Prof. Dr. Adem APAK
Asabiyet kelimesi a.s.b. kökünden türemiştir. Aynı kökten gelen asabe,
baba tarafından kan bağı bulunan akrabanın meydana getirdiği topluluk demektir.[1] Asabeden türeyen asabiyet ise, kişinin (özellikle
baba tarafından) akrabasını, yani asebesini yardıma çağırması neticesinde,
onların ister haklı ister haksız olsun, rekabet ettiği kişi ve gruplara karşı
çağrı sahibiyle birlikte hareket etmesidir.[2] Başka bir tarifle asabiyet, aralarında kan
yakınlığı bulunan bir topluluğun bütün fertlerini birbirine bağlayan ve
herhangi bir dış tehlike durumunda onları karşı koymaya sevk eden veya başka
bir topluluk üzerine saldırı halinde bütün aile üyelerinin tereddütsüz harekete
geçmesini sağlayan birlik ve dayanışma ruhudur.[3] Asabiyetle ilgili özgün bir tanım ortaya koyan ve
asabiyeti toplumun maddî manevî tüm dinamiklerinin temeli olarak kabul eden İbn
Haldun asabiyetin
kan bağı üzerine inşa edilmiş olmasını şu şekilde izah eder: Kan bağı insanlık
için tabiî ve gerçek bir bağdır ve çok az istisna olmak üzere, yakınlara
herhangi bir haksızlık yapıldığında etkisini gösterir. Akraba olan kişi,
yakınının bir zulme uğraması durumunda ona karşı kalbinde bir yumuşaklık
hisseder ve akrabasının derhal bu durumdan kurtulmasını arzu eder ki, bu tavır
insanî tabiî bir temayüldür.[4]
Arap kabile sisteminde farklı soydan gelenlerin de kabilenin nesebine
dahil edildiği dikkate alındığında, asabiyetin, aynı soya mensup olanların
birbiriyle dayanışması şeklinde tanımlanması eksik bir tarif olur. Ayrıca nesep
cetvelleri üzerinde bir çok şüphe ve uydurma iddialarının bulunduğu da göz
önüne alınırsa, asabiyete soy birliğini aşan daha şümullü bir tanım getirme
ihtiyacı hâsıl olur. Bu durumda soy ilişkisine de vurgu yapmak suretiyle asabiyeti
şu şekilde tarif etmek mümkündür: Asabiyet, hakikatte nesepleri bir olsun veya
olmasın, nesep cetvellerindeki kabile ilişkilendirmeleri ister doğru ister
yanlış veya eksik olsun, kabile üyelerinin kendilerinin bir asılda
birleştiklerine inanmaları sonucunda,
onların her şartta birbirlerine destek olmalarını sağlayan manevî güç ve
dayanışma duygusudur. Dolayısıyla asabiyette aslolan kriter, biyolojik değil,
psikolojiktir, yani yakınlık gerçek akrabalık yerine, akraba olduğuna inanmayla
gerçekleşmektedir. Tanımda da ifade edildiği gibi, asabiyetin temeli olan
nesepte bilgiden ziyade inanç asıldır; yani asabiyette aynı soydan gelindiğini
bilmek yerine aynı soydan gelindiğine inanmak esastır. Araplar’da akrabalık ve
akrabalığa bağlanma bir inanç olarak vardır ve bu inanç kabileyi yaşayan bir
bütün haline getirmektedir.[5] Bu durumda nesep çizelgeleri, kabilenin bilinen
gerçekleri değil, doğruluğu konusunda hiç tereddüt edilmeyen kabile inanç
esaslarının önemli bir kısmı olarak kabul edilmektedir.
Kabile, kadim insan topluluklarının yaşadıkları ve tanıdıkları en önemli
içtimaî görünümdür. Asabiyet ise kabilenin bütünlüğünü ayakta tutan ana unsur,
kısacası toplumsal nizamın esasıdır. Kabile asabiyeti günümüzdeki aşırı
kavmiyetçiliğin (ırkçılık) belli bazı yönlerini yansıtır. Gerçekte aşırı
kavmiyetçilik, kendi ırkına taassup derecesinde bağlı olmayı, ırkının diğer
ırklardan mutlak olarak üstün olduğuna inanmayı gerektirir. Kabile asabiyetinde
de benzer bir inanç söz konusudur. Asabiyet, kabileyi diğer kabilelerden farklı
ve üstün tutma düşüncesini barındırırken, ırkçılık belli bir ırka üstünlük
tanımak, o ırkın diğerlerine göre tabiatından gelen bir üstünlüğe sahip
olduğuna inanmak ve o inanç doğrultusunda hareket etmektir. Hem asabiyette hem
de ırkçılıkta asıl çıkış noktası nesep (soy), yani kan bağıdır. Bu sebeple
asabiyeti bir yönüyle ırkçılığın ilk basamağı, ya da bir çeşidi olarak
değerlendirmek mümkündür. Ancak bununla birlikte kabile asabiyeti, ırkçılıkla
çelişen bir hususiyet de arz eder. Bir ırkı üstün kabul edip, o ırka mensup
olanları bir araya getirmeyi, bütünleştirmeyi hedefleyen ırkçılığın aksine
asabiyette aynı ırka mensup olanları birleştirmek yerine onları farklı gruplara
(kabile, cizm, fâsıla vs) bölme, parçalama ve onlar arasından düşmanlık meydana
getirme daha ön plândadır. Farklı aşiretlerin ortak yol takip etmelerini
gerekli kılan umumî bir şuur olan kavmiyet düşüncesi, bir bütünlük faaliyetini
akla getirirken, asabiyet ise adeta ayrışmayı ve dağınıklığı çağrıştırır.[6] Buna göre meselâ bir Arap, kendi asabiyetinden
olan zenci bir mevâlîyi, başka asabeden olan bir araba karşı korumak
zorundadır. Dolayısıyla aynı ırktan gelen küçük insan grupları arasındaki
menfaat, hâkimiyet tesisi veya hayatta kalma mücadelesi anlamındaki asabiyeti
ırkçılıkla aynı kategoride değerlendirmek doğru olmaz.[7]
Asabiyet kavramı, şovenizm, ırkçılık kavramlarının yanında bazen
milliyetçiliğin eş anlamlısı olarak da kullanılmıştır. Meselâ T. Khemiri, Von Kramer, Salahattin Hudâ Bahş gibi
araştırmacılar, asabiyetle milliyetçiliğin aynı anlama geldiğini iddia
etmişlerdir. Buna karşılık F. Gabrieli ise
asabiyetin milliyetçilikten farklı olduğunu ileri sürmektedir.[8] Milliyetçilik, genel anlamıyla, toplumda millî kültürü hâkim
kılmak ve başka toplumların baskısından kurtulmak ve bağımsızlık kazanmak için
uyanan kültür ve siyaset eğilimi olarak tanımlanabilir. Bir millet içinde
birden fazla kabile ve kabileler içinde de daha dar kapsamlı gruplar ve
asabiyetler bulunur. Bu nedenle asabiyet, ferdi dar bir daire içinde hapseder.
Hâlbuki milliyetin dairesi çok daha geniştir; bu topluluğun içinde
birbirleriyle yakın akrabalık ve menfaat ilişkisi bulunmayan insanlar da daire
içinde kendilerine yer bulabilirler.[9] Sonuç olarak asabiyetle anlam ilişkisi kurulan
kavramlar dar çerçeveden geniş çerçeveye göre derecelendirildiğinde şöyle bir
sıralama ortaya çıkar: Asabiyet,
Şövenizm (Irkçılık, Aşırı kavmiyetçilik), Milliyetçilik
(Kavmiyetçilik). Burada son iki kategoride aynı soydan gelenleri birleştirme asıl
hedef iken, asabiyette ise aynı soydan gelenlerin kabilelere ayrışması ve
parçalanması esastır.[10]
Cahiliye dönemi ve İslâmî tebliğin başlangıcındaki şartlar dikkate
alındığında Arapların asabiyet sınırını aşarak kavmiyet şuuruna erişemedikleri
görülür. Başka bir şekilde söylemek gerekirse, Araplar o dönemde kabileler
halinde yaşadıkları için, onlarda millet bilinci gelişmemiştir. Bunun meydana
gelmesi için onların başka milletler ile karşılaşmaları ve bir bütün halinde
onlarla hesaplaşmaya girmeleri gerekmiştir.
Esasında Arap yarımadasına komşu olan Fars, Rum ve Habeş milletleriyle
Araplar arasında zaman zaman savaşlar meydana gelmiştir. Ancak bunlar hiçbir
zaman top yekün bir Arap-Fars/Arap-Rum/Arap-Habeş savaşına dönüşmemiş,
çatışmalar bu milletlerin orduları ile onlara komşu bazı Arap kabileleri
arasında gerçekleşmiştir. Bu nedenle ilk dönemlerdeki Araplar’da millet
(kavmiyet) şuurundan bahsetmek mümkün değildir.[11] Araplar millet şuuruna ancak başka milletler ile
bir bütün halinde mücadeleye/rekabete giriştikleri zamanda ulaşabilmişlerdir
ki, bu da ancak Emevîler’in son dönemi ile Abbasîler’in ilk asrına tekabül eder. Emevîler döneminde
Arap-Mevâlî ilişkileri merkezinde görünürleşmeye başlayan ve erken Abbasîler
safhasında tekemmül eden Şuubiyye[12] hareketi Araplar’da kavmî şuurun, başka bir
ifadeyle kavmî asabiyetin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Araplar ancak bundan
sonra kabile sınırlarını aşarak daha üst derecede yer alan Şa‘b birliği şuuruna
erişebilmişlerdir ve bu dönemden itibaren onların nefsindeki kabile taassubunun
yerini kavmî taassup, yani kavmî (millî) asabiyet almıştır. Bütün bu
değerlendirmeler dikkate alındığında, ilk dönem Arap sosyal hayatı için en
uygun içtimaî birliğin kabile, en anlamlı kabile dayanışmasının da asabiyet
olduğunu ileri sürmek mümkün olur.
Kabile asabiyeti varlığını iki unsurdan alır; birincisi kabile
üyelerinin aynı soydan geldiklerine inanmaları[13], diğeri ise kabilenin ortak menfaatidir.[14] Bu iki hayatî sebep kabile üyelerinin her şartta
birleşmelerine, kabileleri lehine ferdiyetçiliklerinden vazgeçmelerine ve
kabileleri adına taassupta bulunmalarına sebep olur.
Kabile toplumunda asabiyet, çöl sosyal hayatının zorunlu ve tabiî
neticelerinden birisidir. Zira kabile, ancak asabiyet sayesinde ayakta
durabilmekte, asabiyet ile varlığını ve güvenliğini sağlayabilmekte ve yine
asabiyet sebebiyle hayatta kalmak için mücadele kuralının geçerli olduğu
kabileler toplumunda geçim vasıtalarını elde edebilmektedir.[15] Aynı şekilde, siyasî ve hukukî alanlardaki
otorite boşluğunu doldurarak kabile fertlerinin mal, can ve ırz güvenliğinin
sağlanması da asabiyet sayesinde mümkün olmaktadır.[16] Kısacası asabiyet, kendi içinde tutarlı bir
sistem ortaya koymakta ve insanlar bu sistemin sağladığı nizamla hayatlarını
sürdürebilmektedirler.[17] Dolayısıyla asabiyet, Arap sosyal hayatının
kurulması ve korunması için vazgeçilmez bir kitle enerjisi ve birlik ruhu, Arap
toplumumun coğrafî, sosyolojik ve psikolojik gerçeğidir.[18] Kabileyi insanın bedeni olarak değerlendirmek
mümkün olursa, asabiyeti de bedene can veren, onun her türlü maddî ve manevî
faaliyetlerini düzenleyen, canlılığını sağlayan ruh olarak kabul etmek gerekir.[19] Ruhsuz bedenin bir anlamının kalmadığı gibi, bu
durumda asabiyet olmaksızın da kabileden bahsetmek neredeyse mümkün değildir.
Kabile asabiyeti, kabile mensuplarını manevî/sanal bir daire içinde
toplayıp, üyelerine mensubiyet şuuru vererek onlara bağlılık ruhu kazandırır.
Yine asabiyet sayesindedir ki, kabilede yaşayan her fert, kendisinin bütün bir
cemaatten mes‘ul olduğu bilincine ulaşır, aynı şekilde bir bütün olarak kabile
topluluğu da kendine bağlı fertlerden her birinin sorumluluğunun idraki içinde
olur. Sonuçta kabile için fert, fert için kabile kuralı gerçekleşir; fert küçük
bir kabile, kabile de büyük bir insan haline gelerek, kabile-fert
ayrılmazlığına ulaşılır, “ben” yerine “biz” duygusu hâkim olur.[20] Diğer taraftan asabiyet, Arabın nefsinde, uğrunda
yaşadığı bir ideale bağlılık şuurunun da temelini oluşturur. Asabiyeti kutsal
hale getiren ve onu bilgiden inanç ve değer boyutuna yükselten de bu özelliğidir.
Zamanımızda mezhep, siyasî parti,
ideoloji, devlet, vatan-millet unsurlarına bağlılık gibi, insanların uğrunda
her türlü fedakârlığı göze aldığı, hatta canını vermeye hazır olduğu değerlere
benzer şekilde asabiyet de kabile mensubu için hayatın gayesi olan ve adına kan
akıtılan kutsal değerler manzumesini oluşturmaktadır.[21]
Sonuç olarak ifade etmek gerekirse asabiyet, kabile asabiyeti veya Arap
asabiyeti, genelde kabile cemaati, özelde de Arap toplumu için marazî, anormal,
ve içtimaî bünyeden atılması gereken bir unsur değil, bilakis çeşitli
sebeplerden etkilenerek tesir gücü artan veya azalan, tabiî ve fıtrî bir insan
ve toplum gerçeğidir. Nitekim asabiyet kavramını reel ve rasyonel çerçevede
açıklayan İbn Haldun, asabiyeti ferdin ve toplumun hastalıklı yönü bir
tarafa, beşerin fıtrî bir özelliği olduğunu dile getirmekte, onu, en küçük
sosyal birlik kabul edilen aileden başlayarak büyük imparatorluklara kadar
bütün toplulukların kuruluş, gelişme ve yıkılışlarında önemli rol oynayan bir kitle
enerjisi olarak kabul etmekte ve öfke, sevgi, nefret benzeri psikolojik
kabiliyetler gibi asabiyetin de insan hayatında müspet ve menfî tarafları
bulunan manevî enerji olduğunu ileri sürmektedir.[22] Benzer şekilde İzzet Derveze de
asabiyeti toplumu oluşturan çeşitli güçler arasında bir dengenin sağlanmasında,
insanların birbirleriyle savunulmasında, haklarının gözetilmesi ve hayatlarının
korunmasında çok güçlü bir etken olarak kabul ederek sosyal hayatta asabiyetin
müspet rolüne ve gereğine işaret etmektedir.[23] Bu değerlendirmelerin ışığında asabiyetin,
toplumu felâkete sürükleyip parçalamakla, ayakta tutmak gibi birbirine tamamen
zıt fonksiyonları içinde barındırdığı söylenebilir. Bu durumda asabiyet, hem
güvenliğin esası, hem de sıkıntı kaynağı olan; onunla birlikte olununca zaman
zaman problem çıkaran, ancak onsuz da yapılamayan iki yüzü de keskin bir bıçak
etkisi göstermektedir. Câbirî asabiyetin
bu zıt fonksiyonlarını şöyle ifade eder:
Asabiyet bir taraftan toplayıcı ve birleştiricidir, aynı zamanda da
ayırıcı ve parçalayıcıdır. Asabiyet sebebiyle kabile, birlik içinde çokluk,
yarış ve rekabet dairesinde dayanışma üzerine kurulmuş bir cemaat olur.[24] O zaman asabiyeti müspet veya menfî yöne sevk
etmek, ondan fayda elde etmek ve bu sayede toplumun güvenliğini sağlamak, yahut
onun sebebiyle felâkete sürüklenmek gerek fertlerin, gerekse toplumların niyet
ve davranışlarına bağlıdır.
[1] İbn Manzur, Lisânü’l-Arab, 1: 605-506; Zebidî, Tâcu’l-Arûs, 1:, 384.
[2] Zebidî, Tâcu’l-Arûs, 1: 384.
[3] Ateş, Ahmed, “Asabiyet”, İA, 1:663; Çağrıcı, Mustafa,
“Asabiyet”, DİA, 3:453.
[5] Wellhausen,
Julius, Arap Devleti ve Sukutu, çev.
Fikret Işıltan, (Ankara, Ankara Okulu Yayınları, 1963), 2.
[6] Nasrî, Hâni
Yahya, Asabiyye Lâ Tâifiyye, (Beyrut:
1983), 11-12, 154-155.
[10] Hanî Yahya
Nasrî, asabiyet kavramıyla taife kavramını karşılaştırmış, asabiyeti soya
dayalı ferdî ve ictimaî dayanışma ruhu olarak nitelerken, taifeyi ise
asabiyetle çatışan manevî birliktelik olarak tanımlamıştır. Ona göre taife,
nesep temelli asabiyete karşı ideolojik cemaat demektir. (Nasrî, Asabiyye, s. 146). krş. Kabbânî, Abdülaziz, el-Asabiyye Bünyetü’l-Müctema‘i’l-Arabiyye,
(Beyrut: 1997), 91, 148-149, 204, 212.
[12] Şuubiyye başlangıçta
fetihler neticesinde Araplar’ın idaresine giren Arap asıllı olmayanlarla
Araplar arasındaki eşitlik meselesini dile getiren, ancak daha sonra zamanla
Araplar’a karşı -onların mevâlîye gösterdikleri tavırlara tepki olarak-
mutaassıp davranarak Arap soyuna düşman olan ve Arap olmayan kavimleri
Araplar’dan üstün tutan siyasî fırka, düşünce ve edebiyat akımıdır. (bk.
Kılıçlı, Şuubiyye, 71-75). Ayrıca bk.
Zâhiye Karrûra, eş-Şuubiyye, (Beyrut: 1988), 65-172.
[15] Nass, el-Asabiyyetü’l-Kabeliyye
ve Eseruhâ fi’ş-Şi‘ri’l-Emeviyye, (Beyrut: 1964), 108.
[16] Câbirî, Fikru İbn Haldun, s. 294;
Çağrıcı, “Asabiyet”, DİA, 3:
453; Uludağ, Mukaddime Giriş, 1: 11.
[17] Kabbânî, el-Asabiyye, 15, 69.
[19] Ateş, Ahmed, “Asabiyet”,
İA, 1:663.
[23] Derveze, İzzet,
Kur’ân’a Göre Hz.
Muhammed’in Hayatı, (çev. Mehmet Yolcu), I-III, (İstanbul: 1989), 1:146.
0 yorum:
Yorum Gönder