Prof. Dr. Adnan Demircan [1]
Müslümanlar için her meşru savaş mukaddestir. Dünyevi gaye ve
maksatlarla çıkılan şeri bir savaş yoktur. Şayet harb meşru değilse bu, iç
savaş, ihanet savaşı veya bir muahadenin bozulması v.s. gibi bir günah teşkil
eder.[2] Müslümanların kendi aralarında savaş yapmaları
yasaklanmıştır. İbn Haldun bir sosyolog gözü ile savaşı, kabile hayatı ile
başlayarak devam ede gelen insan topluluklarının tabiatında olan bir şey olarak
görmektedir. Bununla birlikte o, yalnız cihad ve başkaldırıları ezmek için
savaş yapmanın gerekli olduğunu ifade eder.[3]
Sahih kitaplarda rivayet edilen şu hadis, İslam'ın savaşa nasıl
baktığını gösterir.: "Birisi Hz. Peygamber'e, "Savaşanların hangisi
Allah yolundadır?" diye sordu. O da şöyle cevap verdi: "Sadece Allah
kelamının yüceltilmesi için savaşan!"[4]
Harp esnasında yalnız savaşa gidenler arasında vuruşma olurken, sivil
halkın öldürülmediği ve onlara zarar verilmediği görülür.[5]
Araplar, İslam'dan önce Bedevi bir hayat yaşadıklarından askerlik
açısından belirli bir nizama ve intizama uymuyorlardı. Arap kabileleri savaşa
süvari ve piyade olarak giderler; ok, mızrak, kılıç gibi silahlar kullanırlardı[6] Araplar arasında kabile çatışması türünden birçok
savaşlar yapıldığı halde, gerçek anlamda bir ordu mevcut değildi. Kabile
fertlerinin hepsi birer asker olarak savaşa katılırlardı.
İslamiyet'in doğduğu yıllarda da düzenli bir ordu teşkilatı yoktu. İlk Müslümanlar,
kendilerini savaşa sevk eden inanç ve fikirlerinden dolayı, birer asker olarak
kabul edilebilir. Buna göre muhacirler ilk askerleri teşkil eder, ilk İslam
komutanı da Hz. Muhammed’dir.[7]
İslam'ın ilk dönemlerinde "asker toplama" ve "celp"
işi kabileler eliyle yapılırdı. kabile başkanlarına müracaat edilir ve onların muvafakatiyle,
kabile fertleri gönüllü yazılırdı. Medine'de dışarıya karşı cihad halinde
"kardeşleştirme" işlemi adeti. Müdafaa harbi söz konusu ise herkes
buna iştirak ediyordu. Fakat dış sefer halinde karşılıklı olarak kendilerini
kardeş telakki eden iki kişiden biri sefere çıkıyor, diğeri evinde kalarak
kendi evinin ve manevi kardeşinin aile mensuplarının ihtiyaçlarını temin
ediyordu.[8]
Bedir savaşı ile diğer savaşlarda hastabakıcı, aşçı v.s. şeklinde de
olsa kadınlara görev verilmiştir. Daha sonraki dönemlerde çok sayıdaki kadın
savaşçıya rastlıyoruz[9]
İlk defa Hz. Ömer'in emriyle önemli bir adım atılarak askeri divanlar
oluşturuldu[10] Ancak ilk zamanlarda bu divanların adı
"Divanu'l-Ceyş" şeklinde değildir.[11] Hz. Ömer bu divanlarda Müslümanlara maaş bağlarken şu
tehlikeyi göz önünde bulunduruyordu: İslam orduları Irak, Suriye, Filistin ve
Mısır bölgelerini fethe muktedir oldukları zaman askerler bu bölgelerde
kendileri için tesis edilen askeri ordugahlarda kaldılar ve ziraatla uğraşmaya,
servetler ve araziler edinmeye koyuldular. Böylece askerlikten uzaklaştılar ve
sahip oldukları askeri ruh kayboldu. Bu tehlikenin farkına varan Hz. Ömer,
onların Allah yolunda cihadla meşgul olmalarını emretti, askerlerin ve
ailelerinin ihtiyaçlarını karşılamayı garanti ederek onlara yıllık maaşlar
bağladı.[12]
Hz. Ömer'in başlattığı askeri teşkilatlanmayı Emeviler
tamamlamışlardır. Ancak devletin temelleri sağmamlaşıp durum lehlerine istikrar
kazanınca müslümanlar harplerden vazgeçtiler ve cihadı terkettiler.[13] Halk savaşa gitmemek için ortada bir neden görmemeye
başlayınca[14] Abdülmelik b. Mervan mecburi askerlik sistemini
getirdi.[15]
İslamiyet'in ilk yayılma yıllarında ordu tamamen müslüman Araplar'dan
meydana gelmiştir.[16] Bu durum Emevi fetihlerinin büyük boyutlar
kazanmasına kadar böyle devam etmiştir. Ancak Kuzey Afrika ve Endülüs'e
girdikten sonra Arap ordusu Berberiler'den büyük ölçüde yardım almıştır.[17]
Abbasi devleti İranlılar'ın yardımıyla kurulunca, Arap ordusuna
nüfuzlarını devletin hemen her kademeside hissettiren İran unsuru karışmıştır.[18]
Mevalinin İslam ordusunda rolü oldukça büyük olmuştur. İslamiyet'i
kabul eden ve ırk yönünden Arap olmayan bu askerlerin Emeviler zamanında güçler
arttı. Çoğunlukla Horasan ve Asya menşe'li olan bu askerler, Arap askerlerinin
yanında çarpıştıkları halde, maaşları ve ganimetlerden aldıkları pay
Araplar'ınkindoen azdı. Bunlar, dini ve sosyal yönden olduğu kadar ekonomik
yönden de Araplar'la eşit olmak istiyorlardı. Üstelik geçmişte üstün kültüre
sahip olma ve imparatorluklar kurmuş olma şuuru ile Araplar'ın kendilerini
hakir görmelerine dayanamaz olmuşlardı. Bu durum ırk esasına değer veren
Emeviler'e karşı, muhasım bir ortam meydana getirmiştir. Bilindiği gibi,
gerçekten 132/750'de Emevhi haedanını yıkan ve halifeliğe Abbasi hanedanını
yükselten bir hareketin kaynağı Horasan askerlerinin zaferi ile sonuçlanmıştır.[19]
II. Abbasi halifesi Mansur zamanında İslam askerleri Yemenli
Kahtaniler, Hicaz ve Necdli Adnaniler, Horasanlı Farisi unsurlardan meydana
geliyordu.[20] Mu'tasım halifeliğe gelince (218/833) devletinin
muhafazası için kuvvetli bir ordunun gerektiğini düşündü. Bu gaye ile çok
sayıda Türk'ü askere aldı; çünkü annesi Türk asıllıydı. Sarayının muhafazasında
Türkler'den kurduğu muhafız kıtalarını görevlendirdi ve en büyük devlet
görevlerini Türkler'e verdi. Büyük vilayetlerin valiliklerine onları getirdi.
Her hususta Arap ve İranlılar'a karşı Türkler'i tercih etti. Diğer tomutanlar,
hassaten Araplar bunu çekemediler, kıskançlık ve haset nefislerini kapladı.
türkler'den kurtulmak için faaliyetlere başladılar ve me'mun'un oğlu Abbas'ı
halifelik için harekete geçmeye sürüklediler. Ancak Mu'tasım bu komplo ve
kurulan tuzakları tesirsiz hale getirip Abbas'ı öldürdü.[21]
334/946 yılından itibaren Abbasi devletinde nüfuzu eelerine geçiren
Buveyhiler zamanında, ordunun çoğunluğunu oluşturan ve mu'tasım döneminden beri
büyük bir nüfuz sahibi olan Türkler'le Buveyhiler'in mensup olduğu ve
otoritelerini yerleştirme için destek sağladıkları Deylemliler arasında rekabet
baş gösterdi. Bu durumu hiseden Mu'izzuddevle, oğlu Bahtiyar'a Deylemliler'e
karşı durumu idare etmesini ve Türkler'e de iyi davranmasını tavsiye etmiştir.[22]
Mu'tasım ve öbür halifelerin muhafız ordusunu ve genel ordunun muharip
gücünü Türk asker ve komutanlarından teşkil etmiştir.[23]
Aaasi ordusu nizami ordu veya diğer adıyla murtezika ve gönüllüler olma
üzee iki gruptan meydana geliyordu. Halife'nin, muhafız kıtaları yanında,
onlara nazaran daha az önemli işleri yapan saray askerleri vardı. Bunlara daha
sonra "candar= zaptiye) adı verilmiştir. Ayrıca iç oğlanlarından meydana
gelen bir başka grup vardır ki, bunlar sarayda yetiştirilirler, harp
sanatlarında eğitilirler, rüşt çağına geldiklerinde komutan yaveri olarak tayin
edilirlerdi.[24]
Genel olarak Abbasi kara ordusu şu beş kuvvetten meydana gelmektedir:
1. Başkentte buluan ve doğrudan doğruya halifeye bağlı olan muhafız
kuvveti.
2. Büyük devlet adamlarının maiyetinde bulunan kuvvetler.
3. Vilayetlerde bulunan kuvvetler.
4. Avasım ve suğur adı verilen hudut garnizonlarında bulunan kuvvetler.
Abbasi ordusunu oluşturan başlıca askeri sinifları şöylece
sıralayabiliriz:
1. Piyadeler,
2. Süvariler,
3. Okçular,
4. Mancınıkçılar,
5. Neftçiler ve Doğu'dan Yunanlılar'a geçmiş ve "Grek ateşi"
olarak adlandırılmış olan ateşi kullanan ateşçiler,
6. Debbabe ve Dab araçlarını kullanan zırhlı birlikler,
7. Sapancılar,
Abbasi ordusu seyyar hastanelerle techiz edilir; hasta ve yaralılar,
develerin taşıdığı mahfeller üzerinde taşınırdı. Abbasiler, askerlik alaında
casusluk teşkilatına da önem vermişler ve bu hususta hem erkek hem de kadın
casuslar kullanmışlardı. Bu casuslar, haber toplayıp kendi devletlerine iletmek
için, tüccar, doktor ve diğer meslek erbabı kılığına girerek komşu ülkelere
giderlerdi.[27]
Mısır'da Ahmed b. Tulun Sudanlılar, Nubeliler ve Rumlar'dan meydana
gelen güçlü bir ordu kurdu. İbn Tulun zamanında Mısır ordusu mevcudunun 100.000
kişiye ulaştığı söylenmiştir.[28]
İhşidliler zamanında mevcudu 400.000 savaşçıya ulaşan ordusu sayesinde
Mısır, emniyet ve huzur içindeydi. İhşid'in sarayının dolup taştığı özel
muhafızları ve köleleri sayının dışındadır ki bunların sayısı da 8.000
civarındaydı.[29]
Zengiler zamanında (521-629/1127-1222) İslam dünyasının en gelişmiş
ordusu, İmadeddin Zengi'nin çalışmaları sayesinde mükemmel bir duruma gelmiş
Zengi ordusuydu. Hanedanın kurucusu İmaduddin Zengi (521-541/1127-1146),
Suriye, Cezire ve Musul'daki birbirleriyle mücadele eden mahalli müslüman
hanedanları ortadan kaldırarak onları Haçlılar'a karşı koyacak tek bir İslami
cephede birleştirmek için ordunun geliştirilmesine büyük önem vermişti.
İmaduddin Zengi'nin ordusu, Horasanlılar, Haçlılar'a karşı giriştiği savaşlarda
yardıma çağırdığı Türkmenler ve Suriyeli askerlerden teşekkül ediyordu.
İmaduddin Zengi, Hama halkından da asker toplamış, özel muhafız kıtalarının
onlardan kurmuştu. Bu birlikler, maaşlı askerler yanında gönüllüleri oe içine
alıyordu. İmaduddin Zengi, Haçlı tehliksiyle karşı karşıya olan bölgelerde
mecburi askerlik sistemini uygulamaya koymuştur.[30]
Ordu
Komutanlığı
Yukarıda da geçtiği gibi İslam'ın ilk dönemlerinde Hz. Peygamber aynı
zamanda ordu komutanlığı görevini icra etmiştir. Hz. Peygamber, bizzat sefere
katılmayacaksa yerine başkasını komutan olarak tayin ederdi. Eski İslam
ordusunda hiçbir zaman ayrıca vazifeli bir din adamı bulunmamıştır. Zira
"imamet" komutanın vazifesi, hatta imtiyazı idi.[31]
Hicreti takip eden yıllardan itibaren Resulullah(s), Medine'yi ne zaman
bir sefer için terketse, yerine bir vekil tayin ederdi.[32]
Müslüman komutanlar, askere iyi muaele etmeye dikkat ediyorlar;
disiplini bozanları veya fethedilen bölge halklarına kötü davranışta
bulunanları ise şiddetle cezalandırıyorlardı. Bizzat halifeye itaat gibi
komutana da itaat gerekirdi. Çünkü komutan halifenin vekili kabul edilir; namaz
kıldırmada halifeyi temsil ederdi. Harplerin bitmesinden sonra komutanların
görevi; askerin işine bakmak, onları eğitimle harbe hazırlamak, silahlarını
ikmal etmekten ibarettir. Birkaç komutan bir araya gelinceye, halife onlardan
birini askere namazlarda imamlık yapmak üzere seçerdi ki, bu durumda tayin
edilen bu komutan, komutanların komutanı yani başkomutan sıfatını kazanırdı.[33]
Hz. Peygamber zamanında ordu mensupları arasındaki ihtilaflar bizzat
kendisi tarafından veya tayin ettiği komutanlar tarafından çözülürdü. Hz. Ömer zamanında
ise askeri birliklere birer hâkim (Kadi'l-Cund) tayin edilmeye başlandı. Bu
teşkilat Emeviler zamanında da devam etmiştir. Irak valisi Haccac'ın
komutanlarından Eş'as, askeri birliklerine Hasan b. Ebi Hasan'ı askeri kadı
olarak tayin etmişti.[34]
Rütbeler
Cahiliyye devrinde Araplar'ın askeri olmadığı gibi askeri rütbeler de
mevcut değildi. Kabile reisi savaş veya başka bir nedenle bir grup göndereceği
zaman bu grubun başına birini vekil tayin ederdi. BUnlara "menkıb"
adı verilirdi. Menkıbten sonra "arif" rütbesi gelirdi. Menkğb beş
arife, arif de on veya daha fazla adama komuta ederdi.[35]
İslam'ın ilk dönemlerinde cahiliyye devrinden intial eden bu rütbeler
kullanılmıştır. Dahah sonraları her arifin komutasına 20, 30 veya 40 nefer
verilmiştir. Arifler üzerine "Umerau"l-İsba" adı verilen
komutanlar tayin edilirdi. Emeviler zamanında yukarıdaki rütbelerde çok az
değişiklikler yapılmıştır.[36]
Abbasiler devleti zamanında her 10.000 askerin başında bir
"emir", her 1.000 askerin başında bir "kaid", her 100 askerin
başında bir "nakib", her 10 askerin başında bir "arif"
bulunrdu.[37]
Abbasiler zamanında asker, silah ve techizatına göre birkaç sınıfa
ayrılıyordu. Süvari sınıfı "harbiye" adını alıyor, Arap asıllı olup
mızraklarla techiz edilmiş süvarilerden meydana geliyordu.[38]
Ordu işlerini yürüten iki meclis vardı. Bunların birincisi
"meclisu"t-takrir" adını taşıyor ve askerin maaşlarını
belirliyor, ilgililere ödenme zamanını tespit işlerine bakıyordu. Bu iki
meclis, hassa ordusu, askeri hizmet ordusu ve vilayetler ordusu meclisi gibi
ordu içinde belirli birimlere ayrılıyordu.[39]
Abbasiler orduda mancınıkçılar diye bilinen bir grup mühendisi istihdam
ederlerdi. Bunların komutanına "emiru'l-mancınikiyyin" denirdi.[40]
Fatımi ordusu komutanlar ve çeşitli sınıflardaki askeri gruplardan
meydana geliyordu. Onlar da komutanlar ve askerlerin mertebeleri ayrı kabul
ediliyordu. Bu iki sınıfın birinden diğerine geçilmezdi. Komutanlar boyunlarına
altın gerdanlık takarlardı. Onlardan bazıları merasim alaylarında simli şerit
kullanırlardı.[41]
Askeri
Elbiseler
Hz. Peygamber devrinde üniforma yoktu. Hz. Muhammed(s), harp esnasında
kendi askerlerinin, silah arkadaşlarını düşmandan ayırması için usta bir metod
kullanıyordu. Her bir sefer için ayrı olmak üzere bir parola seçiyor,
müslümanlar harp alanında karşılaştıkları zaman yani geceleyin dahi fevkalade
kullanışlıydı. Bununla beraber Bedir savaşında savaşanların elbiselerinde bazı
ayırıcı işaretler sözkonusu edilebilir. Resulullah(s), şöyle demişti:
"Sİze yardıma gelen meleklerin işaretleri (= tesavvamat) vardır; sizin de
ayırıcı işaretleriniz olsun." Bunun üzerine müslümanların miğferleri,
sarıkları veya başlıkları üzerinde bir süfah (= tüy veya yünden bir ibik)
taşıdığını bildirilmektedir.[42]
Emeviler zamanında piyadeler, diz altına kadar olan kısa kaftanlar, bir
çeşit pantolon ve günümüzde Afganlılar'ın giydikleri sandallara benzer sandalla
giyerlerdi. Süvariler, zırhlar ve çelikten yapılmış kartal tüyleriyle süslenmiş
miğferler giyiyorlardı.[43]
Asker
Maaşları
Devlet için en büyük meşguliyetlerden biri asker sayısının ve
maaşlarının ödenmesi hususudur. Bu hizmetler "Divanu'l-Ceyş"e bağlı
arz adı verilen büronun görevidir. İran'da kurulan devletlerde arz kelimesie
nispetle askeri idarenin başkanına arız adı verilmiştir.[44]
Hz. Peygamber ve Hz. Ebu Bekir zamanında askere verilen belli bir maaş
yoktu. Savaş neticesinde elde edilen ganimetin 1/5'i (humus) Kur'an'da
belirtilen yerlere sarfedilmek üzere Hz. Peygamber'e ayrıldıktan sonra geri
kalanı savaşa katılanlar arasında paylaştırılırdı. Hz. Ömer hilafete gelince
devlet gelirleri çok arttığından divanlar tesis ederek müslümanlara neseplerine
ve İslam'daki kıdemlerine göre 300 ile 12.000 dirhem arasında yıllık maaşlar
verdi.
Hulefa-i Raşidin döneminden sonra Emevi halifelerinden Muaviye, hilafet
makamını sağlamlaştırmak ve düşmanlarına karşı askerini kendisine bağlamak
amacıyla parayı dağıtmaya başladı. Muaviye'nin maiyetinde 60.000 asker
mevcuttu. Bu askere yıldı 60.000.000 dirhem sarf ederdi. Şu halde askerin her
birine senede 1.000 dirhem veriyordu. Bu ise Hz. Ömer tarafından tayin edilen
maaşın iki mislinden fazlaydı.[45]
Muaviye, parayı yalnız insanları kendisine bağlak için kullanmazdı. O
aynı zamanda aleyhinde olanların kin ve düşmanlıklarını tekin etmek için de
paranın gücünden istifade etmiştir.[46]
Emevi halifelerinden Yezid, Mervan, Abdülmelik zamanlarında da maaş ve
atıyyeler aynı şekilde devam etti. X. Emevi halifesi Velid b. Yezid ise
halifelik makamına geldiği gün askerin maaşına 10 dirhem zam yaptı. Emeviler'in
son günlerine doğru maaşlar azalmaya başlayarak nihayet 500 dirheme düştü.[47] Hilafet Abbasiler'e geçince, ilk Abbasi halifesi
Seffah[48] zamanında bir piyade askeri yiyeceğinin dışında,
yılda 960 dirhem, bir süvari asker bunun bir katını alırdı. Bu devirde
Bağdat'ta bir inşaat işçisi günde dirhemin üçte birini alırdı. O halde yılda
120 dirhem alan bir işçi, bir piyade askerinin aldığı maaşın 1/8'ini
alabiliyordu. Bu bize askerin iyi ücret aldığını gösterir.[49]
Abbasi iktidarında asker maaşları devletin gelişimine orantılı olarak
artmadı. Aksine devlet gelişince maaşlar azaldı. me'mun zamanında piyadenin
maaşı 20 ve süvarininki 40 dirheme düşürüldü. C. Zeydan'a göre bu düşüşün
sebebi şuydu: Emeviler hâkimiyetlerini
devam ettirebimek için Araplar'ı para ile kendilerine taraftar yapmak zorundaydılar.
Hâlbuki Abbasiler zaanında bu mecburiyet hemen hemen ortadan kalkmıştır.
Abbasiler, Araplar'dan ziyade diğer unsurları görevlendirdiler. Arap olmayanlar
küçük bir maaşa razı oluyorlardı.[50]
Buna karşılık, askeri harcamalar gittikçe çoğalıyor ve bütçeden alınan
hisse artıyordu. Üstelik her zaman yeteri kadar para günü gününe hazinede
buluamıyor, itiraz karşısında ertelenen ödemelerde zamlar yapılıyordu. Bu durum
karşısında askerlere ücretlerinin zamanında ödenebilmesi içini her bir eyaletin
idaresi yüksek subaylara verilmeye başlandı. Uygulamaların muhtar bir takım
emirliklerin doğmasına yol açtığını burada açıklamaya gerek yoktur. İkta'ın
geliri önemli bir ölçüde eski ücretten (500-1000) dinar daha yüksekti. Ama
bunun yanı sıra şunu da göz önüne almak gerekir ki, mukta kendisine tahsis
edilen bölgede devletin yerine, masrafları üzerine almak zorundaydı. Bu yüzden
ikta gelirleri tamamen asker ücretlerini ödemeye ayrılmıştı.[51]
İkta, onu uygulayan devlet ve uygulandığı çağa göre çeşitli şekillerde
denendi. Mesela ikta, ordunun tamamı veya bir kısmı için kullanılabilirdi.
Mukta'yı, zekât vermekten yerine göre muaf tutar veya tutmazdı. Geçici el değiştirebilir,
kesin ve nihayet miras yoluyla intikal ettiği olurdu. İkta, sahibini (mukta)
devletin kontrolünden kurtaı veya devletin sıkı gözetlemesi ve müdahalesi
altında tutardı.[52]
Bayrak
ve Sancaklar
İslam'dan önce de Araplar'da bayrak kullanımı mevcuttu.[53] Mekke şehir devletinde bayraktarlı ve sancaktarlı
ayrı kabieerde buluuyordu. Raye (sancaktarlık) Benu Umeyye'de, Liva
(bayraktarlık) ise Benu 'Abdi'd-Dar'da bulunuyordu.[54]
Kaynaklarda verilen bilgilere göre Hz. Muhammed zamanında yapılan
savaşlarda kullanılan alamete bazen liva (bayrak) bazen de raye (sancak)
denmiştir. Hamidullah, meselenin çözüm yolu olarak şunları söylemektedi: Liva,
müşrik Mekke'de düşmana karşı hücum ve çarpışma esnasında ordunun en kahraman
ve yiğit eri tarafından taşınan, umumiyetle askeri sancaktır. Hâlbuki raye,
ordu kumandanının alamet ve timsali olan bayraktır. Bu iki kelime, bazen eşanlamlı
olarak da kullanılmıştır. İslam'da ise bu zıt anlama bürünmüştür.[55]
Raşid b. Sa'd'ın şöyle dediği rivayet edilir: "Resulullah'ın
bayrağı siyah sancağı beyazdı." Urve b. Zubeyr dedi ki:
"Resulullah'ın bayrağı siyah olup Hz. Aişe'nin hırkasından yapılmıştı ve
ismi Ukab idi."[56]
İslam devletleince kullanılan sancakların renkleri devletlerin
ihtilafına göre muhtelif idi. Bayrakları için Emeviler beyaz, Ali taraftarları
yeşil, Abbasiler ise siyah rengi kabul etmişlerdi.[57]
Silahlar
ve Donanım Araçları
Cahiliyye devrinde Araplar'da kılıç, kargı, mızrak, yay ve kalkandan
başka silah yoktu.[58] Yay ve ok, savaşlardan başka ceylan avında da
kullanımaktaydı. Araplar, ok kullanmada inaılmayacak kadar maharetliydiler.
Hatta onlardan bir okçu ceylanı hangi gözünden vurmak isterse arzu ettiği
gözünden vururu. İşte onun için mahir okçulara "Rumetu'l-Hadak" yani
"ceylanı gözünden vuranlar" denirdi.[59] Bilahare İslamiyet'in doğuşundan sonra Araplar'ın bu
ok atmaktaki maharetleri Rumlar'ı yenmelerinin önemli sebeplerinden biri
olmuştur.[60]
Kılıcı silahların en şereflisi addeden Araplar, kullandıkları silahları
dışarıdan tedarik ederlerdi. Yemen, Hindistan, Süleymaniye, Şam ve Rum
kılıçları en meşhurlarıydı. Rum kılıçları, bu kılıçlar arasında en çok
beğenileniydi. Rumlar kılıca demiri kesecek derecede iyi su verirlerdi.[61]
Kargılar genellile at üstünde kullanılırdı. Ancak Araplar kargılara pek
güvenmezlerdi. Çünkü kagılar çabuk kırılırdı.[62]
Zırh, cevşen (=göğüslük) ve başa mahsus olarak beyza (=tuğluk) ile
miğfer isimleriyle bir takım parçalardan mürekkep olduğu gibi kollara,
bacaklara, ellere mahsus kısımları da vardı.[63]
İslam'ın ilk dönemlerinde yukarıda adı geçen silahlar kullanılmaktaydı.
Zamanla bazı savunma tekniklerine ve muhasaralarda kullanılan silahlara ihtiyaç
duyuldu.
Müslümanların savaşlarda ilk kazdıkları hendek, Selman-ı Farisi'nin yol
göstermesi suretiyle Hendek (Ahzab) savaşında kazılmıştır.[64]
Hz. Peygamber, Huneyn gazvesini müteakip bozulmuş olarak Taif'e kaçan
Sakif birliklerinin peşini takip ederek Taif'i muhasara ettiği sırada
Sakifliler kalelerine sığınıp müslümanlar üzerine ok yağdırmaya başlamışlardı.
Bu esnada Resulullah(s), onların üzerine mancınıkla atış yapmak zorunda
kalmıştır. İslam döneminde mancınığı ilk defa kullanan kimsenin bizzat Hz. Peygamber'in olduğu
rivayet edilir. Yine Resulullah(s), Sakifliler'in üzerine debbabeler
göndermişti. Savaşçılar tahtadan yapılmış bu aracın içine girer ve onu kale
duvarlarına doığru sürüklerler, onun içinde kaleye yaklaşarak kaleye
tırmanırlardı. Resulullah(s), aynı şekilde dabbur da kullanmıştır. Dabbur,
yaklaşık olarak, debbabeye benzer, tahtadan yapılır ve deri ile kaplanırdı.[65]
Abbasier döneminde piyadeler ve süvariler kılıç, harbe, mızra ve kalkan
gibi silahları kullanırlardı. Okçular yay, kalkan ve ok kullanırlar, başlarını
korumak için miğfer, göğüs, kol ve bacaklarını korumak için de zırh giyerlerdi.
Mancınıklar ise mancınık ateşiyle taş atarlar, ateşçiler (neftçiler) ise ham
petrol veya yanıcı sıvılara batırılmış paçavraları yakarak düşman üzerine
atarlardı. Onlar yanan kalelere tırmanırken ateşin tesir edemeyeceği elbiseler
giyerlerdi.[66]
Araplar, Bizans saldırılarına karşı korunmak için devletin sınır
boylarında suğur adı verilen kaleler yaptılar.[67]
Müslümanlar, barutu Çinlilerden öğrenmişler ve "torpid"
ismiyle tanınan ateşli silahların yapımında ana madde olarak kullanılan bu
maddeye "Selcu's-Sin = Çin karı" adını vermişlerdir. Nitekim Hasan
er-Rammah okçuluğa dair eserinde barudu "atılan ve patlayıp yakan beyaz
bir madde" olarak tarif etmiştir.[68] Avrupalılar VIII. /XIII. asırda Haçlı seferleri
esnasında, müslümanlardan kükürt, kömür ve gühercileoen elde edilerek yanıcı ve
patlayıcı madde olarak kullanılan barudu öğrendiler.[69]
Silahların taşınması için çeşitli hayvanlar kullanılmıştır.
Arabistan'da ve çöl bölgelerinde bu iş için deve, İran ve Türk kesiminde at ve
beygir, daha sonra Hindistan'da fil. At, çevik bir hayvan olduğundan süvarinin
bineğidir. Deve ise daha çok nakliye için kullanılır.[70]
Savaşta
Uygulanan Usuller Ve Strateji
Cahiliyye döneminde Araplar, harplerde vur kaç taktiğini uygularlardı.
Önce düşman üzerine saldırırlar, kendilerinde bir zafiyet görecek olurlarsa
geriye çekilirler, sonra tekrar geri dönerek düşmana saldırıp geriye çekilerek
savaşırlardı. Ancak müslüman komutanlar bu taktiğe tam anlamıyla güvenemediler
ve bu usulün askerlerle yapılacak savaşa uygun olmadığını, zafer kazanmalarına
yyetmeyeceğini anladılar. Bir ayette de şöyle buyurulmaktadır: "Doğrusu
Allah, kendi uğrunda kenetlenmiş bir duvar gibi sıra halinde savaşanları
sever."[71] Bunun içindir ki Resulullah(s) zamanında müslümanlar,
savaş için namazda durdukları gibi saf halinde durmaya başladılar. Saf halinde
düşmanla çarpışmak için düzenli bir şekilde yürüyorlar, içlerinden hiçbiri
ileri çıkarak veya geride kalarak safları bozmuyordu.[72]
Emeviler zamanında müslümanlar Arap olmayanlarla yaşamaya başlayınca
Bizanslılar'dan ta'biye sistemini almışlardır.[73] Ta'biye sisteminde ordu beş kısma ayrılıyordu.
Ordunun beş kısma ayrılması sebebiyle ordunun tamamına "hamis" adı
verilmiştir. Bu beş kısımdan biri ortada, komutanın komutası altında bulunur ve
"kabu'l-ceyş= ordunun kalbi" adını alır. Ordunun sağ tarafında yer
alan birliklere "meymene", soldakilere "meysere" adı
verilir. Öndeki askerlere "mukaddime= öncü birlikler" arkadaki
birliklere de "sakatu'l-ceyş" adı verilmiştir. Mukaddime genellikle
süvarilerden oluuyordu[74]
Ta'biye usulü zamanla yediye çıkarılmıştır. bu usullerin tümü birden
kullanımazdı. Bunlar hilal, şibh-i hilal, kare, ters hilal, dikdörtgen, üçgen,
birbiri içinde iki daire olarak zikredilebilir.[75]
Hz. Peygamber zamanından itibaren bazı askeri usuller uygulanmaya
başlanmıştır. Ordu karargahı, nöbetçiler dikmek suretiyle gece gündüz
korunurdu. Keşif kıtaları eliyle düşmanın takibi (=iz sürme) ve pusu kurma
biliniyordu.[76]
Müşrik Araplar'ın ve yahudilerin, savaş başlaadan az önce teke tek
çatışmak üzere (mübareze) meydan okudukları ve müslümanların bunu kabul
ettiklerini tespit ediyoruz. Resulullah(s), müslümanlar arasından çıkacak bu
savaşçıyı bizzat seçiyordu. Bu çeşit teke tek savaşma teşebbüslerin
Resulullah(s)'ın zamanında müslümanlar cihetinden geldiğini gösteren bir kayıt
bulunmamaktadır.[77]
Hz. Muhammed, baskın yapmak suretiyle düşmanı şaşırtmanın önemine
tamamen vakıftı. Genel karargahını (Medine'yi) terketmeden önce esas gayesini
başka bir maksadı varmış gibi, bir şayia yaydırır ve hatta ilk günler asıl
hedefinden gayrı, aksi istikamette yürürdü; sonra bir dönüş yaparak takip
ettiği yolu değiştirirdi.[78] Onun şu hadisi meşhurdur: "Harb hiledir."[79]
Hz. Peygamber'in düşmanın savaşsız teslim olmasını sağlamak amacıyla
bazı tedbirler de alıyordu. O, Bedir savaşında düşmanın su alma imkanını
ortadan kaldırmıştı.
Resulullah(s), kendi hareketlerine dair haberleri saklar, düşmanı
aniden bastırırdı; her zaman savaşa başlamadan önce düşmanı son bir kez İslam'a
davet ederdi. Şayet kendisi bizzat sefere çıkmıyorsa, gönderdiği komutanlara bu
kaideye uymaları için emir verirdi.[80]
Sulh zamanında Hz. Peygamber(s), müminlerin askeri eğitim vesair
hazırlıklarıyla çok ilgilenirdi; okçuluğun tatbiki hususunda ısrar eder,
insanlar arasında koşu müsabakaları, at ve diğer binek hayvanlarıyla ilgili
yarışlar tertip eder ve kazananlara bizzat mükafatlarını dağıtırdı.[81]
İ. Kayaoğlu'na göre, ilk zamanlarda müslümanlar savaşlarda develerini,
eşlerini, çocuklarını ve malzemelerini savaş alanının gerisinde
bulundururlardı. Bu durumda savaşta bir kat daha şiddetli çarpışmaları ve
mutlaka kazmnmak azmi lie savaşa girmeleri gerekirdi. Aksi halde geri kalanlar
düşmanın eline geçebilirdi.[82]
Savaşlarda piyadeler sıkı saflar halinde duruyor, mızrak taşıyanlar
düşman süvarilerinin hücumlarını geri püskürtmek için ön saflarda yer
alıyorlardı. Ordunun iki kanadı adet üzere süvari birliklerinden meydana
gelirdi.[83]
Askerin savaşa teşvik edilmesi için davullar ve boru çalınırdı. Bazen
orduda yüzlerce davul (kös) ve boru bulunurdu.[84]
Bir asker, ailesinden uzak, cephede dört aydan fazla tutulmazdı. Dört
ay aralıklarla muhakka izne gönderilirdi. müslüman askerler, savaşa giderken ve
çarpışma anlarında tekbir getirirler ve Kur'an'dan bazı ayetler okurlardı.[85]
[1]
Bu
yazı, 1987-1988 öğretim yılında Yüksek Lisans ödevi olarak hazırlanmıştır.
[2] M. Hamidullah, İslam Peygamberi,
Çev.: S. Tuğ, İstanbul 1980, II,1057.
[3] İ. Kayaoğlu, İslam Kurumları
Tarihi, Ankara 1980, s.46.
[4] Hamidullah, II,1053.
[5] İ. Kayaoğlu, s.46.
[6] C. Zeydan, İslam Medeniyeti
Tarihi, Çev.: Z. Meğamiz, İstanbul 1971, I,216.
[7] İ. Kayaoğlu, s.47.
[8] Hamidullah, II,1053.
[9] M. Hamidullah, II,1059.
[10] Bk. İ. Kayaoğlu, s.48; H. İ.
Hasan, Siyasi Kültürel Sosyal İslam Tarihi, İstanbul 1985-1986, II,185.
[11] C. Zeydan, I,227-228.
[12] H. İ. Hasan, II,185; Ayrıca bk. C.
Zeydan, I,221.
[13] H. İ. Hasan, II,186.
[14] C. Zeydan, I,222.
[15] H. İ. Hasan, II,186.
[16] İ. Kayaoğlu, s.48
[17] H. İ. Hasan, II,48.
[18] Bk. H. İ. Hasan, III,94; C.
Zeydan, I,222.
[19] İ. Kayaoğlu, s.48-49.
[20] C. Zeydan, I,224.
[21] H. İ. Hasan, III,94-95; IV,213.
[22] H. İ. Hasan, IV,215.
[23] Türklerin orduya alınma sebepleri
ve şekli için bk. M. Zeki Terzi, "Abbasi Muhafız Ordusunun Kuruluşu ve
Elemanları", Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Samsun
1986, I,127-129.
[24] H. İ. Hasan, IV,216.
[25] M. Z. Terzi, s.115.
[26] H. İ. Hasan, VI,12.
[27] H. İ. Hasan, IV,217.
[28] H. İ. Hasan, IV,219.
[29] H. İ. Hasan, IV,220.
[30] H. İ. Hasan, VI,13-14.
[31] M. Hamidullah, II,1060.
[32] M. Hamidullah, II,1060.
[33] H. İ. Hasan, II,188-189; VI,18.
[34] A. Çubukçu, İslam Medeniyeti ve
Kurumları Tarihi Ders Notları, Erzurum 1987, s.134.
[35] C. Zeydan, I,239.
[36] C. Zeydan, I,239-240.
[37] H. İ. Hasan, IV,216; Ayrıca bk. C.
Zeydan, I,240.
[38] H. İ. Hasan, III,94.
[39] H. İ. Hasan, IV,215
[40] H. İ. Hasan, IV,217.
[41] H. İ. Hasan, IV,221; VI,21.
[42] M. Hamidullah, II,1058.
[43] H. İ. Hasan, II,188
[44] İ. Kayaoğlu, s.51.
[45] C. Zeydan, I,231-232.
[46] Bk. C. Zeydan, I,232-233.
[47] Bk. C. Zeydan, I,233.
[48] C. Zeydan, I,233.
[49] İ. Kayaoğlu, s.52; C. Zeydan,
I,233.
[50] Bk. C. Zeydan, I,234.
[51] İ. Kayaoğlu, s.53.
[52] İ. Kayaoğlu, s.53.
[53] Bk. C. Zeydan, I,246; M.
Hamidullah, II,1065.
[54] M. Hamidullah, II,1065.
[55] M. Hamidulah, II,1067.
[56] İmam Muhammed, Siyer-i Kebir
(İslam Devletler Hukuku), İstanbul 1980,
[57] "Alem", İslam
Ansiklopedisi, İstanbul 1993, I,
[58] H. İ. Hasan, II,186; C. Zeydan,
I,256.
[59] Bk. C. Zeydan, I,256.
[60] C. Zeydan, I,257.
[61] C. Zeydan, I,259.
[62] C. Zeydan, I,260.
[63] C. Zeydan, I,263.
[64] C. Zeydan, I,264.
[65] H. İ. Hasan, II,187.
[66] H. İ. Hasan, IV,216.
[67] H. İ. Hasan, IV,217.
[68] H. İ. Hasan, VI,16.
[69] H. İ. Hasan, VI,15.
[70] İ. Kayaoğlu, s.54.
[71] Saff 61/4.
[72] Bk. H. İ. Hasan, II,189; C.
Zeydan, I,274.
[73] C. Zeydan, I,276.
[74] H. İ. Hasan, II,189-190.
[75] Bk. C. Zeydan, I,279.
[76] M. Hamidullah, II,1054.
[77] M. Hamidullah, II,1054.
[78] M. Hamidullah, II,1054.
[79] Buhari, Sahih,
[80] M. Hamidullah, II,1056.
[81] M. Hamidullah, II1056.
[82] İ. Kayaoğlu, s.58.
[83] H. İ. Hasan, II,187.
[84] Bk. H. İ. Hasan, II,188; C.
Zeydan, I,256.
[85] H. İ. Hasan, VI,18.
0 yorum:
Yorum Gönder