15 Mart 2017 Çarşamba

Araplarda Sosyal, Siyasi Ekonomik ve Kültürel Hayat

Prof. Dr. Adem APAK
Arapların İslâm öncesi devirleri genel olarak câhiliyye dönemi olarak adlandırılır. Bu kelime “chl” kötünden türetilmiş olup, eski sözlüklerde ilmin zıddı olan “bilgisizlik” anlamı verilmiştir. Bu durumda câhiliyye çağı “bilgisizlik çağı” anlamına gelir. Çağdaş araştırmacılar ise bu kavrama başka bir anlam yüklemektedirler. Onlara göre eski Arap şiirinde cehl, ilmin zıddı olarak kullanılmakla birlikte bu, kelimenin ikinci anlamıdır. Birinci anlamına göre cahil azgın, arzularının esiri, şiddet taraftarı ve sabırsız kişidir. Bu şekilde cehl kelimesi ilmin değil, hilmin karşıtı olmaktadır. Dolayısıyla cahillikten bilgisizlik değil, bildiği halde kasten bilgisizce hareket kastedilmektedir. Zira İslâm öncesi dönemdeki Arapların hayatları ve faaliyetleri incelendiğinde onların çevrelerinde yaşayan insanlardan akıl ve bilgi potansiyeli yönünden daha ileride olduğunu gösteren pek çok delil bulmak mümkündür. [1]
Câhiliyye kavramı ve davranışları için Habeşistan kralı huzurunda Müslümanlar adına konuşan Cafer b. Ebû Tâlib’in açıklamaları güzel bir örnek teşkil eder:
“Ey hükümdar, Allah aramızdan birini seçip de onu kendisi için elçi olarak gönderene kadar biz cahillerdendik, putlara tapar, ölü hayvan eti yer, fuhuş yapardık. Akrabalık bağlarına riayet etmez, komşuluk haklarını tanımazdık. Güçlü olanlarımız zayıf olanlarımız ezerdi. Uzun bir müddet bu halde yaşadık. Sonra Allah bize aramızdan soyunu, doğruluğunu, güvenilirliğini, namusluluğunu bildiğimiz bir peygamber gönderdi. O bizi Yüce Allah’ın birliğini tanımaya ve O’a ibadet etmeye çağırdı. Ağaç ve taştan yaptığımız putlara tapmaktan, Allah’a ortak koşmaktan uzaklaştırdı. Bize doğru söylemeyi, emanete ve akrabalık bağına riayet etmeyi, komşularla güzel geçinmeyi, haramdan, kan dökmekten sakınmayı emretti. Fuhuştan, yalandan, yetim malı yemekten, namuslu kadına iftira etmekten menetti. O, bize, diğer insanlara kötülük yapmaktan çekinmeyi, sadece Allah’a ibadet etmeyi, sadaka vermeyi ve her çeşit iyi ve güzel fiiller işlemeyi öğretti”.[2]
Câhiliyye kavramı, gerek Kur’ân (Âl-i İmrân, 3/145; Mâide, 5/50; Ahzâb, 33/33; Feth, 48/26) gerekse hadislerde İslâm’dan önceki inanç, tutum ve davranışları İslâmî dönemdekinden ayırt etmek için kullanılmıştır. Bununla birlikte câhiliyye, yaşanmış ve bitmiş olan bir tarihî süreci değil, bir kültürü temsil eder. Böyle olduğu içindir ki, İslâm’dan sonra, Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde dahi câhiliyye davranışlarına tesadüf etmek mümkün olmuştur. Nitekim gerek Kur’ân-ı Kerim’de gerekse hadislerde bu döneminin belirgin davranışları kan davası, içki, kumar, kabilecilik gibi alışkanlık ve uygulamalar câhiliyye davası olarak kabul edilmiş, bu hususta gayret sarf edenler hem vahiy, hem de Rasûlüllah’ın (s.a.v.) diliyle kınanmıştır. Örnek vermek gerekirse, Kur’ân’da insanlar “câhiliyye zannından” sakındırılmış (Âl-i İmrân, 3/154), Hz. Peygamber’in (s.a.v.) hanımları “câhiliyye devrindeki kadınlar gibi açılıp saçılmamaları” konusunda ikaz edilmiş (Ahzâb, 33/33), ayrıca bütün Müslümanlar “câhiliyye taassubu” na düşmemeleri için uyarılmış (Feth, 48/26) ve nihayet Müslümanlara “câhiliyye idaresini mi aradıkları” sorulmuştur.(Mâide, 5/50). Benzer şekilde Allah Rasûlü (s.a.v.) de “câhiliyye davasıyla hak iddia eden bizden değildir” (Buhârî Cenâiz 39) emek suretiyle İslâm’dan sonraki olumsuz tavırları da câhiliyye anlayışı olarak tanımlamış ve ümmetini bu hususta uyarmıştır. Hatta “Ümmetimin içinde câhiliyye döneminden kalma dört adet vardır: Asaletle övünmek, başkalarının soyuna dil uzatmak, yıldızları vesile edinerek yağmur beklemek ve ölünün arkasından yüksek sesle ağlamak”, ifadeleriyle Müslümanların bu alışkanlıklardan kolayca vazgeçemeyeceklerini de bildirmiştir. Buradan yola çıkarak câhiliyyeyi sadece İslâm’dan önceki dönem şeklinde tanımlamanın hatalı, en azından eksik olduğu açıkça ortaya çıkar.[3] Ancak konunun takdimi gereği, burada câhiliyyeden İslâm’ın doğuşundan önceki dönem kastedilecektir.
Arapların İslâm’ın zuhuru evvelinde sergiledikleri câhiliyye davranışları arasında kibir, gasp, içki, fuhuş, kumar, kan davası, riba, hırsızlık, yetim malı yeme gibi kötü alışkanlıkları saymak mümkündür ki, bunlar “Mesâlibü’l-Arab” (Arapların ayıpları) olarak isimlendirilmiştir.[4] Bu adetler toplumda yaygın olarak sergilenmekle birlikte, Arapların tamamı bu davranışları benimsemiş değildir. Genel anlamda câhiliyye kültürü içinde hayatlarını sürdüren insanların da takdire şayan davranışlarına da şahit olunmuştur. “Fedâilü’l-Arab” (Arapların faziletleri) olarak bilinen güzel hasletlerin başta gelenleri ise bağımsızlık ve özgürlüğe düşkünlük, yiğitlik, cesaret, sabır, zayıfı korumak, güçlüye karşı koymak, cömertlik, ahde vefa, misafirperverlik, kendisine sığınanı himaye etmek, kanaatkârlık gibi hasletlerdir.[5]
Araplarda câhiliyye dönemi kültürü şifahî gelenekle aktarılmıştır ki, bunun en önemli kaynağı câhiliyye şiiridir. Kabile övünmesi (medh) câhiliyye şiirinin en önemli mevzularından birisidir. Övgüde bir şahsın taşıdığı taç, ziynet gibi arızî yönler değil cesaret, cömertlik ve adalet gibi şahsî vasıflar öne çıkarılmıştır.[6] Kabile övünmesi her kabile üyesinin tabiî vazifesidir. Ancak bunu asıl sorumluları ve en iyi şekilde gerçekleştirenler, kabile övünmesini bir meslek olarak icra eden kabile şairleri ve hatiplerdir. Kuşkusuz asabiyetin câhiliyye şairi ve şiirine tesiri büyüktür. Şairin gönlünü coşturan şeyler hep asabiyet ruhunun yansımalarıdır. Câhiliyye şiirinin ana konularının genelde kabileyi övmek ve yüceltmek, düşmanları hicvetmek, hasımlara meydan okumak, soyu intikama teşvik ve düşman kabilelere saldırıya tahrik etmek, kavmin gözünü kırpmadan içine daldığı savaşları aktarmak, savaşta ölenlere mersiye söylemek gibi kabile asabiyetiyle ilgili yahut ondan ilham alan davranışlar olduğu görülür.[7]
Câhiliyye şairinin aslî fonksiyonu asabiyette aşırı gitmektir. Şair çoğunlukla düşmanlığı barışa, savaşı anlaşmaya, kısası diyete tercih etmiştir. Bu sebeple Arap hayatında şairler adeta savaş borusu ve şerrin davetçileri olmuşlardır. Barışa çağıran ve savaştan nefret eden kabile şairi bulmak neredeyse mümkün değildir.[8] İslâm öncesi hayatının en önemli aktörleri sayılan şairler, Ukâz panayırında şiir yarışmalarına iştirak etmişler, burada en çok beğenilen şiirler Kâbe duvarına asılarak ödüllendirilmiştir. Bu şerefe nâil olan kabile şairleri ise İmriü’l-Kays, Tarafe b. el-Abd, Züheyr b. Ebî Sülmâ, Lebîd b. Rebîa, Amr b. Külsûm, Antere b. Şeddâd, el-A’şâ, Nâbiğa ez-Zübyânî ve Ubeyd b. el-Ebrâs’dır. [9]

A. SOSYAL HAYAT

Câhiliyye toplumu, yaşayış tarzına göre genelde bedevî ve hadarî olmak üzere iki kısımda mütâlea edilir. Kısaca tanımlamak gerekirse Bedevîlik, hayatın ihtiyaçlarında zorunlu olanla yetinmektir. Kur’ân’da bedevîlik “bedv” şeklinde kullanılmıştır. Nitekim Yûsuf (as) Mısır’da huzuruna getirilen ailesine şöyle demiştir: “Rabbim beni zindandan çıkararak ve sizi çölden getirerek bana çok iyilikte bulundu. Şüphesiz Rabbim, dilediği şeyde nice incelikler sergileyendir. Şüphesiz O, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Yûsuf, 12/100).
Hadarîlik ise başta yerleşik hayatı benimsemek olmak üzere yiyecek, giyecek gibi tabiî ihtiyaçlarda zarurî olanın üzeri şartlarında yaşamak, üstelik hayatın imkânlarını çoğaltmak, çeşitlendirmek ve güzelleştirmektir. İklim ve tabiatın bir gereği olarak Arap Yarımadası’nın kuzeyindeki sakinlerin büyük bir kısmı bedevî, güneydekiler ise hadarî kabul edilir. Bundan dolayı Kuzeyliler ile Güneylilerin dünya görüşleri, kültürleri ve hayat tarzları arasında belirgin farklıklar oluşmuştur. Her şeyden önce Kuzeyliler, himaye ve asabiyetle idare edilen topluluklar iken, buna karşılık Güneyliler kurumsal yönetimler altından yaşamışlardır.[10]
1. Kabile
İslâm öncesi Arap toplumu çöl şartlarının ortaya çıkardığı sosyal bir model olan kabile sistemi üzerine kurulmuştur. Kabile, aynı atadan geldikleri kabul edilen ve aralarında nesep irtibatı bulunan insan topluluklarına verilen ortak isimdir.[11] Arabistan bozkırlarında bir erkek, bir kadın ve bir kaç çocuktan müteşekkil basit bir aile hayatı sürdürmek mümkün olmadığı için, insanlar ancak kan bağına dayalı kabile veya aşiret denilebilecek birlikler halinde yaşayabilmişlerdir.[12]
Araplar arasında asırlar boyunca hükmünü icra eden bir hayat nizamı olan kabile, rastgele meydana gelmiş düzensiz bir topluluk değildir. Bu kurumun da kendine göre kuralları ve bütünlük içerisinde tutarlılığı olan bir düzeni vardır. Kabile adet ve gelenekleri sayesindedir ki insanlar, soylarının emniyet ve istikrarını muhafaza edebilmişlerdir. Kabile mensubu saf bir ferdiyetçi olmakla birlikte, bu sistem gereği cemaatinin bekası için kendi menfaatini, hatta hayatını terk etmeye her zaman hazır olmuştur. Çünkü o bilmektedir ki, hayat hakkı başta olmak üzere sahip olduğu bütün hakları kabilesi sayesinde elde etmiştir.[13]
Kabileye mensubiyet kişinin var olma garantisi anlamına geldiği için ferdin, kabilesine gönülden bağlanması ve kabile geleneklerine tereddütsüz tâbi olması gerekir. Çünkü kabilede soyun genel politikası hilâfına hareket eden üye, kabilesi tarafından dışlanmakta, onun üzerinden çöl güvenlik sistemi olan himaye kaldırılmakta, özetle soyuyla tüm bağı kesilmektedir ki, bu bir arabın karşılaşabileceği en büyük felâkettir.[14] Çünkü kabile kuralları dışına çıkan üyeler hal’ denilen ve kabilenin himaye garantisinin iptal edilmesi anlamına gelen uygulamayla sistem dışına atılmakta ve uzak­laştırılmış, kovulmuş ve lanetlenmiş anlamlarında halî’, tarîd, la’în olarak isimlendirilmektedir.[15]
Çetin hayat şartları ve geçim zorluğu sebebiyle Araplar arasındaki öncelikli irtibat şekli düşmanlıktır. Buna göre aralarında herhangi bir anlaşma bulunmayan iki kabile tabiî bir şekilde düşman kabul edilmiştir. Kabile savaşları o kadar rutin hale gelmiştir ki, câhiliyye Arapları baskın ve yağmaları bir geçim vasıtası olarak görmüşlerdir. Onlar, yakınlarında yaşayan ve aralarında herhangi bir anlaşma bulunmayan kabilelere sürekli olarak baskın düzenlemişler, saldırıya maruz kalanlar da bunun intikamını almak için fırsat beklemişlerdir. Bu nedenle Arap câhiliyye hayatında en önemli sosyal hadiseler olarak Eyyâmü’l-Arab adı verilen kabile savaşları kabul edilir.[16] Savaşın devamlı cârî olduğu bu şartlarda Araplar hac ve ticaret gibi zorunlu faaliyetlerini îfâ edebilmek için güvenli zaman dilimlerine ve coğrafî mekânlara ihtiyaç duymuşlardır ki, onlara bu imkânı İbrahim (as) zamanında tespit edilmiş olan haram aylar (Zilkâde, Zilhicce, Muharrem Receb) (Buhârî, Bedü’l-Halk 2) ve ticarî panayırlar temin etmiştir.[17]
Araplar Haccı haram aylarda gerçekleştiriyorlardı. Bu zaman diliminde savaşlar yasaklanmıştı. Arap kabileleri bu kutsal barışı fırsat bilerek her taraftan Mekke’ye geliyorlar, bu münasebetle Hac günlerinden önce ve sonra dinlenme yerlerinde kurulan panayırlarda rahatça alışveriş yapıyorlardı. Hacılar buralarda birkaç gün konaklıyor, ihtiyaçlarını gideriyor, mallarını takas ediyor, gece sohbeti ve eğlenceler tertip ediyorlar, daha sonra da güvenlik içinde yurtlarına dönüyorlardı. (Bakara, 2/197-198).
Arap toplumunda ilişkilerin sadece düşmanlık ekseninde gerçekleştiğini söylemek doğru olmaz. Zira kabileler arasında şartların zorlamasıyla kurulan dostluk münasebetlerine de şahit olunur. Bunların başında ittifak antlaşmaları (hilf) gelir. Kabileler muhtelif sebeplerle özellikle yakın komşularıyla antlaşma yapma ihtiyacı duymuşlardır. Çünkü sulh gerçekleşmeksizin güvenlik ortamının sağlanması, kabileler arasında sağlıklı komşuluk ilişkilerinin kurulması ve ticarî faaliyetlerin sürdürülebilmesi mümkün olmaz.[18] Diğer taraftan özellikle zayıf kabileler diğer güçlü toplulukların saldırılarından emin olmak için onlardan biriyle antlaşma yapmak ihtiyacı duymuşlardır.[19] Hatta bazen güçlü ve himayeye ihtiyaç duymayan kabileler dahi, diğer kabilelere saldırmak veya onların muhtemel hücumlarına karşı koyabilmek amacıyla siyasî ittifaklar gerçekleştirmişlerdir.[20]
Kabile, müşterek ataya dayanan bir cemaat olarak tanımlanmakla birlikte, katılımlar veya savaşlar sebebiyle soy gerçek anlamında safiyetini koruyamaz. Bunun sonucunda da zahiren her biri kabilenin eşit üyeleri gibi görünmekle beraber, kabile içinde farklı bir sosyal tabakalaşma ortaya çıkar. Bunlar, aynı atadan gelen öz kabile çocukları, diğer kabilelerden katılanlar (sığınmacılar) ve kölelerdir. Birinci sırada bulunanlar, kabilenin diğer mensuplarından her bakımdan üstün üyelerdir. Asıl soydan gelmeyip de sonradan herhangi bir sebeple kabileye katılanlara ise mâlik, abd, sâhib, ibnü’l-emân, garîb, câr, halîf, nezîl, şerîk ve rab gibi isimler verilmiştir.[21] Bunlar, görünürde hür insanlar kabul edilmekle birlikte, birinci grupta yer alanlarla aynı hak ve sorumluluklara sahip değildirler. Öyle ki, bu temel eşitsizlik kabile hayatının hukuk sistemine de yansımış, buna göre halîfin diyeti asıl üyenin yarı diyeti miktarı olarak kabul edilmiştir.[22] Aynı şekilde himaye etme hakkı da sadece kabilenin asıl çocuklarına tanınan bir imtiyaz olmuş, anlaşmalı veya sığınmacı kabile üyeleri bundan mahrum bırakılmıştır.[23]
Kabilede esas üyelerin altında yer alan ve halîflerle birlikte kabilenin orta tabakasını teşkil eden ve mevâlî adı verilen bir grup daha vardır ki, bunlar kabile içinde azat edilmiş köle ve cariyeler ile onların çocuklarından meydana gelir. Hem en üstteki hürler, hem de en alttaki kölelerden farklı statülere sahip oldukları için, tabiî olarak onlar bu iki sınıftan farklı hukukî statüde kabul edilmişlerdir. Buna göre mevâlî, köleler gibi alınıp satılamaz, ancak buna karşılık gerek evlilik, gerekse mirasta kabilenin asıl üyeleri gibi de muamele göremezdi. Meselâ onlardan birinin hür bir kadın ile evlenmesine kesinlikle müsaade edilmezdi. Ayrıca mevâlînin diyeti hürün diyetinin yarısı kabul edilirdi.[24]
Arap toplumunda kabile dairesinin üçüncü tabakasında köleler yer alır. Kadim zamanlardan beri bilinen ve uygulanan bu sistemin asıl kaynağı savaşlardır. Savaş sonunda sağ olarak ele geçirilen erkekler köle, kadınlar da cariye kabul edilirdi. Karı-kocadan ikisi de köle olursa onların yeni doğan çocukları da köle sayılırdı. Kölelerin ve cariyelerin herhangi bir hayvandan farkı yoktu; onlar sahiplerinin malı gibi görülür, bu sebeple hiçbir şahsî ve sosyal hakka sahip olamazlardı. O kadar ki, sahibinin onu satmanın yanında, hibe etme, hatta isterse öldürme yetkisi dahi vardı.[25] Bu yüzden her ne sebeple olursa olsun, kölesini öldürene hiçbir sorumluluk yüklenmezdi.[26] Köleler içinde azat edilenler ise bir üst tabakada yer alan mevâlî statüsüne yükselirdi.[27]
Araplarda kabile mensuplarını birbirine bağlayan asıl unsur kabile ruhu asabiyettir. Asabiyet, hakikatte nesepleri bir olsun veya olmasın, nesep cetvellerindeki kabile ilişkilendirmeleri ister doğru ister yanlış veya eksik olsun, kabile üyelerinin kendilerinin bir asılda birleştiklerine inanmaları sonucunda, onların her şartta birbirlerine destek olmalarını sağlayan manevî güç ve dayanışma duygusudur. Toplumu meydana getiren çeşitli grup güçleri arasında bir dengenin kurulmasında, insanların birbiriyle savulmasında, haklarının gözetilmesinde, onurlarının korunmasında ve hayatlarının muhafaza edilmesinde asabiyet, güçlü rol oynayan önemli bir sosyal faktördür. Bu duygu kabile toplumunda o kadar güçlü bir şekilde yerleşmiştir ki, Hicrî III. asrın sonuna, yani Arap egemenliğinin yıkılmasına kadar olayların akış seyrinde etkinliğini hemen hiç kaybetmemiştir. [28]
Kabile toplumunda asabiyet, çöl sosyal hayatının zorunlu ve tabiî neticelerindendir. Zira kabile, ancak asabiyet sayesinde ayakta durabilmekte, varlığını ve güvenliğini sağlayabilmekte ve yine asabiyet sebebiyle hayatta kalmak için mücadele kuralının geçerli olduğu kabileler toplumunda geçim vasıtalarını elde edebilmektedir. Siyasî ve hukukî alanlardaki otorite boşluğunu doldurarak kabile fertlerinin mal, can ve ırz güvenliğinin sağlanması da asabiyet sayesinde mümkün olmaktadır.[29] Asabiyete göre kabile üyelerinden biri öldürüldüğü zaman, öldürülenin yakınları başta olmak üzere bütün kabile maktulün intikamını almakla mükellef olur. Aynı şekilde kabile mensuplarından biri başka kabile mensubunu öldürürse, katilin kabilesi öldürülen şahsın diyetini ödemek başta olmak üzere öldürme hadisesinin bütün sonuçlarını üstlenmek zorundadır. Çünkü asabiyet anlayışına göre suç ve cezanın ferdîliği olmaz, bütün kabile kollektif sorumluluk altındadır. Asabiyet ayrıca her kabile üyesine kabile nizamı ve örfüne boyun eğmeyi, başka kabilelerle yapılmış olan anlaşma kurallarına tereddütsüz itaat etmeyi zorunlu kılar.[30]
2. Aile
Câhiliyye dönemi Araplarında bağımsız bir aileden bahsedilemez. Çünkü çöl ortamında müstakil aile hayatı sürdürebilmek imkânsızdır. Dolayısıyla aileler ancak bir kabilenin parçası olmakla varlık ve anlam kazanabilirler. Kabile içinde bir aile mensubu, aynı anda büyük ailesi olan kabilesinin de mensubu olduğunun bilincindedir. Buradan yola çıkarak Arap toplumunda İslâm öncesi dönemde iki tip aileden bahsedilebilir: İlki soy birliğine dayalı ictimaî ailedir ki, buna kabile veya klan ailesi denilebilir; ikincisi ise bilinen tabiî ailedir.[31]
Arap toplumunda kabilede en küçük birim aile kabul edilir. Bu tür aile, ya aynı ev (dâr) veya çadırda oturan dede, oğullar, torunlar ve bunların çocuklarından oluşan geniş aile (âl), ya da ana-baba ve çocuklardan oluşan dar aileden (ıyâl) meydana gelmiştir. Arap ailesinde mutlak hâkim erkektir. Dolayısıyla ailelerde akrabalık ilişkileri erkekler (asabe) yoluyla kurulmuştur. Tabiatıyla bu sistemde erkek daima kadından daha üstün ve önemli sayılmıştır. Zira fizikî gücün etkin olduğu çöl ortamında kabilenin en önemli unsuru savaşçı olan erkeklerdir. Bu durum Arap toplumsal yapısında kadına oranla erkeğe daha çok değer verilmesini getirmiştir. Tabiatıyla kabileye savaşçı olarak katkı sağlayamayan kadınlar, ancak yük olarak görülmüştür. Sosyal itibarı olmayan kadın, ancak erkek çocuk doğurduğu zaman aileden kabul edilir. Çocuk sahibi olsalar da kadınların miras hakları yoktur. Babası ölen bir çocuğun velâyet hakkı ise annenin değil, ölenin erkek akrabasınındır.[32]
Bedevî anlayışa göre dünyaya erkek olarak gelmediği için kız çocuğu suçlu olarak doğmuştur. Bu inanış sebebiyle onlar, ailenin değersiz ve yüz kızartıcı üyesi kabul edilen bu çocuğun öldürülmesinde bir mahzur görmemişlerdir. Kur’ân’da bu cahilî uygulamaya açık işaret bulunmaktadır:
“Aralarında birinin bir kızı olduğu müjdelendiği zaman gamla dolarak yüzü simsiyah kesilir. Kendisine verilen kötü müjde yüzünden halktan gizlenmeye çalışır; onu utana utana tutsun mu, yoksa toprağa mı gömsün? Ne kötü hükmediyorlar”. (Nah, 16/58-59).
Kız çocukları hakkında bu olumsuz düşünceye rağmen onların canlı olarak gömülmesi âdeti Temîm kabilesi dışında diğer Arap kabileleri arasında çok yaygın olarak görülmemiştir.[33] Üstelik Zeyd b. Amr b. Nüfeyl gibi şahıslar öldürülmek istenen kız çocuklarını babalarından alarak onların bakım ve büyütülmelerini üstlenmişlerdir. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 24).
Câhiliyye döneminde evlilikler çok farklı şekillerde gerçekleştirilmiştir. Bunların çoğu İslâm’ın gelmesinden sonra ortadan kaldırılan gayr-i meşru birlikteliklerdir. Öncelikli ve yaygın evlilik türü günümüzde olduğu şekilde bir kişinin evlenmek istediği kızı ailesinden istemesi ve mehir karşılığında nikâhın gerçekleşmesidir. Bu evliliklerde karşılıklı neseb, soy ve sosyal denklik dikkate alınmıştır.[34] Bundan başka câhiliyye dönemi Arap toplumunda; evli bir kadının kocasının uygun göreceği bir kişiyle çocuk sahibi olmak için bir araya gelmesi (istibdâ nikâhı) (Buhârî, Nikâh 33) bir kadının on kişiden az olmak üzere erkeklerle evlenmesi (müşterek nikâh) (Buhârî, Nikâh 36), iki erkeğin karşılıklı olarak karılarını değiştirmeleri (bedel nikâhı), hür olduğu için zina yapamayan bir kadının bir erkekle metres hayatı yaşaması (haden/hıdn nikâhı), iki erkeğin mehir vermeksizin karşılıklı olarak kızları veya velisi bulundukları başka kadınlarla evlenmeleri (şigar nikâhı), (Buhârî, Nikâh 28, Müslim, Nikâh 57), üvey oğlunun annesiyle evlenmesi (makt nikâhı)[35] tarafların süreli evlilik akdi yapmaları (muta nikâhı) gibi evlilik çeşitleri yaygın olarak görülmüştür. (Buhârî, Nikâh 36; Müslim, Nikâh 11).  Ayrıca câhiliyye döneminde iki kız kardeşin aynı anda bir kişinin nikâhında bulunması da evlilik adetleri arasında yer almıştır.[36]
3. Geçim Kaynakları
Arabistan’ın ekonomik hayatı tabiat şartları ve kabilelerin yaşayış tarzlarına bağlı olarak genellikle hayvancılık, tarım ve ticarete dayanmaktaydı. Hayvancılık özellikle bedevîlerin geçim kaynağıydı. Bu sebeple çöl Araplarının servetleri sahip oldukları deve ve davar sürüleridir. Arap hayatında devenin ayrı bir yeri ve önemi vardır. Her şeyden önce göçebenin başlıca taşıtı devedir. Yük ve binek hayvanı olarak kullanıldığı gibi, eti, sütü ve yününden de istifade edildiği için deve aynı zamanda çok büyük bir ekonomik değer taşımaktadır. Bu sebepledir ki, devesiz çöl hayatını düşünmek mümkün değildir.[37]
Arabistan’ın geçim kaynakları arasında tarım önemli bir yer tutar. Ziraata elverişli olan bölgeler ise düzenli yağış alan Yemen topraklarıdır. Dolayısıyla tarım ürünleri açısından en mühim alan Yarımada’nın güney kısmıdır.[38] Burada en fazla yetişen ürün ise hurmadır. Yemen’den başka Tâif, Medine, Necid ve Hayber’de ziraata elverişli tarım alanları vardır. Bunlar arasında Basra Körfezi kıyılarında özellikle Yemâme tahıl istihsâliyle tanınmıştır.[39]
Arabistan’da tarım ve hayvancılığın yanında diğer önemli geçim kaynağı ticarettir. Yarımada’da yaşayanlar ister bedevî, ister hadarî olsun hayatlarını devam ettirebilmek için ticaret yapmaya mecbur kalmışlardır. Bilhassa Mekke gibi ziraata hemen hiç elverişli olmayan bölgelerdeki Arapların bundan başka da geçim vasıtaları yok gibidir. Onlar, toprakla uğraşmanın alternatifi olarak yaz-kış karada ve denizde ticaret yolculukları için seferber olmuşlar, ticaret mallarının nakli ve mübadelesi konusunda aracılık yapmak suretiyle geçimlerini temin etmişlerdir. Onlar doğrudan ticarî seferlere iştirak etmenin yanı sıra bazen de kervanlara ortak oluyorlardı. Bu durum sadece büyük sermayedarlara has bir durum değildi. Buna zaman zaman orta halk kesimleri de ekonomik güçleri elverdiğince iştirak ediyorlardı. Bu konuda özellikle Mekke’de Kureyş kabilesi ileri bir noktaya ulaşmıştı. Kur’ân’da da işaret edildiği gibi (Kureyş,106/1-4), Kureyşliler kış ve yaz mevsimlerinde olmak üzere yılda iki kez seyahat düzenlemişlerdir.[40]
Yemen’den Akdeniz’e Basra Körfezi’ne ve Doğu Arabistan’a ve Cidde’ye ulaşan ticaret yollarının kavşak noktasında bulunması Hicaz’ın merkez şehri Mekke’ye bu anlamda büyük avantaj sağlamıştır.[41] Kusay b. Kilâb’ın torunları olan Hâşim, Abdüşşems, Nevfel ve Muttalib; Bizans, Habeşistan, İran ve Yemen hükümdarlarıyla siyasî ilişkiler kurarak ticarî antlaşmalar yapmak suretiyle Mekke’nin ticaret hayatındaki etkinliğini uluslar arası boyuta ulaştırmışlardır. (Kureyş, 106/1-6). Arabistan’da seyahat eden kervanlar sürekli olarak yağmalanma tehlikesiyle karşı karşıya kalırken, akdedilen anlaşmalardan istifadeyle Kureyş kervanları güvenlik içinde ticaret yapmışlardır.[42]
Arabistan’ın hemen her yöresinde çeşitli ticarî panayırlar kurulmuştur. Bunların en meşhurları Mekke civarında Ukâz, Zülmecâz, Mecenne, Hayber’de Netât, Yemâme’de Hecer panayırlarıdır. Ayrıca Aden ve Debâ gibi sahil merkezlerinde ticaret fuarları kurulmuştur.[43] Buralar birer ticaret mekânı olmanın yanı sıra Arapların sosyal hayatında mühim yer işgal etmiştir. Kabileler arası toplantıların tertip edildiği, problemlerin çözüldüğü, kabilelerin aldıkları kararların duyurulduğu bu ticaret merkezleri aynı zamanda Arapların çok düşkün oldukları kabile övünmesi ve şiir yarışmalarına da ev sahipliği yapmıştır.[44]
Arap kabilelerinden bir kısmı doğrudan ticarî faaliyetlerle geçimini temin ederken, bazı bedevî kabileler de kervanlara deve temin etmek, kılavuzluk ve muhafızlık yapamak suretiyle ticaretten dolaylı olarak gelir sağlamışlardır.[45] 





[1]    Tülücü, Süleyman, “Câhiliyye Kelimesinin Mana ve Menşe’i”, Atatürk Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesi Dergisi, sy. 4, Erzurum 1980, s. 279-281.
[2]    İbn Hişâm, es-Sîre, I, 359-360.
[3]    Altıntaş, Ramazan,  Bütün Yönleriyle Câhiliyye, Konya 1996, s. 1-110; Fayda, Mustafa, “Câhiliyye”, DİA, VII, 17-19.
[4]    İslâm öncesi dönem câhiliyye kültürü ve alışkanlıkları hakkında geniş bilgi için bk. Sarıcık, Murat, İslam Öncesi Dönem Cahiliye Kültürü, Isparta 2002, s. 11-130, 224-303.
[5]    Kazancı, A. Lütfi, “Câhiliyye Döneminde Müsbet Davranışlar”, UÜİFD, c.1, sy. 1, Bursa 1986, s. 103-111.
[6]    Çetin, Nihat, Eski Arap Şiiri, İstanbul 1973, s. 87.
[7]    Cevâd Ali, el-Mufassal, I, 477.
[8]    Nuss, İhsan, el-Asabiyyetü’l-Kabeliyye ve Eseruhâ fi’ş-Şi’ri’l-Emeviyye, Beyrut 1964, s. 162, 165.
[9]    İbn Kuteybe, eş-Şi’r ve’ş-Şuarâ, Leiden 1902, s. 37-164. 
[10]   Cevâd Ali, el-Mufassal, I, 288-291; Hitti, Philip, İslâm Tarihi, I, 55-56.
[11]   Firuzâbâdî, Kâmûsu’l-Muhît, I-IV, Libya ts., III, 555. Ayrıca bk. Avcı, Casim-Recep Şentürk “Kabile”, DİA, XXIV, 30.
[12]   Watt, W. Montgomery, Peygamber ve Devlet Adamı Hz. Muhammed, (çev.Ünal Çağlar), İstanbul 2001, s. 54, 58.
[13]   Nuss, İhsan, el-Asabiyye, s. 70; Özaydın, Abdülkerim, “Arap”, DİA, III, 321.
[14]   Şevki Dayf, el-Asru’l-Cahilî, Kahire 1960, s. 62.
[15]   Cevâd Ali, el-Mufassal, IV, 410-413, V, 590-591; Zeydan, Corci, İslâm Medeniyeti Tarihi, (çev. Zeki Meğamiz), I-IV, İstanbul 1970, IV, 33.
[16]   Cevâd Ali, el-Mufassal, V, 341-378.
[17]   İbn Habîb, Kitabu’l-Muhabber, s. 263-268.
[18]   İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, I-XV, Beyrut ts. (Dârus-Sâdır), IX, 92; Zebidî, Tâcü’l-Arûs, I-X, Beyrut ts. (Dâru Sâdır), VI, 95.
[19]   Cevâd Ali, el-Mufassal, I, 514, IV, 370-388; Özkuyumcu, Nadir, “Hilf”, DİA, XVIII, 29.
[20]   İbn Hişâm, es-Sîre, I, 138-140; İbn Sa’d, et-Tabakât, I, 77; İbn Habîb, Münammak fî Ahbâri Kureyş, (thk. Hurşid Ahmed Faruk), Beyrut 1985, s. 232-273.
[21]   Zebidî, Tâcü’l-Arûs, X, 389.
[22]   Bardakoğlu, Ali, “Diyet”, DİA, IX, 474.
[23]   İbn Hişâm, es-Sîre, II, 20.
[24]   Zeydan, Corci, İslâm Medeniyeti Tarihi, IV, 38-40; Günaltay, Şemseddin, İslâm Öncesi Araplar, s. 116-117.
[25]   Cevâd Ali, el-Mufassal, V, 570-574; Günaltay, Şemseddin, İslâm Öncesi Araplar, s. 115.
[26]   Belâzürî, Ensâb, I, 158.
[27]   Cevâd Ali, el-Mufassal, V, 574-576; Zeydan, Corci, İslâm Medeniyeti Tarihi, IV, 37-38.
[28]   Derveze, İzzet, Kur’an’a Göre Hz. Muhammed’in Hayatı, (çev. Mehmet Yolcu), I-III, İstanbul 1998, I, 151.
[29]   Nuss, İhsan, el-Asabiyye, s. 108; Çağrıcı, Mustafa, “Asabiyet”, DİA, III, 453.
[30]   Apak, Âdem, Asabiyet ve Erken Dönem İslâm Siyasî Tarihindeki Etkileri, İstanbul 2004, s. 17-34; Demircan, Adnan, Cahiliye Arapları, s. 49-56.
[31]   Günaltay, Şemseddin, İslâm Öncesi Araplar, s. 106.
[32]   İbn Habîb, Kitabu’l-Muhabber, s. 324; Cevâd Ali, el-Mufassal, V, 565-567.
[33]   Günaltay, Şemseddin, İslâm Öncesi Araplar, s. 120-121. Bu konuda değerlendirmeler için bk. Demircan, Adnan, “Câhiliye Döneminde Kız Çocuklarını Gömerek Öldürme Âdeti”, İSTEM, 2004, c. III, sy.3, s. 9-30.
[34]   İbn Habîb, Kitabu’l-Muhabber, s. 310.
[35]   İbn Habîb, Kitabu’l-Muhabber, s. 325-326.
[36]   İbn Habîb, Kitabu’l-Muhabber, s. 327, 330, 340. Günaltay, Şemseddin, İslâm Öncesi Araplar, s. 122-125. Ayrıca bk. Demircan, Adnan, Kabile Topluluklarından Akide Toplumuna, İstanbul 2009, s. 28-66.
[37]   Cevâd Ali, el-Mufassal, I, 196-203, 207, IV, 286-287, V, 337-341; Hitti, Philip, İslâm Tarihi, I, 41-43.
[38]   Cevâd Ali, el-Mufassal, I, 211.
[39]   Günaltay, Şemseddin, İslâm Öncesi Araplar, s. 27-28.
[40]   Vâkıdî, Kitabu’l-Meğâzî, (thk. Marsden Jones), I-III, Beyrut 1984, I, 27-28; İbn Hişâm, es-Sîre, II, 257.
[41]   Cevâd Ali, el-Mufassal, I, 220-221; Günaltay, Şemseddin, İslâm Öncesi Araplar, s. 28.
[42]   Taberî, Tarih, II, 252.                                                                                      
[43]   İbn Habîb, Kitabu’l-Muhabber, s. 263-268. Efgânî, Sa’îd, Esvâku’l-Arab fi’l-Câhiliyye ve’l-İslâm, Dimaşk 1960.
[44]   Hamidullah, Muhammed, “el-İlâf veya İslâm’dan önce Mekke‘nin İktisadî-Diplomatik Münasebetleri”, (çev. İsmail Cerrâhoğlu), AÜİFD, IX, Ankara 1961, s. 213-222; Yüksel, Ahmet Turan, İslâm’ın İlk Döneminde Ticari Hayat, İstanbul 1999, s. 13-46.
[45]   Fayda, Mustafa, “Bedevî”, DİA, 311-316. 

1 yorum:

  1. Bu metni okurken bile içime bir ağlamak geldi eskiden hayatne güzelmiş beee

    YanıtlaSil

Yazarlar