Ermeniler olmak üzere gayr-ı müslimlerin, Müslüman
tebea ile eşit derecede politik özne konumuna yükseltilmesi, Müslüman toplumun
içe kapanması ile sonuçlanmış, gayr-ı müslim milletler de kendilerine tanınan
muhtâriyet algısıyla devlete karşı isyan ve bağımsızlık kazanma ideolojisi
etrafında birleşme çabaları sergilemeye başlamışlardır. Avrupa medyasında yer
alan Osmanlı Devleti’nde yaşayan Hıristiyanların ‘esâret ve katl u garât’
içinde bulunduklarına dair yayınlar da mezkûr ideolojiye destek vermiştir.
Nitekim önce Rumların bağımsızlıklarını kazanması, sonrasında Ermenilerin 1878
Rus Harbi esnasında Rusların kendilerine vaat ettikleri bağımsızlık fikrine
kanmaları ve imzalanan Ayestafanos Anlaşması’nın hükümsüz kalmasıyla gündeme
gelen Berlin Anlaşması’nı tâkiben Ermenilerin silahlanma faaliyetleri, dış
güçlerin gayr-ı Müslim unsurlar hususunda Osmanlı Devleti içindeki konumları
hakkında bize yeterli bilgi vermektedir.
Vakanüvis Ahmed Lütfî Efendi, devlet içinde yaşayan Hıristiyanların
baskı altında bulundukları iddialarına karşı; ‘Hâlbuki nâ’ire-i taassub
dünyanın her tarafında halkı mağdur etmekte olduğu hengâmda bile Osmanlılar
sâye-i hükûmetlerine ilticâ eden akvâmı nimet-i adâletten mahrûm etmemiş
oldukları hâlde böyle zaman-ı medeniyette o misüllü muâmelâtın kabûlüne
tenezzül etmeyeceklerinden isnâdât-ı vâkıa kemâl-i nefretle redd olunur.’
diyerek cevap vermeye çalışmıştır. Gerçi XIX. yüzyıldan önce de gayr-ı
Müslimlerin Osmanlı Devleti içindeki konumları, millet sisteminin bir gereği
olarak Müslüman tebeadan farklı değildir. Özellikle bu yüzyılda merkezî
idarenin zayıflamasıyla birlikte gayr-ı Müslim nüfusun bir tür idelojik boşluğa
düştüğü görülmektedir. Söz konusu boşluğun toplumu rahatsız etmeden devletin
kontrolü altında gerçekleştirilecek reform hareketleriyle giderilebileceği
fikrinin de pratikte çözüm olamayacağı kısa süre içinde anlaşılacaktır.
Öte yandan özellikle Ermenilerin, devlet içindeki zararlı
faaliyetleri söz konusuysa da devletin her iki millete yaklaşımı, Ahmed Lütfî
Efendi’nin de belirttiği gibi, önceki siyasetinden farklı olmamıştır. Osmanlı
Devleti, hiçbir dönemde tebeasını ‘nimet-i adâlet’ten mahrum etmemiştir.
Kaynaklara zaman zaman yaşanan olumsuzluklar aksetse de bu olumsuzluklar bir
devlet siyaseti haline getirilmemiştir.
İlginçtir ki, gerçekleştirilen reform hareketleri sonrası gayr-ı
Müslim tebeanın devlet karşısında eşit haklara sahip olmasının resmî bir
şekilde beyân edilmesi Hıristiyan tebeadan bazılarını da rahatsız etmiş
görünmektedir: ‘Devlet bizi Yahudilerle beraber etti. Biz İslâm’ın üstünlüğüne
razı idik.’ şeklinde bir itiraz geliştiren Ermeni ve Rumların aksine
Müslümanların bir kısmının da maddî menfaatleri gereği bu durumdan hayli memnun
oldukları ifade edilmiştir. ‘Tebea-i gayr-ı Müslime ehl-i İslâm içine yayılıp,
mahalleler mahlût olacak. Emlâkımızın fiyatı terakkî ve medeniyet tevessü’
edecek.’ anlayışı her ne kadar yaygın olmasa da dönemin siyasî ve toplumsal
açıdan zihinsel karmaşasına dikkat çekmektedir. Ahmed Cevdet Paşa’nın aktarmış
olduğu şu nükte de zaman zaman ironik bir hâl olan durumu izah etmektedir:
‘Ferman [Islahat] okunduktan sonra hocalardan biri namaz kılarken
Mehmed Paşa-zâde ma’hud Said Bey, ne kılıyorsun hoca efendi, ferman okundu
görmedin mi, tebea-i gayr-ı Müslime ile beraber olacağız, dediği Kaymakam
Paşa’ya haber verilmiş, kaymakam da Said Paşa’yı yanına çağırarak, senin ağzını
yırtarım, diye tekdir ve ihâfe ettikten sonra Said Paşa kaymakam Paşa’nın
ayağına kapanıp tevbe ve istiğfâr ederek sakal bırakmış idi.’
Görüldüğü üzere iç karışıklıkların ve devlete birtakım güçler tarafından
müdahalelerin söz konusu olduğu dönemde de dahi Osmanlı, sadece Ermenilerin
değil tüm farklı etnik kimliklerin emniyetini sağlamıştır. İtalyan yazar De
Amicis de 1874’te İstanbul’daki anılarını aktardığı eserinde de bu duruma
dikkat çekmiştir. İstanbul’da yaşamlarını sürdüren Ermeni ve Rumların,
Osmanlılık kimliğiyle birlikte kendi mizaçlarını muhafaza ettiklerini ifade
eden De Amicis, onlar için ‘Avrupa medeniyetinin içinde kaybolmakta olan,
Müslüman boyası ile boyanmış milletler’ tanımlamasını yapmaktadır. Edmondo De
Amicis gibi XIX. yüzyılda, İstanbul’daki gayr-ı Müslimler ve özellikle
Ermeniler hakkındaki gözlemlerini aktaran bir başka müellif Harrison Gray Otis
Dwight da Ermenilerin, Fatih Sultan Mehmed’den bu yana İstanbul’da herhangi
siyasî ya da dinî bir sorunla karşılaşmadan yaşamlarını sürdürdüklerini
belirtmektedir. Ayrıca müellif, Ermeni patriğine devlet tarafından tanınan
haklarla, Ermeni milletinin tüm sorunlarının çözüme kavuşturulduğunu
aktarmaktadır. Bir başka seyahatnamede de benzer ifadeler yer almaktadır. XIX.
yüzyılın başlarında Mısır ve Kudüs’e gidip, gördüklerini kaleme alan William
Rae Wilson, İzmir’de bir Rum gencinin, Müslüman bir gencin etkisiyle önce
Müslümanlığı seçtiğini ancak daha sonra bunun acele alınmış bir karar olduğuna
kanaat getirip, İslâm’dan vazgeçtiğini, ardından tekrar Hıristiyan olup-
olmayacağını öğrenmek için büyük bir rahatlıkla kadıya gittiğini hikâye eder.
Rum gence kadı tarafından baskı yapılmadığını aktaran Willson, gencin
Hıristiyanlıkta karar kıldığını ve bu süreçten sonra herhangi bir olumsuzluğun
yaşanmadığına dikkat çeker.
Neticede şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki ne Osmanlı Devleti’nin
ne de Osmanlı bürokratlarının, XIX. yüzyılda gayr-ı Müslimler üzerinde baskı
kurduğunu veya gayr-ı müslim tebea ile kavgalı bir halde olduğunu söylemek
mümkün görünmemektedir.
0 yorum:
Yorum Gönder