30 Nisan 2017 Pazar
Ebû Ömer b. Dâvûd Yazdı: Şehir
İbn Haldun Mukaddime’de İlmu’l-Umrân
çerçevesinde geniş bir perspektifle toplumu ve insanı okumaya ve bir sistem
kurmaya çalışmıştır. Ele aldığı konulardan biri de şehirlerdir. Ona göre
şehirlerin uzun ömürlü olması ve orada iskân edenlerin geleceği açısından
dikkat edilmesi gereken ekonomik, askerî, sıhhî, stratejik ve ilkeler vardır:
29 Nisan 2017 Cumartesi
Ebu’l-Beşer el-Ebyazî Yazdı: Tarihin Mahiyeti ve Ehemmiyeti
Geçmişin bilinmesi şüphesiz toplumlar
için çok önemlidir. Çünkü toplumların gelenekleri, birikim sonucu oluşan
davranışları, kurumları, ancak daha önceki tarihleri ile açıklanabilir.
Montesquieu’nun tarihin daima zamanların ışığı, hadiselerin hazinesi, hakikatin
sadık şahidi, iyi nasihatlerin ve tedbirin kaynağı, davranışın ve adetlerin
kaidesi olarak değerlendirilmiş olması, boşuna değildir. Zira tarih olmaksızın
yaşadığımız asrın ve ülkenin sınırları içine hapsedilmiş, hususi bilgilerimizin
ve kendi düşüncelerimizin dar çemberi içine sıkıştırılmış bir şekilde, daima,
dünyanın geri kalan kısmına karşı bizi yabancı bırakan bir çocukluk çağında ve
bizden önce gelen ve bizi çevreleyen her şeye karşı derin bir cehalet içinde
kalırız.
Ebû Ömer b. Dâvûd Yazdı: Bilgi
Ebû Ömer b. Dâvûd
Bilmek, insanın önemli vasıflarından biridir. Hem bilmek, hem de bildiğinin farkında olmak… Ancak bildiklerimizin ne kadarı doğrudur? Bilginin ölçüsü nedir?
Bilmek, insanın önemli vasıflarından biridir. Hem bilmek, hem de bildiğinin farkında olmak… Ancak bildiklerimizin ne kadarı doğrudur? Bilginin ölçüsü nedir?
İnsanlık
tarihine baktığımızda sahip olduğumuz bilgilerin önemli bir
kısmının geçmişte bilinenlerle çeliştiğini görebiliriz.
Buradan hareketle bildiklerimizin gelecekte bilineceklerle
çelişebileceğini öngörmek kehanet olmasa gerektir.
28 Nisan 2017 Cuma
Ebû Ömer b. Dâvûd Yazdı: Eğitim
Ebû Ömer b. Dâvûd
İnsanın eğitilmesi, karşılaştığı sorunları alt ederek hayatına donanımlı bir şekilde devam edebilmesi için gereklidir. Sık sık karşılaştığımız önermelerden biri, “eğitim şart” şeklindendir. Eğitim şart, ama hangi eğitim?
İnsanın eğitilmesi, karşılaştığı sorunları alt ederek hayatına donanımlı bir şekilde devam edebilmesi için gereklidir. Sık sık karşılaştığımız önermelerden biri, “eğitim şart” şeklindendir. Eğitim şart, ama hangi eğitim?
Hayata hazırladığımız
bir insanı nasıl eğitmeliyiz? Hangi donanıma sahip olmalı? Bazen verdiğimiz
eğitim o kadar ayrıntılı ki bunun gerekli olup olmadığı hususunda ciddi
kuşkularımız var.
27 Nisan 2017 Perşembe
Bir Siyer Hikayesi: Bir Bedevînin Günlüğü
Yrd. Doç. Dr. Feyza Betül Köse
Kendisini akademik tarihçi kimliği ile tanıdığımız Şaban Öz,
ilmî-akademik Siyer çalışmalarının yanı sıra edebî eserlerle de karşımıza çıkan
bir isim. Bunda Hz. Peygamber’i mümkün olan tüm yollarla anlatmanın lüzumuna
olan inancının etkili olduğu muhakkak. Siyer’e yönelik sahip olduğu duygu
yoğunluğunu da burada bir diğer etken olarak zikretmemiz gerekir.
26 Nisan 2017 Çarşamba
Tasavvuf ve Cihad’a Dair
İslâm’ın derunî bir boyutu olan tasavvuf, tarih boyunca
takvaya ve zühde önem verenlerin gönüllerinde farklı bir kıymete sahip
olmuştur. Zaman içerisinde bazı ayrıntılar konusunda farklılıklar arz etmiş
olsa bile tasavvuf hayatı, Allah’ın yaktığı bir kandil gibidir ve bu kandil
kıyamet kadar ona gönül veren muttaki mü’minlerin gönüllerini aydınlatmaya
devam edecektir.
İslam’da İnsanın Değeri ve Hakları Üzerine
Prof. Dr. Adem APAK
GİRİŞ
Temel
insan hakları kavramının ilk olarak Fransız İhtilâli’nin ardından Batı
düşüncesinde ortaya çıktığı görüşü genel bir kabul görmekle birlikte[1], bu
hakların tanınması ve uygulanmasının geçmişi milattan üç bin yıl öncesine kadar
götürülerek Eski Mısır’da Güneş Tanrısı Râ’nın, bütün insanların eşitliğini
ilân etmesi buna örnek gösterilir.[2]
Başlangıcı insanlık tarihinin erken dönemlerine kadar ulaşan temel insan
hakları mevzuu gerek ülkemiz, gerekse milletlerarası kamuoyunda en çok tartışılan
ve gündem oluşturan konuların başında yer almaktadır. Nihayet 1948 yılında
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nca kabul edilmesiyle birlikte insan hakları meselesi
uluslararası resmî bir hüviyet kazanmıştır.
Allah Elçisi’nin Öldürdüğü Müşrik
Prof. Dr. Adnan Demircan
Hz. Peygamber’in barış ortamında İslâm’ı yaymaya çalıştığı halde birçok
baskı ve engelle karşılaştığını ve en sonunda da Medine’ye hicret ettiğini
biliyoruz. Medine döneminde, müşriklerle karşı karşıya kalmış ve bazı
çatışmalar yaşanmıştı. Allah’ın Elçisi (s) bizzat bazı seferlere katıldığı gibi
birçok seriyye de göndermiştir. Bu askerî seferlerin bazılarında çatışmalar
meydana gelmiş; kâfirlerden ölenler ve Müslümanlardan şehit olanlar olmuştu.
Zaman zaman Hz. Peygamber’in savaşlarda herhangi bir kimseyi öldürüp
öldürmediği konusu tartışılır. Aşağıdaki satırlar temel kaynaklarımızdan
Vâkıdî’nin Kitâbü’l-Meğâzî’si esas alınarak kaleme alınmıştır:
Übey b. Halef, Bedir zaferinden sonra esirler arasında olan oğlunu
kurtarmak için Medine’ye gitmişti. Allah Elçisi’ne karşı kin doluydu. Onunla
karşılaşınca şöyle dedi:
-Ey Muhammed! Bir atım var. Her gün onu en değerli yem olan darıyla
besliyorum. O ata binmiş olarak seni öldüreceğim!
-Hayır! İnşaallah ben seni o at
üzerinde bindiğin haldeyken öldüreceğim.
Bazı anlatımlara göre Übey b. Halef yukarıda sözü Mekke’deyken söylemiş;
söz Medine’de Resûlullah’a ulaşmıştı. Resûlullah (s),
-O atın üzerinde iken ben onu
öldüreceğim inşaallah, demişti.
Uhud günü Übey b. Halef atını mahmuzlayarak saldırıya geçti. Resûlullah’a
(s) yaklaşınca Resûlullah’ın (s) Ashâbından bir grup onu öldürmek için
karşısına çıktılar. Bunun üzerine Allah’ın Elçisi,
-Ondan uzaklaşın, dedi.
Resûlullah (s) ayağa kalktı; mızrağı da elindeydi. Tam zırh ile miğfer
arasındaki boşluğu hedefleyerek mızrağını fırlattı. İsabet alan Übey yaralanarak atından düştü ve
kaburgalarından birisi kırıldı. Onu sırtlayarak kaldırdılar. Kafile halinde
Mekke’ye döndüklerinde yolda öldü. Bunun üzerine, “Siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü onları; attığın zaman da sen
atmadın, fakat Allah attı.” (Enfâl, 8/17) ayeti nazil olduğu
rivayet edilir.
Başka bir anlatım daha ayrıntılıdır: Allah’ın Elçisi (s) savaşta arkasına
dönüp bakmazdı. arkadaşlarına,
-Übey b. Halef’in arkamdan
gelmesinden korkuyorum. Onu gördüğünüzde bana bildirin, dedi.
Derken Übey b. Halef, atının üzerine çıkageldi. Resûlullah’ı (s) görüp
tanımıştı.
Übey b. Halef bağırarak seslendi:
-Ey Muhammed! Eğer kurtulursan yaşamak bana haram olsun!
Yanındakiler Resûlullah’a (s),
-Ey Allah’ın Resûlü! Yanına gelinceye kadar bir şey yapmayacak mısın?
Sana doğru geliyor. İstersen onu engelleriz, dediler.
Ancak Allah’ın Elçisi, önerilerini kabul etmedi. Übey b. Halef yaklaştı;
Resûlullah (s) el-Hâris b. es-Sımme’den mızrağı alıp fırlattı. Übey boğazından yaraladı ve öküz gibi
böğürmeye başladı. Arkadaşları kendisine,
-Ey Ebû Amr! Vallahi ciddi bir bir yaran yok. Eğer sendeki yara,
birimizin gözünde olsaydı dahi ona zarar vermezdi, dediler.
Übey,
-Lât ve Uzzâ’ya yemin olsun ki, eğer bendeki yara, Zü’l-Mecâz panayırına
katılan insanlar kadar insanda olsaydı hepsi ölürdü. Muhammed “Seni mutlaka öldüreceğim!” dememiş
miydi, dedi.
Bazı rivayetlerde Hz. Peygamber’in mızrağı Zübeyr b. Avvâm’dan alarak
fırlattığı söylenir. Buna göre Resûlullah (s) ez-Zübeyr’den mızrağı alınca,
Übey Resûlullah’ı öldürmek üzere hamle yaptı. Bunun üzerine Musʻab b. Umeyr,
onunla Resûlullah’ın arasına girerek onu karşıladı. Musʻab b. Umeyr onun yüzüne
bir darbe indirdi; Resûlullah (s) da, zırh ile miğferi arasında bir boşluk görüp
onu yaraladı. Übey yere düştü ve böğürmeye başladı.
Onu kaldırıp götürdüler. Übey, müşriklerin Mekke’ye dönüş yolunda
Râbiğ’de ya da Mekke’ye altı mil mesafede bulunan Serif’te öldü.
25 Nisan 2017 Salı
Ebû Ömer b. Dâvûd Yazdı: Talan
Ebû Ömer b. Dâvûd
Talan ya da yağma, geçmişte birçok
topluluğun/kavmin kazanç yollarından biridir. Başkasına ait olanı güçlünün
hakkı olarak görmek, dinler ve kanunlar tarafından meşru görülmese de hayatın
gerçeklerindendi. Eskiden güçlünün saldırarak zayıfın malını alması şeklinde
tezahür eden talan için insanlık bugün farklı yöntemler geliştirmiş durumdadır.
Anlayacağınız, bu açıdan da ilerleme kaydetmişiz.
Tarih Araştırmalarında ‘Akıl’ Problemi
Doç. Dr. Cahit Külekçi
İlk dönem Müslümanlarının karşılaşmadığı sorunlarla karşılaşan
sonraki dönem Müslümanlarının, karşılaştıkları sorunlara çözüm ararken akıl ile
naklin çatışabileceğini öngörerek, bu durumda aklın esas alınması gerektiğini
takdîr etmiş, geniş sayılabilecek ilmî sahalar için açılım sağlamayı
hedeflemişlerdir.
Aynı yol üzerinde seyreden iki hakîkatın, yani akıl ile naklin,
çatışma/çarpışma ihtimali aklın hakîkat yolundan çıkmasına bağlanarak kısa süre
içerisinde oluşabilecek tutarsızlıklara karşı önlem dahi alabilmişlerdir. Klasik
düşünce yapımızın esaslarından birisinin mezkûr tespit olduğu kabul edilirse,
aklın nakil dışında da sorun çıkarabileceğine dair ihtiyat payı bırakılmış, bu hâlde
ve her şartta aklın ön planda tutulacağını kesin bir dille ikrâr etmişlerdir.
Anlayabildiğimiz kadarıyla ulemâ-i mütekaddimîn nakli, aklın özüne ma’tûf
hakîkat olarak tasavvur etmiştir.
Nakil olarak zikrettiğimiz vahyin Müslüman bireyler ‘indinde ne
derecede önemli bilgi kaynağı olduğu herhalde kabulden uzak değildir. Teorik
olarak bu konuda herhangi bir itirazın gerçekleşmesi beklenmemektedir. Hâkezâ,
Resûlullah’ın (as) teblîğ ve tebyîn ettiği hakîkatlar da bu çerçevede
değerlendirilmelidir. Nitekim sahabenin bilgi kaynaklarını da öncelikle bahse
konu mesbûkayn oluşturmuştur.
Sahabenin tecrübe ettiği, yakînen tanıdığı, sohbetinde bulunduğu,
uygulamaları hakkında doğrudan bilgi sahibi olduğu, neyi- niçin yaptığını
sorarak öğrendiği, bazen zanna kapılarak karar verdiği ancak Resûlullah (as)
tarafından ikazla düzeltildiği dönemin sona ermesinden mütevellid, sahabe son
derece tabiî ancak kısa süreli bir zihin karmaşası yaşamıştır. Söz konusu
karmaşanın, kısmen de olsa rivâyetlere yansımasıyla birlikte sahabe sonrası
dönemde çarpıcı aforizmalar geliştirilmiş, esâsında sahabenin belki de hiç
bilgisinin ya da ilgisinin olmadığı oldukça önemli saptamalar gündeme
taşınarak, rivâyetler büyük bir itinayla bağlamlarından koparılmıştır.
Bu çerçevede tarihî meseleler, gerçekleştikleri dönemden
uzaklaştırılarak, ele alındığı dönemin zihin yapısı, kelime ve kavramlarıyla
nakledilmeye başlanmış, tabiri câizse örneğin Muaviye b. Ebî Süfyân’ın bölgeler
arasındaki koordineyi network ağıyla sağladığı gibi tuhaf senaryolar ilmî
olarak nitelenen te’lîflerde dahi yer almaya başlamıştır. İlgili te’lîfleri
vücûda getirenlerle organik bağı bulunan kimselerin tetkîk ettikleri
senaryoları ‘zarar-yarar’ veya ‘günah-sevap’ denkleminde ele
alması ise meseleyi iyice içinden çıkılmaz bir hâle sürüklemiştir. Zira
herhangi bir tarihî hâdisenin, ifade etmeye çalıştığımız şekilde nitelenmesi
mümkün olmadığı gibi tarih usûlünün de bu ve benzeri değer yargıları
bulunmamaktadır. Şu halde modern dönemlerde gerçekleştirilen aktarmaya
çalıştığımız nâ-hûş faaliyetler bütününün, ilmî düzeye ne sûrette katkı
sağladığı da ayrıca tartışılmalıdır.
Teorik anlatımı tam da burada nihâyetlendirerek, ifade etmeye
çalıştıklarımızı bir ya da birkaç örnekle müşahhaslaştırmak istiyoruz. Şöyle
ki; ‘Efendimiz Bizans İmparatorunun orduları ile harp için (Mute)
denilen yere asker gönderdiğinde, sahabeden üç emirin arka arkaya şehit
olduklarını, kendisi, Medine’de minber üzerinde iken, Allahü teâlânın
göstermesi ile görerek yanındakilere haber verdi.’ rivâyetini konu edinen
bir araştırmacı muhtemelen ilk olarak, Resûlullah’ın (as) neden sahabesini
savaştan önce uyarmadığını düşünecektir. Nitekim rivâyete göre üç komutan şehit
olduktan sonra Resûlullah (as) bunu Medine’de kendisini dinleyenlere aktarmaktadır.
Bir başka ifadeyle sayı bakımından oldukça yoğun olduğu nakledilen Rum
ordusuyla, az sayıda olduğu nakledilen Müslüman ordunun karşılaşmasının önüne
neden geçmediği/ geçilemediği dikkat çekmektedir. Kaldı ki o dönemin hiçbir
kaynağında Bizans kelimesi kullanılmamaktadır. Elbette buradaki amacımız, Allah
ve Resûlü’nün ne zaman, ne şekilde davranması gerektiğini ya da neden bizim
istediğimiz şekilde davranmadığını sorgulamak değildir. Sanki rivâyetin
muhteviyatındaki sıkıntımız, belki de Bizans kelimesini rivâyetten düşürmekle
ortadan kalkacaktır. Bilemiyoruz.
Bir değer örnekte ise şu ifadeler yer almaktadır: ‘Efendimiz bir
gün, zevcesi Hafsa validemize, (Ebu Bekir ile baban, ümmetimin idaresini
ellerine alacaklardır) buyurdu. Bu sözle Hazret-i Ebu Bekir’in ve Hafsa
validemizin babası olan Hazret-i Ömer’in halife olacaklarını müjdeledi.’ Resûlullah’ın
(as) halife kelimesini, devlet başkanı anlamında kullanıp- kullanmadığı bir
tarafa bırakılırsa, söz konusu rivâyete göre başta Hz. Ali’nin ve ensarın, Resûlullah’ın
(as) bu belirlemesinden haberi yoktur. Ya da haberleri olduğu halde,
Resûlullah’ın (as) vefâtını takip eden süreçte, halifelikle ilgili yaşanan
tartışmalara seyirci kalmışlar, bu rivâyeti gizlemişlerdir! Ama bunu yaparken
de şahsî menfaatleri icâbâtından yapmamışlardır. O halde niçin yapmışlardır?
Yapmışlar mıdır?
‘Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?’ [Bakara Sûresi,
44]
‘Kays bin Şemmasa, (Güzel olarak yaşarsın ve şehit olarak
ölürsün) buyurdu. Hazret-i Ebu Bekir halife iken Yemamede Müseylemet-ül-Kezzab
ile yapılan muharebede şehit oldu. Hazret-i Ömer’in ve Hazret-i Osman’ın ve
Hazret-i Ali’nin şehit olacaklarını dahi haber verdi.’ Aktardığımız
rivâyet, İslam tarihi alanına ciddi katkı yapan bir bilgi vermektedir. Rivâyete
göre Hz. Ebû Bekr, Yemâme Savaşı’nda şehit edilmiş, kendisinden sonra gelecek
olan üç halifenin de şehit olacağı haberini vermiştir. Elbette râvînin
sırasıyla halifeleri belirlemiş olması da ilginç bir bilgi olarak
değerlendirilmelidir! [Müseyleme değil de Müseylime olmasın!]
Hikâye bu ya, zamanın beherinde bir ihtiyar, doktora gelerek ‘Aklım
dağınık, düşüncelerim perişan’ şeklinde şikâyette bulunur. Doktor ‘Aklının
dağınıklığı, perişanlığın ihtiyarlıktandır’ diyerek cevap verir. İhtiyar ‘Sırtım
da şiddetli ağrıyor’ der. Doktor ‘İhtiyarlık vücudunu zayıflatmış’
der. İhtiyar ‘Ne yersem yiyeyim dokunuyor, hazmetmekte zorlanıyorum’
der. Doktor ‘Midenin görevini yapmaması da ihtiyarlıktandır’ der.
İhtiyar ‘Nefes alırken zorlanıyorum, nefes darlığı çekiyorum’ der.
Doktor ‘Doğrudur. İnsan ihtiyarlayınca her türlü hastalık başına gelir.
Nefesinin darlığı çekmesi de yaşlılıktandır’ der. İhtiyar ‘Ey ahmak!
Bütün söyleyeceğin bu mu? Derdi veren Allah’ın, dermanı da verdiğini duymadın
mı? Senin aklın gibi, doktorluk bilgin de az. İhtiyarlık deyip tutturdun
gidiyorsun. Doktor olurken, sen sadece bu sözü mü öğrendin?’ diyerek
öfkesini gösterir. Doktor ‘Bu kızgınlığın, öfken de ihtiyarlıktandır’
diyerek konuyu kapatır.
Bir önceki paragrafta aktardığımız rivâyet ile hemen onu ta’kîben naklettiğimiz
hikâye arasında herhangi bir bağlantı olmadığını, hikâyeyi yazıp, tashîh
ederken fark etmemize rağmen kaldırmadık. Bunu neden yaptığımız hakkında da, en
azından şu an için bir bilgimiz bulunmamaktadır. Belki de bu hikâyeyi
aklımızdan geçirirken, yukarıdaki rivâyeti büyük bir marifet gibi aktaranlarla
hikâyedeki ihtiyarı eşitlemişizdir, kim bilir! Allah alayımızı ıslâh etsin,
âmin.
‘Siz hiç düşünmüyor musunuz?’ [Âl-i İmrân Sûresi, 65]
Görüldüğü üzere tarih araştırmalarında akıl unsuru hayli önem arz
etmektedir. Bu kısa yazımızda aktarmaya çalıştığımız rivâyetlerin
değerlendirilmesinde de zaten bu unsuru öncelemeyi hedefledik. Aksi halde
rivâyetin râvîleri kim olursa olsun, rivâyetin metin kısmında ne anlatılırsa
anlatılsın, olası bir epistemik sorun her iki durumda da tezâhür eder, müellifi
de okuyucuyu da zelîl bir duruma düşürür. Herhangi bir tarihî rivâyetin akılla
çatışması durumunda aklın esas alınması da bu yüzden gereklidir. Sair ilim
sahasına ait akıl-nakil çatışmasını inceleme iddiasında değiliz, hiç olmadık
da. Ancak tarihî bir rivâyetten itikadî delile ulaşmak isteyenlere de taaccüb
sîgasında mu’teriz olduğumuzu, mezkûr keyfiyet gereği söylemeden geçemedik.
Netice-i kelâm şudur ki, Hayber’in fethine katılmış bir sahabe, bu fethi bazı çağdaş
literatürden okumak istediğinde karşısına bilmediği pek çok sahne çıkacak,
muhtemelen kendisi dahi taacüb sîgasını otuz beş bâbda çekmek durumunda
kalacaktır.
‘Yeryüzünde dolaşan canlıların Allah katında en kötüsü
anlamayan ve düşünmeyen…’ [Enfâl Sûresi, 22]
Ebu’l-Beşer el-Ebyazî Yazdı: İnsan ve Tarih
Bismillahirrahmanirrahim,
İlgiyle takip ve istifade ettiğim, aynı zamanda umumen tarih
sevenlere, hususen de İslâm tarihi taliplerine tavsiye ettiğim bu mümtaz
platformdan yazmam için Ebû Ömer b. Dâvûd’dan davet aldığımda son derece memnun
ve müteessir oldum. Kendileri ister günlük, ister, haftalık herhangi bir zaman
şartı öne sürmeden (sadece herhangi bir telif talebimizin olmaması şartıyla)
istediğimiz zaman bu meydanda görüşlerimizi paylaşabileceğimizi bildirdiler.
Allah kendilerinden razı olsun. Şahsımıza gösterilen teveccühü karşılıksız
bırakmak haddimiz olamaz. Binaenaleyh zat-ı âlilerinin ricaları üzere Bismillah
diyerek söze başlıyoruz. Allah mahcup etmesin.
23 Nisan 2017 Pazar
Mübarek Gün ve Gecelere Dair Bir Hatırlatma
Sıcak bir yaz gününde şeyh efendi, talebeleriyle şehirde
dolaşırken, bir buz satıcısına rastlarlar.
Satıcı: “Sermayesi eriyip giden şu adama acıyın, merhamet
edin...” diye bağırıyordu.
Satıcının bu sözlerini işiten şeyh efendi aniden
fenalaşarak bayıldı.
Ebû Ömer b. Dâvûd Yazdı: Acı
Ebû Ömer b. Dâvûd
Hayatta
karşılaştığımız birçok şey göreceli olduğu gibi acının hissedilmesi da öyledir.
İnsana, zamana, topluma göre değişiklik gösterir. Örneğin birçok kültürde bazı
insanların, özellikle de kadınların güzelleşme uğruna acılara katlandıklarını
biliyoruz. Acı biber de adı üzerinde acı hissettirir, ancak zevkle yenir.
21 Nisan 2017 Cuma
Hariciliğin Yeniden Doğuşu
1991’de Doğu Blok’u tamamen dağıldıktan sonra Batı, kesin
zaferini ilan etmiş ve çok hızlı bir şekilde dünyayı, gerek kültürel gerekse de
siyasi olarak etkisi altına almıştır. Bu bağlamda terör, şiddet, din gibi
kavramlarda hızlı bir değişim ve dönüşüm geçirmişlerdir. Hatta geleneksel
anlamdaki savaşlar bile oldukça farklılaşarak yerine gayrı medenî, psikolojik,
enformasyon, siber, terör savaşları gibi oldukça çeşitlenip çoğalmışlardır. Öte yandan globalleşen dünyada terörün tanımı
geçmiş tanımlarından oldukça farklılaşmış ve daha kaypak bir zemine oturmuştur.
Günümüzde birilerinin kurtarıcı olarak gördüğü hareketi bir diğeri terörist
hareket olarak niteleyebilmektedir. Buna göre, terörizm kavramı kendisine yakın
olan kavramlarla ayrımı net bir şekilde ortaya konmamıştır. Bunun yanı sıra
terörizm kavramının bu güne kadar yerine oturmuş net ve ortak bir tanımı
bulunmamaktadır. Durum böyle olunca kavram istenildiği tarafa çekilmiş,
yanlış anlaşılıp öyle tanımlanmış veya yerinde kullanılmadığı
anlaşılmıştır. Bu çerçevede dünya siyasi tarihinde büyük bir değişme diye
kabul edebileceğimiz Doğu Blok’unun dağılmasından sonra ve 11 Eylül 2001
hadiselerinin ardından ABD ve Batı dünyası, yüzünü İslam Dünyasına
çevirmiştir. Bu çerçevede baskın teknoloji ve kültür olan Batı başta olmak
üzere ABD, fundementalizm, İslamofobi ve terör gibi pek çok kavramı tekrar
revize etmiştir. Bu bağlamda İslam dini bazen terör adına bazen de ideoloji
adına istismar edilmekte veya kasıtlı olarak kurban edilmektedir.
Fas’a Yolculuk/Fas İzlenimleri
“Andolsun
ki biz her ümmete, “Allah’a kulluk edin, tağuttan uzak durun” diyen bir elçi
gönderdik. Onlardan kimini Allah doğru yola iletti, kimileri de saptırılmayı
hak ettiler. Yeryüzünü dolaşın da hak dini yalanlayanların akıbetinin ne
olduğunu görün.” (Nahl, 16/36)
Yukarıdaki
ayeti kerimede olduğu gibi birçok ayet ve hadis seyahate teşvik etmekte ve
seyahatin maddi ve manevi yararlarından bahsetmektedir.
Gezimiz
Kazablanka, Marakeş, Fes, Meknes ve Rabat şehirlerini kapsayan 4 gece beş gün
süren (23-28 Ocak 2017) bir seyahat programı idi. Bu program, İstanbul’da
bulunan bir seyahat acentesi aracılığıyla çoğunluğu öğretmen, memur, öğrenci ve
birkaç akademisyenin olduğu yirmi sekiz kişilik bir grupla gerçekleşti. Gezi
notlarına geçmeden önce bazı tarihi ve genel bilgilerin verilmesi yararlı
olacaktır.
Afrika’nın
kuzeybatısında yer alan Fas, İslam dünyasında el-Mağribü’l-aksa Batı dünyasında
Maroc (Morocco) isimleriyle tanımlanır. Bugün resmî adı el-Memleketü’l- Mağribiyye’dir.
Kısaca Mağrib diye de ifade edilir. Türkiye’de ise İdrisiler ve Merinîler’e
başkentlik yapan Fes şehrinden dolayı Fas denilmiştir. Osmanlı feslerinin bu
ülkede bulunan Fes (Fez) şehrinden üretilmiş olması nedeniyle zamanla bu ülkeye
Fas denildiği belirtilmektedir. Ülkenin başkenti Ribat/Rabat’tır. Para birimi
Mağrib dirhemidir (MAD). Yaklaşık olarak bir Türk lirası (TL), 2,58 Fas dirhemi
(MAD)’dir.
Nüfusun
çoğunu Arapların oluşturduğu Fas, başta yerli halkı Berberiler olmak üzere
çeşitli etnik grupları da içerisinde barındırıyor. Yaklaşık 35 milyonluk nüfusu
ile Afrika kıtasının dokuzuncu büyük ülkesidir. Nüfusun yarısı Arap diğer
yarısı başta Berberiler olmak üzere diğer etnik gruplardan oluşuyor. Ülke
kraliyetle yönetiliyor. VI. Muhammed adında bir kralı bulunmaktadır. Fas’ta
Adalet ve Kalkınma Partisi diye bir parti de vardır. Amblemi ise gaz
lambasıdır. Temelleri 1967’lere dayanan bu parti 1997 milletvekili koltuklarına
kavuşmuştur. Arapça, Berberice ve Fransızca resmi dil olarak kabul edilmiştir.
Tabelaların çoğunda bu üç dile göre yazılmış yazılar bulmak mümkündür.
Berberice’nin ayrı bir alfabesi bulunmaktadır. Ülkede 36 şehir bulunmaktadır.
Müslümanların
Mağrib diyarını fethetmeleri, Emevi valilerinden Ukbe b. Nafi’in önemli fetih
hareketleri ile birinci valilik dönemi (666-6749) ile başlar; ondan sonra
bölgede valilik yapan Züheyr b. Kays, Hassân b. Numan, Musa b. Nusayr gibi
valilerin komutasındaki İslâm orduları sayesinde ve uzun bir çaba neticesinde
bölgede fetih tamamlanır. Daha sonra sırasıyla aşağıdaki hanedanlık ve
devletler kurulmuştur:
İdrisîler
(Şerifler) : M.789 - 985
Murâbıtlar
(Berberîler) : M.11. yüzyıl ortaları
- 1147
Muvahhidler
(Berberîler) : M.1130 - 1269
Merinîler
(Berberîler) : M.1196 - 1549
Sâdiler
(Şerifler) : M.1511 -
1654
Filâliler
(Şerifler) : M.1631 -
Devam ediyor.
Fas
ülkesine
Gezi
için 22 Ocak 2017 saat 22.00’da İstanbul Sabiha Gökçen Havalimanı’nda
buluşuldu. Tanışma ve görüşmelerden sonra bagaj, bilet ve biniş işlemlerinin
ardından Air Arabia Havayolları’na ait bir uçak ile 23 Ocak günü saat 01.15’de
Kazablanka’ya hareket edildi. Dört saat süren bir yolculuktan sonra Kazablanka
Muhammed V Havaalanına iniş yapıldı. Orada hiç dinlenme molası verilmeden Fes
şehrine hareket edildi. Yaklaşık olarak 5 saat süren bir yolculuktan sonra Fas’ın
adını aldığı önemli tarihi şehirlerinden Fes’e varıldı. Otele yerleşilmeden
kahvaltı yapıldıktan sonra yorgun bir şekilde şehir turuna başlanıldı.
Fes
şehri krallığın kültürel başkenti olarak bilinmektedir. Eski şehir Fasu’l-Bali
UNESCO listesinde yer almaktadır. Eski şehrin güneybatısında Fasu’l-Cedide diye
yeni bir şehir kurulmuştur. Eski şehirlere rehberler Medine kelimesinin batı
dillerindeki aksanı ile “Medina” demektedirler. Geziye eski şehrin giriş kapılarından
biri olan Babu’l-Celud (Bab Boujloud)’dan başlıyoruz. Kapının giriş ve çıkış
yönündeki mavi ile yeşil çinileri ve işlemeleri görmeye değerdir. Yahudilerin
oturduğu bir mahalle gezildikten sonra eski şehri tepeden seyretmek üzere güney
burca gidilerek şehir uzaktan seyredildi, fotoğraflar çekildi. Hem eski hem de
yeni şehir surlar ile çevrilidir. Bu sur duvarları günümüze kadar korunmuştur. Yani
şehrin tarihi dokusu büyük oranda korunmuştur. Eski şehrin genel olarak Endülüs
ve Kareviyyun olmak üzere iki bölüme ayrıldığı belirtildi. Daha sonra Fas’a
özgü bir tezyinat mimarisi olan zelic imalathanesi gezildi. Seramiği andıran bu
tezyinat parçacıkları killi toprakların fırında işlenmesi ile elde edilir. Daha
sonra ise çeşmeler, masalar, kapılar ve duvarlar mozaik ve seramiği andıran bu
tezyinat ile süslenir.
Arnavut
kaldırım taşları döşeli daracık sürekli kıvrılan sokaklar arasında ilerleyerek
Magrib’de kurulan ilk Üniversite olarak kabul edilen Karaviyyîn Medresesi ve
Karaviyyîn Camisi gezildi. Gerek cami gerekse medrese ahşap süslemeleri ve
yazılarıyla insanı adeta büyülemektedir. Daha sonra Attarîn medresesi ziyaret
edildi. Bu medrese zeliç süslemeleri ile dikkatimizi çekti. Fes’de deri
tabaklama atölyeleri çok yaygındır. Beş yüz yıllık bir geçmişe sahip olduğu
belirtilmektedir. Yüzyıllardır değişmeyen tabaklama tekniklerinin kullanıldığı
atölyeleri, çevresini sarmalayan deri mağazalarının birinin terasından
seyrettik. Etrafa yayılan kötü kokudan etkilenmemek için girişte elimize bir
tutam yeşil nane verildi. Buna rağmen etrafa yayılan koku çok rahatsız edici
idi.
Daha
sonra dokuma tezgâhları gezildi. Dokumacılık Fes şehrinin en önemli geçim
kaynağıdır. Erkeklerin genellikle giydikleri cellabi bu tezgâhlarda
işlenmektedir.
Eski
şehirde sokaklar daracık olduğu için taşımacılık eşek ve katırla yapılıyor. Hemen
tüm şehirlerde eşek ve katırlara rastlamak mümkündür. Fes şehri adeta bir
labirent gibi. Rehbersiz bu sokakları dolaşmak çok zordur. Bizi gezdiren rehber
defalarca gelip buraları gezdiği halde yine de Faslı bir rehberden yardım
alıyordu. Yorucu bir turdan sonra rehber bizi bir lokantaya götürdü. Burada Fas’ın
meşhur yemeği Tajin ile tanıştık. Tajin bizdeki güvece benzemektedir. Et ve
sebze yahnisi denilebilir. Daha sonra istirahat için otele gittik. Fas’ın
otellerinde açık büfe olmasına rağmen su bedava değil para ile satılmaktadır. Fas’ta
aç kalmamak için yemek yedik. Yemek tadı bizim damak zevkimizle uyuşmuyordu.
24.01.2017
Meknes
şehrinde ihtişamlı bir kapı olarak bilinen Babu’l-Mansur’u ziyaret ile
başlıyoruz. Meknes, en parlak dönemini Fas şeriflerinden Mevlây İsmail
(1672-1727) zamanında yaşadığı belirtilmektedir. Dolayısıyla onun dönemine ait
hala varlığını sürdüren tarihi sur ve kapılar şehirde bulunmaktadır. Zaten Fas
denilince bir bakıma büyük kapılar, kadim surlar ve meydanlar hatıra gelir. Daha
sonra şehrin en canlı merkezlerinden olan Hedim meydanı gezildi. Mevlây İsmail hakkında
rehber abartılı bazı bilgiler verdi. Onun 500 kadın 1000 çocuğu sahip olduğunu
anlattı.
Meknes’den
sonra İdrisîlerin kurucusu olan I. İdris’in Zerhun’daki mezarı ziyaret edildi.
Kutsal bir belde olarak kabul edilen Zerhun dağlık bir bölgede bulunuyor. Yol
boyunca kaktüs bahçelerini seyrettik.
RABAT
Batılılar
bu şehre Rabat deseler de Faslılar buraya Ribat demektedirler. Ribat Arapça’da
nöbet tutulan yer, ileri karakol, misafirhane ve başka anlamlara gelmektedir.
Tarihi bir şehirdir. Rabat’ın etrafı da surlarla çevrilidir. Yeni şehir palmiye
ağaçlarının yoğunlukta olduğu geniş caddeleri dikkat çekmektedir. Şehir bir
taraftan Bouregreg nehrine ev sahipliği yaparken diğer taraftan Atlas
okyanusuna kıyısı bulunmaktadır. Kraliyet sarayı burada bulunmaktadır. Ülkeyi
yöneten Kral VI. Muhammed burada ikamet etmektedir. Ancak gezdiğimiz her
şehirde Kral’a ait sarayların olduğu dikkatimizden kaçmamaktadır.
Birçok
tarihi eser bulunmaktadır. Bu eserlerin en ünlüsü sadece minaresi ve sütunları
bulunan Hassân Camiidir. Bu mescit bir zamanlar dünyadaki en büyük ikinci
mescidi olarak bilinmektedir. Muvahhidler’in mimari anlayışı hakkında önemli
fikir veren bu eser Ebû Yûsuf el-Mansûr tarafında 587 (1191) yılında yapılmaya
başlanmış ancak cami 595’te (1199) onun ölümüyle yarım kalmıştır. Hassan Camii,
Sevilla’daki Ulu Camii ve Merakeş’deki Kütübiye Camii gibi camilerden biridir.
Modern
Fas’ın kurucusu V. Muhammed ile şimdiki Kral’ın babası II. Hasan’ın mezarları
tarihi caminin hemen bitişiğinde bulunuyor. Bu mezarları da ziyaret ettikten
sonra Kasbah Oudaia dedikleri Udaye Kalesi gezildi. Turistlerin çok rağbet
ettikleri bu kasabanın duvarları üzerinde Atlas Okyanusu ile birbirine yakın
Rabat ve Sale şehirleri seyredildi.
25.01.2017
tarihinde Merakeş şehrini geziyoruz. 11. yüzyılda kurulan Merakeş Murabıtlara
başkentlik yapan Fas’ın en önemli şehirlerindendir. 4 milyon nüfusa sahip
Merakeş, Fas kültürünü yansıtan şehirlerin başında gelmektedir. Murabitlar ve
Muvahhidlerin dışında Sadilere de başkentlik yapmıştır. Kütübiye Camii şehrin
en önemli tarihi eserlerin başında geliyor. Kütübiye denilmesinin sebebi bir
zamanlar yoğun bir şekilde kitapçıların olması imiş. Bu cami minaresi şehrin
dört bir tarafında görülmektedir.
Merakeş
önemli bir turizm merkezidir. Turistlerin en fazla ziyaret ettikleri yerlerin
başında Sahatü’I-Murabıtin, Sahatü camii’I-Fena, Sahatü’I-Muvahhidin, Sahatü’l-meşvere
ve Sahatü’l-hürriyye kesimlerinde yer alan İbn Yusuf Medresesi, Kütübiyye
Camii, Kasba Camii, Babü Dükkale Camii ve Çeşmesi, İbn Salih Camii, Mevasin Camii
ve Çeşmesi, Fena Camii, Sa’dî türbeleri, Bahiye Sarayı, Darülmahzen Sarayı,
Cilavi Sarayı ve surlar gelmektedir. Bu tarihi yerlerin hepsini gezme imkânımız
olmadı.
Güzelliği
ile dillere destan olmuş Bahiyye köşkünde Endülüs mimarisinin izlerini net bir
şekilde görmek mümkündür. Kapıları, duvarları ve tavanları tıpkı bir dantel
gibi işlenmiştir. Seramik ve alçı kullanılarak yapılan mozaikler ve tavandaki
ahşap işlemeleri ile insanı hayrete düşürmektedir.
Merakeş’te
gezdiğimiz önemli yerlerden biri de Majorelle Bahçeleri idi. Çeşit çeşit
kaktüsler, palmiye ağaçları ve eğrelti otlarının yer aldığı bu tropik bahçeler,
Fransız ressam Jacquas Majorelle’in eseridir. Hastalığı sebebiyle Marakeş’e
yerleşen ressam, stüdyosunun da bulunduğu evinin etrafında bu bahçeleri
oluşturmuştur. Ressam, Fas hayatını anlatan eserleri ve tablolarında kullandığı
Majorelle mavisi denen canlı mavi renk ile ünlenmiştir. Majorelle’in 1962
yılında hayatını kaybetmesinin ardından bahçelerin de bulunduğu mülkü bu kez de
Fransız modacı Yves St Laurent satın almış ve bahçeleri yeniden dizayn etmiştir.
St. Laurent burayı o kadar sevmiş ki, 2008 yılında öldükten sonra külleri bu
bahçeye savrulduğu söylenmektedir.
Birçok
kişi için Merakeş demek Camiu’l-fena demektir. Yani Kıyamet Meydanı/Sonsuzluk
meydanı. Bu meydan Ortaçağ panayırlarının özelliklerini günümüze kadar
taşımıştır. Yılan oynatıcıları, Atlas dağlarından getirdikleri siyah ve rengarenk
yılanları dansa kaldırıyorlar. Akrobatlar hünerlerini sergiliyorlar, tiyatro
gösterileri, halk oyunları, kına ile desen desen dövme yapan kadınlar, taze
meyve sıkıcıları, turistik eşya satıcıları ve daha birçok ilginç oyun, olaylara
rastlamak mümkündür.
Merakeş’te
ziyaret ettiğimiz önemli yerlerden biri de Medresetü İbn Yusuf idi. İki katlı
olan bu medresenin 132 odası vardır. Ahşap süslemeleri ve bölümleri ile
dikkatimizi çekti. Avlu, revak, mescit ve mihrabıyla insanı adeta büyülüyor. Merakeş’e
gitmeyenleri en azından internetten bu medresenin üç boyutlu fotoğraflarını,
panoramik görüntülerini seyretmelerini tavsiye ederim.
Sadiler
döneminde kalan mezarlık görülmeye değerdir. Farklı bir anlayışla mezarları
inşa etmişlerdir. Bu mezarlık Marakeş’te 1524-1668 yılları arasında hüküm süren
Sa’dî Hanedanı’nın 66 üyesinin mezarına ev sahipliği yapıyor. Bunlar arasında
Sa’di hükümdarı Ahmad al-Mansur, halefleri ve ailesinin mezarları da bulunuyor.
Büyük bir bahçenin arasında bulunan türbeleriyle Sa’di Mezarlığı, bulunduğu
atmosfer olarak da görülmeye değerdir.
26 Ocak
öğleden sonra İlahiyatçı üç arkadaş Tur’dan ayrı olarak Merakeş’i gezmeye karar
verdik. Bu arada bir medrese öğrencisi ile tanıştık. Muhammed adındaki bu
arkadaş bizlere kılavuzluk etti. Gezinin sonunda Muhammed ile bir yemek yemeğe
karar verdik. Yemeği yedikten sonra Muhammed’in yemek artık ve kırıntılarını
poşetlere koyduğunu gördük. Niye öyle yaptığını sorduğumuzda tanıdığı bazı
fakirlerin olduğu, bu kırıntıların bile onları ziyadesiyle memnun edeceğini
söyledi. Bu manzara karşısında yaptığımız israflar hatırımıza geldi ve
duygulandık.
27.01.2017
tarihinde Merakeş’ten ayrıldık. Kazablanka’ya gittik. Bu şehir 1755 yılında
meydana gelen Lizbon depreminde neredeyse tamamen yıkılmıştır. 1758’de şehir
baştan aşağı inşa edilmiştir. Araplar bu şehre beyaz ev anlamında Daru’l-Beyda
demektedir. Zira bu şehirde ağır basan renk beyazdır. Bir liman şehridir. Atlas
okyanusunun yanı başında kurulan şehir dört tarafı palmiye ağaçları ile
doludur. Fas’ın İstanbul’u denilebilir. Şimdiki kralın babası olan II. Hasan’ın
inşa ettiği cami bu şehirde görülmesi gereken en önemli dini ve mimari
eserlerdendir. II. Hasan Camii diye bilinen bu camii dünyanın en büyük ve geniş
camilerindendir. Aynı anda yüz bin kişi namaz kılabiliyor. Minaresi dünyanın en
yüksek minaresi olarak bilinmektedir. Fas tipi köşeli, kalın minare tipinde
inşa edilen minaresini yakından görenler ise perspektifine minareyi sığdırmakta
zorlanıyor çünkü II. Hasan Camii’nin minaresi tam 210 metre uzunluğa sahip ve
dünyanın en uzun minaresi.
Fas
denilince hatırımızda kalan bazı hususları da kısaca anlatalım: Fas’ın Argan
yağı meşhurdur. Argan yağı hem salatalarda hem de cilt bakımında
kullanılmaktadır. Giyim eşyalarında cilbab ve pabuçları yaygındır. Yiyecek ve
içecek olarak etli sebze yahnisi Tajin yemeği, etten mamul kuskus yemeği ve pastilya
yemeği meşhurdur. Nisnis kahvesi, naneli çay en önemli içeceklerdir. Yeşil çaya
nane ve şeker ilave ederek içiyorlar. Naneli çayı çok şekerli yapıyorlar. Biz
genellikle şekersiz içmeyi tercih ettik. Sokakta satılan kaynamış salyangoz pek
rağbettedir. Mantar (tıpa mantarı) bahçeleri ve kaktüs tarlaları da dikkatimizi
çeken alanlardır.
Dini
hayatla ilgili bir iki hususu belirtmekte yarar var. Genellikle musluktan
abdest alınmıyor. Maliki mezhebinin bir gereği olarak taslarda abdest
alınıyor. Temizlik pekiyi değildir. Öğle ezanı iki defa okunuyor. Vakit
girişinden bir iki saat sonra ikinci bir ezan daha okunur. Cemaatle kıldığımız
vakitlerde gördüğümüz kadarıyla namaz secdeleri uzun tutuluyor. Namaz bir selam
ile sona erdiriliyor. İkinci selam okunmuyor.
Fas’ta
yaşayan en meşhur kabileler, Zenata, Sinhace ve Ebreke oldukları söylendi.
Çarşılar,
hareketli; bize göre ucuz; pazarlık payı sonsuz fazladır. İnsanlar genellikle
orta halli fakir, dilenci çok. Bir an gözünüz birine çarpsa, bu para istemesi
için kâfi bir sebeptir. Emniyetli, temiz ve görmeye değer bir memlekettir.