Prof. Dr. Adem APAK
Arapların İslâm öncesi devirleri genel olarak câhiliyye dönemi olarak adlandırılır.
Bu kelime “chl” kötünden türetilmiş olup, eski sözlüklerde ilmin zıddı olan
“bilgisizlik” anlamı verilmiştir. Bu durumda câhiliyye çağı “bilgisizlik çağı”
anlamına gelir. Çağdaş araştırmacılar ise bu kavrama başka bir anlam yüklemektedirler.
Onlara göre eski Arap şiirinde cehl, ilmin zıddı olarak kullanılmakla birlikte
bu, kelimenin ikinci anlamıdır. Birinci anlamına göre cahil azgın, arzularının
esiri, şiddet taraftarı ve sabırsız kişidir. Bu şekilde cehl kelimesi ilmin
değil, hilmin karşıtı olmaktadır. Dolayısıyla cahillikten bilgisizlik değil,
bildiği halde kasten bilgisizce hareket kastedilmektedir. Zira İslâm öncesi
dönemdeki Arapların hayatları ve faaliyetleri incelendiğinde onların
çevrelerinde yaşayan insanlardan akıl ve bilgi potansiyeli yönünden daha
ileride olduğunu gösteren pek çok delil bulmak mümkündür. [1]
Câhiliyye kavramı ve davranışları için Habeşistan kralı huzurunda
Müslümanlar adına konuşan Cafer b. Ebû Tâlib’in açıklamaları güzel bir örnek
teşkil eder:
“Ey hükümdar, Allah aramızdan birini seçip de onu kendisi için elçi
olarak gönderene kadar biz cahillerdendik, putlara tapar, ölü hayvan eti yer,
fuhuş yapardık. Akrabalık bağlarına riayet etmez, komşuluk haklarını
tanımazdık. Güçlü olanlarımız zayıf olanlarımız ezerdi. Uzun bir müddet bu
halde yaşadık. Sonra Allah bize aramızdan soyunu, doğruluğunu, güvenilirliğini,
namusluluğunu bildiğimiz bir peygamber gönderdi. O bizi Yüce Allah’ın birliğini
tanımaya ve O’a ibadet etmeye çağırdı. Ağaç ve taştan yaptığımız putlara
tapmaktan, Allah’a ortak koşmaktan uzaklaştırdı. Bize doğru söylemeyi, emanete
ve akrabalık bağına riayet etmeyi, komşularla güzel geçinmeyi, haramdan, kan
dökmekten sakınmayı emretti. Fuhuştan, yalandan, yetim malı yemekten, namuslu
kadına iftira etmekten menetti. O, bize, diğer insanlara kötülük yapmaktan
çekinmeyi, sadece Allah’a ibadet etmeyi, sadaka vermeyi ve her çeşit iyi ve
güzel fiiller işlemeyi öğretti”.[2]
Câhiliyye kavramı, gerek Kur’ân (Âl-i İmrân, 3/145; Mâide, 5/50;
Ahzâb, 33/33; Feth, 48/26) gerekse hadislerde İslâm’dan
önceki inanç, tutum ve davranışları İslâmî dönemdekinden ayırt etmek için
kullanılmıştır. Bununla birlikte câhiliyye, yaşanmış ve bitmiş olan bir tarihî
süreci değil, bir kültürü temsil eder. Böyle olduğu içindir ki, İslâm’dan
sonra, Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde dahi câhiliyye davranışlarına tesadüf
etmek mümkün olmuştur. Nitekim gerek Kur’ân-ı Kerim’de gerekse hadislerde bu
döneminin belirgin davranışları kan davası, içki, kumar, kabilecilik gibi alışkanlık ve uygulamalar câhiliyye davası olarak kabul
edilmiş, bu hususta gayret sarf edenler hem vahiy, hem de Rasûlüllah’ın
(s.a.v.) diliyle kınanmıştır. Örnek vermek gerekirse, Kur’ân’da insanlar “câhiliyye
zannından” sakındırılmış (Âl-i İmrân, 3/154), Hz. Peygamber’in (s.a.v.)
hanımları “câhiliyye devrindeki kadınlar gibi açılıp saçılmamaları”
konusunda ikaz edilmiş (Ahzâb, 33/33), ayrıca bütün Müslümanlar “câhiliyye taassubu”
na düşmemeleri için uyarılmış (Feth, 48/26) ve nihayet Müslümanlara “câhiliyye
idaresini mi aradıkları” sorulmuştur.(Mâide, 5/50). Benzer şekilde Allah
Rasûlü (s.a.v.) de “câhiliyye davasıyla hak iddia eden bizden değildir” (Buhârî
Cenâiz 39) emek suretiyle İslâm’dan sonraki olumsuz tavırları da
câhiliyye anlayışı olarak tanımlamış ve ümmetini bu hususta uyarmıştır. Hatta
“Ümmetimin içinde câhiliyye döneminden kalma dört adet vardır: Asaletle
övünmek, başkalarının soyuna dil uzatmak, yıldızları vesile edinerek yağmur
beklemek ve ölünün arkasından yüksek sesle ağlamak”, ifadeleriyle Müslümanların
bu alışkanlıklardan kolayca vazgeçemeyeceklerini de bildirmiştir. Buradan yola
çıkarak câhiliyyeyi sadece İslâm’dan önceki dönem şeklinde tanımlamanın hatalı,
en azından eksik olduğu açıkça ortaya çıkar.[3] Ancak
konunun takdimi gereği, burada câhiliyyeden İslâm’ın doğuşundan önceki dönem
kastedilecektir.
Arapların İslâm’ın zuhuru evvelinde sergiledikleri câhiliyye davranışları arasında kibir,
gasp, içki, fuhuş, kumar, kan davası, riba, hırsızlık, yetim malı yeme gibi
kötü alışkanlıkları saymak mümkündür ki, bunlar “Mesâlibü’l-Arab” (Arapların
ayıpları) olarak isimlendirilmiştir.[4] Bu
adetler toplumda yaygın olarak sergilenmekle birlikte, Arapların tamamı bu
davranışları benimsemiş değildir. Genel anlamda câhiliyye kültürü içinde
hayatlarını sürdüren insanların da takdire şayan davranışlarına da şahit
olunmuştur. “Fedâilü’l-Arab” (Arapların faziletleri) olarak bilinen güzel hasletlerin başta
gelenleri ise bağımsızlık ve özgürlüğe düşkünlük, yiğitlik, cesaret, sabır,
zayıfı korumak, güçlüye karşı koymak, cömertlik, ahde vefa, misafirperverlik,
kendisine sığınanı himaye etmek, kanaatkârlık gibi hasletlerdir.[5]
Araplarda câhiliyye dönemi kültürü şifahî gelenekle aktarılmıştır
ki, bunun en önemli kaynağı câhiliyye şiiridir. Kabile övünmesi (medh)
câhiliyye şiirinin en önemli mevzularından birisidir. Övgüde bir şahsın
taşıdığı taç, ziynet gibi arızî yönler değil cesaret, cömertlik ve adalet gibi
şahsî vasıflar öne çıkarılmıştır.[6]
Kabile övünmesi her kabile üyesinin tabiî vazifesidir. Ancak bunu asıl
sorumluları ve en iyi şekilde gerçekleştirenler, kabile övünmesini bir meslek
olarak icra eden kabile şairleri ve hatiplerdir. Kuşkusuz asabiyetin câhiliyye
şairi ve şiirine tesiri büyüktür. Şairin gönlünü coşturan şeyler hep asabiyet
ruhunun yansımalarıdır. Câhiliyye şiirinin ana konularının genelde kabileyi
övmek ve yüceltmek, düşmanları hicvetmek, hasımlara meydan okumak, soyu
intikama teşvik ve düşman kabilelere saldırıya tahrik etmek, kavmin gözünü
kırpmadan içine daldığı savaşları aktarmak, savaşta ölenlere mersiye söylemek
gibi kabile asabiyetiyle ilgili yahut ondan ilham alan davranışlar olduğu
görülür.[7]
Câhiliyye şairinin aslî fonksiyonu asabiyette aşırı gitmektir. Şair
çoğunlukla düşmanlığı barışa, savaşı anlaşmaya, kısası diyete tercih etmiştir.
Bu sebeple Arap hayatında şairler adeta savaş borusu
ve şerrin davetçileri olmuşlardır. Barışa çağıran ve savaştan nefret eden
kabile şairi bulmak neredeyse mümkün değildir.[8] İslâm
öncesi hayatının en önemli aktörleri sayılan şairler, Ukâz panayırında şiir
yarışmalarına iştirak etmişler, burada en çok beğenilen şiirler Kâbe duvarına
asılarak ödüllendirilmiştir. Bu şerefe nâil olan kabile şairleri ise
İmriü’l-Kays, Tarafe b. el-Abd, Züheyr b. Ebî Sülmâ, Lebîd b. Rebîa, Amr b.
Külsûm, Antere b. Şeddâd, el-A’şâ, Nâbiğa ez-Zübyânî ve Ubeyd b. el-Ebrâs’dır. [9]
A. SOSYAL HAYAT
Câhiliyye toplumu, yaşayış tarzına göre genelde bedevî ve hadarî
olmak üzere iki kısımda mütâlea edilir. Kısaca tanımlamak gerekirse Bedevîlik,
hayatın ihtiyaçlarında zorunlu olanla yetinmektir. Kur’ân’da bedevîlik “bedv”
şeklinde kullanılmıştır. Nitekim Yûsuf (as) Mısır’da huzuruna getirilen
ailesine şöyle demiştir: “Rabbim beni zindandan çıkararak ve sizi çölden
getirerek bana çok iyilikte bulundu. Şüphesiz Rabbim, dilediği şeyde nice
incelikler sergileyendir. Şüphesiz O, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet
sahibidir.” (Yûsuf, 12/100).
Hadarîlik ise başta yerleşik hayatı benimsemek olmak üzere yiyecek,
giyecek gibi tabiî ihtiyaçlarda zarurî olanın üzeri şartlarında yaşamak,
üstelik hayatın imkânlarını çoğaltmak, çeşitlendirmek ve güzelleştirmektir.
İklim ve tabiatın bir gereği olarak Arap Yarımadası’nın kuzeyindeki sakinlerin büyük bir kısmı bedevî, güneydekiler
ise hadarî kabul edilir. Bundan dolayı Kuzeyliler ile Güneylilerin dünya görüşleri, kültürleri ve hayat tarzları arasında belirgin
farklıklar oluşmuştur. Her şeyden önce Kuzeyliler, himaye ve asabiyetle idare
edilen topluluklar iken, buna karşılık Güneyliler kurumsal yönetimler altından
yaşamışlardır.[10]
1. Kabile
İslâm öncesi Arap toplumu çöl şartlarının ortaya çıkardığı sosyal
bir model olan kabile sistemi üzerine kurulmuştur. Kabile, aynı atadan
geldikleri kabul edilen ve aralarında nesep irtibatı bulunan insan
topluluklarına verilen ortak isimdir.[11]
Arabistan bozkırlarında bir erkek, bir
kadın ve bir kaç çocuktan müteşekkil basit bir aile hayatı sürdürmek mümkün
olmadığı için, insanlar ancak kan bağına dayalı kabile veya aşiret
denilebilecek birlikler halinde yaşayabilmişlerdir.[12]
Araplar arasında asırlar boyunca
hükmünü icra eden bir hayat nizamı olan kabile, rastgele meydana gelmiş
düzensiz bir topluluk değildir. Bu kurumun da kendine göre kuralları ve
bütünlük içerisinde tutarlılığı olan bir düzeni vardır. Kabile adet ve
gelenekleri sayesindedir ki insanlar, soylarının emniyet ve istikrarını
muhafaza edebilmişlerdir. Kabile mensubu saf bir ferdiyetçi olmakla birlikte,
bu sistem gereği cemaatinin bekası için kendi menfaatini, hatta hayatını terk
etmeye her zaman hazır olmuştur. Çünkü o bilmektedir ki, hayat hakkı başta
olmak üzere sahip olduğu bütün hakları kabilesi sayesinde elde etmiştir.[13]
Kabileye mensubiyet kişinin var olma garantisi anlamına geldiği
için ferdin, kabilesine gönülden bağlanması ve kabile geleneklerine tereddütsüz
tâbi olması gerekir. Çünkü kabilede soyun genel politikası hilâfına hareket
eden üye, kabilesi tarafından dışlanmakta, onun üzerinden çöl güvenlik sistemi
olan himaye kaldırılmakta, özetle soyuyla tüm bağı kesilmektedir ki, bu bir
arabın karşılaşabileceği en büyük felâkettir.[14]
Çünkü kabile kuralları dışına çıkan üyeler hal’ denilen ve
kabilenin himaye garantisinin iptal edilmesi anlamına gelen uygulamayla sistem
dışına atılmakta ve uzaklaştırılmış, kovulmuş ve lanetlenmiş anlamlarında halî’,
tarîd, la’în olarak isimlendirilmektedir.[15]
Çetin hayat şartları ve geçim zorluğu sebebiyle Araplar arasındaki öncelikli irtibat
şekli düşmanlıktır. Buna göre aralarında herhangi bir anlaşma bulunmayan iki
kabile tabiî bir şekilde düşman kabul edilmiştir. Kabile savaşları o kadar
rutin hale gelmiştir ki, câhiliyye Arapları baskın ve yağmaları
bir geçim vasıtası olarak görmüşlerdir. Onlar, yakınlarında yaşayan ve
aralarında herhangi bir anlaşma bulunmayan kabilelere sürekli olarak baskın
düzenlemişler, saldırıya maruz kalanlar da bunun intikamını almak için fırsat
beklemişlerdir. Bu nedenle Arap câhiliyye hayatında en önemli sosyal hadiseler
olarak Eyyâmü’l-Arab adı verilen kabile savaşları
kabul edilir.[16] Savaşın
devamlı cârî olduğu bu şartlarda Araplar hac ve ticaret gibi zorunlu
faaliyetlerini îfâ edebilmek için güvenli zaman dilimlerine ve coğrafî
mekânlara ihtiyaç duymuşlardır ki, onlara bu imkânı İbrahim (as) zamanında tespit
edilmiş olan haram aylar (Zilkâde, Zilhicce, Muharrem Receb) (Buhârî, Bedü’l-Halk
2) ve ticarî panayırlar temin etmiştir.[17]
Araplar Haccı haram aylarda gerçekleştiriyorlardı. Bu zaman
diliminde savaşlar yasaklanmıştı. Arap kabileleri bu kutsal barışı fırsat
bilerek her taraftan Mekke’ye geliyorlar, bu münasebetle Hac günlerinden önce
ve sonra dinlenme yerlerinde kurulan panayırlarda rahatça alışveriş
yapıyorlardı. Hacılar buralarda birkaç gün konaklıyor, ihtiyaçlarını gideriyor,
mallarını takas ediyor, gece sohbeti ve eğlenceler tertip ediyorlar, daha sonra
da güvenlik içinde yurtlarına dönüyorlardı. (Bakara, 2/197-198).
Arap toplumunda ilişkilerin sadece düşmanlık ekseninde
gerçekleştiğini söylemek doğru olmaz. Zira kabileler arasında şartların
zorlamasıyla kurulan dostluk münasebetlerine de şahit olunur. Bunların başında
ittifak antlaşmaları (hilf) gelir. Kabileler muhtelif sebeplerle özellikle
yakın komşularıyla antlaşma yapma ihtiyacı duymuşlardır. Çünkü sulh
gerçekleşmeksizin güvenlik ortamının sağlanması, kabileler arasında sağlıklı
komşuluk ilişkilerinin kurulması ve ticarî faaliyetlerin sürdürülebilmesi
mümkün olmaz.[18] Diğer
taraftan özellikle zayıf kabileler diğer güçlü toplulukların saldırılarından
emin olmak için onlardan biriyle antlaşma yapmak ihtiyacı duymuşlardır.[19]
Hatta bazen güçlü ve himayeye ihtiyaç duymayan kabileler dahi, diğer kabilelere
saldırmak veya onların muhtemel hücumlarına karşı koyabilmek amacıyla siyasî
ittifaklar gerçekleştirmişlerdir.[20]
Kabile, müşterek ataya dayanan bir cemaat olarak tanımlanmakla
birlikte, katılımlar veya savaşlar sebebiyle soy gerçek anlamında safiyetini
koruyamaz. Bunun sonucunda da zahiren her biri kabilenin eşit üyeleri gibi
görünmekle beraber, kabile içinde farklı bir sosyal tabakalaşma ortaya çıkar.
Bunlar, aynı atadan gelen öz kabile çocukları, diğer kabilelerden katılanlar
(sığınmacılar) ve kölelerdir. Birinci sırada bulunanlar, kabilenin diğer
mensuplarından her bakımdan üstün üyelerdir. Asıl soydan gelmeyip de sonradan
herhangi bir sebeple kabileye katılanlara ise mâlik, abd, sâhib, ibnü’l-emân,
garîb, câr, halîf, nezîl, şerîk ve rab gibi isimler verilmiştir.[21]
Bunlar, görünürde hür insanlar kabul edilmekle birlikte, birinci grupta yer
alanlarla aynı hak ve sorumluluklara sahip değildirler. Öyle ki, bu temel
eşitsizlik kabile hayatının hukuk sistemine de yansımış, buna göre halîfin
diyeti asıl üyenin yarı diyeti miktarı olarak kabul edilmiştir.[22] Aynı
şekilde himaye etme hakkı da sadece kabilenin asıl çocuklarına tanınan bir
imtiyaz olmuş, anlaşmalı veya sığınmacı kabile üyeleri bundan mahrum
bırakılmıştır.[23]
Kabilede esas üyelerin altında yer alan ve halîflerle birlikte
kabilenin orta tabakasını teşkil eden ve mevâlî adı verilen bir grup daha
vardır ki, bunlar kabile içinde azat edilmiş köle ve cariyeler ile onların
çocuklarından meydana gelir. Hem en üstteki hürler, hem de en alttaki
kölelerden farklı statülere sahip oldukları için, tabiî olarak onlar bu iki
sınıftan farklı hukukî statüde kabul edilmişlerdir. Buna göre mevâlî, köleler
gibi alınıp satılamaz, ancak buna karşılık gerek evlilik, gerekse mirasta
kabilenin asıl üyeleri gibi de muamele göremezdi. Meselâ onlardan birinin hür
bir kadın ile evlenmesine kesinlikle müsaade edilmezdi. Ayrıca mevâlînin diyeti
hürün diyetinin yarısı kabul edilirdi.[24]
Arap toplumunda kabile dairesinin üçüncü tabakasında köleler yer
alır. Kadim zamanlardan beri bilinen ve uygulanan bu sistemin asıl kaynağı
savaşlardır. Savaş sonunda sağ olarak ele geçirilen erkekler köle, kadınlar da
cariye kabul edilirdi. Karı-kocadan ikisi de köle olursa onların yeni doğan
çocukları da köle sayılırdı. Kölelerin ve cariyelerin herhangi bir hayvandan
farkı yoktu; onlar sahiplerinin malı gibi görülür, bu sebeple hiçbir şahsî ve
sosyal hakka sahip olamazlardı. O kadar ki, sahibinin onu satmanın yanında,
hibe etme, hatta isterse öldürme yetkisi dahi vardı.[25] Bu
yüzden her ne sebeple olursa olsun, kölesini öldürene hiçbir sorumluluk
yüklenmezdi.[26] Köleler
içinde azat edilenler ise bir üst tabakada yer alan mevâlî statüsüne
yükselirdi.[27]
Araplarda kabile mensuplarını birbirine bağlayan asıl unsur kabile
ruhu asabiyettir. Asabiyet, hakikatte nesepleri bir olsun veya olmasın, nesep
cetvellerindeki kabile ilişkilendirmeleri ister doğru ister yanlış veya eksik
olsun, kabile üyelerinin kendilerinin bir asılda birleştiklerine inanmaları sonucunda, onların her
şartta birbirlerine destek olmalarını sağlayan manevî güç ve dayanışma
duygusudur. Toplumu meydana getiren çeşitli grup güçleri arasında bir dengenin
kurulmasında, insanların birbiriyle savulmasında, haklarının gözetilmesinde,
onurlarının korunmasında ve hayatlarının muhafaza edilmesinde asabiyet, güçlü
rol oynayan önemli bir sosyal faktördür. Bu duygu kabile toplumunda o kadar
güçlü bir şekilde yerleşmiştir ki, Hicrî III. asrın sonuna, yani Arap
egemenliğinin yıkılmasına kadar olayların akış seyrinde etkinliğini hemen hiç
kaybetmemiştir. [28]
Kabile toplumunda asabiyet, çöl sosyal hayatının zorunlu ve tabiî
neticelerindendir. Zira kabile, ancak asabiyet sayesinde ayakta durabilmekte,
varlığını ve güvenliğini sağlayabilmekte ve yine asabiyet sebebiyle hayatta
kalmak için mücadele kuralının geçerli olduğu kabileler toplumunda geçim
vasıtalarını elde edebilmektedir. Siyasî ve hukukî alanlardaki otorite
boşluğunu doldurarak kabile fertlerinin mal, can ve ırz güvenliğinin sağlanması
da asabiyet sayesinde mümkün olmaktadır.[29]
Asabiyete göre kabile üyelerinden biri öldürüldüğü zaman, öldürülenin yakınları
başta olmak üzere bütün kabile maktulün intikamını almakla mükellef olur. Aynı
şekilde kabile mensuplarından biri başka kabile mensubunu öldürürse, katilin
kabilesi öldürülen şahsın diyetini ödemek başta olmak üzere öldürme hadisesinin
bütün sonuçlarını üstlenmek zorundadır. Çünkü asabiyet anlayışına göre suç ve
cezanın ferdîliği olmaz, bütün kabile kollektif sorumluluk altındadır. Asabiyet
ayrıca her kabile üyesine kabile nizamı ve örfüne boyun eğmeyi, başka
kabilelerle yapılmış olan anlaşma kurallarına tereddütsüz itaat etmeyi zorunlu
kılar.[30]
2. Aile
Câhiliyye dönemi Araplarında bağımsız bir aileden bahsedilemez.
Çünkü çöl ortamında müstakil aile hayatı sürdürebilmek imkânsızdır. Dolayısıyla
aileler ancak bir kabilenin parçası olmakla varlık ve anlam kazanabilirler.
Kabile içinde bir aile mensubu, aynı anda büyük ailesi olan kabilesinin de
mensubu olduğunun bilincindedir. Buradan yola çıkarak Arap toplumunda İslâm
öncesi dönemde iki tip aileden bahsedilebilir: İlki soy birliğine dayalı
ictimaî ailedir ki, buna kabile veya klan ailesi denilebilir; ikincisi ise
bilinen tabiî ailedir.[31]
Arap toplumunda kabilede en küçük birim aile kabul edilir. Bu tür
aile, ya aynı ev (dâr) veya çadırda oturan dede, oğullar, torunlar ve bunların
çocuklarından oluşan geniş aile (âl), ya da ana-baba ve çocuklardan oluşan dar
aileden (ıyâl) meydana gelmiştir. Arap ailesinde mutlak hâkim erkektir.
Dolayısıyla ailelerde akrabalık ilişkileri erkekler (asabe) yoluyla
kurulmuştur. Tabiatıyla bu sistemde erkek daima kadından daha üstün ve önemli
sayılmıştır. Zira fizikî gücün etkin olduğu çöl ortamında kabilenin en önemli
unsuru savaşçı olan erkeklerdir. Bu durum Arap toplumsal yapısında kadına
oranla erkeğe daha çok değer verilmesini getirmiştir. Tabiatıyla kabileye
savaşçı olarak katkı sağlayamayan kadınlar, ancak yük olarak görülmüştür.
Sosyal itibarı olmayan kadın, ancak erkek çocuk doğurduğu zaman aileden kabul
edilir. Çocuk sahibi olsalar da kadınların miras hakları yoktur. Babası ölen
bir çocuğun velâyet hakkı ise annenin değil, ölenin erkek akrabasınındır.[32]
Bedevî anlayışa göre dünyaya erkek olarak gelmediği için kız çocuğu
suçlu olarak doğmuştur. Bu inanış sebebiyle onlar, ailenin değersiz ve yüz
kızartıcı üyesi kabul edilen bu çocuğun öldürülmesinde bir mahzur
görmemişlerdir. Kur’ân’da bu cahilî uygulamaya açık işaret bulunmaktadır:
“Aralarında birinin bir kızı olduğu müjdelendiği zaman gamla
dolarak yüzü simsiyah kesilir. Kendisine verilen kötü müjde yüzünden halktan
gizlenmeye çalışır; onu utana utana tutsun mu, yoksa toprağa mı gömsün? Ne kötü
hükmediyorlar”. (Nah, 16/58-59).
Kız çocukları hakkında bu olumsuz düşünceye rağmen onların canlı
olarak gömülmesi âdeti Temîm kabilesi dışında diğer Arap
kabileleri arasında çok yaygın olarak görülmemiştir.[33]
Üstelik Zeyd b. Amr b. Nüfeyl gibi şahıslar öldürülmek istenen kız çocuklarını
babalarından alarak onların bakım ve büyütülmelerini üstlenmişlerdir. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr
24).
Câhiliyye döneminde evlilikler çok farklı şekillerde
gerçekleştirilmiştir. Bunların çoğu İslâm’ın gelmesinden sonra ortadan
kaldırılan gayr-i meşru birlikteliklerdir. Öncelikli ve yaygın evlilik türü
günümüzde olduğu şekilde bir kişinin evlenmek istediği kızı ailesinden istemesi
ve mehir karşılığında nikâhın gerçekleşmesidir. Bu evliliklerde karşılıklı
neseb, soy ve sosyal denklik dikkate alınmıştır.[34] Bundan
başka câhiliyye dönemi Arap toplumunda; evli bir kadının kocasının uygun
göreceği bir kişiyle çocuk sahibi olmak için bir araya gelmesi (istibdâ nikâhı)
(Buhârî, Nikâh 33) bir kadının on kişiden az olmak üzere erkeklerle
evlenmesi (müşterek nikâh) (Buhârî, Nikâh 36), iki erkeğin karşılıklı
olarak karılarını değiştirmeleri (bedel nikâhı), hür olduğu için zina yapamayan
bir kadının bir erkekle metres hayatı yaşaması (haden/hıdn nikâhı), iki erkeğin
mehir vermeksizin karşılıklı olarak kızları veya velisi bulundukları başka
kadınlarla evlenmeleri (şigar nikâhı), (Buhârî, Nikâh 28, Müslim, Nikâh
57), üvey oğlunun annesiyle evlenmesi (makt nikâhı)[35]
tarafların süreli evlilik akdi yapmaları (muta nikâhı) gibi evlilik çeşitleri
yaygın olarak görülmüştür. (Buhârî, Nikâh 36; Müslim, Nikâh
11). Ayrıca câhiliyye döneminde iki kız kardeşin
aynı anda bir kişinin nikâhında bulunması da evlilik adetleri arasında yer
almıştır.[36]
3. Geçim Kaynakları
Arabistan’ın ekonomik hayatı tabiat şartları ve kabilelerin yaşayış
tarzlarına bağlı olarak genellikle hayvancılık, tarım ve ticarete
dayanmaktaydı. Hayvancılık özellikle bedevîlerin geçim kaynağıydı. Bu sebeple
çöl Araplarının servetleri sahip oldukları deve ve davar sürüleridir. Arap
hayatında devenin ayrı bir yeri ve önemi vardır. Her şeyden önce göçebenin
başlıca taşıtı devedir. Yük ve binek hayvanı olarak kullanıldığı gibi, eti,
sütü ve yününden de istifade edildiği için deve aynı zamanda çok büyük bir
ekonomik değer taşımaktadır. Bu sebepledir ki, devesiz çöl hayatını düşünmek
mümkün değildir.[37]
Arabistan’ın geçim kaynakları arasında tarım önemli bir yer tutar. Ziraata
elverişli olan bölgeler ise düzenli yağış alan Yemen topraklarıdır. Dolayısıyla
tarım ürünleri açısından en mühim alan Yarımada’nın güney kısmıdır.[38]
Burada en fazla yetişen ürün ise hurmadır. Yemen’den başka Tâif, Medine, Necid ve Hayber’de
ziraata elverişli tarım alanları vardır. Bunlar arasında Basra Körfezi kıyılarında özellikle Yemâme tahıl istihsâliyle tanınmıştır.[39]
Arabistan’da tarım ve hayvancılığın yanında diğer önemli geçim kaynağı
ticarettir. Yarımada’da yaşayanlar ister bedevî, ister hadarî olsun hayatlarını
devam ettirebilmek için ticaret yapmaya mecbur kalmışlardır. Bilhassa Mekke gibi ziraata hemen hiç
elverişli olmayan bölgelerdeki Arapların bundan başka da geçim vasıtaları yok
gibidir. Onlar, toprakla uğraşmanın alternatifi olarak yaz-kış karada ve
denizde ticaret yolculukları için seferber olmuşlar, ticaret mallarının nakli
ve mübadelesi konusunda aracılık yapmak suretiyle geçimlerini temin
etmişlerdir. Onlar doğrudan ticarî seferlere iştirak etmenin yanı sıra bazen de
kervanlara ortak oluyorlardı. Bu durum sadece büyük sermayedarlara has bir
durum değildi. Buna zaman zaman orta halk kesimleri de ekonomik güçleri
elverdiğince iştirak ediyorlardı. Bu konuda özellikle Mekke’de Kureyş kabilesi
ileri bir noktaya ulaşmıştı. Kur’ân’da da işaret edildiği gibi
(Kureyş,106/1-4), Kureyşliler kış ve yaz mevsimlerinde olmak üzere yılda iki
kez seyahat düzenlemişlerdir.[40]
Yemen’den Akdeniz’e Basra Körfezi’ne
ve Doğu Arabistan’a ve Cidde’ye ulaşan ticaret yollarının kavşak noktasında bulunması Hicaz’ın merkez şehri Mekke’ye bu anlamda büyük avantaj sağlamıştır.[41]
Kusay b. Kilâb’ın
torunları olan Hâşim, Abdüşşems, Nevfel ve Muttalib; Bizans, Habeşistan, İran ve Yemen hükümdarlarıyla
siyasî ilişkiler kurarak ticarî antlaşmalar yapmak suretiyle Mekke’nin ticaret
hayatındaki etkinliğini uluslar arası boyuta ulaştırmışlardır. (Kureyş,
106/1-6). Arabistan’da seyahat eden kervanlar sürekli olarak yağmalanma
tehlikesiyle karşı karşıya kalırken, akdedilen anlaşmalardan istifadeyle Kureyş kervanları güvenlik içinde ticaret
yapmışlardır.[42]
Arabistan’ın hemen her yöresinde çeşitli ticarî panayırlar kurulmuştur.
Bunların en meşhurları Mekke civarında Ukâz, Zülmecâz, Mecenne, Hayber’de Netât, Yemâme’de Hecer panayırlarıdır. Ayrıca Aden ve Debâ gibi sahil merkezlerinde
ticaret fuarları kurulmuştur.[43]
Buralar birer ticaret mekânı olmanın yanı sıra Arapların sosyal hayatında mühim
yer işgal etmiştir. Kabileler arası toplantıların tertip edildiği, problemlerin
çözüldüğü, kabilelerin aldıkları kararların duyurulduğu bu ticaret merkezleri
aynı zamanda Arapların çok düşkün oldukları kabile övünmesi ve şiir
yarışmalarına da ev sahipliği yapmıştır.[44]
Arap kabilelerinden bir kısmı doğrudan ticarî faaliyetlerle
geçimini temin ederken, bazı bedevî kabileler de kervanlara deve temin etmek,
kılavuzluk ve muhafızlık yapamak suretiyle ticaretten dolaylı olarak gelir
sağlamışlardır.[45]
[1] Tülücü, Süleyman, “Câhiliyye Kelimesinin Mana
ve Menşe’i”, Atatürk Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesi Dergisi, sy.
4, Erzurum 1980, s. 279-281.
[2] İbn Hişâm, es-Sîre, I, 359-360.
[3] Altıntaş, Ramazan, Bütün Yönleriyle Câhiliyye, Konya
1996, s. 1-110; Fayda, Mustafa, “Câhiliyye”, DİA, VII,
17-19.
[4] İslâm öncesi dönem câhiliyye kültürü ve
alışkanlıkları hakkında geniş bilgi için bk. Sarıcık, Murat, İslam Öncesi
Dönem Cahiliye Kültürü, Isparta 2002, s. 11-130, 224-303.
[5] Kazancı, A. Lütfi, “Câhiliyye Döneminde
Müsbet Davranışlar”, UÜİFD, c.1, sy. 1, Bursa 1986, s. 103-111.
[6] Çetin, Nihat, Eski Arap Şiiri, İstanbul 1973, s. 87.
[7] Cevâd Ali, el-Mufassal,
I, 477.
[8] Nuss, İhsan, el-Asabiyyetü’l-Kabeliyye ve
Eseruhâ fi’ş-Şi’ri’l-Emeviyye, Beyrut 1964, s. 162, 165.
[9] İbn Kuteybe, eş-Şi’r ve’ş-Şuarâ,
Leiden 1902, s. 37-164.
[10] Cevâd Ali, el-Mufassal,
I, 288-291; Hitti, Philip, İslâm Tarihi, I, 55-56.
[11] Firuzâbâdî, Kâmûsu’l-Muhît, I-IV, Libya
ts., III, 555. Ayrıca bk. Avcı, Casim-Recep Şentürk “Kabile”, DİA, XXIV, 30.
[12] Watt, W. Montgomery, Peygamber ve Devlet Adamı Hz. Muhammed, (çev.Ünal Çağlar), İstanbul
2001, s. 54, 58.
[13] Nuss, İhsan, el-Asabiyye, s. 70;
Özaydın, Abdülkerim, “Arap”, DİA, III, 321.
[14] Şevki Dayf, el-Asru’l-Cahilî, Kahire 1960, s. 62.
[15] Cevâd Ali, el-Mufassal, IV, 410-413, V,
590-591; Zeydan, Corci, İslâm Medeniyeti Tarihi, (çev. Zeki Meğamiz),
I-IV, İstanbul 1970, IV, 33.
[16] Cevâd Ali, el-Mufassal, V, 341-378.
[17] İbn Habîb, Kitabu’l-Muhabber, s.
263-268.
[18] İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, I-XV, Beyrut ts. (Dârus-Sâdır), IX, 92; Zebidî, Tâcü’l-Arûs, I-X, Beyrut ts. (Dâru
Sâdır), VI, 95.
[19] Cevâd Ali, el-Mufassal, I, 514, IV,
370-388; Özkuyumcu, Nadir, “Hilf”, DİA, XVIII, 29.
[20] İbn Hişâm, es-Sîre, I, 138-140; İbn
Sa’d, et-Tabakât, I, 77; İbn Habîb, Münammak fî Ahbâri Kureyş,
(thk. Hurşid Ahmed Faruk), Beyrut 1985, s. 232-273.
[21] Zebidî, Tâcü’l-Arûs,
X, 389.
[22] Bardakoğlu, Ali, “Diyet”, DİA, IX, 474.
[23] İbn Hişâm, es-Sîre,
II, 20.
[24] Zeydan, Corci, İslâm Medeniyeti Tarihi,
IV, 38-40; Günaltay, Şemseddin, İslâm Öncesi Araplar, s. 116-117.
[25] Cevâd Ali, el-Mufassal, V, 570-574;
Günaltay, Şemseddin, İslâm Öncesi Araplar, s. 115.
[26] Belâzürî, Ensâb,
I, 158.
[27] Cevâd Ali, el-Mufassal, V, 574-576;
Zeydan, Corci, İslâm Medeniyeti Tarihi, IV, 37-38.
[28] Derveze, İzzet, Kur’an’a Göre Hz.
Muhammed’in Hayatı, (çev. Mehmet Yolcu), I-III, İstanbul 1998, I, 151.
[29] Nuss, İhsan, el-Asabiyye, s. 108;
Çağrıcı, Mustafa, “Asabiyet”, DİA, III, 453.
[30] Apak, Âdem, Asabiyet ve Erken Dönem İslâm
Siyasî Tarihindeki Etkileri, İstanbul 2004, s. 17-34; Demircan, Adnan,
Cahiliye Arapları, s. 49-56.
[31] Günaltay, Şemseddin, İslâm Öncesi Araplar,
s. 106.
[32] İbn Habîb, Kitabu’l-Muhabber, s. 324;
Cevâd Ali, el-Mufassal, V, 565-567.
[33] Günaltay, Şemseddin, İslâm Öncesi Araplar, s.
120-121. Bu konuda değerlendirmeler için bk. Demircan, Adnan, “Câhiliye
Döneminde Kız Çocuklarını Gömerek Öldürme Âdeti”, İSTEM, 2004, c. III,
sy.3, s. 9-30.
[34] İbn Habîb, Kitabu’l-Muhabber, s. 310.
[35] İbn Habîb, Kitabu’l-Muhabber, s.
325-326.
[36] İbn Habîb, Kitabu’l-Muhabber, s. 327,
330, 340. Günaltay, Şemseddin, İslâm Öncesi Araplar, s. 122-125. Ayrıca
bk. Demircan, Adnan, Kabile Topluluklarından Akide Toplumuna, İstanbul
2009, s. 28-66.
[37] Cevâd Ali, el-Mufassal,
I, 196-203, 207, IV, 286-287, V, 337-341; Hitti, Philip, İslâm Tarihi,
I, 41-43.
[38] Cevâd Ali, el-Mufassal,
I, 211.
[39] Günaltay, Şemseddin, İslâm Öncesi Araplar, s.
27-28.
[40] Vâkıdî, Kitabu’l-Meğâzî, (thk. Marsden
Jones), I-III, Beyrut 1984, I, 27-28; İbn Hişâm, es-Sîre, II, 257.
[41] Cevâd Ali, el-Mufassal,
I, 220-221; Günaltay, Şemseddin, İslâm Öncesi Araplar, s. 28.
[42] Taberî, Tarih, II, 252.
[43] İbn Habîb, Kitabu’l-Muhabber, s.
263-268. Efgânî, Sa’îd, Esvâku’l-Arab fi’l-Câhiliyye ve’l-İslâm, Dimaşk
1960.
[44] Hamidullah, Muhammed, “el-İlâf veya İslâm’dan
önce Mekke‘nin İktisadî-Diplomatik Münasebetleri”, (çev. İsmail Cerrâhoğlu), AÜİFD,
IX, Ankara 1961, s. 213-222; Yüksel, Ahmet Turan, İslâm’ın İlk Döneminde
Ticari Hayat, İstanbul 1999, s. 13-46.
[45] Fayda, Mustafa, “Bedevî”, DİA, 311-316.
Bu metni okurken bile içime bir ağlamak geldi eskiden hayatne güzelmiş beee
YanıtlaSil