17 Mart 2021 Çarşamba

Cahiliye Arapları

 



CAHİLİYE ARAPLARI

Yazar: Adnan DEMİRCAN

Beyan Yayınları, İstanbul 2015, 2. Baskı, 144 Sayfa

                                                                                           Abdullah METİN*

 

           İslam dinini ve Kur’an’ı anlamak için Hz. Peygamberin doğup büyüdüğü ve içinden geldiği toplumu iyi tanıyıp tahlil etmek gerekmektedir. O zamanın toplumunu tanımanın yolu da Cahiliye Araplarını iyi öğrenmekten geçer. Dönemin insanın iktisadi, siyasi, kültürel, dini, ilmi ve içtimai hayatlarını bilmeden onlar hakkında sağlıklı bir çalışma yapılması mümkün olmaz. Yazarın da belirttiği gibi Cahiliye dönemi İslâm tarihinden ayrı düşünülemez. İslâm tarihini ve özellikle de ilk dönemi anlamak için Arap toplumunun İslâm’dan önceki hayatlarını belirtmek için kullanılan Cahiliye toplumunu ve yaşadıkları yerler olan Hicaz bölgesini çok iyi bilmek gerekir.

        “Cahiliye Arapları” isimli İncelediğimiz bu eser, Prof. Dr. Adnan DEMİRCAN tarafından kaleme alınmıştır. Kitap bir giriş ve yedi ana bölümden oluşmaktadır. Kitapta yazarın incelediği ana başlıklar ise, Arap yarımadası ve Araplar, Coğrafya ve İnsan, Toplum, Din, Siyaset, Ekonomi, Kültür ve İlim ve Sonuç bölümlerinden oluşmaktadır.

          Yazarın önsözde de belirttiği gibi Hz. Peygamberin getirdiği evrensel mesajların iyi anlaşılabilmesi için İslam’ın doğduğu bölge ve dönemin ciddi bir incelemeye tabi tutulması gerekmektedir. Son Peygamberin geldiği ve ömrünün üçte ikisini beraber geçirdiği bu putperest toplumu ve bu toplumun temel dinamiklerini bilmeden İslam’ı doğru anlamak mümkün değildir. Demircan, cahiliye dönemi ile ilgili yapılan çalışmalarda karşılaşılan en büyük problemlerden birinin o dönemde yazılmış bir kaynağın olmamasını belirtir. O döneme ait kaynakların İslami dönemde yazıldığını vurgular. Cahiliye döneminde aktarılanların sözlü kültürden geldiğini belirterek bu durumun araştırmacılar için problem teşkil ettiğini kaydeder. Bu sözlü gelenekten gelen rivayetlerin ciddi bir incelemeye tabi tutulması gerektiğini belirtir. Yazar, konunun başında kaynaklarla ilgili tahliller ve değerlendirmeler yapmaktadır. Ardından cahiliye toplumunun, dini, siyasi, ekonomik, kültürel ve ilmi hayatlarının ve durumlarının nasıl olduklarını bizlere sade, anlaşılır, akıcı bir dil ile aktarmaktadır.

           Demircan, giriş bölümünde Cahiliye Literatüründe bulunan kaynakların ne kadar tarafsız olduklarını incelemekte ve tartışmaya açmaktadır. Yazar İslam tarihinin en eski kaynaklarının Abbasiler dönemine ait olduğunu söyler (s. 13). Abbasi halifelerinin kendi tarihlerini resmi memurlara yazdırmadıklarını ancak tarih yazanları maddi yönden desteklediklerini, destekledikleri tarihçilerin de kalemlerini onların hoşuna gidecek tarzda kullandıklarını anlatıyor. Yazar, verdiği örnekte de Bedir savaşı esirlerini sayarken Abbasilerin atası Hz. Abbas’ı atlamayı tercih eden bir tarih yazıcılığından bahsetmektedir. O dönem tarihçilerinden olan Vâkidi’nin Abbasiler döneminde vezirliğe kadar yükselen Bermekîlerle yakın ilişkilerini anlatır. Belki bu sebepten Bedir esirlerini sayarken Abbas oğullarının atası olan Hz. Abbas’ı atlamayı tercih ettiği tahlilini yapıyor (s. 14).

          Demircan, ilk dönem İslam tarihi kitaplarını yazanların muhalefet cenahından olduklarını söyler. Muhalefet olan kişilerin de yazdıklarında tarafsız olmalarından bahsetmek mümkün değildir der (s. 15). Cahiliye tarihinde en güvenilir kaynağının Kur’an-ı Kerim olduğundan bahisle, kıssalar örneğini tarihi gerçeklik meselesi üzerinden ele alır. Yazar, Hz. Peygamber’in yaşadığı dönemle ilişkisi dikkate alındığında Kur’an metninin İslami döneme yakın Arap tarihi için kaynak olarak kullanılmasının mümkün olduğunu fakat uzak geçmiş için ise kaynaklığının öneminin azalmasından bahsetmektedir (s. 21). Yazar, bu eserinde Kur’an’dan kaynak olarak nasıl faydalanılacağını Kur’an’ın Putperestler hakkında verdikleri bilgilerin sosyal gerçeklik değerlerini Müşrik toplumun Hz. Peygambere verdikleri tepkilerin tarihsel delillerini anlatmaktadır.

              Arap Yarımadası ve Araplar bölümünde, Arap yarımadasının durumu hakkında bilgiler vermektedir. Ceziretu’l-Arab’ın Hicaz, Yemen, Umman ve Hacer olmak üzere dört ana bölgeden oluştuğu bilgisini veriyor (s. 32). Akabinde Arapların sosyal yaşantı olarak Hadari ve Bedevi olarak yaşantılarının olduğunu ekliyor. Arapların Sami ırklarına mensup olduklarından hareketle, Arapları Arab-ı Baide ve Arab-ı Müsta’ribe olarak ikiye ayırıyor (s. 34). Cahiliye kavramı üzerinde kısaca duruyor. Mekke döneminde nazil olan ayetlerde cahiliye kelimesinin bulunmadığını fakat Medine’de inen ayetlerde dört ayette cahiliye kelimesinin bulunduğu tespitini yapıyor (s. 35).

           Coğrafya ve İnsan isimli bölümde Demircan, İslâm’ın doğduğu bu bölgenin demografik yapısını bilmenin ilk dönemde meydana gelen gelişmeleri anlamak için elzem olduğu tahlilini yapıyor. Hz. Peygamberin yeni dini yayma hedefinin Arap yarım adasının dışına taşmışsa da öncelikli faaliyet alanının Hicaz bölgesi olduğunu anlatıyor. Hicaz bölgesinin de kuzey, Güney, orta olmak üzere üç bölgeye ayrıldığını söyler (s. 42). Mekke’ de Kuzeyli Adnanilerin önemli bir kolu olan Kureyş kabilesinin yaşadığını, Medine’de Güneyli Arapların yanı sıra Yahudilerin yaşadığından ve Taif’de Sakif kabilesinin yaşadıklarından bahseder. Hicaz bölgesinin şehirleri olan Mekke, Medine, Taif’in iklim, coğrafya ve ticaretleri hakkında kısa ve öz olarak aydınlatıcı bilgiler veriyor. Medine’de bulunan Yahudiler hakkında detaylarına girmeden aktarımlar yapıyor. Bölgede yaşayan kabilelerin nesepleri ve nereden geldikleri hakkında verileri sıralıyor.

        Üçüncü bölümde yazar, “Toplum” başlığı altında Kabile ve kabileciliği, evlilik ve aile hayatını, Arapların önem verdikleri değerleri, kadının toplum içindeki yerini o günün şartlarını temel alarak anlatmıştır. Demircan, Arap toplumunu tanıyabilmek için kabileyi ve kabileciliği iyi tanımak gerektiği görüşündedir. Zamanın kabilecilik anlayışının toplumsal hayatta sosyal, dini, siyasi, ekonomik ve kültürel alanda ciddi etkileri mevcuttur. Araplar, ancak bir kabileye mensup olarak hayatta kalabilirlerdi. Kişi kabilesi kadar yaşar. Aslında doğru olan tespit de budur. Yazar, kabilecilik anlayışının İslâm’ın kabulünün ve yayılmasının karşısında bir direnç oluşturduğunun, bazen de bir kabile içerisinde kabulünün kolaylaşması yönünde tesir ettiğinin tahlilini yapar (s. 49).

         Kabileyi meydana getiren asıl unsur, kan bağıyla kabileye bağlı olan hürlerdir. Araplarda akrabalık kan bağına dayalı ve erkekler üzerinden devam etmekle birlikte, istihlak, muahat ve hilf yoluyla da kabileye katılmak mümkündür. Kabileye kan bağıyla bağlı olmamakla birlikte hür olan diğer grup da mevalidir. Demircan, bütün bu kavramlara açıklık getirip, kölelik, aile ve evlilik, kadın ve Arapların önemsedikleri değerler hakkında bilgiler vererek, dönemin cahiliye toplumunun tahlilini yapmıştır.

        Dördüncü bölümde, “Din” üst başlığı altında Arap yarımadasında cahiliye döneminde bulunan dinler incelenmiştir. Bu devirde Araplar arasında en etkili ve yaygın inancın putperestlik olduğunu görmekteyiz. Yazar, Arapların Allah inançlarının olduğunu fakat Allah’a tek başlarına ulaşamayacaklarını düşündükleri için putlara taptıkları, onları kendileriyle Allah arasında aracı kıldıkları tespitini yapar (s. 61). Kur’an’ın da Hicazlı muhataplarının bu inançlarını “Şirk” olarak tanımladığı bilgisini verir. Demircan, putperestlerin Hz. Muhammed (s.a.s.)’e karşı koyarlarken en önemli savunularının atalarının dinine olan bağlılıkları olduğu tahlilini yapar. Çünkü din onlar için kabile kimliğinin ve varlık kaynağı olarak gördükleri geçmişlerinin bir parçasıdır. Bu sebeple de Hz. Muhammed (s.a.s.)’e karşı çıkanların çoğunluğunun yaşlı insanlar olduklarını anlatır.

         Yazar, Arapların putlarının isimleri ve putperestliğin Hicaz bölgesine girişi hakkında bilgiler verir. Kısaca Kâbe, Yahudilik ve Hristiyanlık hakkında sunum niteliğinde anlatımlarda bulunur. Günümüze kadar din midir? Değil midir? Tartışmasıyla gelen Haniflik kavramı üzerinde mülahazalarda bulunmak suretiyle tartışmalara istinaden bir tarihçi olarak fikirlerini beyan etmiştir.

        Demircan, beşinci bölüm olan “Siyaset” bölümünde Mekke’deki siyasi görevlerin neler olduğunu buradaki siyasete hangi kabilelerin yön verdiğini, siyasetin her dönem olduğu gibi çekişmelere neden olduğunu anlatmaktadır (s. 99). Kabileler arasında “Ficar” savaşlarının meydana geldiğini ve kabileler arasında çıkar odaklı yapılan bazı antlaşmalara değindiğini görmekteyiz. Yazar, Hicaz bölgesinin diğer iki önemli şehirleri olan Medine ve Taif’te de durumun çok farklı olmadığını oraların da kabilecilik siyasetiyle bölünmüş bir durumda oldukları tahlilini yapar. Bölümün sonunda o dönemin iki süper gücü olan Bizans ve Sasani arasındaki mücadeleye Arapların tutum ve yaklaşımlarına yer veriyor.

        Yazar, altıncı bölümde “Ticaret” başlığı altında, insanların yaşantılarında en önemli etkenlerden birisi olarak günümüzde de değerini koruyan iktisadi ve ticari hayattan bahsetmektedir. Hicaz bölgesinin ekonomik kaynaklarının yetersiz olduğu için ticari faaliyetlerin yaygın olduğu tespitini yapar. Demircan, hac ibadetiyle ticaret arasında sıkı bir ilişki olduğunu zira müşriklerin Hz. Muhammed (s.a.s.)’e karşı çıkmalarında ki diğer bir sebebin de kabilecilik duygusunun yanında ticari faaliyetlerin zarar görme korkusunun olduğu tahlilini yapar (s. 108). Kureyşliler’in cahiliye döneminde bazı kabile ve ülkelerle “Îlaf” adı altında antlaşmalar yaptıkları bilinmektedir. Dönemin şartları gereği güven içinde ticaret yapılabilmesi için antlaşma yapmak şarttır. Yazar, ticaret yolları ve ticaret malları hakkında kısaca bilgiler verdikten sonra, Hicaz’da kurulan panayırların önemine de değinmeden geçmemiştir. Bölümün sonunda haram aylar ve “Nesi” uygulaması hakkında kısa öz bilgiler verir.

        Son bölümde yazar, “Kültür ve İlim” kısmında, Hicaz bölgesinde yaşayan Arapların genellikle göçebe yaşadıklarını, kültürlerinin ve ilmi hayatlarının bu minval üzere şekil aldığından bahseder. Bu sebeple de kültürlerini basit bir geleneksel yapı içinde sözlü olarak, gelecek nesillere aktarabildiklerinden söz eder. Demircan, dönemin dili ve yazısı hakkında bilgiler verdikten sonra Arapların şiir ve şaire neseplerinin övünç kaynağı yapılması ve kabilelerinin güçlü bir hitabetle savunulması sebebiyle düşkün olduklarını anlatır (s. 117). Yine bu kısımda cahiliye Arapları’nda dilin ve yazının, edebiyatın ve ilimlerin nasıl bir konumda olduğu, hangi kültürlerden beslendikleri konuları da incelenmektedir.

       Sonuç olarak incelemekte olduğumuz bu eser, amacına uygun olarak dönem çalışması olarak literatüre geçmiştir. Cahiliye Arapları’nın coğrafi, siyasi, ekonomik, kültürel, dini durumlarını kısa ve öz bir şekilde okuyucunun bilgisine sunup, dönemin tahlilini yapması bakımından başarılıdır.  Dönem hakkında bilgi sahibi olmak ve çalışma yapmak isteyenlerin bakması gereken kitaplardan olacağı kuşkusuzdur. Kitabın makalelerden dönüştürülmesi ve anlatılanların sınırlı olması kitabın zayıf noktasını oluşturmaktadır. Ayrıca dipnotlardaki ansiklopedi maddelerinin çokluğu da dikkat çekmektedir. Yazar, konularını son derece akıcı bir üslupla, sıkıcı olmayan akademik bir dille anlatmıştır.

       

        * Yüksek Lisans Öğrencisi, (Öğretmen) Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyer-i Nebi ve İslâm Tarihi Anabilim Dalı, abdullah_metin_@outlook.com

 

       

13 Mart 2021 Cumartesi

Bekir Topaloğlu

 


 

Ömrünü İlme Adamış Bir Âlim

Kendini Derslere Vakfetmiş Bir Muallim

BEKİR TOPALOĞLU

Cağfer KARADAŞ

 

Doktora sürecimi rahle-i tedrisinde tamamladığım Bekir Topaloğlu Hocamız dâr-ı bekaya irtihal edeli beş yıl olmuş. Zaman su gibi akıyor. Yıllar geçiyor da farkına varamıyoruz. Dinler Tarihi emektarı Ömer Faruk Harman hocamız 4 Mart 2021’de aramızdan ayrılıp dâr-ı bekaya irtihal edince Bekir Topaloğlu Hocamın ayrılık acısı içimde tazelendi. Ömer Faruk Harman Hocamın da üzerimde epey emeği var. Doktora ders döneminde kendisinden Dinler Tarihi dersi almıştım. Bilge kişiliği ve babacan yönlendirmesiyle “Mu’tezile’nin Hıristiyanlara Reddiyeleri” konulu mütevazı bir seminer çalışması yapmıştım. İlk akademik yayınım oldu bu. Rabbim gani gani rahmet eylesin! Mekânı cennet, kalanlarına sağlık ve selamet olsun…

 Yıllar var ki hocamız hakkında bir şeyler yazayım diyordum. Demek ki şimdiymiş vakt-i merhunu. Zira genç nesil bilmezler onu. Başlangıç olsun şimdilik, özet bir hayat hikâyesi. Aslında bu büyük zatların hayatı, Türkiye’nin din eğitimi tarihi. İmam-Hatip Okullarının ve Yüksek İslam Enstitülerinin ilk öğrencileri, ilk hocaları… Hem ilk harçları hem ilk harç koyanları… Maya da oldular, mayalayan da… Şimdi görev bize ve bizden sonrakilere! Ondanmış demek, her gidenden sonra omuzlarımızdaki ağırlığın biraz artması.

 

Buyurun okuyalım efendim Hocamızın hayat hikâyesini!

Hocamız, nüfus kâğıdına göre 30 Nisan 1936 yılında doğdu. Ancak, kendi ifadesine göre ise gerçek doğum tarihi 17 Kasım 1932. Doğduğu yer, Trabzon’un Çaykara ilçesinin Taşçılar köyü. Hocanın babası ayakkabıcı Hüseyin Efendi, annesi ise Emine Hanım. İlk tahsiline mahalle mescidinde başladı, Bozoğlu Hoca’dan Kur’an okumayı söktü, Muhammed Hanefi Hoca’dan (Kutluoğlu) hâfızlık yaptı.

Yörenin medrese geleneğine göre Hocamız, on yıl süreyle Arap dilinin sarf cümlesi kapsamında Emsile, Bina, Maksûd, Merah; nahiv cümlesi kapsamında Avâmil, İzhar, Kafiye, Molla Câmi; Meânîden ise Telhîs’i okudu. Arap dil bilgisi safhasını böylece tamamlayan Hocamız diğer temel ilimlerin özgün kaynakları olan fıkıhtan Halebî Sagîr, Merâkı’l-felâh, Mülteka ve onun Şerhi; usûl-i fıkıhtan Mir’ât Şerhi’l-Mirkat; tefsirden Celâleyn, Kâdî Beyzâvî; hadisten Râmûzü’l-ehâdîs; kelâmdan Emâlî ve Şerhu’l-Akâid; mantıktan Îsâgûcî; ferâizden Metnü’s-Sirâciyye kitaplarını okuyarak dinî ilimler tahsilini tamamlayıp 1949’da icâzet aldı. Eskilerin tabiriyle hem alet ilimlerinde hem de âlî ilimlerde çok iyi yetişti. Hocaları arasında Kabro Hoca lakaplı Hasan Er Hoca da vardı.

Hocamız medrese usulüyle öğrenimi sırasında üçüncü sınıftan başlayarak ilkokul öğrenimini tamamladı. İlk görevi 1950 yılının yaz aylarında başladığı Trabzon merkeze bağlı Yeşilova’da imam-hatiplikti. Yıl 1949, son CHP iktidarı döneminde, İlahiyat Fakültesi’nin eski hocalarından Şemseddin Günaltay’ın Başbakanlığı sırasında İmam Hatip Kursları adıyla din eğitimi veren okullar açıldı. Demokrat Parti döneminde bu okulların adı İmam Hatip Okulu’na dönüştürüldü. Bu gelişme üzerine dedesinin istek ve telkinleriyle Trabzon’da başladığı imamlık görevini bırakarak 1952-53 öğretim yılında İstanbul İmam-Hatip Okulu’na kaydoldu. Burada Osmanlı bakiyesi hocalardan dersler aldı: Celâleddin Ökten, Bekir Haki Yener, Abdullah Güzelyazıcı, Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı, Zekâi Konrapa, Nureddin Topçu... İmam Hatip Okulu öğrenciliği esnasında boş durmadı, irşad ve vaaz faaliyetlerinde bulundu; Edirnekapı Mihrimah, Eyüp, Hırka-i Şerif, Beyazıt ve Eminönü Yenicami gibi İstanbul’un büyük camilerinde vaazlar verdi. 1959’da İstanbul İmam-Hatip Okulu’ndan mezun oldu, Divanyolu’ndaki Fîruz Ağa Camii’nde üç buçuk yıl süreyle imam-hatiplik ve Manisa-Saruhanlı’da fahrî vâizlik yaptı.

Hocamızın da içinde bulunduğu İmam-Hatip okulu mezunlarının ısrarlı çabalarıyla 1959’da açılan İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nün ilk öğrencileri arasında yer aldı, 1963’te Enstitü’yü birincilikle bitirdi, aynı yıl mezunu olduğu İstanbul İmam-Hatip Okulu’na meslek dersleri öğretmeni olarak atandı. Onun buradaki görevi iki buçuk yıl sürdü. 1966 yılının başında İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nde kelâm asistanlığını kazanan hocamız, Faslı alim Prof. Muhammed Tavid Tancî’nin asistanı oldu. 1968 yılı Nisan ayında Tuzla Piyade Okulu’nda askerlik görevini yaptı. Askerliği sırasında garnizon camiinin yapımında büyük çaba ve katkıları oldu. Askerlik dönüşü hocamız, 1971’de asistanlık tezini tamamlayıp o günkü adıyla “Öğretim Üyeliği” unvanını aldı ve İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü Kelâm Öğretmenliği kadrosuna atandı.

1983’te İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nün Marmara Üniversitesi’ne bağlı İlâhiyat Fakültesi’ne dönüştürülmesinden sonra öğretim üyeliği tezi, doktora tezine denk kabul edilerek Doktor unvanı aldı ve aynı yıl bu fakültede Yardımcı Doçent, 1986 yılında Doçent, 1988 yılında İslâm Felsefesi, 1993 yılında da Kelâm Anabilim Dalı’nda Profesör oldu ve bir süre bölüm başkanlığı yaptı.

Akademik hayatı esnasında hiç boş durmadı mutlaka çeşitli klasik eserlerin okutulduğu bir ders halkası oldu. Kelamdan Felsefeye oradan tasavvufa… Bendeniz derslere katıldığında Ebû Bekir İbnü’l-Arabî’nin el-Avâsım mine’l-Kavâsım adlı eserini okutuyordu. Muhyiddin İbn Arabi’nin İtikadî görüşleri konulu Doktora tez dönemine başladığımda uzun süre onun el-Fütûhât el-Mekkiyye’sini okuttu. Daha nice talebeleriyle nice kitaplar… O, işte böyle rahle-i tedrisinde bugün İlahiyat Fakültelerinde görev yapan bir çok öğretim üyesi öğrenciler yetiştirdi, 14 Ekim 2002’de yaş haddinden emekli oldu. Emekli olduktan sonra da durmadı çalışmaya devam etti. Büyük hayali İmam Matüridî’nin Te’vilâtü’l-Kur’ân tefsirinin neşri onun gözetim ve denetiminde tamamlandı. Kitâbü’t-Tevhîd’i rahmetli öğrencisi Muhammed Aruçi ile yayınladı ve bizzat kendisi tercüme etti. Yaşanılan hayattan ve güncel konulardan da uzak değildi ama ilim ve ders halkası her zaman öncelikliydi.

Hâsılı, Hocamız hiç boş durmadı, her gittiği yerde veya bulunduğu her konumda mutlaka bir ikinci işi oldu: Fakültedeki görevinin yanı sıra İstanbul’da Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi’nin yayınladığı İslâm Ansiklopedisi’nin kuruluşunda bulundu, yayınlanmasına başından beri destek verdi ve her aşamasında büyük katkıları oldu; uzun yıllar İslam Ansiklopedisi’nin İnceleme Kurulu Başkanlığı, Kelam-Mezhepler Tarihi İlim Heyeti Başkanlığı ile telif ve redaksiyon görevlerini yürüttü.

Ömrünü ilme adamış, ders vermeye vakfetmiş olan hocamız Bekir Topaloğlu, 9 Mart 2016 yılında dâr-ı mihnete veda etti, dâr-ı bekaya irtihal eyledi. Rabbim gani gani rahmet eylesin…

 

Not: Hocamızın hayat serüvenini ve düşünce dünyasını şu kitaplardan okuyabilirsiniz:

Mustafa Öcal, “Bekir Topaloğlu”, Tanıkların Dilinden Cumhuriyet Dönemi Din Eğitimi ve Dinî Hayat, Ensar Neşriyat, İstanbul 2008, II, 255-348;

İlyas Çelebi, “Bekir Topaloğlu”, edit. Cağfer Karadaş, Çağdaş İslam Düşünürleri, Ensar Neşriyat, İstanbul 2019 s. 353-377;

Cağfer Karadaş, Ana Hatlarıyla Kelam Tarihi, Ensar Neşriyat, İstanbul 2015, s. 301-307.

 

25 Recep 1442 / 9 Mart 2021

5 Mart 2021 Cuma

Yahudi Asıllı Sahâbîler

 

 

        Yahudilik ve Yahudiler; İslâm’ın ilk dönemlerinden günümüze kadar İslâm’a bakışları, Kur’an’ın onlar hakkındaki ifadeleri, Hz. Peygamber’in özellikle Medine dönemindeki durumları ve içe dönük sosyal yapıları gibi nedenlerle Müslümanlar için merak konusu olmuş, yapılan araştırmalar ilgi uyandırmıştır. Ancak yapılan araştırmalar genellikle Yahudilerin inançları, sosyolojik yapıları ve tarihsel süreçleri üzerinde makro düzeyde yoğunlaşırken Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslâm Tarihi ve Sanatları Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ömer Sabuncu araştırmasını; Hz. Peygamber’in “gökteki yıldızlar” ismiyle nitelendirdiği, dönemin Yahudi kabilelerinde bir kısmı âlim veya âlim yakını olarak tanınan Müslüman olmuş Yahudiler üzerinde derinlemesine -mikro düzeyde- biyografik bir çalışma yapmıştır. “Yahudi asıllı” özelliği dahi o sahâbîleri asr-ı saadetten bu yana farklı kılmıştır ki kitap bu yönünü öne çıkaran ismiyle daha en başta okuyucunun dikkatini celp etmektedir.

         Eser için genel bir değerlendirme yapacak olursak; İslâm devletinin kuruluşu esnasında Hz. Peygamber’in Yahudilere verdiği yeri, onların da -içlerinden gelen mühtedi Yahudilerin ifadeleri ışığında- İslâm’a bakışlarını anlamada gerçekten önemli bilgi ve derin tahlillerin bulunduğu emekli bir çalışma yapılmıştır. Hz. Peygamber’e defalarca şahsi ve kabile düzeyindeki ihanetleri ve düşmanca ifadeleri Yahudilerle ilgili günümüzdeki Müslümanın genel bakış açısının ta o günlere dayandığını okuyucuya hissettirmekte ve bu yönüyle güncel Yahudi-Müslüman ilişkilerine ışık tutacak tecrübeleri kazandırmaktadır. Yoğun bir kaynak taramasından sonra elde ettiği tamamen bilimsel bilgiler ışığında yaptığı yorumlarını akıcı ve sade bir üslupla ifade eden yazar, tüm Yahudileri itham edici ifadelerden kaçındığı gibi Müslüman olan Yahudiler için de oldukça ihtiyatlı davranmış, münafık olduğu iddia edilen Yahudiler için “münafık olarak kaydedilmektedir” şeklinde bir ifade kullanmıştır. Yazar kitabın daha başlarında “İslâm'ı ilahi dinlerin genel adı” olarak niteleyerek Hz. Peygamber’in ehl-i kitabı kucaklayıcı tavrına işaret etmiş, sonraki dönemde yaşanan ihanet akabinde verilen cezaların gerekçelerini derin analizlerle ortaya koymuştur.

         Eserin giriş bölümünde yazar, ilgili terminolojiyi, -buna bağlı olarak- sahâbe, Yahudilik ve Beni İsrail kavramlarına dair akılda soru bırakmayacak şekilde açıklık getirmiş, kaynak çeşitlerini, çalışmanın konusu ve izlediği metodu belirtmiştir. Yine aynı bölümde Yahudilerin Arabistan’a din, ticaret, göç ve sürgün gibi sebeplerle gelmesiyle ilgili rivayetlerin çeşitliliği nedeniyle net bir sebep ileri sürülemeyeceğini ifade etmiş ve bu bölgedeki diğer Yahudi yerleşimleri hakkında da genel bir açıklamada bulunmuştur.

         Giriş bölümünün dışında çalışmasını iki bölümde sunan yazar, birinci bölümde Hz. Peygamber’in Mekke’de ve bilhassa Medine dönemindeki Yahudi ilişkileri üzerinde durmuş, Yahudilerin imzaladıkları Medine Sözleşmesi bağlamında Müslümanları Medine'nin ortakları olarak başta kerhen kabul etmek zorunda kaldıklarını ancak daha sonraları durumun bilhassa ekonomik sonuçları nedeniyle Yahudiler tarafından ihanetle sonuçlandırıldığına işaret etmiştir. Yahudiler bu süreçte açıktan Hz. Peygamber ve Müslümanlara suikastlar düzenlemek suretiyle onları düşman ilan etmiş, düşmanla iş birliği yapmış böylece anlaşmadan çatışmaya, kavli saldırıdan fiili saldırılara yönelerek anlaşmayı tek taraflı olarak bozmuştur. Yazar, Yahudi kabileleri Beni Kaynuka, Beni Nadir ve Beni Kurayza’nın sosyo-kültürel yapılarını, ekonomik, askeri durumlarını, müttefiklerini, anlaşmayı bozma yollarını ve en sonda da Hz. Peygamber’in onlara uyguladığı cezaları tek tek analiz etmiş, tahlillerde bulunmuştur. Bu kabilelerin cezalandırılması hususunda Hz. Peygamber’e dolayısıyla da İslâm'a yöneltilen suçlayıcı ifadelere cevap niteliği taşıyan bilgileri paylaşan Yazar, bu konuda Beni Kaynuka ve Beni Nadir kabilelerinin işledikleri suikast, düşmanla işbirliği gibi ihanet suçlarını, rahmet Peygamberinin "sürgün"le cezalandırırken; Beni Kurayza’nın -Hendek gazvesinde düşmanla ittifak suretiyle- işlediği ihanet suçunun,  erkeklerin öldürülmesi kadın ve çocukların esir edilmesi şeklindeki cezası, Yahudilerin isteği üzerine İslâm öncesindeki müttefiki Hazrec kabilesinden hakem tayin edilen Saʻd b. Muaz tarafından verilmiştir ki bu hem Yahudi hem de Arap hukukuna uygun görülmüştür. Kitapta ayrıca Medine dışındaki bölgelerde yaşayan Yahudi kabilelerine de değinilmiş, Yahudilerin sosyo-kültürel yaşamlarını; kale tarzındaki yüksek yapılı bahçeli ev ve evliliklerinden kıyafet ve dillerine varıncaya kadar birçok konuya açıklık getirmiştir.

         Kitabın ikinci bölümünde ise mühtedi Yahudiler; kabileleri belli ise kabilelerine nispeten tek tek İslâm'a girişleri, Hz. Peygamber'le ilişkileri, varsa Hz. Peygamber'in kendileriyle ilgili ifadeleri ve Hz. Peygamber'den rivayetleri hakkında derinlemesine inceleme yapılmış, bu sahâbîlerin akidevi yönleriyle ilgili kaynaklardaki rivayetler paylaşılmıştır. Kitabın sonuna eklenen Yahudi asıllı sahâbîlere ait bütün bilgileri kategorize eden tablo, çalışmanın genel bir özeti niteliğinde olup, akılda kalıcılığı açısından esere önemli bir nitelik kazandırmıştır. İkinci ek adıyla açılan müsned adlı bölümde ise İslâm’la şereflenmiş Yahudi sahâbîlerin rivayet ettiği hadislere kendi isimlerinin altında yer vermiştir ki bu onların hadis ilmine katkılarına, Hz. Peygamber’le ilişkilerine ışık tutmuştur.

         Kitabın genelinde yazar, Kur’an ayetlerine, mühtedi Yahudilerden aktarılan rivayetlere ve yaşanan olaylara dayanarak sık sık Yahudilerin Hz. Peygamber'e duyduğu kıskançlığa, Müslüman olan Yahudileri "şerlilerimiz" şeklinde nitelendirmelerine, ikiyüzlü tavırlarına, Peygamber öncesi Medine’deki Arapları dini, kültürel ve ekonomik anlamda aşağılamalarına işaret etmiştir. Son derece titizlikle hazırlanan bu kitap ihtiyatlı davranmakla beraber Yahudiler hakkında objektif bir yaklaşım sergilemiş, okuyucunun kısmen de olsa bakış açısını değiştirmiştir.


Tanıtım/Değerlendirme:

Tuba ALAYBEYİ

İslâm Tarihi Doktora Öğrencisi


        

 

 

 

Makine Tarihi ve İnsanoğluna Teselli



 Doç. Dr. İbrahim BARCA 

Acısı olanlar yazar ve yazdıklarına teselli verir. Fakat bazı acı çekmişler ise teselli vermek yerine sanki acıları hafifleyecekmiş gibi yazılarıyla başkalarına acı verir. Teselli vermek gerek, her geçen gün sayısı ve çeşidi artan, aynı zamanda hakimiyeti ve akıllılık seviyesi level atlayan makinelerin köleleştirdikleri insan türüne. Aslında buharlı makinenin icadı ile faal insanlık tarihi sona ermişti bile. Fakat makineler, tarihlerini yazmak için bir süre daha insana muhtaçtılar ve günümüze kadar bunun için insanlık tarihinin sonunu uzattılar.

Yazık ki; Dicle ve Fırat’ın hayat suyundan içen ve insanlık tarihini başlatan ve devam ettiren Arya, Hurri, Mitanni, Urartu, Sümer, Asur, Ermeni, Arap, Karduk/Kürt ve Türklerin yerlerini makineler almış ve alacaktır. İlk insan ve insana ait tüm ilk düşünce, duygu, yeti ve beceriler; ilk ekmek, ilk din, ilk sanat, ilk aşk, ilk kan akıtma, ilk ekip- biçme, ilk şehir, ilk devlet, ilk savaş, ilk barış, ilk aşk, ilk düşmanlık, ilk bayram, ilk düğün, ilk kurban, ilk icat, ilk peygamber, ilk kutsal kitap, ilk ayin, ilk tapınak ve tüm diğer ilkler; Fırat ve Dicle havzasında ortaya çıkmıştı. İlk makine ise mezkûr hiçbir ilke ev sahipliği yapmamış olan İngiltere de çıktı. Ama son makineyi ve nerede üretileceğini göremeyeceğiz. Zira yaptığımız makineler, kendilerinden daha üstün makineler yapacaklar.

Darwin’in kehaneti tutmadı, zira insanın yerini artık makineler aldı. Niçe’nin maymundan evrilen üst insanı da gelmedi. Onun yerine yapay zekâ taşıyan efendilerimiz oldu. Orwell’in 1984’dü keşke gelseydi. Ama ne yazık ki; o gelmediği gibi sömürdüğümüz hayvanlar da efendilerimiz olmayacaklar, kesin. Zira akıllı makineler, daha sofistike yöntemlerle bizim onlara yaptığımızı bize yapmaya başladılar bile. Nikola Tesla’nın torunları hayal ettiği gibi tüm dünyayı elektrikle aydınlattılar. Fakat makineler de elektrik sayesinde dünyaya hâkim oldular. Bundan sonra insan türüne, uluslara, dinlere ve devletlere ait tüm maslahatlar yerini makinelerin maslahatına bırakacaktır. İnsan, devamla kendisinin tarihin objesi olduğuna inanıp bu yanılgısına devam ededursun; biz de teselli vermeye duralım. Sözü, teselli üstadı ve gaybın lisanı Şirazlı Hafız’a bırakalım şimdi:

رسید مژده که ایام غم نخواهد ماند

چنان نماند چنین نیز هم نخواهد ماند

توانگرا دل درویش خود به دست آور

که مخزن زر و گنج درم نخواهد ماند

بدین رواق زبرجد نوشته‌اند به زر

که جز نکویی اهل کرم نخواهد ماند

ز مهربانی جانان طمع مبر حافظ

که نقش جور و نشان ستم نخواهد ماند

 

Müjde! Bu gamlı günler sona erecek

O sona erdiği gibi bu da sona erecek

Ey Kudretmend! Derviş gönlüne sahip çık

Zira altın ve gümüş hazineleri sona erecek

Bu zümrüt revakın altında yazılıdır ki

Kerem ehlinin iyilikleri hariç her şey sona erecek

Sevgilinin merhametinden ümidini kesme Hafız!

Zira zülüm ve eziyetlerin tüm izleri sona erecek

(Hafız-ı Şirâzî)

Hafız-ı Şirâzî, iyilik hariç her şey yok olacaktır ve kimse, sevgilinin merhametinden ümidini kesmesin, der.  Nitekim tüm acılar ve zulümler bitecek. Makinelerin tarihi ve zulümleri de bitecektir. Allah dışında herkese ve her şeye elveda denilecek. Zira herkes ve her şey, makineler dahil asıl kaynağına yani ona dönücüdür. O, herkese ve her şeye kendi dilinde bir merhaba diyecek ki; böylece herkes ve her şey kendisi olacak ve ondaki engin sevgi ve iyilik okyanusuna dalacak.

 

Bureyha ise Hafız’ı destekleyerek şöyle der:

İnsan biraz sevgi, korku

Hüzün ve neşe

Biraz kendini beğenme, beğendirme

Şehvet, kıskançlık ve intikam

Ve biraz da tapma, tapılma arzusu

Hepsi sürekli var olma, yaşama kaygısı

Ve dahası

En son

Ve kesin olan

Mutlak ölüm ve ötesi

Huzur ve yalnızlık

Her şeyden ve herkesten

İyi ki varsın Huda

Ve nokta.

İnsan olmanın acısını dindirecek olan Huda’dır, der Bureyha. İnsanların elinden bunu almamak lazım. Zira insan, kendisine ve diğer insanlara ızdırap vermektedir. Bir anlamda ızdırabından kurtulmak istemesidir ölüm. Bırakın noktasını koysun insan ve Hudası’na kavuşsun, der Bureyha. Makinelerin insana ihtiyacı kalmadığı zaman zaten hiçbir insan kalmayacak ve her insan ölümü tadacaktır. Bu yüzden Bureyha, heyecanla makineleri üreten ve kendisine efendi kılan insanın ölümünün erken olmasının, daha az acı çekmek anlamına geldiğini söyler.

Burada Mevlâna Celaleddin er-Rumi, araya girer ve insanın eninde sonunda, makinelerin zulmünü geride bırakarak; diğer bir tabirle yok olarak Hudası’na kavuşacağını şöyle anlatır:

ز جمادی مُردم و نامی شدم وز نما مُردم به حیوان برزدم

 مُردم از حیوانی و آدم شدم پس چه ترسم کی ز مردن کم شدم؟

 حملهٔ دیگر بمیرم از بشر تا برآرم از ملائک بال و پر

 وز ملک هم بایدم جستن ز جو کل شیء هالک الا وجهه

 بار دیگر از ملک پران شوم آنچ اندر وهم ناید آن شوم

 پس عدم گردم عدم چون ارغنون گویدم که انا الیه راجعون

Toprak iken öldüm de bitki oldum

Bitki iken öldüm de hayvan oldum

Hayvan iken öldüm de insan oldum

O halde eksileceğim diye ölümden neden korkayım ki?

Yine insanken ölürsem kolu kanadı olan meleklerden olurum

Melek iken “Allah’ın zatı dışında her şey yok olacak” emrine uyarım

Uçabilen melek olduktan sonra hiç akla gelmeyen bir şey olurum

En sonunda yok olurum yok ve erganun sazı gibi “Biz O’na dönücüleriz” derim.

Makinelerden kaçmayı başarmış, Bitlis’in Mutki ilçesine bağlı Arpalıseki köyünün hemen yukarısındaki Nevala Kûr sakini Şahid ise “Ben iyi ruhlar yani yalnız ruhlar için ödül ve teselli habercisiyim ki; onlar bu fani bedenlerinden soyunup artık acı çekmeyecek vatanlarına döndürüleceklerdir” der. Yani zalim makinelerin, soğukluğu ve acımasızlığı bitecek diyor. Pişman olan insan ölümden sonra ise; anne kucağına, o sıcak melceye yeniden dönecektir. 

Bir diğer makine mağduru, Diyarbakır’ın Çayırdere/Sincik köyündeki Kevire Bel sakini Cadi ise şu sözleri ile kendini bulmak için zevali istemektedir:

Hasta eden bakışların

Kan kusturan sözlerin

Ne vefanın ne de ahdin

Hepsi birer yalandı dünyanın

Şişik göbeklerden sırıtan

Kalın enselerden süzülen

Ne ilahin ne de dünyevin

Hepsi birer yalandı dünyanın

Kindar kalbin kan akıtan

Domuz nefsin şehvet semirten

Ne dostluğun ne de düşmanlığın

Hepsi birer yalandı dünyanın

 

Cadi, makineleri üreten,  devamlı geliştiren ve onların kölesi olmaya teşne olanlara serzenişte bulunup onları itap eder. O da teselliyi öte dünyada görmekte ve oraya işaret etmektedir.

Dicle nehrinin bir kolu olan ve Siirt sınırlarından geçen Botan nehrinin sakini Cabin ise bildiklerinden ve yaptıklarından melül olarak, tesellisine nazlanarak şöyle demektedir: 

Sayısız zikirlerini ettim adının

Alma beni benden ve kendinden

Ne zikri zebanıma minnet ettin

Ne de zikretmediğim anlara saydın

Sen kim olamayacak bir kimdin

Her tatlıyı acı ile yedirdin

Ne verdin ne aldın hep sendin

Ruha can ruhundan verdin

Herkes kendine tapan hayranın

Sevap, günah, cennet ve cehennemin

Ne ebediyet ve ezeliyetin bilenin

Ne de künhüne vardır vakıf olanın

 

 

Bu sözleri ile o, bilmiyorum ve bilmediğimi neden bilmediğimi de bilmiyorum, der. Neticede ama onu bilememenin bilmeme olmadığını yani bilme olduğunu da biliyorum, der. Fakat bu bilmenin sebebini bilmiyorum, der. Demek ki; o halde iki zıt birleşebiliyor. Öyleyse makinelerin zıddı neyse onu istiyorum ve tesellim de o zıtların sahibine kavuşmaktır.

Teselli yazımızı, makinelere ve makineler tarihine elveda diyerek bitiriyoruz. Nokta. 


 

1 Mart 2021 Pazartesi

İslam Dünyasının Virüsle İmtihanı

 

Ecz. Cüneyd Yavuz

Tüm dünyayı etkisi altına alan, “Covid 19” adı verilen bir virüsün sebep olduğu bir salgınla tüm milletler ve devletler zor günlerden geçiyor. Yüzyıllar içinde yaşanan teknolojik gelişmeler, tıp ilmindeki ilerlemeler ve insanlığın kazanımlarından sonra Homo Sapiens’ten gelen serüvenin Homo Deus’a (tanrı-insan) evrileceğini düşünen yeni seküler akıma karşı Allah’ın ezelde yaratmış olduğu doğa kanunlarının insanoğlu tarafından hiçe sayılması sonucu ortaya çıkan bir virüsün tüm bilimi ve insanlığı çaresiz bırakabildiği görüldü.

Yazarlar