31 Mart 2017 Cuma

Ebû Ömer b. Dâvûd Yazdı: Sınav

Ebû Ömer b. Dâvûd
Eskiden sınav kelimesi yerine imtihan derdik. Gençler arasındaki kullanımına bakınca sınav kelimesi oldukça kabul görmüş durumda. İmtihanı artık çoğunlukla ahirette vereceğimiz hesap için kullanıyoruz. İnşaallah imtihanlarımız kolay geçsin.

Mekke’de Dört Hanif

Arş. Gör Emine Peköz
      “Kureyşliler Kâbe’nin duvarlarını yükseltip üzerini bir tavanla örttükten sonra, onu tâzim için örtüsünün her sene yenilenmesi hususunda birbirleriyle yardımlaşıyorlardı. Onu tavaf ediyorlar, yanında istiğfarda bulunuyorlar ve orada Allah’ı zikrediyorlardı. Bununla birlikte putları da tâzim ediyorlar, kurbanlarında ve bütün dinî fiillerinde onları Allah’a ortak koşuyorlardı. Yine bir bayramda Zeyd bin Amr bin Nüfeyl, Varaka bin Nevfel, Osman bin el-Huveyris, Ubeydullah bin Cahş’tan oluşan bir grup, Kureyşliler putların yanında kurban keserken onları izliyorlardı. Bir ara bu dört kişi diğerlerinden uzakta baş başa kaldıklarında birbirlerine, “Birbirinize dost olun, herkes birbirini gizlesin ve korusun.” dediler. İçlerinden biri, “Biliyorsunuz; Allah’a yemin olsun ki, kavmimiz doğru yolda değildir. İbrahim’in dininden ayrıldılar; şimdi ona muhalefet ediyorlar. Ne zarar ne de fayda verme gücüne sahip olmayan puta tapılmaz. Kendimize yeni bir din arayalım” dedi. Bunun üzerine her biri yeni bir din aramak üzere seyahate çıktılar. Yahudiler, Hıristiyanlar ve İbrahim’in dini olan Hanif dini mensuplarıyla irtibat kurdular…” (İbn İshâk-es-Sîre)

Ebû Ömer b. Dâvûd Yazdı: Susmak

Ebû Ömer b. Dâvûd
Yaklaşık yirmi beş yıldır ders anlatırım. Beni iyi dinleyen ve benim de kendilerini dinlemekten zevk aldığım birçok öğrencim oldu. Bazı öğrenciler ise dinlemek için değil dinlenmek için, konuşmak için değil zaman geçirmek ve hocaların sabır sınırını zorlamak için üniversiteye geliyor. Son zamanlarda bazı öğrencilerin tavrı kuşak çatışması sürecine girdiğimi ihsan ettiriyor. Siz ders anlatmak için kafa patlatırken öğrencinin karşınızda mesajlaşması, telefonuyla oynaması, sizi dinlemek yerine yanındakilerle konuşması, lakaytlığı, vurdumduymazlığı, hatta saygı sınırlarını zorlayan tutumu bu neslin mensuplarını çoğu için oldukça olağan davranışlar galiba… Önemli olan diplomayı almak. Öğrenmek ise zaman israfından başka bir şey değil. Bazı öğrenciler her şeyi biliyor olarak gelirken, bazıları ise her şeye kayıtsız… Bu durumda susmak gerekmez mi? Konuşmanın öneminin olmadığı yerde en iyi iletişim yolu susmak değil de nedir?

30 Mart 2017 Perşembe

Balkan Hatırası-II

Prof. Dr. Mehmet Azimli
Sabahtan akşama kadar yol aldık. Yollarda Tito’nun “12 saat çalış, 12 saat her şey serbest” usulüyle yaptırttığı tren yolları hatlarını, tünelleri ve köprüleri izledik. Bosna devletinden Sırp özel bölgesine, Hırvatistan’a, oradan Karadağ devletine oradan da Arnavutluk’a geçtik. Yani bir günde 5 devlet görmüş olduk. Adriyatik sahilindeki Kotor ve kalesini gezdik. Kaledeki yer işaretleri arasındaki “Baruthane” levhası ilgi çekiciydi.

İslâm ve Şehir III: Medine

Prof. Dr. Adnan Demircan
Şehrin asıl adı Yesrib’dir.[1] Medine adı şehir manasına gelen bir cins ismidir ve Buhl’un ifadesine göre Arami dilinden alınmadır.[2] Yesrib adı Kuran’da bir defa geçer.[3]

29 Mart 2017 Çarşamba

Ebû Ömer b. Dâvûd Yazdı: Seçim

Ebû Ömer b. Dâvûd
Hayat seçimlerle geçen bir süreçtir. Hayatımız boyunca sürekli alternatifli seçeneklerle karşılaşıyor, bunlardan birini seçiyoruz. Bazen seçtiklerimiz kendisini bize dayatır, seçeneklerden biri kendisini seçmemizi mecbur kılar. Seçmek, bilinç işidir. Ama bilinçsizce de yapılabilen bir eylemdir.

Adalet ve Erdemin Tecellisi Olarak Hikmet

Prof. Dr. Bayram Ali Çetinkaya[1]
Devletlerin temelleri adalet üzerine kuruludur. Adalet de hikmetin gücüyle gerçekleşen erdemdir. Zulmün karşıtı olarak hak ve hukukun gerçekleşmesi adaletin varlığıyla sağlama alınır.

28 Mart 2017 Salı

İslâm Tarihinin Ana Kaynakları ve Müracaat Eserleri

Prof. Dr. Âdem APAK*
Hadîs, rivayet ve dirayetten meydana gelir.[1]Hadîsler; âdâb, haber, görüş ve hükümler şeklinde Hz. Peygamber’den (sav) rivayet edilen sözler olup, Hz. Peygamber’den (sav) aktarım şeklindeki rivayet yoluyla bize ulaşmıştır. Öyle ki hadîsi sahabe Hz. Peygamber’den (sav) rivayette bulunmuş, ardından haleflerine iletmiş, söz konusu nesil de kendilerini takip edenlere aktarmış, nesilden nesile intikal ederek sonuçta tedvin edenlere kadar varmıştır. Hadîsin muttasıl olması gereken bir senedi vardır; buna göre her bir ravinin rivayette bulunduğu kimseyi bilmesi gerekir. Aynı şekilde seneddeki bütün şahısların, yani ravilerin tamamının iman, doğruluk, ilim ve ahlâka sahip olduğu düşünülen sika/güvenilir kimseler olması şarttır.

26 Mart 2017 Pazar

Ebû Ömer b. Dâvûd Yazdı: Dil

Ebû Ömer b. Dâvûd
 İnsanoğlu, geçmişiyle ilgili merakını tatmin etmek için her yıl binlerce araştırma yapmaya ve tezleri ileri sürmeye devam etmektedir. Dillerin nasıl oluştuğu sorusu da araştırılan ve açıklanmaya çalışılan konulardan biri. Dinlerin bu konudaki açıklamaları ile ilim adamlarının açıklamaları genellikle birbirinden farklı. Hangisinin senaryosunun doğru olduğunu kesin olarak ispat edecek karine yok elimizde. Doğrusunu Allah bilir, diyerek biz de düşündüklerimizi paylaşalım.

25 Mart 2017 Cumartesi

Balkan Hatırası-I

Prof. Dr. Mehmet Azimli[1]
Mavi Kelebek 
Saraybosna’ya inince otele giderken Sırplar tarafından ateş sonucu harap olan evleri, kurşun ve top izlerinden eleğe dönmüş duvarları izleyerek yakınlardaki Ahmeçi köyüne gittik. Bu köyde Hırvatlar tarafından 116 kişi yakılarak katledilmiş. Bölge kendilerine emanet edilmiş olan İngiliz askerleri, olaydan tam 48 saat sonra sadece fotoğraf çekmeye gelmişler ve birbirine kaynamış cenazeleri ayırmışlar. Bosna bizi bu görüntü ile karşıladı.

24 Mart 2017 Cuma

Ebû Ömer b. Dâvûd Yazdı: Biat

Ebû Ömer b. Dâvûd
Biat, bir çeşit anlaşma ve akit olarak İslâm tarihinin ilk dönemlerinden itibaren karşımıza çıkmaktadır. Arapların “beyʻa”, bizim ise farkında olmadan “kilise” anlamına da gelebilecek şekilde “biat” olarak telaffuz ettiğimiz kavramın daha eskilerde de bilindiğini, hatta ticarî bir kavram olarak Mekkelilerin ve Arapların gündelik hayatlarında çokça kullandıkları bir kavram olduğunu ifade etmeliyiz.

23 Mart 2017 Perşembe

İslâm ve Şehir II: Mekke

Prof. Dr. Adnan Demircan
 Mekke şehrinin bulunduğu bölgede, çok eski zamanlarda Amalika, Ad ve Semud kavimlerinin kalıntısı olan Cürhümlüler oturmaktaydı. Bunların büyük bir kısmı uğradıkları bir afet nedeniyle helak olmuşlardı. Hz. İbrahim, cariyesi Hacer ile oğlu İsmail’i buraya getirdi.[1] Hacer, hayatta kalan bu Cürhümlüler’le birlikte Mekke’nin bulunduğu yere yerleşti.

21 Mart 2017 Salı

Göç-II

Prof. Dr. Mehmet Azimli

Göç ve Medeniyet İlişkisi

Dünyanın en meşhur Tarih felsefecisi Tonybee, bugüne kadar 27 medeniyeti tespit etmiştir. Bu medeniyetlerin hemen hemen hepsi, hatta en eskileri göçlerin olduğu kıtalarda muhacir ırklara aittir. Yerlilerin ise bir varlık gösterdikleri görülmemiştir. Kızılderililer Amerika’da asırlar boyu silahla mücehhez oldukları halde bir medeniyet kuramamışlardır. Oysa Avrupa’nın köle satıcıları, gangsterleri ve fahişeleri Amerika’ya göç ettiler ve bugünkü medeniyeti kurdular. Böylece anlıyoruz ki, hicret tarih boyunca yeni kültürlerin, yeni medeniyetlerin oluşmasında baş etkenlerden biridir.[1]

Anadolu Ruhu

 Bilindiği gibi Anadolu sürekli göç alan bir bölgedir. Anadolu’daki bitmek bilmeyen enerjik yapı göçlerden dolayıdır. Buraya göç eden her grup tutunma çabasındadır. Kırsal ağırlıklı “Anadolu Kaplanları” ve çoğu hukuksal boşluktan dolayı batan kar ortaklığı (Kombassan, Adese, Yimpaş)şirketleri gibi oluşumlar bunun örnekleridir.
Hala da öyledir. Son vatanını kaybetme korkusu yaşar herkes. Onun için Vatan duygusu en yüksek toplumların başında gelir. Bu da yoğun bir  enerji oluşturur. Çalışır, üretir, tutunur. Bu her ırktan toplanan topluluğun önceliği burayı elde tutma ve burada yaşayabilmedir. İmparatorluk bakiyesi toplumların genel dramıdır bu. Fakat ilginç bir enerji üretir.

Almancı Ruhu

Türkiye’den elinde valizle Almanya’ya gelmiş ve buralarda tutunma çabasındaki insanların başarı hikayeleri tam bir göç-medeniyet ilişkisi bağlamında değerlendirilmelidir. En ağır işlerde çalışan birinci neslin torunları şu anda en önemli işleri yapabilme pozisyonuna geldiler. Bir örnek aktarmak istiyorum; Maraba olarak getirtilmiş bir işçinin temiz gayretleri ile okumuş ve bir yerlere gelmiş çocukları. Oğulun biri uluslararası aranan bir bilgisayar uzmanı ki; Amerika’ya gittiğinde evinde açık unuttuğu perdeleri, oradan bilgisayar aracılığı ile kapatabilecek kadar işi ilerletmiş. Diğeri Almanya’da büyük devasa binalar yapan bir mühendis. Bir diğeri ise dünyada hukuk denilince akla ilk gelen bu ülkede hukuk alanında yüksek lisans yapmış. Sonuçta bunları gören Alman komşuları; “Siz böyle okuyorsunuz da çöpleri kim toplayacak?” diyormuş. Alman zihin yapısının göçmenlere bakışı.[2]

İstanbul Ruhu

İstanbuldaki zenginlere soralım; Nereliler? Koç Ankara’lı, Sabancı Adanalı. Köken olarak eskiden beri İstanbul’lu olan bir kimse var mı? Hemen herkes Muhacir. Ancak bu şehir Türkiye’nin motoru. Muhacirlik zor ve sancılı bir süreç. Fakat aynı zamanda büyük bir nimet. Tarihte neredeyse bütün büyük siyasi-iktisadi organizasyonları muhacirler kurmuş, devşirmeler sürdürmüş! Hicret olmadan, medeniyet olmuyor. Bursa ile Balıkesir’i karşılaştırın. Gelişmişlik farkını hicrette bulacaksınız.

Suriye-Irak Ruhu

Hepimiz Suriye ve Iraklıların Avrupa’ya gidiş macerasını izliyoruz, kimse onları durduramıyor. Ölümü göze alan insan kazanır. Bu enerjiyle Avrupa birliğindeki 28 ülke başedemedi. Türkiye’ye bir çok tavizler verip işi durdurabildi. Esasen bu enerji kullanılabilirse çok önemli bir kazançtır. Nitekim Kanada Başbakanı Justin Trudeau, Dünya Ekonomik Formu’ndaki konuşmasında “göçmenler ekonomik geleceğimiz” şeklindeki sözü bunun kanıtıdır. [3] Batı gibi tembelleşen toplumlara karşı göçmenler önemli bir ilaçtır. İngiltere, Hintliler, Fransa Mağribliler, Almanya ise Türkler ile bu boşluğu doldurdu.  Ancak tam randımanlı kullanılamazsa bu nüfus beladır. Toplumları karıştıran ve her zaman sorun üreten bir durum ortaya çıkarır. [4]
Türkiye’deki Suriyeli ve Iraklı göçmenlerin de iyi organize edilirse kazanç sağlayacağını düşünüyoruz. Değilse tam tersine toplumsal felaketlere sebep de olabilir. Göçmen ruhu iyi analiz edilir ve bu insanların topluma adaptasyonu sağlanırsa bundan çok büyük kazançlar çıkması mümkündür ve tecrübeyle de sabittir. Sonuç olarak göçler toplumsal dinamizm sağlarken, toplumu da iyi bir şekilde dönüştürmesi mümkündür.
Nitekim Türkiye’deki göçmenler çok sorun üretmeyen, daha düşük ücretle çalışan, yakıp-yıkmayan, neredeyse hiçbir vukuat çıkarmayan gruplar arasına girmiştir. Konya emniyet müdürü aynen şöyle diyor; “Konya'da 63 bin civarı Suriyeli vatandaş kayıt altına alınmış durumda. Suriyelilerin karıştığı 10 tane olay var, 7'sinde Suriyeliler mağdur durumda. Bunun altını çizmek gerek”.[5]
Esasen bu veri, bu insanların topluma problemsiz bir şekilde katılma arzularını gösteren bir durumdur. Bu suistimal edilmemelidir. Yine Konya’da sigortasız bir şekilde düşük ücretlerle çalıştırıldıkları haberleri gelmektedir. İşte tehlike buradadır. Bu suistimaller artarsa karşılıklı güven bozucu durumlar isyan ve kargaşayı tetikler.

Sonuç

Göç etmiş insanlar yerliler gibi olmaz. Onlar bu yeni yerde tutunma arzusu ile bir telaş, bir çaba ve kendini kabullendirme arzusu hat safhadadır. Bu sebeple coşkulu, atılgan, girişken olmaları doğaldır. Onların bu özellikleri toplumsal gelişmelerde önplana çıkmalarına dolayısıyla medeniyetin gelişiminde öncü olmalarına sebep olur. Akademik olmayan bu tabirimi hoş görün “cırmalanır” tırnaklarıyla tutunur. Muhacirlerin Ensar’ı geçmelerinin sebebi budur.
Bu gün Avrupa’da, Amerika’da önplanda duran, atak davranan insanların çoğu, kökleri itibariyle sonradan göçmüş, atalarının kaybedecek bir şeyi olmayan dolayısıyla yerlilerden daha fazla çalışıp kazanım elde etmeye çalışan insanların çocuklarının oluşturduğunu görmemiz mümkündür.
Türkiye’deki Kürt nufusunun bu kadar dinamik olmasının temel sebepleri de göç olayı olmalıdır. 90’lı yıllarda gerek terör gerekse de teröre karşı düşünülen köy boşaltmalar sebebiyle bir şekilde  yerlerinden edilmiş bu insanların şehirlerde tutunma çabaları diğer azınlıklara göre seslerinin çok çıkmasını sağlamıştır. Bunun sebeplerinden biri de göç olmalıdır.
Göç eden insan dünya görüşünü genişletir ve bir hareket kazanır. Muhacirlerin dünya görüşü hem geniş, hem dinamiktir. Bir yerde çakılıp kalan yerlinin ise, tersine dünya görüşü donuklaşmış ve daralmıştır. Bu dar ve donmuş dünya görüşlerinden medeniyet kurmak imkânsızdır. Avrupa, o donukluğu sürdürseydi içinde bulunduğu durumdan nasıl kurtulacaktı? Denizcilikteki keşifler, Asya’ya gidiş Avrupa’nın ufkunu açtı. Yunan’ı zayıflatan neydi? Kuşkusuz sığınaklarda kalmak, etrafı çevrili sitelerde yaşamaya alışmak. Yunanlılar bu statikliğe öyle alışmışlardı ki, kendilerinden olmayanı barbar diye adlandırıyorlardı. Kendi yerlerine, yörelerine gösterdikleri aşırı bağlılık, onları dünyadan tecrit etti, çevrelerini daralttı ve giderek dünya görüşleri geriledi.[6]
Sonuçta iyiden mükemmele gitmenin yolu, doğru insanlardan geçiyor. Eğer otobüse doğru insanları bindirip, yanlış insanları indirip, herkesi oturması gereken yere oturtabilirsek, o zaman otobüsü mükemmel bir yere doğru nasıl götüreceğimizi saptayabiliriz. Bu cümlede doğru kelimesi yerine hünerli kelimesini koyabiliriz.[7]




[1] Bkz. Toynbee, Tecrübelerim, çev. Şaban Bıyıklı, İstanbul 2005.
[2]  Mehmet Azimli, Benim Gözümle -Coğrafyalar-, İstanbul 2015.
[3] http://www.timeturk.com/kanada-basbakani-gocmenler-ekonomik-gelecegimiz/haber-114817
[4] Bu konuda yapılan önemli bir alan çalışması için bkz. Ahmet Koyuncu, Kentin Yeni Misafirleri, Konya 2014.
[5] http://www.konyapol.com/2561-konya-polisi-kac-dakikada-olay-yerine-geliyor-suriyeliler-kac-olaya-karisti-yeni-tedes-nereye-kurulacak.html
[6] https://mehmetselvi.wordpress.com/2011/03/16/hicret-1-dr-ali-seriati/
[7] Mustafa Özel, Anlayış Dergisi, sayı 84, 2010.

19 Mart 2017 Pazar

Emevîler Dönemi Fetih Hareketleri

Prof. Dr. Adem APAK

 GİRİŞ

İslâm tarihinde Muaviye b. Ebû Süfyan’ın Hz. Hasan’dan halîfeliği devralmasıyla başlayıp Mervan b. Muhammed’in öldürülmesine kadar geçen döneme Emevî Asrı adı verilir. Gerek Hz. Peygamber (sav) devrinde yaşamış sahâbe ile ondan sonraki nesil arasında bir zaman köprüsü olması, gerekse bu süreçte meydana gelen hadiselerin Müslümanların zihninde derin izler bırakmış olması sebebiyle, Emevîler dönemi İslâm tarihinin üzerinde en fazla tartışma yapılan dönemini teşkil eder.

18 Mart 2017 Cumartesi

Göç-I

Prof. Dr. Mehmet Azimli
 “Medeniyetler bir göç sonucu oluşur” şeklindeki bir kabulü, düşünce adamları söylerler. Bu tesbit çok iddialı da olsa gerçeği yansıttığı yadsınamaz. Çünkü tarihin derinliklerinden bu tarafa kurulan medeniyetler ele alındığında bu gerçeklik görülebilmektedir.
Bu gerçekliğin esas sebebi göç eden insanların yeni vatanlarında tutunma arzusu olmalıdır. Yerleşik hayata geçmiş rahat insanlar çok sakin hareket ederler. Doğrusu tabir yerindeyse “tuzu kuru” olan bu insanların çok çabalamasına gerek yoktur. Onlar alacaklarını almışlar, ellerindeki ile yaşamanın tadına varmaya çalışmaktadırlar. Bu sebeple toplumsal gelişmelerde ellerindekini kaybetmeme arzusuyla geri planda kalırlar.[1] Şimdi tarihte göç sonucu medeniyetler oluşturmuş bazı örnekler üzerinden kanaatimizi netleştirmek istiyoruz.

Medeniyet Oluşturan Göçler

    İlk Çağ

Hititler, Kafkaslardan Orta Anadolu'ya Milattan önce ikibin yıllarında gelip Orta Anadolu’ya yerleştiler ve MÖ. 1400’lerde imparatorluk haline dönüşüp  tarihin ilk yazılı antlaşması olarak bilinen “Kadeş Antlaşması”nı MÖ. 1296’da Mısırlılar ile yaptılar. Ancak MÖ. 1200’lerde bu sefer batıdan gelen göçler sebebiyle zayıflarken, Doğudan gelen Asurlularca MÖ. 700’lerde yıkıldılar.[2]
Ege tarafından göçlerle gelen Frigler, Anadolu'da MÖ. 800’lerde devletleşseler de yine Kafkaslardan gelen Kimmerlerin baskısı ile zayıflayıp Persler tarafından yıkıldılar. Lidyalılar da MÖ. 1200'lerde bir göç sonucu Anadolu’ya gelmiş ve Ege bölgesinde medeniyet kurmuşlardır ve tarihin ilk parasını basmışlardır.[3] Yine Batı Anadolu’ya Yunanistan’dan göçen İyonyalılar burada bir medeniyet kurmuşlardır. Ticari yollara hakim olup kolonici faaliyetlerde bulunmuşlardır. Asya kökenli bir kavim olarak Doğu Anadolu’ya gelen Hurriler Urartu devletini kurmuşlardır. MÖ. 600’lerde yıkılmışlardır. Onların medeniyet göstergeleri Van civarında bulunmaktadır.[4] Yahudiler göçmen bir ırktır. Önce Hz. İbrahim ile başlayan bu süreç Mısır’dan göçle tamamlanan maceraları sonrası Hz. Davut ve Hz. Süleyman döneminde büyük bir yapılanmaya şahit olunur.

Orta Çağ
    Hicret

İslam medeniyeti zorunlu bir göç ile başlamıştır. Buna hicret diyoruz. Medine’ye gelen Muhacirler çok azınlıkta iken sonraları Ensar geri planda kalmış, her işte Muhacirler önplana çıkmak durumunda kalınmıştır. Ensar yerleşik hayatı olup, bağı ve bahçesi ile uğraşırken, Muhacirler yeni yerlerinde tutunma çabası ile yoğun bir mesai harcamışlardır. Pazarı ele geçirmiş, ticareti yürütmüş, savaşlarda ön planda yer almışlardır.
Amenu-iman ettiler, Haceru-hicret ettiler, Cahedu-savaştılar[5] gibi kelimelerin ardı ardına gelmesi bir tesadüf değildir. Bunda belli bir amaç var. Karar verme, göç etme ve gayret etmeyi anlatmaktadır. İşte biz de tam bunu diyoruz. Göç eden çaba sarfeder. Uğraşır, çırpınır, tutunmaya çalışır. Dünyanın yasası ise şudur; çalışan kazanır, uğraşan başarılı olur.
Tarih hicret eden kavimlerin iyi haberlerini verir, ama yerlerinde kalanlardan aynı haberleri vermez. Yerli, sükûn halinde olduğu için zaaf içindedir. Sükûn, zaaf ve hareketin aksi belirtileri ve kudret ve güçtür. Muhacir (hicret eden) hareketli ve atak olduğu için güç ve kudret sahibidir.[6]

    Endülüs-Sicilya

Endülüs’te 9 asır, Sicilya’da 4 asır parlak medeniyetler kuran Müslümanlar öncesi buralarda çok medeni bir yapılanma göremiyoruz.[7] Ancak bu tarihlerden itibaren buralarda müthiş bir medeniyet görüyoruz.[8] Doğudan getirdikleri teknikleri burada buldukları kadim Yunan kültürüyle mezcedip yeni bir medeniyet ürünü ortaya koyarak batının aydınlık çağa geçmesine sebep olmuşlardır.

     Türkler

“Ortaçağ’ın en önemli göçü Türk göçleridir” dersek abartı olmaz. At üzerinde Anadolu, İran, Suriye, Irak ve Balkanlara yerleşen bu insanlar, kısa sürede adeta çadırdan imparatorluğa diyebileceğimiz bir devasa devlet kurdular. 28 adet vassal devletin kendine bağlı olduğu Selçukluların medeniyete katkılarını burada saymakla bitiremeyiz.
Bu bağlamda Türkler, son bin yılın devlet kurucu göçmenleridir. XV. Asra geldiğimizde dünyadaki dört büyük Müslüman devletin hepsi de Türktür ve muhacir olarak gelip devlet kurmuşlardır. Osmanlı, Memluk, Safevi ve Babürlüler.

Yeni Çağ

    Osmanlı ve Yeniçerilik

Tarihin neredeyse bütün büyük ölçekli ve uzun ömürlü organizasyonları muhacirlerin eseridir. Muhacirler kurar, devşirmeler devam ettirir. Osmanlı askeri sisteminin belkemiğini Yeniçeri ocağı oluşturur ve yaklaşık 5 asır boyunca Osmanlı’nın başarılarına önemli bir katkısı vardır. Bu ocak genel olarak yabancı insanlardan oluşurdu. Yahudi, Trabzon Rumları, Rus, Çingene, Gürcü, Kürt, Arap, Acemler, Türkçe bilenler ve İstanbul’a gelip gidenler ocağa alınmazdı.[9]
Niye yeniçeri bunlar dışında oluşturuluyor? Devlet biliyor bunların gayretli çalışacağını, arkasını kimseye dayayamayan yetimlerden büyük iş çıkaracağını. Dünyayı bu gün yetimler yönetiyor. Putin bir yetim, Obama babasız büyümüş. Bunlara herşeyi yaptırabilirsiniz. Ancak çevresi olanlara herkes karışır, iş yaptırtmaz.[10]
Önemli işler yapacaksanız yakın çevremizde bir yerlere bağlantılı kişiler bulundurmamamız gerekmektedir. Bu sebeple iş çıkartacak kişileri uzaktan devşirilmek zorunda kalınır. Çin tarihinin en büyük amirali, Müslüman Türk bir devşirme olan Zheng He’dir ve çok ünlü biridir. Bu gün Coca Cola’nın başında da bugün aynı şekilde bir Müslüman Türk olan Muhtar Kent bulunmaktadır. Bu dev şirket kendi ailesinden birini bulamamış da bunu görevlendirmiş? Doğrusu devşirme her zaman büyük iş görür. Bu sebeple bu gün ABD ordusunun erat tabakasının önemli bölümü yabancıdır. Buna lejyoner de denilebilir.
Devşirmelerden hakkıyla yararlanabilmek için temel kıstas nesnelliktir. Yani onlara ilkeli, tarafsız davranmalısınız. Kabiliyet ve gayretleri ölçüsünde yükselip düşmelidirler. Çağdaş işletme yönetiminde de “eleman devşirme” anlayışı farklı değildir. Yirminci yüzyılın ilk yarısına damgasını vuran Taylor felsefesinin özü şudur: Personeli gelişi güzel değil, hüner derecelerini yansıtacak bilimsel bir seçimle işe alın. Sonra kendi başlarına bırakmayıp eğitin, öğretin, geliştirin. Max Weber de her tür organizasyonda işe alımların liyakat ilkesine göre yapılması gerektiğini söyler: kayırmacı olmayın; insanları size yakınlıklarına göre değil, hüner, bilgi ve tecrübelerine göre işe alın.”[11]

    Vezirler

Osmanlı’yı niye devşirmeler yönetmiştir? Sorusu çok önemlidir. Bildiğimiz kadarıyla 60 kadar Arnavut 13 tane Boşnak, önemli oranda Gürcü vezir bulunmaktadır. Türkler genelde vezir olmuyorlar. Çok nadir Nevşehirli İbrahim Paşa gibi. Hep göç etmiş ve yabancılar yapılıyor. Çünkü yerliler doymuş insanlardır. Uğraşmazlar. Ama yabancı biri başarmak zorundadır. Dahası Osmanlı bu gerçeği bildiği için Türklük adeta aşağılanan bir şeydi  ve “etrakı bi idrak”  şeklinde algılanıyordu. Yönetimi genelde hep göçmenler hakim oldu ve yürüttü. Atatürk’ün “ne mutlu Türküm diyene”  sözünü niye söylediğinin sebeplerini burada aramak gerekir.[12] Değilse bu kadar ırkların karıştığı bir Anadolu devletinin kurucusu olarak böyle bir safkan ırkçılık saikiyle söyleyebileceğini zannetmiyorum. Bu olsa olsa Osmanlı’daki yerleşik düzenin artık yeni devlette yürümeyeceğine karşı motto şeklinde söylenmiş önemli bir tepki olmalıdır.

    Amerika

Bu günkü dünyanın en öncü toplumu olan Amerika’nın bir göç olayı üzerine kurulduğunu belirtmeliyiz. Gerek beyazların gerekse de siyahların ilginç bir başarı hikayesidir. Avrupa’nın Endülüs’ten bu yana yüzyıllardır göç alan bir toplum olduğunu belirtmeye gerek yoktur. Endülüs’teki kalifiye insanların tersine bir göç ile Avrupa içine de taşındıklarını biliyoruz. Avrupa’nın ilerlemesinde bunları göz önüne almak gerekir.




[1] Bkz. Sosyoloji Divanı, (göç dosyası), Konya, 2015.
[2] Bu konularla ilgili bkz. İslam Ansiklopedisi ilgili maddeler.
[3] http://www.munise.org/ilk-parayi-romalilar-mi-yoksa-lidyalilar-mi-bulmustur/
[4] Friedrich-Karl Kıenitz, Büyük Sancağın Gölgesinde, çev. Seyfettin Halit Kakınç, byy, trz, 18.
[5] Enfal, 72.
[6] https://mehmetselvi.wordpress.com/2011/03/16/hicret-1-dr-ali-seriati/
[7] Bkz. Mehmet Özdemir, Endülüs Müslümanları, Ankara, 2012.
[8] Bkz. Mehmet Azimli, Tarih Okumaları, Ankara 2016, 81-106.
[9] Erol Özbilgen, Adab-ı Osmaniyye, İstanbul 2003, 241; ayrıca bkz. Hans Dernschwam, İstanbul ve Anadolu’ya Seyahat Günlüğü, Çev. Yaşar Önen, Ankara 1987, 88.
[10] Serdar Özdemir: Osmanlı Devleti’nde Devşirme Sistemi, 2008, s. 63.
[11] Mustafa Özel, Anlayış Dergisi, sayı 84. 2010
[12] Gündüz Vassaf, 40 Yıl Önce 40 Yıl Sonra,  İstanbul 2006, 267.

17 Mart 2017 Cuma

Tarihî Anlatımlarda Istılâh Karmaşasına Dair Muhtasar Bir Yaklaşım

Doç. Dr. Cahit Külekçi
Yazımızdaki Anahtar Kelimeler: Dîvân, hakemlik, yalancı peygamberlik, Hanîflik, seriyye ve gazve, kısas.
Deli- divâne nitelemesinden yola çıkılarak, Hz. Ömer döneminde oluşturulduğu ifade edilen dîvân teşkilâtının, sonraki yıllarda geçirdiği evrelerle birlikte kurumun çok daha karmaşık bir hâle bürünmesi, ele almayı planladığımız yazıyla doğrudan ilgisi bulunmamaktadır. Yine de anılan teşkilât mevzumuzun, bir köşesinden dolaylı da olsa, dâhili sayılabilir. Takdîr edileceği üzere Hz. Ömer dönemindeki bir kurumu izah ederken kullanılan terim/ ıstılah, örneğin Gazneliler, Selçuklular dönemlerinde çok farklı alanlara inhisâr edilebilmektedir. Hâkezâ Osmanlılar dönemindeki divân-ı hümâyûn ile de bu mevzu delillendirilebilir. Misâlen; ‘Evdeki divana uzandım.’ cümlesindeki divan, ‘Evrâk-ı metrukeyi dîvâna sevk u irsâl buyurdular, efendim!’ hükmündeki dîvân, ‘Dîvâne âşık gibi, dolaşirum yollarda…’ türküsündeki dîvân…
Tam da burada mevzumuzun esâsına rücu‘ etmek istediğimizden mezkûr bahsi sıçratarak sözü  ‘hakem’lere getirmek istiyoruz. Istılâh, her ne kadar aracı olan, hüküm veren, karar veren, ihtilafları sonlandıran vb. anlamlarına getirilmeye çalışılsa da hakem denildiğinde, denildiği döneme bağlı olarak neyin anlaşıldığını tartışmak ve ıstılahı bu surette kullanmak gerekmektedir. Ancak böyle bir teşebbüs, kısıtlı yazım sahamıza dar geleceğinden…
Resûlullah’ın (as), bi’setten önceki hayatına dair kısa kısa da olsa izlenimler aktaran müelliflerin, Kâbe’nin yeniden inşâ edilme sürecinde, diğerlerine göre çok daha siyah olduğu nakledilen bir taşın yerine konulmasına da bahis ayırdıkları görülmektedir. İbn İshâk meseleyi açıkladığı bahsi ‘Resûlullah’ın (as) Taşı Yerine Koyması’ şeklinde izah etmeye çalışırken, İbn Hişâm da benzer şekilde taşın yerine konulmasındaki ihtilaflara atıfta bulunmaktadır. Başlıklandırmaların sonraki dönemlerde yapıldığı kabul edilse dahi, gerek müelliflerin, gerekse muhakkiklerin meseleye, o dönemde kullanımda olan ve o dönemin insanlarının zihninde şekil bulan ‘hakemlik’ten farklı baktıkları ortadadır. Ya da biz farklı baktıklarını düşünmekteyiz.
Dönemin şartları içerisinde hakemlerin, ihtilafları çözen unsurlar olduklarını kabul etmekle beraber, hakemlerin ihtilaflı tarafların yanına gelmesi ile ihtilaflı tarafların hakemin yanına gitmesi arasında bir paradoks oluşturmakta da ısrarlıyız. Nitekim karşıt bir görüş öne sürerek meselenin halli tarafında bulunmak istemekteyiz. Herhangi bir konuda karar yahut görüş bildirilmesi, her hâl u şartta Resûlullah’ın (as) veya bir başkasının ‘hakem’ olmasını mı gerektirmektedir? İhtilafın bir şekilde giderilmiş olmasından yola çıkılarak, olası bir karmaşaya son vermek de mi aynı tanımla içinde değerlendirilmelidir? Beklenmeyen bir mesele çıkmıştır ve el-Emîn sıfatına mazhar Resûlullah (as) da bu meseleyi gayet zekice bir yöntemle nihayetlendirmiştir. Bu son cümle, İslâm öncesi hakemlik kurumunun tarifini içermekte midir? Şeybe b. Hâşim’in yakın akrabası Harb b. Ümeyye ile birlikte yaşadıkları sorun bağlamında Hz. Ömer’in dedesi, Nüfeyl b. Abdiluzza’nın konumuna ne isim verilecektir? Haşim b. Abdimenaf ile amcası Ümeyye arasında cereyan ettiği nakledilen hadise bağlamında, o dönemde hakem adı verilen bir kâhine gidilmesi de ayrı bir sorunu teşkil etmeyecek midir? İslâm öncesinde, kâhinlere/ arrâfelere hakem deniliyorsa ve bir ihtilaf durumunda o gelmiyor da ona gidiliyorsa, siyah taşın yerine konmasında ortaya çıkan meseleyi çözene de hakem denmesi, bu bağlam muvâcehesinde kendi içerisinde bir tutarsızlık değil midir? İslâm sonrası dönemde söz konusu kavramın, dîvân teşkilâtında olduğu gibi muhteviyatında değişim yaşandığını da ayrıca, önemle, ısrarla vurgulamak istiyoruz.
Yukarıda zikrettiğimiz ve cevabını da merak ettiğimiz soruları öteleyerek, söylerken dilimizi üzen ama belki çok da farkında olmadığımız ‘yalancı peygamberler (!)’ tamlamasına değinmek istiyoruz. Peygamberlerin ‘ismet’ sıfatına sahip oldukları düşünüldüğünde, ‘yalancı’ sıfatıyla kurulan tamlamanın ne kadar da tuhaf olduğu anlaşılacaktır. ‘Efendim biz onu kastetmiyoruz!’ anlamında bir cümlenin akıllardan geçmesini muhtemel gördüğümüzden, kastetmediğinizi neden beyân ediyorsunuz o halde, şeklinde bir itiraz geliştireceğimizi de peşinen belirtelim. [Kastetmek, bileşik fiilinin yazımı için ayrıca bkz. http://www.tdk.gov.tr/]
Resûlullah (as) vefât etmeden önce de varlıkları bilinen bu tip insanların, bilhassa Hz. Ebû Bekr’in hilâfeti döneminde, hem siyasî- sosyal hem de dinî çerçevede ciddi sorunlara yol açtıkları bilinmektedir. İrtidâd başlığı altında incelenen konunun bir bölümünü teşkil eden bu bahis, herhalde kısa bir şekilde ifade edilmeye çalışıldığından bu şekilde telaffuz edilmektedir. Oysa konu ‘Peygamberlik İddiası ile Ortaya Çıkan Ne İdüğü Belirsiz İnsanlar’ şeklinde başlıklandırılsa, az önce sözünü ettiğimiz tutarsız durum ortadan kalkmış olacaktır. Lakin akademik bir üslûbun bu tarzda başlıklandırmaya teveccüh etmemesi gerektiğini kabul ettiğimizden, yalancı peygamberler ifadesinin ‘Peygamberlik İddiası İle Ortaya Çıkanlar’ şeklinde kısaltılması mümkün görünmektedir.
Hakemlik ve yalancı peygamberlik mevzusunu bu şekilde vuzuha kavuşturduğumuzu düşünürken, bu kez de ‘hanîf’liğe dikkat çekmek istemişizdir. İslâm öncesi dönemde putlara tapmayan, müşriklerin kestiği hayvanların etinden yemeyen, câhiliye âdetlerine değer vermeyen ve kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesine şiddetle karşı çıkanlara hanîf deniyorsa, bu dönemde yaşamlarını sürdüren Hristiyan ya da Yahudi diye kime/ kimlere denmektedir? Şöyle değiştirelim suâlimizi, Hz. İbrâhim’in (as) dinine mensubiyet söz konusu ise, bir din kendinden önceki dinin hükümlerini nesh ediyorsa, Yahudilik ve Hristiyanlık da hanîflikten sonra gelmişse, bu durumda hanîfliğin en azından iki kere nesh edilmiş olması gerekmiyor muydu? Yoksa hanîflik, tevhîd temelli tüm dinleri içine alan bir çerçeveye mi sahipti?
Siz Hz. İbrahim’in (as) Yahudi ya da Hristiyan olduğunu mu tartışmaya açacaksınız? ‘Yoksa siz, İbrahim de, İsmail de, İshak da, Yakup da ve torunları da hep Yahudi ve Hristiyan idiler mi demek istiyorsunuz?’ [Bakara Sûresi, 140] Gerçek şu ki ‘İbrahim, ne Yahudi, ne de Hristiyan’dı; fakat o, Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir ‘Müslüman’dı, müşriklerden de değildi.’ [Âl-i İmrân Sûresi, 67] Üstelik ‘iman edenler, Yahudiler, Hristiyanlar ve Sabiîler, bunlardan her kim Allah'a ve ahiret gününe gerçekten iman eder ve sâlih amel işlerse elbette Rabbleri katında bunların ecirleri vardır, bunlara bir korku yoktur, bunlar mahzun da olacak değillerdir.’ [Bakara Sûresi, 62]
Şu halde hanîflik terimini, Hz. İbrahim (as) zamanındaki anlamıyla açık bir şekilde ‘din’ olarak tanımlayabilirken, İslâm öncesi dönem için bunu ancak toplumsal bir davranış şekli olarak görmek gerekmektedir. Değilse Yahudiler, Hristiyanlar ve/ veya son dine mensup olanlardan farklı bir dinî topluluk olarak görmek, kanaatimizce hakîkatı yansıtmayacaktır. Zira hanîfliği başlayıp- biten bir sistem olarak değerlendirmemekteyiz. Çünkü iman etmenin dünü-bugünü yoktur. Her dönemde imanla ilgili söylemler aynîlik taşır. Hanîfliği de bu bağlamda anlamlandırmak gerekmektedir. Bu meseleyi elbette birkaç paragrafta toparlamamız mümkün değildir. En azından, tevhide dâir söylemlerin her dönemde var olduğunu ifade edip, derhâl cümlemizi nihayetlendirelim.
Yazımızın başlığı bağlamında seriyye- gazve terimleri üzerinde de kısaca fikir yürütmek istiyoruz. Klasik olarak seriyye; Resûlullah’ın (as) katılmadığı, gazve de Resûlullah’ın (as) katıldığı savaşlar olarak tanımlanmaktadır. Belki de yaklaşım olarak çok sorun içermeyen bu tanımlamaların derûnunda bazı farklılıkların olduğu müşâhede edilmektedir. Ya Mu‘te Savaşı’nı savaştan saymıyoruz ya da Zâtu’s-Selâsil’i. Savaş hazırlıkları yapan Üsâme b. Zeyd’in ordusunu da sanırım görmezlikten geliyoruz. Seriyyeleri bizzat Resûlullah’ın (as) komuta etmesi gibi bir durum söz konusu olmadığı gibi her gazveye Resûlullah’ın (as) iştirâk ettiğini söylemek de mümkün değildir. Zaten böyle bir tanımlama efrâdını câmî, ağyârını mâni olmamıştır. Şu halde seriyyeyi, genelde istihbârat ve belki kısmen tebliğ amacı güden, çatışma üzerine binâ edilmemiş, Resûlullah’ın (as) katılmadığı küçük askerî operasyonlar şeklinde tanımlayabiliriz. Gazveyi de Resûlullah’ın (as) bizzat komuta ettiği veya komutan tayin ettiği, çatışma ihtimali de olan büyük askerî harekât biçiminde değerlendirebiliriz.
Son olarak… Kısasa kısas, üst düzeyde bir anlatım bozukluğu içerir. Göze, cana, kana kısas olur ama kısasa kısas olamaz. İlgililerin dikkatine sunulur efendiler!
Şu ya da bu şekilde, öyle ya da böyle, geçmişten günümüze akıp gelen bazı kavramların telaffuz biçimini, muhteviyatını yeniden düzenlememiz gerekmektedir. Bu yazımızda biz ‘Bak, bak nasıl da yanlışlar yapıyorlar!’ gibi bir izlenim vermek, kalem kavgalarına neden olmak istemediğimizi en iyi Allah bilmektedir. Tüm çabamız, literatürün yeniden, günün şartlarına uygun ama bağlamından da koparmadan, ciddiyetle tekrar ele alınmasına vurgu yapmaktan başka bir şey değildir. Gerçi şunu da belirtmeliyiz, son dönemlerde te’lîf edilen eserlerde bu hususlara azamî derecede dikkat edilmeye başlanmıştır. Temennimiz bu türden olan çalışmaların sayılarının hızla artmasıdır.

Not: Bir kısım talebemin, elbet sizin de bir yazım yanlışınızı bulacağız, o günler de gelecek, şeklinde görüş beyân etmelerini sevgi ve şefkat dolu bakışlarla karşılıyorum. Talebemin kendisini yetiştirerek, fikir üretiyor olması beni zelîl değil vezîr eder. Belki bir başka yazımızda da ‘vezîr’lik konusunu ele almalıyız ama şunu önemle belirteyim, hata yapmadığımızı/ yapmayacağımızı düşünmek ciddi itikadî sorunlara yol açar. Kanaatimiz kesinlikle bu yöndedir.

Hz. Peygamber’in Doğumu Sırasında Meydana Gelen Olağanüstü Hadiseler (Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi Özelinde)

Prof. Dr. Adnan Demircan
 Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde Hz. Peygamber’in doğum tarihi hakkında bazı bilgiler nakledilir. Buna göre Büyük İskender’in vefatından 882 yıl sonra 12 Rebîlevvel pazartesi gecesi dünyaya gelmiştir. Bu tarih Nisan ayının yirmisine tesadüf eder.

15 Mart 2017 Çarşamba

Araplarda Sosyal, Siyasi Ekonomik ve Kültürel Hayat

Prof. Dr. Adem APAK
Arapların İslâm öncesi devirleri genel olarak câhiliyye dönemi olarak adlandırılır. Bu kelime “chl” kötünden türetilmiş olup, eski sözlüklerde ilmin zıddı olan “bilgisizlik” anlamı verilmiştir. Bu durumda câhiliyye çağı “bilgisizlik çağı” anlamına gelir. Çağdaş araştırmacılar ise bu kavrama başka bir anlam yüklemektedirler. Onlara göre eski Arap şiirinde cehl, ilmin zıddı olarak kullanılmakla birlikte bu, kelimenin ikinci anlamıdır. Birinci anlamına göre cahil azgın, arzularının esiri, şiddet taraftarı ve sabırsız kişidir. Bu şekilde cehl kelimesi ilmin değil, hilmin karşıtı olmaktadır. Dolayısıyla cahillikten bilgisizlik değil, bildiği halde kasten bilgisizce hareket kastedilmektedir. Zira İslâm öncesi dönemdeki Arapların hayatları ve faaliyetleri incelendiğinde onların çevrelerinde yaşayan insanlardan akıl ve bilgi potansiyeli yönünden daha ileride olduğunu gösteren pek çok delil bulmak mümkündür. [1]

Ebû Ömer b. Dâvûd Yazdı: Ticaret

Ebû Ömer b. Dâvûd
  Hz. Peygamber’in doğup büyüdüğü ve Peygamber olduğu Mekke’nin yer aldığı Hicaz bölgesi bu dönemde ticarî faaliyetlerin olduğu önemli bir bölgedir. Mekke’de meskûn olan Kureyş kabilesi İslâm’ın zuhuru döneminde hem Hicaz ticaretinde, hem de ticarî malların Yemen ile Hicaz arasında taşınmasında aktif olan bir kabileydi. Kur’an’ın yaz ve kış seferleri olarak bahsettiği ticari seferler, sayıları binlerle ifade edilen develerle yapılırdı. Söz konusu dönemde kabileler birer siyasi kurum olarak hâkim oldukları bölgelere başkasının girmesine rıza göstermezlerdi.

İslam ve Şehir I

Prof. Dr. Adnan Demircan[1]
İslam’dan önce Araplar arasında şehirleşme yok denecek kadar azdı. İslamiyet’in doğduğu Hicaz bölgesinde Mekke, Medine, Taif gibi birkaç şehrin dışında genellikle bedevi hayat yaşanmaktaydı.
Şüphesiz ortaçağda şehirler, medeniyetin inkişaf ettiği yerler olmuş, köyler ise tarımsal istihsalin sağlandığı yerler olarak kalmıştır. Halife, devlet görevlileri, saray mensupları, vali ve vezirlerin bulunduğu yerlerde zenginlik ve refahın bulunması kaçınılmazdı. Basra, Bağdat, Şam, Fustat, Kahire, Kayravan, Kurtuba, Gırnata gibi şehirlerin gelişmesinde en etkin faktör bu olmuştur.[2]
Kuran-ı Kerimde şehircilik ya da şehirleşme ile ilgili bir ayet bulunmamaktadır. Ancak Hz. Peygamberin hadislerinde ve uygulamalarında şehirciliğe taalluk eden pek çok hususu tespit edebiliyoruz O, işlek yolun genişliği hakkında ihtilaf edilmesi halinde yedi zira yapılmasını söylemiştir.[3] Tespit edebildiğimiz bir diğer hadis, hem çevrenin korunması hem de kişilerin birbirlerinin haklarına saygı duymalarına işaret eden “Kuyunun çevresinin 40 zira olmasına işaret eden hadistir.[4]
Hz. Peygamberin bir hadisi de şöyledir: "Kim yeterinden fazla binayı yüksek tutarsa, kıyamet gününde onu boynunda taşımakla yükümlü kılınacaktır."[5]
Muaz b. Enes'ten nakledilen bir hadis ise şöyledir: "Her kim haksızlık yapmayarak ya da tecavüzde bulunmayarak bir bina yaparsa ve yahut haksızlık yapmayarak ve tecavüzde bulunmayarak bir ağaç dikerse, Rahman'ın yaratıkları, ondan yararlandığı müddetçe bu, onun için kesilmeyen bir ecir olur."[6]
Amr b. Hureys(r)'dan, "Medine'ye geldim, (malımı) kardeşimle paylaştım. Bunun üzerine Said b. Zeyd şöyle dedi: Peygamber (s) şöyle buyurdu: Arazi ve eve yatırılmayan, arazi ve ev parasında bereket (ve hayır) yoktur."[7]
I-III/VII-IX. asırlarda İslam şehirlerinin fiziki yapısı hakkında Doktora tezi hazırlayan Y. Can, şehircilik ile ilgili hadislerin yok denecek kadar az olduğunu söyledikten sonra yukarıda zikrettiğimiz, ihtilaf halinde yolun yedi zira olması hakkındaki hadis ile, sahihliği biraz şüpheli olduğunu söylediği şehirlerde ikamet etme hakkında söylendiği ifade edilen bir hadise rastlayabildiğini belirtmektedir.[8] Onun tespitine göre İslam dini şehircilik konusunda oldukça suskun kalmış, bununla birlikte getirdiği düşünce sistemi ve hayat anlayışı ile şehirlerin fiziki yapısını önemli ölçüde etkilemiştir.[9]
Esasen Resulullah(s) dönemi incelendiğinde şehirciliğe taalluk eden birçok düzenlemenin yapıldığını söylemek mümkün olacaktır. Bu düzenlemelerden birisi, ileride de bahsedeceğimiz gibi, Hz. Peygamberin Medine’ye gidişinden kısa bir süre sonra şehrin sınırlarını haram bölge ilan etmesidir. Ayrıca Medine topraklarının bir kısmı koruma altına alınmış; burada ağaç kesmek ve avlanmak yasaklanmıştır. Hz. Peygamberin bu uygulaması, günümüzde yeni yeni önem kazanan çevrenin korunması ve şehirlerde yeşil alanların koruma altına alınarak artırılması anlayışıyla paralellik arz etmektedir. Resulullah(s)’in ağaç dikilmesini teşvik etmesi de şüphesiz çevrenin yeşillendirilmesine katkıda bulunan bir eylemdir. O, ağaç dikimini teşvik etmek için, “Her kim ağaç dikerse, onun için ağaçtan hâsıl olan ürün miktarınca Allah sevap yazar.”[10], “Elinizde bir fidan varsa, kıyamet kopmaya başlasa bile, eğer dikecek vaktiniz varsa mutlaka dikiniz.”[11]
Resulullah(s) döneminde el-Gabe fidanlığı Medineliler tarafından mesire yeri olarak kullanılmaktaydı.[12] Hz. Peygamber, “Kim buradan bir ağaç kesecek olursa, onun karşılığı olmak üzere bir ağaç diksin.” buyurmuştur.[13]
Hz. Peygamberin üzerinde durduğu en önemli hususlardan biri de temizliktir. Bunun için durgun suya işenilmemesini ve gusül abdesti alınmamasını tavsiye etmiştir.[14] O, böylece umumun menfaatine kullanılan suların temiz tutulmasını emretmiştir. Hatta kuyunun çevresinin 40 zira’ olması gerektiğini ifade eden hadis, Hz. Peygamberin, toplumun yararına kullanılan kuyuların rahat bir şekilde kullanılabilmesi için düzenleme yaptığını göstermektedir. Ayrıca kuyu sularının temiz tutulmasına yönelik bir tedbir olarak da hayvan ağıllarının 40 zira’dan daha yakına yapılmaması belirtilmiştir.[15] Hz. Peygamber, yolların temiz tutulması için de “Yolların temiz tutulması sadakadır.”[16] buyurmaktadır.
Öte yandan Hz. Peygamber, gittiği birçok yerde mescidler inşa etmiştir. İslam tarihinde mescidin fonksiyonu göz önüne alınırsa, bir mescid inşa etmenin şehircilik için önemi anlaşılır.
Resulullah(s)’İn şehircilik faaliyeti olarak değerlendirilebilecek uygulamalardan birisi de Medine’de kurduğu çarşıdır.[17]
Hz. Peygamberin Medine’ye hicretinden sonra inşa edilen mescid aynı zamanda bir eğitim kurumu olarak kullanılmış,[18] mescidin bir bölümü olan ve Suffe ashabının[19] konakladıkları yer de hem bir eğitim merkezi hem de bir otel yahut misafirhane vazifesi görmüştür. Resulullah’ın mescidinin eğitim kurumu olarak kullanılması, İslam dünyasında camilerin bu amaç doğrultusunda kullanılması geleneğini geliştirmiş ve daha sonraki devirlerde camiler bu alanda önemli merkezler olmuştur.
Daha sonraki dönemlerde mescidlerin yanına medreseler inşa edilerek mescid- medrese ilişkisi tarih boyunca devam ettirilmiştir.[20]
Şehircilik faaliyetlerinden biri de spor müsabakalarının yapılabileceği alanlar tahsis edilmesidir.
Hz. Peygamber(s), arsa üretiminde de bulunmuş ve Medine’de Muhacirlere arsalar dağıtarak ev yapanlara yardımcı olmuştur.[21]
Öte yandan evlerin geniş planlı yapılmasına da işaret edilmiş, “Evin kötülüğü darlığıdır.” buyrulmuştur.[22] Kurtuluşun nasıl olacağını soran Ukbe b. Amir’e Hz. Peygamber, “Diline hâkim ol, evini genişlet, hatalarına da ağla (tövbe et).” cevabını vermiştir.[23] Hz. Peygamberin, “Ya Rabbi! Günahımı affet, evimi genişlet, rızkımı mübarek kıl.” şeklinde dua ettiği de rivayet edilmiştir.[24] Bir başka rivayette Hz. Peygamberin evin darlığının kötülüğüne işaret ettiği nakledilir: “Âdemoğlunun şekaveti üç şeydendir: Kötü hanım, kötü mesken ve kötü binek.”[25] Diğer taraftan tuvaletlerin kıbleye doğru inşa edilmemesine, banyo ve mutfakların muhafazalı yerlere yapılmasına, komşunun mahremini görecek şekilde pencereler konulmamasına, halkı rahatsız edecek kötü kokuların önüne geçilmesine, sadeliğe hiç şüphesiz dikkat olunacaktır.[26] Bunlardan başka evin planına taalluk edebilecek birçok fiili ve kavli sünnet de mevcuttur.[27]
Üzerinde durulan hususlardan birisi de ihtiyaç fazlası evlerin yapılmamasıdır. Hz. Peygamberin, “Kişinin ihtiyacı haricindeki her bina sırtında vebaldir.”[28], “Allah bir kuluna kötülük murad edince malını binaya infak ettirir.”[29] buyurduğu rivayet edilmiştir.
Hz. Peygamberin bina inşa ederken komşunun hakkına tecavüz edilmemesine de işaret ettiği nakledilmiştir: “İnşa edeceğin binanın boyunu komşunun binasından daha yüksek yapma, böylece onun rüzgârına mani olursun. Ayrıca komşunu pencerenden çıkan kokuyla da rahatsız etme, ona da bir miktar gönder.”[30]
Hz. Ömer de Basra ve Kufe şehirlerini kurarken caddelerin genişliği için gerekli tedbirleri almış ve şehrin ana caddelerini 60 zira’, ara caddeleri 20 zira’, sokakları da 7 zira’ genişlikte tutulmuştur. Ayrıca kabileleri birbirinden ayıran sınırların ortasında, ölülerine mezar yapmak, hayvanlarını bağlamak için geniş alanlar bırakmışlar ve evlerini bitiştirmemişlerdir.[31]
Müslümanların çok erken dönemde başlattıkları fetih hareketiyle birlikte şehir kurma faaliyetleri de başladı. Bunu Müslümanların fethedilen şehirlerde, kendilerine yabancı olarak bakacak yerli halkın mukavemetiyle yüz yüze bir azınlık olarak yaşamak istememelerine bağlamak[32] yeterli bir açıklama olmasa gerek. Kaldı ki Müslümanlar, fethettikleri her yerde şehirler kurmuş değillerdi. Bunun için şehirlerin kuruluşunun temelinde bazı askeri ve siyasi mülahazaların göz önüne alınmış olabileceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Müslümanların hızlı bir şekilde şehir kurma faaliyetlerine girişmelerinin altında siyasi, askeri, ekonomik ve kültürel pek çok sebebin bulunduğu da belirtilmiştir.[33] Fethedilen bölgeyi elde tutmak, oraya hükmetmek, askeri ikmal noktaları tesis etmek, vergi ve ganimetleri toplamak için fethedilen topraklar üzerinde şehirler kurmak gerekmiştir. Hepsinden de önemlisi İslam’ı bir bütün olarak yaşayabilmek, öğrenebilmek ve öğretebilmek içinde belirli iskân yerlerine ihtiyaç duyulmuştur.[34] Hz. Ömer’in, Müslüman fatihleri ayrı şehirlere yerleştirerek fetih ruhunun ölmesine ve ekseriyeti bedevilikten hadariliğe geçiş aşamasında olan Arapların diğer milletlerle karışarak büyük sosyal sorunların doğmasına engel olduğunu görüyoruz. Ayrıca ilk kurulan şehirlerin daha çok askeri kamp olarak düşünülmüş olması, şehir kurma fikrinin temelinde askeri sebeplerin olduğunu da hatırlatmaktadır.
Sonraki dönemlerde görülen, İslam memleketlerinde idareyi ele geçiren her hanedanının kendine yeni bir başkent seçme geleneği,[35] otoritelerini tesis etme yolunda karşılarına çıkabilecek engellerden ve muhaliflerinden gelebilecek zararlardan kurtulma amacına yönelik olmalıdır.



[1] Bu yazı, 1987-1988 öğretim yılında Yüksek Lisans ödevi olarak hazırlanmıştır.
[2] C. Zeydan, İslam Medeniyeti Tarihi, Çev.: Z. Meğamiz, İstanbul 1972, II, 289.
[3] Buhari, Sahih, İstanbul 1401/1981, Mezalim 29; ayrıca bk. Muslim, Sahih. İstanbul 1401/1981, Musakat 144; Tirmizi, Sunen, İstanbul 1401/1981, Ahkâm, 30; İbn Mace, Sunen, İstanbul 1401/1981, Ahkâm 16; Ebu Davud, Sunen, İstanbul 1401/1981, Ahkâm 20; Akdıye 31; Ahmed b. Hanbel, Musned, İstanbul 1402/1982, I, 235, 303, 313, 317; III, 228, 429, 466, 474, 495; V,327.
[4] Ahmed b. Hanbel, II, 494; Darimi, Musned, İstanbul 1401/1981, Buyu’ 8.
[5] Taberani, Mu'cemu'l-Kebir (Rudani, II, 317 [4588]).
[6] Ahmed b. Hanbel; Taberani, Mu'cemu'l-Kebir (Rudani, II, 317 [4589])
[7] Ahmed b. Hanbel (Rudani, II, 317 [4590])
[8] Y. Can, “H. I-III./ M. VII-IX. Y.Y. İslam Şehri”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Samsun 1992, VI, 112.
[9] Can, s. 112.
[10] Ahmed b. Hanbel, V, 415.
[11] Ebu Davud, Edeb 162.
[12] A. Şafak, “İslam Hukuku Açısından Şehircilik ve Aile Meskeni Problemi”, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Erzurum 1982, V, s. 8.
[13] Şafak, s. 8
[14] Buhari, Vudu’ 68; Tirmizi, Tahare 51; İbn Mace, Tahare 25; Ebu Davud, Tahare 49; Nesai, Gusul 29; Ahmed b. Hanbel, II, 241
[15] İbn Mace, Ruhun 22.
[16] Buhari, Mezalim 24; Ebu Davud, Edeb 163.
[17] Bk. Semhudi, II, 747 v.d.
[18] Geniş bilgi için bk. A. Çelebi, İslam’da Eğitim-Öğretim Tarihi, Çev.: A. Yardım, İstanbul 1983, s. 97-98; A. Önkal, Asr-ı Saadet’te Mescidin Fonksiyonu, s. 2 (Daktilo edilmiş nüsha); Z. Kazıcı, Ana Hatları İle İslam Eğitim Tarihi, İstanbul 1983, s. 23-24.
[19] Ashab-ı Suffa hakkında geniş bilgi için bk. M. Baktır, İslam’da İlk Eğitim Müessesesi Suffa Ashabı, İstanbul 1984, s. 47 v.d.
[20] A. Şafak, s. 5.
[21] Şafak, s. 13; İ. Canan, Hz. Peygamber’in Sünnetinde Terbiye, İstanbul 1991,s. 421.
[22] Hâkim, el-Mustedrek, II, 162.
[23] Tirmizi, Zuhd 61.
[24] Ahmed b. Hannbel, IV, 63.
[25] Buhari, Nikâh 18; Muslim, Selam 115.
[26] Şafak, s. 14.
[27] Geniş bilgi için bk. İ. Canan, s. 422 v.d.
[28] Ebu Davud, Edeb 160; Krş. Canan, s. 451.
[29] Buhari, İsti’zan 53.
[30] Heysemi, Mecma’u'z-Zeva’id, VIII, 165.
[31] Maverdi, el-Ahkamu’s-Sultaniyye, Çev. A. Şafak, İstanbul 1976, s. 201.
[32] H. İ. Hasan, Dini, Siyasi, Kültürel, Sosyal İslam Tarihi, Çev.:Heyet, İstanbul 1985-6, VI, 296.
[33] Y. Can, s. 111.
[34] Can, s. 111.
[35] H. İ. Hasan, III, 190.

Yazarlar