31 Mart 2017 Cuma

Mekke’de Dört Hanif

Arş. Gör Emine Peköz
      “Kureyşliler Kâbe’nin duvarlarını yükseltip üzerini bir tavanla örttükten sonra, onu tâzim için örtüsünün her sene yenilenmesi hususunda birbirleriyle yardımlaşıyorlardı. Onu tavaf ediyorlar, yanında istiğfarda bulunuyorlar ve orada Allah’ı zikrediyorlardı. Bununla birlikte putları da tâzim ediyorlar, kurbanlarında ve bütün dinî fiillerinde onları Allah’a ortak koşuyorlardı. Yine bir bayramda Zeyd bin Amr bin Nüfeyl, Varaka bin Nevfel, Osman bin el-Huveyris, Ubeydullah bin Cahş’tan oluşan bir grup, Kureyşliler putların yanında kurban keserken onları izliyorlardı. Bir ara bu dört kişi diğerlerinden uzakta baş başa kaldıklarında birbirlerine, “Birbirinize dost olun, herkes birbirini gizlesin ve korusun.” dediler. İçlerinden biri, “Biliyorsunuz; Allah’a yemin olsun ki, kavmimiz doğru yolda değildir. İbrahim’in dininden ayrıldılar; şimdi ona muhalefet ediyorlar. Ne zarar ne de fayda verme gücüne sahip olmayan puta tapılmaz. Kendimize yeni bir din arayalım” dedi. Bunun üzerine her biri yeni bir din aramak üzere seyahate çıktılar. Yahudiler, Hıristiyanlar ve İbrahim’in dini olan Hanif dini mensuplarıyla irtibat kurdular…” (İbn İshâk-es-Sîre)
      Doğruluğu hususunda üzerinde ihtilafların mevcut olduğu ve bazı müsteşrikler tarafından kimi zaman art niyetli olarak kullanılan bu rivayetten yola çıkacak olursak, Mekke’de Haniflerin varlığı ve İbrahimî bir din arayışları sadece Cahiliye toplumunun değil tüm dünyanın yeni bir dinin hidayetine muhtaç olduğunun göstergesidir. Nitekim onların bu toplantısını ve putperest Kureyş toplumunu eleştirmelerini, arayışa başlamalarının ilk nüvesi olarak değerlendirebiliriz. Onlar tevhid akidesini sadece kendi toplumları içerisinde aramakla yetinmemişler, sırf bu amaçla diğer ülkelere seyahat ederek kendilerine uyacak bir din aramışlardır. Bu itikat keşfi niteliğindeki yolculuklarından farklı izlenimler ve edinimler kazanarak dönmüşler ve içlerinden bazıları Ehl-i Kitâb’ın da yeni bir din bekleyişinde olduğunu görmüşlerdir.
      Miladi IV. asırda yaşayan Antakyalı tarihçi Ammianus Marceilinus, güneydeki çöl halklarını “ne dost ne de düşman olarak arzulayabileceğimiz Araplar…” sözleriyle niteler. Hakikaten yaşadıkları coğrafyanın zorluğu ve halkının haşin yapısı, Arap topraklarını dönemin iki büyük imparatorluğunun istila iştahından uzak tutmuştur. Dolayısıyla sosyal, kültürel açıdan bâkir kalan Arap toplumu, itikadî yönden de dikkate değer herhangi bir etki ve baskı altında kalmadan, atalarının batıl inançlarını İslâm’ın zuhûruna kadar taşımışlardır. Ancak ataları olan Hz. İbrahim’in tevhid dinine en büyük darbeyi vurarak, zamanla putlar edinip onları Allah’a ortak koşmaya başlamışlar ve bunu da atalarının inançları olarak kabul edip sorgulamadan asırlar boyu yaşamışlardır. Her ne kadar doğal şartlar nedeniyle etkiye kapalı bir toplum oldukları söylense de yaptıkları ticarî seyahatler sırasında çevre ülkelerden edindikleri putlar, Mekke’deki tevhid akidesini tahrip etmeye yetmiştir. İşte Mekke’de az sayıdaki bazı kimselerin bu dinsel sapkınlığı sorgulamaları, rivayetlerin de ötesinde gayet insanî ve olabilecek bir durumdur. Bunu tahmin edebilmemiz, rivayetlerin doğruluğunu tartışmamıza bağlı değildir. O nedenle elimizdeki verilerden yola çıkarak bu dört kişinin din arayışı serüvenini ele alalım.
      Bu dört kişi içerisinde en dikkate değer olanı ve Resûlullah’ın bazı hadislerinde isminden bahsettiği rivayet edilen Zeyd bin Amr bin Nüfeyl’dir. İbn İshâk, onu bu grubun içinde işi ve tavrı en düzgün olan kişi olarak niteler. Zeyd bin Amr putlardan uzak durmuş, Hz. İbrahim’in dini dışında olan Yahudilik, Hırıstiyanlık ve diğer hiçbir dine girmemiştir. O, Allah’ın birliğine inanır, O’na ortak koşulan putlar adına kesilen hayvanların etlerinden dahi yemezdi. Onun, diri diri gömülmek istenen kız çocuklarını bu akıbetten kurtardığı ve evlat edindiği de aktarılır. Denildiğine göre Zeyd bin Amr bir gün Kâbe’nin yanına gelmiş ve “Ey Kureyş topluluğu! Zeyd’in nefsi kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki, benden başka sizden hiçbir kimse İbrahim dininde değildir” diye seslendi. Sonra “Allah’ım! Eğer sana ibadet yollarının en güzelinin hangisi olduğunu bilsem, sana o şekilde ibadet ederdim, fakat o nasıldır bilmiyorum” dedi ve elinin ayasına secde etti.
      Mekkelilerin, Zeyd bin Amr’ın putları yeren ve Allah’ı birleyen bu inancı karşısında onu toplumdan tecrit ettikleri ve ona eziyet ettikleri söylenir. Müşrikler, içlerinden bazıları onun tek tanrılı inancına geçer ve atalarının şirk itikadı zarar görür korkusuyla Zeyd bin Amr’ı Mekke’nin dışına sürdüler. Uzlete çekilip Hira mağarasında yaşamaya başlayan Zeyd bin Amr’ın şehre girmesi yasaklandı ve amcası el-Hattâb tarafından yerildi.
       Rivayetlerde Resûlullah’ın, Zeyd bin Amr’ı Mekke’nin dışında yaşamaya mahkûm edildiği sıralarda ziyaret ettiği anlatılır. Buna göre bir gün Zeyd bin Hârise’yi de yanına alarak onun ziyaretine giden Resûlullah o sıralar henüz gençtir. Zeyd bin Amr, yanlarında bulunan Zeyd bin Hârise’nin beraberinde getirdiği putlar adına kesilmiş kurban etlerini görünce onlardan yemeyi reddetmiş, putlara tapıp onlar adına kurban kesilmesini ayıplamış ve “Bunlar batıl şeylerdir; ne zarar ne de menfaat verirler” demiştir.
      Zeyd bin Amr’ın inancı nedeniyle şehrin dışına sürüldüğünü aktaran rivayetten başka, bir diğer rivayette tam tersine onun şehrin dışına çıkmasına izin verilmediği anlatılmıştır. Buna göre Zeyd bin Amr, Haniflik dinini araştırmak maksadıyla Mekke’den ayrılmaya karar verince karısı Safiyye bu durumu hemen Zeyd’in amcası el-Hattâb’a bildirmiş ve bunun üzerine amcası tarafından bu teşebbüsü her seferinde engellenmiştir. Ancak sonunda bir şekilde Mekke’den ayrılmayı başaran Zeyd bin Amr, Hz. İbrahim’in dinini bilen birilerini bulmak ve bu dini öğrenmek umuduyla Şam’a, oradan Musul’a geçmiş ve bütün Cezîre bölgesini dolaşmıştır. Ancak ne Hanif dinini bilen birini bulabilmiş ne de Yahudilik ve Hıristiyanlık’la ilgili edindiği malûmat sonucunda bu iki dine girmeye razı olmuştur. Denildiğine göre Hıristiyan bir rahipten kendi doğduğu topraklardan bir peygamber gönderilmesinin yakın olduğunu duyan Zeyd bin Amr, Mekke’ye dönmeye karar vermiş fakat yolda uğradığı bir saldırı sonucu öldürülmüştür.
      Mes’ûdî’den aktarıldığına göre Zeyd bin Amr’ın oğlu Sa’id, Resûlullah’a babası için istiğfar duasında bulunup bulunamayacağını sormuş, Resûlullah bunu onayladığı gibi, Zeyd bin Amr’ın kıyamet günü tek başına bir ümmet olarak diriltileceğini, çünkü onun hak dini aradığını ve onu ararken öldüğünü söylemiştir.
      Klasik kaynaklarda Dört Hanif (Hunefâ-i Erbaâ) olarak zikredilenlerden biri ve en önemlisi olduğunu düşündüğümüz Zeyd bin Amr, ne Hıristiyanlığı ne de Yahudiliği seçmiştir. O kendi çabası ve aklıyla tevhid inancına ulaşmış, ancak Hz. İbrahim’in dini olan Hanif dininin varlığından haberdar olsa da gereklerini ve ibadetlerini bilmediğinden, bu amaçla uzun bir yolculuğa çıkmış ancak bir sonuca ulaşamamıştır. Dolayısıyla onu bir Hanif olarak nitelemekten çok, bir olan Allah’a inanan bir muvahhid olarak tanımlamak daha doğru olabilir. Anlaşılan o ki Zeyd’in yaşadığı toplumun cehaletine katlanmak durumunda kaldığı ve edindiği tevhid farkındalığıyla diğerlerini de uyarmak ve içinde bulundukları sapkınlığa bir son vermek amacıyla Hz. İbrahim’in dinini öğrenmek ve yeniden ortaya çıkartmak istemiş olabileceği varsayılabilir. Bazıları onun Ehl-i Kitab’ın dininin tahrif edildiğini anlayarak bu iki dine girmeyi de kabul etmediğini, İbrahim’in dinini bilen biri kalmadığı için de eli boş olarak döndüğünü aktarır. Ancak diğer üç kişi Hıristiyanlığı seçmiştir ki bunlardan en önemlisi ve bilgilisi Varaka bin Nevfel’dir.
      Dedeleri Kusay’da Resûlullah ile soyları birleşen Varaka bin Nevfel, aynı zamanda Hz. Hatice’nin amcasının oğluydu. Resûlullah’a ilk vahiy geldiği zaman Hz. Hatice’yle birlikte Varaka’ya gitmişler ve bu durumu ona anlatmışlardır. O sıralar Hıristiyanlığı seçtiği ve İncil’i okuyup yazabilen âlim bir kimse olduğu aktarılan Varaka’nın hangi din üzere öldüğü konusu ihtilaflıdır. Onun muhtemelen Resûlullah’a ilk vahyin gelişinden sonraki fetret döneminde vefat ettiği rivayet edilir. Çünkü Varaka ile Resûlullah arasında geçen bu görüşmeden başka onun İslâmî dönemde Resûlullah’a tâbi olduğuna veya Müslümanların yanında bulunduğuna dair dikkate değer herhangi bir bilgi yoktur. Ancak çoğunlukla onunla ilgili bilgiler, Varaka’nın putperestliği kabul etmeyerek, yeni bir din arayışı ile Suriye taraflarına gittiği ve orada Hıristiyan din adamlarından etkilenerek bu dini seçtiği ve bu din üzere ölmüş olduğu yönündedir.
            Hanifler başlığı altında adı anılan Varaka bin Nevfel, İbn İshâk’ın tabiriyle Zeyd bin Amr’ın izinden giden ancak onun gibi hareket etmeyen bir zattı. Bu ifadeden anlaşılan, Varaka bin Nevfel’in tıpkı Zeyd gibi şirkten uzak durduğuna, ancak Hıristıyanlığı seçtiğine işaret edilmesidir. Kur’an-ı Kerim’de “…İbrahim ne Yahudi ne de Hıristiyan idi; fakat o bir Hanif ve Müslüman’dı; müşriklerden de değildi… (Âl-i İmrân-65, 67) ayetine bakacak olursak, Varaka bin Nevfel’i bir Hanif olarak değil, ancak kavminin putperestliğine uymayıp kendine en yakın bulduğu Hıristiyanlığı seçen biri olarak değerlendirmek daha doğru olur kanaatindeyiz. Nitekim bu açıdan diğer iki kişi olan Osman bin Huveyris ve Ubeydullah bin Cahş’ın durumuyla, Varaka bin Nevfel’in durumu, nübüvvete kadar ayniyet arz etmektedir.
      Diğerleri gibi Hz. İbrahim’in inancını aramak için yolculuğa çıkan ve Necran’da Hıristiyan olan Ubeydullah bin Cahş, nübüvvetten sonra Hıristiyanlığı bırakıp Resûlullah’a tâbi olmuş, hatta daha sonra Resûlullah’la evlenecek olan eşi Ümmü Habibe ile birlikte dinini korumak ve Mekkelilerin baskılarından kurtulmak maksadıyla Habeşistan’a hicret etmişti. Ancak Habeşistan’da, muhtemelen orada yoğun bir şekilde bulunan Hıristiyanlardan etkilenerek yeniden Hıristiyanlığa dönmüştür. Oysaki daha İslâm’ın ilk yıllarında Müslüman olan Ubeydullah bin Cahş’ın irtidat etmesi nadir rastlanan bir hadisedir. Onun diğer Müslümanlara, “Biz gözümüzü çoktan açtık, siz ise henüz gözlerinizi kırpıştırıyor, fakat ışığı göremiyorsunuz” demesinden kasıtla Hıristiyanlığın kadim ve olgunlaşmış bir din olmasıyla övündüğü, İslâm’ı ise henüz birçok eksikleri bulunan bir din olarak görüp yerdiği anlamını çıkarabiliriz. Nitekim İbn İshâk’ın rivayetine göre bu tabir yeni doğan ve bir müddet gözlerini açmakta zorluk çekip ışığı görebilmek için durmadan gözlerini kırpıştıran köpek yavruları için kullanılır. Nihayet Cahiliye döneminde de içkiye düşkün olduğu söylenen Ubeydullah bin Cahş, bir gün sarhoş bir haldeyken suya düşüp boğulmuş ve Hıristiyan olarak Habeşistan’da ölmüştür. 
      Son olarak diğer bir önemli isim, Mekke’de Patrik lakabıyla anılan Osman bin el-Huveyris’tir. Onun İstanbul’a, Rum hükümdarının yanına gittiği ve orada Hıristiyan olarak imparatorun yanında iyi bir konum elde ettiği söylenir. Rivayete göre Bizans İmparatoru ona taç giydirerek Mekke emiri tayin etmiş, bu ünvanla Mekke’ye dönen Osman bin el-Huveyris’e Mekkeliler tâbi olmamışlardır. Hatta içlerinden Esved bin Abduluzza “Beni dinleyin, Mekke hür bir memlekettir, bir krala baş eğmez” diyerek buna karşı çıkmıştır. Bunun üzerine umduğunu bulamayan Osman bin el-Huveyris’e o günden sonra patrik denmiştir ki zannederiz bu niteleme onun farklılığına ve Hıristiyanlığı temsiline binaen verilen, biraz da alay içeren bir lakap olabilir. Çocuğu olmayan Osman bin el-Huveyris, Şam’da Gassanî Kralı Amr bin Cefne tarafından zehirlenerek öldürülmüştür.
      Sonuç olarak Dört Hanif olarak nitelendirilen bu insanların her biri içinde bulundukları toplumun itikatlarının yanlış olduğunun idrakine varmış ve her biri ayrı bir çaba ve tecrübenin imbiğinden geçerek birbirinden farklı tercihler yapmışlardır. Bazı değerlendirmelere göre bu dört kişiyle ilgili rivayetlerin uydurma olarak nitelendirilmesinin nedeni, bazı müsteşriklerin Hz. Peygamber’in onları taklit ettiğini iddia etmeleri sonucu olabilir. Rivayetler üzerindeki bütün bu tartışmalar veya art niyetli değerlendirmeler bir yana, yine bu rivayetlerden hareketle; hiç değilse küçük bir toplulukta bile bir inancı eleştiren veya farklı yorumlayanların bulunmasının kaçınılmaz olduğu gerçeğinden yola çıkarak, bu kişilerin dinî ve ahlakî yapısı çökmüş bir toplumdan rahatsız olarak bir arayışa girmelerini makul bulabiliriz.
      Akıllara gelen bir soru da müşriklere uymayıp putları eleştiren ve din değiştiren bu kimselerin neden Hz. Peygamber kadar göze çarpmayıp eziyete maruz kalmadığıdır. Çünkü Zeyd bin Amr dışında bu kimseler sadece şahsî itikatlarıyla ilgilenmişler, yeni bir tebliğ gayretinde bulunmamışlardır ki bunu deneyen Zeyd bin Amr toplumdan tecrit edilmiş ve kötülenmiştir. Demek ki bu noktada Mekkelileri ilgilendiren, şahsî itikadî tercihler değil; bu tercihlerin toplumun dinsel itikadını etkileyip etkilemediği, yayılmacı olup olmadığıdır. Nitekim müşrikler, Hz. Peygamber’in Hira’da uzlete çekildiği veya nübüvvetten sonra henüz tebliğe başlamadığı vakitlerde de Hz. Peygamber’e tepki göstermemişlerdir. Çünkü bir inanç ancak şahsî olmaktan çıkıp toplumsal bir yankı uyandırdığı zaman olumlu veya olumsuz bir tepki alır.
      İbn İshâk’ın rivayetinden yola çıkarak ele aldığımız ve gerek klasik gerekse muahhar kaynaklarda Dört Hanif olarak anılan Mekke’deki bu kişilerin dışında, Hicâz’da putperestliği eleştiren ve muvahhid olarak nitelendirebileceğimiz Kus bin Sâide gibi, Resûlullah’a karşı çı­kan Ebû Âmir bin Seyfî, Ebû Kays bin Eslet ve Ümeyye bin Ebu's-Salt gibi isimler sayılabilir. Bunun dışında adları bilinmeyen fakat putlara tapmayan kimseler de bulunabilir. Bütün bu kişilerin Hanif olarak adlandırılması ise, müşriklerin onların dinî farklılığını belirtmek ve bir nevi onları yoldan çıkan olarak nitelemek için bu kelimeyi tercih etmelerinden kaynaklanmaktadır. Nübüvvetten sonra ise Kur’an-ı Kerim’de Hz. İbrahim’in dinini ifade etmek amacıyla kullanılan Hanif kelimesi, Allah’ın yoluna giren şeklinde bir anlam kazanmıştır. “İbrahim ne Hıristiyan ne de Yahudi idi, fakat o bir Hanif’ti…” ayetinden hareketle, kimi Hıristiyan olan bu kimselerden bazılarının Hanif olarak kabul edilemeyeceği söylenebilir. Ancak İslâmiyet’ten sonra da bir tabir olarak Hanif kelimesi, bütün bu şahısları nitelendirmek için bir üst isim olarak kullanılmaya devam etmiştir.
     
     


0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar