Ecz. Cüneyd
Yavuz
Tüm dünyayı etkisi altına alan, “Covid 19” adı verilen bir virüsün sebep olduğu bir salgınla tüm milletler ve devletler zor günlerden geçiyor. Yüzyıllar içinde yaşanan teknolojik gelişmeler, tıp ilmindeki ilerlemeler ve insanlığın kazanımlarından sonra Homo Sapiens’ten gelen serüvenin Homo Deus’a (tanrı-insan) evrileceğini düşünen yeni seküler akıma karşı Allah’ın ezelde yaratmış olduğu doğa kanunlarının insanoğlu tarafından hiçe sayılması sonucu ortaya çıkan bir virüsün tüm bilimi ve insanlığı çaresiz bırakabildiği görüldü.
Değil dünyayı artık başka
gezegenleri kontrol edebileceğini düşünen insanoğlunun evinden bile çıkamayacak
duruma geldiği bir süreçte din adına insanlığa verilebilecek çok mesaj vardı. Tebliğ
açısından Müslümanların eline önemli bir fırsat geçmişti. Kutsal kitaplarda da
yer alan insanlığın başına bela olmuş birçok salgından hareketle, insanlığın
doğa karşısında dolayısıyla doğa ve kanunlarını yaratan Allah karşısında
düştüğü zor ve aciz durumdan, Allah’ın emanetine sahip çıkarak doğayı korumaktan,
sadece ev komşuluğu değil komşu milletlerle dayanışma içinde olunması
gerektiğinden hareketle merhamet merkezli yeni bir din dili ile sekülerleşen bu
dünyada umut arayan insanlara çok güzel mesajlar verilebilirdi. Yapılan sözlü
duaların Allah’ın -haşa- duaya ihtiyacı olduğundan değil, insanın kendi
tabiatını değiştireceğini fark edip, yapılan duanın motivasyonuyla fiili duaya
geçerek Allah’ın emaneti olan doğanın korunması, O’nun yarattığı tıp
kanunlarını keşfederek hastalıklara ve salgınlara karşı çözüm bulunması noktasında
insanlığa katkıda bulunulabilirdi. 1955 yılında çocuk felci aşısını bulup
milyonlarca çocuğu ölümden veya felç kalmaktan kurtaran Yahudi asıllı Virolog
Jonas Salk (ö. 1995) kendisine aşının patentini niçin almadığı sorulduğunda; “Güneşin
patentini alabilir misiniz? Çocuk ölümlerini ortadan kaldırmak kişisel
kazançtan daha önemlidir.” cevabını vermişti. İnsanların yüreklerini fethetmek
için bundan daha güzel bir mesaj, bir tebliğ olabilir mi?
Ancak bu çok zahmetli ve emek
isteyen bir yol… Bunun için ilk önce okumaya başlamak, düşünmek, anlamak, sorgulamak,
tartışmak, farklı fikirlere ve eleştirilere tahammüllü olmak, insanlık tarihini
ve Müslümanların tarihini bilmek, kendi tarihimizi masallar ve kurgular
üzerinden değil acı da olsa bilimsel kriterlerle okuyup ders almak gerekiyor.
Meşakkatli olan bu yolları denemek yerine maalesef yüzyıllardır yapıldığı gibi
sözlü duaya devam edildi. Oysa Amin Maalouf’un dediği gibi; insanlar veremi beş
bin yıl lanetlemişti ama bir şey değişmemişti. Çözüm aşıydı çünkü… Doğa
kanunlarının kimseye ayrıcalık yapmadığını bize bizzat tarih göstermiştir. Hz. Ömer
zamanında olan salgında başta Ebu Ubeyde b. Cerrah olmak üzere vefat eden
sahabileri düşünürsek sözlü duanın en mükemmelini yapabilecek bu kıymetli
insanların bile hastalıktan kurtulamadığını görürüz.
Bu salgın sürecinde çözümün aşı
olduğu anlaşılınca tüm dünya bu konuda seferber oldu. Salgınla zaten yeterince
korkmuş insanlara, Allah’ı -haşa- gazap memurumuz yaparak adeta onlara parmak
sallayarak, “oh olsun!” üslubuyla hak edilmiş bir gazap mesajı verildi. Ama
bilim adamları Covid 19’un aşısını bulunca her dinin mensubunun kendi Tanrısına
şükrettiği gibi biz de kendi Tanrımıza şükrettik.
Tabii bir de her toplumda olan ama
bizim camianın okumuşları arasında daha çok görülen her olayı komplo
teorileriyle okumaya çalışan düşünür ve din adamları var. Tüm bu yaşananların
anlaşılabilmesi çaba ve bilgi gerektiriyor. Dünyanın varoluşundan bugüne kadar
geçen sürede olanlar, modern dünyanın şimdiki kalabalık ve karmaşık hali bir
insanın ya da bir grubun hatta bir devletin tam olarak anlayabileceği,
yorumlayabileceği ve çözümler sunabileceği bir durum değil… Belki de bu yüzden
bizler tüm bunları ihata edebilecek tek varlığın Allah olduğunu kabul ediyoruz.
Yaşananları Allah’ın yarattığı doğanın doğal neticesi olan bir virüse atfetmek
yerine, Batı medeniyeti karşısında mağlup olmamızın ezikliğiyle, büyüyen hezimetlerimizle,
tarihten ve kahramanlarından ders almak yerine onları kutsallaştırarak oluşturduğumuz
bu düşünce yapısıyla gerçekler başka yerlere atfedildi. Yaşanan her olayın
altında ya bazı ülkelerin (İsrail, ABD) ya bir milletin (Yahudi) ya bazı
ailelerin (Rotcshild, Rockefeller) ya da küresel sermaye temsilcilerinin (Bill
Gates) olduğuna inanmak ve tüm olanları bu çerçevede değerlendirmek adeta bir
moda haline geldi. Tabii ki kişi istediğine inanabilir ve bunu herkesle paylaşabilir.
Buradaki sorun ellerinde hiçbir delil olmadan bu insanların büyük bir özgüvenle
bunu savunmaları ve bunun Müslüman toplumda karşılık bulması…
Tabiri caizse yüzyıllardır aynı tren
istasyonunda bekleyen İslam dünyası bu büyük salgınla gelen treni de kaçırdı.
Bu gidişle daha birçok treni de kaçıracak gibi… Hatta bazılarımız sırf
pozisyonlarını kaybetmemek adına ibadet görünümlü ritüellerin, inanç değil
duygu birliğinin olduğu kalıcı bir mekân olarak görüyor bu istasyonu… Oysa biz
olduğumuz yerde kaldığımızı sansak da zaman geçiyor, her şey değişiyor.
Sonuç olarak insanlar Allah’a inansa
da inanmasa da nasıl ki O’nun var olduğu hakikatine inanıyorsak, bilime inansak
da inanmasak da “doğruya ulaşma” düşüncesini merkeze alarak yola çıkabiliriz. Her
şeyin bizi O’na götürdüğüne inandığımız gibi bu bilim treninin de bizleri
sağlıklı ve huzurlu bir şekilde kendisini yaratan yüce Allah’a götüreceğine
inanabiliriz. Allahu a‘lem…
0 yorum:
Yorum Gönder