Arş. Gör Emine Peköz
“Kureyşliler Kâbe’nin
duvarlarını yükseltip üzerini bir tavanla örttükten sonra, onu tâzim için
örtüsünün her sene yenilenmesi hususunda birbirleriyle yardımlaşıyorlardı. Onu
tavaf ediyorlar, yanında istiğfarda bulunuyorlar ve orada Allah’ı
zikrediyorlardı. Bununla birlikte putları da tâzim ediyorlar, kurbanlarında ve
bütün dinî fiillerinde onları Allah’a ortak koşuyorlardı. Yine bir bayramda Zeyd
bin Amr bin Nüfeyl, Varaka bin Nevfel, Osman bin el-Huveyris, Ubeydullah bin
Cahş’tan oluşan bir grup, Kureyşliler putların yanında kurban keserken onları
izliyorlardı. Bir ara bu dört kişi diğerlerinden uzakta baş başa kaldıklarında
birbirlerine, “Birbirinize dost olun, herkes birbirini gizlesin ve korusun.”
dediler. İçlerinden biri, “Biliyorsunuz; Allah’a yemin olsun ki, kavmimiz doğru
yolda değildir. İbrahim’in dininden ayrıldılar; şimdi ona muhalefet ediyorlar.
Ne zarar ne de fayda verme gücüne sahip olmayan puta tapılmaz. Kendimize yeni
bir din arayalım” dedi. Bunun üzerine her biri yeni bir din aramak üzere
seyahate çıktılar. Yahudiler, Hıristiyanlar ve İbrahim’in dini olan Hanif dini
mensuplarıyla irtibat kurdular…” (İbn İshâk-es-Sîre)
Doğruluğu hususunda
üzerinde ihtilafların mevcut olduğu ve bazı müsteşrikler tarafından kimi zaman
art niyetli olarak kullanılan bu rivayetten yola çıkacak olursak, Mekke’de Haniflerin
varlığı ve İbrahimî bir din arayışları sadece Cahiliye toplumunun değil tüm
dünyanın yeni bir dinin hidayetine muhtaç olduğunun göstergesidir. Nitekim
onların bu toplantısını ve putperest Kureyş toplumunu eleştirmelerini, arayışa
başlamalarının ilk nüvesi olarak değerlendirebiliriz. Onlar tevhid akidesini
sadece kendi toplumları içerisinde aramakla yetinmemişler, sırf bu amaçla diğer
ülkelere seyahat ederek kendilerine uyacak bir din aramışlardır. Bu itikat
keşfi niteliğindeki yolculuklarından farklı izlenimler ve edinimler kazanarak dönmüşler
ve içlerinden bazıları Ehl-i Kitâb’ın da yeni bir din bekleyişinde olduğunu
görmüşlerdir.
Miladi IV. asırda
yaşayan Antakyalı tarihçi Ammianus Marceilinus, güneydeki çöl halklarını “ne
dost ne de düşman olarak arzulayabileceğimiz Araplar…” sözleriyle niteler.
Hakikaten yaşadıkları coğrafyanın zorluğu ve halkının haşin yapısı, Arap
topraklarını dönemin iki büyük imparatorluğunun istila iştahından uzak
tutmuştur. Dolayısıyla sosyal, kültürel açıdan bâkir kalan Arap toplumu, itikadî
yönden de dikkate değer herhangi bir etki ve baskı altında kalmadan, atalarının
batıl inançlarını İslâm’ın zuhûruna kadar taşımışlardır. Ancak ataları olan Hz.
İbrahim’in tevhid dinine en büyük darbeyi vurarak, zamanla putlar edinip onları
Allah’a ortak koşmaya başlamışlar ve bunu da atalarının inançları olarak kabul
edip sorgulamadan asırlar boyu yaşamışlardır. Her ne kadar doğal şartlar
nedeniyle etkiye kapalı bir toplum oldukları söylense de yaptıkları ticarî
seyahatler sırasında çevre ülkelerden edindikleri putlar, Mekke’deki tevhid
akidesini tahrip etmeye yetmiştir. İşte Mekke’de az sayıdaki bazı kimselerin bu
dinsel sapkınlığı sorgulamaları, rivayetlerin de ötesinde gayet insanî ve
olabilecek bir durumdur. Bunu tahmin edebilmemiz, rivayetlerin doğruluğunu
tartışmamıza bağlı değildir. O nedenle elimizdeki verilerden yola çıkarak bu
dört kişinin din arayışı serüvenini ele alalım.
Bu dört kişi içerisinde
en dikkate değer olanı ve Resûlullah’ın bazı hadislerinde isminden bahsettiği
rivayet edilen Zeyd bin Amr bin Nüfeyl’dir. İbn İshâk, onu bu grubun içinde işi
ve tavrı en düzgün olan kişi olarak niteler. Zeyd bin Amr putlardan uzak
durmuş, Hz. İbrahim’in dini dışında olan Yahudilik, Hırıstiyanlık ve diğer
hiçbir dine girmemiştir. O, Allah’ın birliğine inanır, O’na ortak koşulan
putlar adına kesilen hayvanların etlerinden dahi yemezdi. Onun, diri diri
gömülmek istenen kız çocuklarını bu akıbetten kurtardığı ve evlat edindiği de
aktarılır. Denildiğine göre Zeyd bin Amr bir gün Kâbe’nin yanına gelmiş ve “Ey
Kureyş topluluğu! Zeyd’in nefsi kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki, benden
başka sizden hiçbir kimse İbrahim dininde değildir” diye seslendi. Sonra
“Allah’ım! Eğer sana ibadet yollarının en güzelinin hangisi olduğunu bilsem,
sana o şekilde ibadet ederdim, fakat o nasıldır bilmiyorum” dedi ve elinin
ayasına secde etti.
Mekkelilerin, Zeyd bin
Amr’ın putları yeren ve Allah’ı birleyen bu inancı karşısında onu toplumdan
tecrit ettikleri ve ona eziyet ettikleri söylenir. Müşrikler, içlerinden
bazıları onun tek tanrılı inancına geçer ve atalarının şirk itikadı zarar görür
korkusuyla Zeyd bin Amr’ı Mekke’nin dışına sürdüler. Uzlete çekilip Hira
mağarasında yaşamaya başlayan Zeyd bin Amr’ın şehre girmesi yasaklandı ve
amcası el-Hattâb tarafından yerildi.
Rivayetlerde Resûlullah’ın, Zeyd bin Amr’ı
Mekke’nin dışında yaşamaya mahkûm edildiği sıralarda ziyaret ettiği anlatılır.
Buna göre bir gün Zeyd bin Hârise’yi de yanına alarak onun ziyaretine giden Resûlullah
o sıralar henüz gençtir. Zeyd bin Amr, yanlarında bulunan Zeyd bin Hârise’nin
beraberinde getirdiği putlar adına kesilmiş kurban etlerini görünce onlardan
yemeyi reddetmiş, putlara tapıp onlar adına kurban kesilmesini ayıplamış ve
“Bunlar batıl şeylerdir; ne zarar ne de menfaat verirler” demiştir.
Zeyd bin Amr’ın inancı
nedeniyle şehrin dışına sürüldüğünü aktaran rivayetten başka, bir diğer
rivayette tam tersine onun şehrin dışına çıkmasına izin verilmediği
anlatılmıştır. Buna göre Zeyd bin Amr, Haniflik dinini araştırmak maksadıyla
Mekke’den ayrılmaya karar verince karısı Safiyye bu durumu hemen Zeyd’in amcası
el-Hattâb’a bildirmiş ve bunun üzerine amcası tarafından bu teşebbüsü her
seferinde engellenmiştir. Ancak sonunda bir şekilde Mekke’den ayrılmayı başaran
Zeyd bin Amr, Hz. İbrahim’in dinini bilen birilerini bulmak ve bu dini öğrenmek
umuduyla Şam’a, oradan Musul’a geçmiş ve bütün Cezîre bölgesini dolaşmıştır. Ancak
ne Hanif dinini bilen birini bulabilmiş ne de Yahudilik ve Hıristiyanlık’la
ilgili edindiği malûmat sonucunda bu iki dine girmeye razı olmuştur.
Denildiğine göre Hıristiyan bir rahipten kendi doğduğu topraklardan bir
peygamber gönderilmesinin yakın olduğunu duyan Zeyd bin Amr, Mekke’ye dönmeye
karar vermiş fakat yolda uğradığı bir saldırı sonucu öldürülmüştür.
Mes’ûdî’den
aktarıldığına göre Zeyd bin Amr’ın oğlu Sa’id, Resûlullah’a babası için
istiğfar duasında bulunup bulunamayacağını sormuş, Resûlullah bunu onayladığı
gibi, Zeyd bin Amr’ın kıyamet günü tek başına bir ümmet olarak diriltileceğini,
çünkü onun hak dini aradığını ve onu ararken öldüğünü söylemiştir.
Klasik kaynaklarda Dört
Hanif (Hunefâ-i Erbaâ) olarak zikredilenlerden biri ve en önemlisi olduğunu
düşündüğümüz Zeyd bin Amr, ne Hıristiyanlığı ne de Yahudiliği seçmiştir. O
kendi çabası ve aklıyla tevhid inancına ulaşmış, ancak Hz. İbrahim’in dini olan
Hanif dininin varlığından haberdar olsa da gereklerini ve ibadetlerini bilmediğinden,
bu amaçla uzun bir yolculuğa çıkmış ancak bir sonuca ulaşamamıştır. Dolayısıyla
onu bir Hanif olarak nitelemekten çok, bir olan Allah’a inanan bir muvahhid
olarak tanımlamak daha doğru olabilir. Anlaşılan o ki Zeyd’in yaşadığı toplumun
cehaletine katlanmak durumunda kaldığı ve edindiği tevhid farkındalığıyla
diğerlerini de uyarmak ve içinde bulundukları sapkınlığa bir son vermek
amacıyla Hz. İbrahim’in dinini öğrenmek ve yeniden ortaya çıkartmak istemiş
olabileceği varsayılabilir. Bazıları onun Ehl-i Kitab’ın dininin tahrif
edildiğini anlayarak bu iki dine girmeyi de kabul etmediğini, İbrahim’in dinini
bilen biri kalmadığı için de eli boş olarak döndüğünü aktarır. Ancak diğer üç
kişi Hıristiyanlığı seçmiştir ki bunlardan en önemlisi ve bilgilisi Varaka bin
Nevfel’dir.
Dedeleri Kusay’da Resûlullah
ile soyları birleşen Varaka bin Nevfel, aynı zamanda Hz. Hatice’nin amcasının
oğluydu. Resûlullah’a ilk vahiy geldiği zaman Hz. Hatice’yle birlikte Varaka’ya
gitmişler ve bu durumu ona anlatmışlardır. O sıralar Hıristiyanlığı seçtiği ve
İncil’i okuyup yazabilen âlim bir kimse olduğu aktarılan Varaka’nın hangi din
üzere öldüğü konusu ihtilaflıdır. Onun muhtemelen Resûlullah’a ilk vahyin
gelişinden sonraki fetret döneminde vefat ettiği rivayet edilir. Çünkü Varaka
ile Resûlullah arasında geçen bu görüşmeden başka onun İslâmî dönemde Resûlullah’a
tâbi olduğuna veya Müslümanların yanında bulunduğuna dair dikkate değer
herhangi bir bilgi yoktur. Ancak çoğunlukla onunla ilgili bilgiler, Varaka’nın
putperestliği kabul etmeyerek, yeni bir din arayışı ile Suriye taraflarına
gittiği ve orada Hıristiyan din adamlarından etkilenerek bu dini seçtiği ve bu
din üzere ölmüş olduğu yönündedir.
Hanifler başlığı altında adı anılan
Varaka bin Nevfel, İbn İshâk’ın tabiriyle Zeyd bin Amr’ın izinden giden
ancak onun gibi hareket etmeyen bir zattı. Bu ifadeden anlaşılan, Varaka
bin Nevfel’in tıpkı Zeyd gibi şirkten uzak durduğuna, ancak Hıristıyanlığı
seçtiğine işaret edilmesidir. Kur’an-ı Kerim’de “…İbrahim ne
Yahudi ne de Hıristiyan idi; fakat o bir Hanif ve Müslüman’dı; müşriklerden de
değildi…” (Âl-i İmrân-65, 67) ayetine bakacak olursak, Varaka bin
Nevfel’i bir Hanif olarak değil, ancak kavminin putperestliğine uymayıp kendine
en yakın bulduğu Hıristiyanlığı seçen biri olarak değerlendirmek daha doğru olur
kanaatindeyiz. Nitekim bu açıdan diğer iki kişi olan Osman bin Huveyris ve
Ubeydullah bin Cahş’ın durumuyla, Varaka bin Nevfel’in durumu, nübüvvete kadar
ayniyet arz etmektedir.
Diğerleri gibi Hz.
İbrahim’in inancını aramak için yolculuğa çıkan ve Necran’da Hıristiyan olan Ubeydullah
bin Cahş, nübüvvetten sonra Hıristiyanlığı bırakıp Resûlullah’a tâbi olmuş,
hatta daha sonra Resûlullah’la evlenecek olan eşi Ümmü Habibe ile birlikte
dinini korumak ve Mekkelilerin baskılarından kurtulmak maksadıyla Habeşistan’a
hicret etmişti. Ancak Habeşistan’da, muhtemelen orada yoğun bir şekilde bulunan
Hıristiyanlardan etkilenerek yeniden Hıristiyanlığa dönmüştür. Oysaki daha İslâm’ın
ilk yıllarında Müslüman olan Ubeydullah bin Cahş’ın irtidat etmesi nadir
rastlanan bir hadisedir. Onun diğer Müslümanlara, “Biz gözümüzü çoktan açtık,
siz ise henüz gözlerinizi kırpıştırıyor, fakat ışığı göremiyorsunuz” demesinden
kasıtla Hıristiyanlığın kadim ve olgunlaşmış bir din olmasıyla övündüğü,
İslâm’ı ise henüz birçok eksikleri bulunan bir din olarak görüp yerdiği
anlamını çıkarabiliriz. Nitekim İbn İshâk’ın rivayetine göre bu tabir yeni
doğan ve bir müddet gözlerini açmakta zorluk çekip ışığı görebilmek için
durmadan gözlerini kırpıştıran köpek yavruları için kullanılır. Nihayet Cahiliye döneminde de içkiye düşkün olduğu söylenen
Ubeydullah bin Cahş, bir gün sarhoş bir haldeyken suya düşüp boğulmuş ve
Hıristiyan olarak Habeşistan’da ölmüştür.
Son olarak diğer bir
önemli isim, Mekke’de Patrik lakabıyla anılan Osman bin el-Huveyris’tir.
Onun İstanbul’a, Rum hükümdarının yanına gittiği ve orada Hıristiyan olarak imparatorun
yanında iyi bir konum elde ettiği söylenir. Rivayete göre Bizans İmparatoru ona
taç giydirerek Mekke emiri tayin etmiş, bu ünvanla Mekke’ye dönen Osman bin el-Huveyris’e
Mekkeliler tâbi olmamışlardır. Hatta içlerinden Esved bin Abduluzza “Beni
dinleyin, Mekke hür bir memlekettir, bir krala baş eğmez” diyerek buna karşı
çıkmıştır. Bunun üzerine umduğunu bulamayan Osman bin el-Huveyris’e o günden
sonra patrik denmiştir ki zannederiz bu niteleme onun farklılığına ve
Hıristiyanlığı temsiline binaen verilen, biraz da alay içeren bir lakap
olabilir. Çocuğu olmayan Osman bin el-Huveyris, Şam’da Gassanî Kralı Amr bin
Cefne tarafından zehirlenerek öldürülmüştür.
Sonuç olarak Dört Hanif
olarak nitelendirilen bu insanların her biri içinde bulundukları toplumun
itikatlarının yanlış olduğunun idrakine varmış ve her biri ayrı bir çaba ve
tecrübenin imbiğinden geçerek birbirinden farklı tercihler yapmışlardır. Bazı
değerlendirmelere göre bu dört kişiyle ilgili rivayetlerin uydurma olarak
nitelendirilmesinin nedeni, bazı müsteşriklerin Hz. Peygamber’in onları taklit
ettiğini iddia etmeleri sonucu olabilir. Rivayetler üzerindeki bütün bu
tartışmalar veya art niyetli değerlendirmeler bir yana, yine bu rivayetlerden
hareketle; hiç değilse küçük bir toplulukta bile bir inancı eleştiren veya
farklı yorumlayanların bulunmasının kaçınılmaz olduğu gerçeğinden yola çıkarak,
bu kişilerin dinî ve ahlakî yapısı çökmüş bir toplumdan rahatsız olarak bir
arayışa girmelerini makul bulabiliriz.
Akıllara gelen bir soru
da müşriklere uymayıp putları eleştiren ve din değiştiren bu kimselerin neden
Hz. Peygamber kadar göze çarpmayıp eziyete maruz kalmadığıdır. Çünkü Zeyd bin
Amr dışında bu kimseler sadece şahsî itikatlarıyla ilgilenmişler, yeni bir
tebliğ gayretinde bulunmamışlardır ki bunu deneyen Zeyd bin Amr toplumdan
tecrit edilmiş ve kötülenmiştir. Demek ki bu noktada Mekkelileri ilgilendiren,
şahsî itikadî tercihler değil; bu tercihlerin toplumun dinsel itikadını
etkileyip etkilemediği, yayılmacı olup olmadığıdır. Nitekim müşrikler, Hz.
Peygamber’in Hira’da uzlete çekildiği veya nübüvvetten sonra henüz tebliğe
başlamadığı vakitlerde de Hz. Peygamber’e tepki göstermemişlerdir. Çünkü bir
inanç ancak şahsî olmaktan çıkıp toplumsal bir yankı uyandırdığı zaman olumlu
veya olumsuz bir tepki alır.
İbn İshâk’ın
rivayetinden yola çıkarak ele aldığımız ve gerek klasik gerekse muahhar
kaynaklarda Dört Hanif olarak anılan Mekke’deki bu kişilerin dışında, Hicâz’da putperestliği
eleştiren ve muvahhid olarak nitelendirebileceğimiz Kus bin Sâide gibi,
Resûlullah’a karşı çıkan Ebû Âmir bin Seyfî, Ebû Kays bin Eslet ve Ümeyye bin
Ebu's-Salt gibi isimler sayılabilir. Bunun dışında adları bilinmeyen fakat
putlara tapmayan kimseler de bulunabilir. Bütün bu kişilerin Hanif olarak
adlandırılması ise, müşriklerin onların dinî farklılığını belirtmek ve bir nevi
onları yoldan çıkan olarak nitelemek için bu kelimeyi tercih
etmelerinden kaynaklanmaktadır. Nübüvvetten sonra ise Kur’an-ı Kerim’de Hz.
İbrahim’in dinini ifade etmek amacıyla kullanılan Hanif kelimesi, Allah’ın
yoluna giren şeklinde bir anlam kazanmıştır. “İbrahim ne Hıristiyan ne
de Yahudi idi, fakat o bir Hanif’ti…” ayetinden hareketle, kimi Hıristiyan
olan bu kimselerden bazılarının Hanif olarak kabul edilemeyeceği söylenebilir.
Ancak İslâmiyet’ten sonra da bir tabir olarak Hanif kelimesi, bütün bu
şahısları nitelendirmek için bir üst isim olarak kullanılmaya devam etmiştir.
0 yorum:
Yorum Gönder