3 Nisan 2017 Pazartesi

Kabile Ruhu: Asabiyet

Prof. Dr. Adem APAK
Asabiyet kelimesi a.s.b. kökünden türemiştir. Aynı kökten gelen asabe, baba tarafından kan bağı bulunan akrabanın meydana getirdiği topluluk demektir.[1] Asabeden türeyen asabiyet ise, kişinin (özellikle baba tarafından) akrabasını, yani asebesini yardıma çağırması neticesinde, onların ister haklı ister haksız olsun, rekabet ettiği kişi ve gruplara karşı çağrı sahibiyle birlikte hareket etmesidir.[2] Başka bir tarifle asabiyet, aralarında kan yakınlığı bulunan bir topluluğun bütün fertlerini birbirine bağlayan ve herhangi bir dış tehlike durumunda onları karşı koymaya sevk eden veya başka bir topluluk üzerine saldırı halinde bütün aile üyelerinin tereddütsüz harekete geçmesini sağlayan birlik ve dayanışma ruhudur.[3] Asabiyetle ilgili özgün bir tanım ortaya koyan ve asabiyeti toplumun maddî manevî tüm dinamiklerinin temeli olarak kabul eden İbn Haldun asabiyetin kan bağı üzerine inşa edilmiş olmasını şu şekilde izah eder: Kan bağı insanlık için tabiî ve gerçek bir bağdır ve çok az istisna olmak üzere, yakınlara herhangi bir haksızlık yapıldığında etkisini gösterir. Akraba olan kişi, yakınının bir zulme uğraması durumunda ona karşı kalbinde bir yumuşaklık hisseder ve akrabasının derhal bu durumdan kurtulmasını arzu eder ki, bu tavır insanî tabiî bir temayüldür.[4]
Arap kabile sisteminde farklı soydan gelenlerin de kabilenin nesebine dahil edildiği dikkate alındığında, asabiyetin, aynı soya mensup olanların birbiriyle dayanışması şeklinde tanımlanması eksik bir tarif olur. Ayrıca nesep cetvelleri üzerinde bir çok şüphe ve uydurma iddialarının bulunduğu da göz önüne alınırsa, asabiyete soy birliğini aşan daha şümullü bir tanım getirme ihtiyacı hâsıl olur. Bu durumda soy ilişkisine de vurgu yapmak suretiyle asabiyeti şu şekilde tarif etmek mümkündür: Asabiyet, hakikatte nesepleri bir olsun veya olmasın, nesep cetvellerindeki kabile ilişkilendirmeleri ister doğru ister yanlış veya eksik olsun, kabile üyelerinin kendilerinin bir asılda birleştiklerine inanmaları sonucunda, onların her şartta birbirlerine destek olmalarını sağlayan manevî güç ve dayanışma duygusudur. Dolayısıyla asabiyette aslolan kriter, biyolojik değil, psikolojiktir, yani yakınlık gerçek akrabalık yerine, akraba olduğuna inanmayla gerçekleşmektedir. Tanımda da ifade edildiği gibi, asabiyetin temeli olan nesepte bilgiden ziyade inanç asıldır; yani asabiyette aynı soydan gelindiğini bilmek yerine aynı soydan gelindiğine inanmak esastır. Araplar’da akrabalık ve akrabalığa bağlanma bir inanç olarak vardır ve bu inanç kabileyi yaşayan bir bütün haline getirmektedir.[5] Bu durumda nesep çizelgeleri, kabilenin bilinen gerçekleri değil, doğruluğu konusunda hiç tereddüt edilmeyen kabile inanç esaslarının önemli bir kısmı olarak kabul edilmektedir.
Kabile, kadim insan topluluklarının yaşadıkları ve tanıdıkları en önemli içtimaî görünümdür. Asabiyet ise kabilenin bütünlüğünü ayakta tutan ana unsur, kısacası toplumsal nizamın esasıdır. Kabile asabiyeti günümüzdeki aşırı kavmiyetçiliğin (ırkçılık) belli bazı yönlerini yansıtır. Gerçekte aşırı kavmiyetçilik, kendi ırkına taassup derecesinde bağlı olmayı, ırkının diğer ırklardan mutlak olarak üstün olduğuna inanmayı gerektirir. Kabile asabiyetinde de benzer bir inanç söz konusudur. Asabiyet, kabileyi diğer kabilelerden farklı ve üstün tutma düşüncesini barındırırken, ırkçılık belli bir ırka üstünlük tanımak, o ırkın diğerlerine göre tabiatından gelen bir üstünlüğe sahip olduğuna inanmak ve o inanç doğrultusunda hareket etmektir. Hem asabiyette hem de ırkçılıkta asıl çıkış noktası nesep (soy), yani kan bağıdır. Bu sebeple asabiyeti bir yönüyle ırkçılığın ilk basamağı, ya da bir çeşidi olarak değerlendirmek mümkündür. Ancak bununla birlikte kabile asabiyeti, ırkçılıkla çelişen bir hususiyet de arz eder. Bir ırkı üstün kabul edip, o ırka mensup olanları bir araya getirmeyi, bütünleştirmeyi hedefleyen ırkçılığın aksine asabiyette aynı ırka mensup olanları birleştirmek yerine onları farklı gruplara (kabile, cizm, fâsıla vs) bölme, parçalama ve onlar arasından düşmanlık meydana getirme daha ön plândadır. Farklı aşiretlerin ortak yol takip etmelerini gerekli kılan umumî bir şuur olan kavmiyet düşüncesi, bir bütünlük faaliyetini akla getirirken, asabiyet ise adeta ayrışmayı ve dağınıklığı çağrıştırır.[6] Buna göre meselâ bir Arap, kendi asabiyetinden olan zenci bir mevâlîyi, başka asabeden olan bir araba karşı korumak zorundadır. Dolayısıyla aynı ırktan gelen küçük insan grupları arasındaki menfaat, hâkimiyet tesisi veya hayatta kalma mücadelesi anlamındaki asabiyeti ırkçılıkla aynı kategoride değerlendirmek doğru olmaz.[7]
Asabiyet kavramı, şovenizm, ırkçılık kavramlarının yanında bazen milliyetçiliğin eş anlamlısı olarak da kullanılmıştır. Meselâ T. Khemiri, Von Kramer, Salahattin Hudâ Bahş gibi araştırmacılar, asabiyetle milliyetçiliğin aynı anlama geldiğini iddia etmişlerdir. Buna karşılık F. Gabrieli ise asabiyetin milliyetçilikten farklı olduğunu ileri sürmektedir.[8] Milliyetçilik, genel anlamıyla, toplumda millî kültürü hâkim kılmak ve başka toplumların baskısından kurtulmak ve bağımsızlık kazanmak için uyanan kültür ve siyaset eğilimi olarak tanımlanabilir. Bir millet içinde birden fazla kabile ve kabileler içinde de daha dar kapsamlı gruplar ve asabiyetler bulunur. Bu nedenle asabiyet, ferdi dar bir daire içinde hapseder. Hâlbuki milliyetin dairesi çok daha geniştir; bu topluluğun içinde birbirleriyle yakın akrabalık ve menfaat ilişkisi bulunmayan insanlar da daire içinde kendilerine yer bulabilirler.[9] Sonuç olarak asabiyetle anlam ilişkisi kurulan kavramlar dar çerçeveden geniş çerçeveye göre derecelendirildiğinde şöyle bir sıralama ortaya çıkar:  Asabiyet, Şövenizm (Irkçılık, Aşırı kavmiyetçilik), Milliyetçilik (Kavmiyetçilik). Burada son iki kategoride aynı soydan gelenleri birleştirme asıl hedef iken, asabiyette ise aynı soydan gelenlerin kabilelere ayrışması ve parçalanması esastır.[10]   
Cahiliye dönemi ve İslâmî tebliğin başlangıcındaki şartlar dikkate alındığında Arapların asabiyet sınırını aşarak kavmiyet şuuruna erişemedikleri görülür. Başka bir şekilde söylemek gerekirse, Araplar o dönemde kabileler halinde yaşadıkları için, onlarda millet bilinci gelişmemiştir. Bunun meydana gelmesi için onların başka milletler ile karşılaşmaları ve bir bütün halinde onlarla hesaplaşmaya girmeleri gerekmiştir.  Esasında Arap yarımadasına komşu olan Fars, Rum ve Habeş milletleriyle Araplar arasında zaman zaman savaşlar meydana gelmiştir. Ancak bunlar hiçbir zaman top yekün bir Arap-Fars/Arap-Rum/Arap-Habeş savaşına dönüşmemiş, çatışmalar bu milletlerin orduları ile onlara komşu bazı Arap kabileleri arasında gerçekleşmiştir. Bu nedenle ilk dönemlerdeki Araplar’da millet (kavmiyet) şuurundan bahsetmek mümkün değildir.[11] Araplar millet şuuruna ancak başka milletler ile bir bütün halinde mücadeleye/rekabete giriştikleri zamanda ulaşabilmişlerdir ki, bu da ancak Emevîler’in son dönemi ile Abbasîler’in ilk asrına tekabül eder. Emevîler döneminde Arap-Mevâlî ilişkileri merkezinde görünürleşmeye başlayan ve erken Abbasîler safhasında tekemmül eden Şuubiyye[12] hareketi Araplar’da kavmî şuurun, başka bir ifadeyle kavmî asabiyetin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Araplar ancak bundan sonra kabile sınırlarını aşarak daha üst derecede yer alan Şa‘b birliği şuuruna erişebilmişlerdir ve bu dönemden itibaren onların nefsindeki kabile taassubunun yerini kavmî taassup, yani kavmî (millî) asabiyet almıştır. Bütün bu değerlendirmeler dikkate alındığında, ilk dönem Arap sosyal hayatı için en uygun içtimaî birliğin kabile, en anlamlı kabile dayanışmasının da asabiyet olduğunu ileri sürmek mümkün olur.
Kabile asabiyeti varlığını iki unsurdan alır; birincisi kabile üyelerinin aynı soydan geldiklerine inanmaları[13], diğeri ise kabilenin ortak menfaatidir.[14] Bu iki hayatî sebep kabile üyelerinin her şartta birleşmelerine, kabileleri lehine ferdiyetçiliklerinden vazgeçmelerine ve kabileleri adına taassupta bulunmalarına sebep olur.
Kabile toplumunda asabiyet, çöl sosyal hayatının zorunlu ve tabiî neticelerinden birisidir. Zira kabile, ancak asabiyet sayesinde ayakta durabilmekte, asabiyet ile varlığını ve güvenliğini sağlayabilmekte ve yine asabiyet sebebiyle hayatta kalmak için mücadele kuralının geçerli olduğu kabileler toplumunda geçim vasıtalarını elde edebilmektedir.[15] Aynı şekilde, siyasî ve hukukî alanlardaki otorite boşluğunu doldurarak kabile fertlerinin mal, can ve ırz güvenliğinin sağlanması da asabiyet sayesinde mümkün olmaktadır.[16] Kısacası asabiyet, kendi içinde tutarlı bir sistem ortaya koymakta ve insanlar bu sistemin sağladığı nizamla hayatlarını sürdürebilmektedirler.[17] Dolayısıyla asabiyet, Arap sosyal hayatının kurulması ve korunması için vazgeçilmez bir kitle enerjisi ve birlik ruhu, Arap toplumumun coğrafî, sosyolojik ve psikolojik gerçeğidir.[18] Kabileyi insanın bedeni olarak değerlendirmek mümkün olursa, asabiyeti de bedene can veren, onun her türlü maddî ve manevî faaliyetlerini düzenleyen, canlılığını sağlayan ruh olarak kabul etmek gerekir.[19] Ruhsuz bedenin bir anlamının kalmadığı gibi, bu durumda asabiyet olmaksızın da kabileden bahsetmek neredeyse mümkün değildir.
Kabile asabiyeti, kabile mensuplarını manevî/sanal bir daire içinde toplayıp, üyelerine mensubiyet şuuru vererek onlara bağlılık ruhu kazandırır. Yine asabiyet sayesindedir ki, kabilede yaşayan her fert, kendisinin bütün bir cemaatten mes‘ul olduğu bilincine ulaşır, aynı şekilde bir bütün olarak kabile topluluğu da kendine bağlı fertlerden her birinin sorumluluğunun idraki içinde olur. Sonuçta kabile için fert, fert için kabile kuralı gerçekleşir; fert küçük bir kabile, kabile de büyük bir insan haline gelerek, kabile-fert ayrılmazlığına ulaşılır, “ben” yerine “biz” duygusu hâkim olur.[20] Diğer taraftan asabiyet, Arabın nefsinde, uğrunda yaşadığı bir ideale bağlılık şuurunun da temelini oluşturur. Asabiyeti kutsal hale getiren ve onu bilgiden inanç ve değer boyutuna yükselten de bu özelliğidir. Zamanımızda mezhep,  siyasî parti, ideoloji, devlet, vatan-millet unsurlarına bağlılık gibi, insanların uğrunda her türlü fedakârlığı göze aldığı, hatta canını vermeye hazır olduğu değerlere benzer şekilde asabiyet de kabile mensubu için hayatın gayesi olan ve adına kan akıtılan kutsal değerler manzumesini oluşturmaktadır.[21]
Sonuç olarak ifade etmek gerekirse asabiyet, kabile asabiyeti veya Arap asabiyeti, genelde kabile cemaati, özelde de Arap toplumu için marazî, anormal, ve içtimaî bünyeden atılması gereken bir unsur değil, bilakis çeşitli sebeplerden etkilenerek tesir gücü artan veya azalan, tabiî ve fıtrî bir insan ve toplum gerçeğidir. Nitekim asabiyet kavramını reel ve rasyonel çerçevede açıklayan İbn Haldun, asabiyeti ferdin ve toplumun hastalıklı yönü bir tarafa, beşerin fıtrî bir özelliği olduğunu dile getirmekte, onu, en küçük sosyal birlik kabul edilen aileden başlayarak büyük imparatorluklara kadar bütün toplulukların kuruluş, gelişme ve yıkılışlarında önemli rol oynayan bir kitle enerjisi olarak kabul etmekte ve öfke, sevgi, nefret benzeri psikolojik kabiliyetler gibi asabiyetin de insan hayatında müspet ve menfî tarafları bulunan manevî enerji olduğunu ileri sürmektedir.[22] Benzer şekilde İzzet Derveze de asabiyeti toplumu oluşturan çeşitli güçler arasında bir dengenin sağlanmasında, insanların birbirleriyle savunulmasında, haklarının gözetilmesi ve hayatlarının korunmasında çok güçlü bir etken olarak kabul ederek sosyal hayatta asabiyetin müspet rolüne ve gereğine işaret etmektedir.[23] Bu değerlendirmelerin ışığında asabiyetin, toplumu felâkete sürükleyip parçalamakla, ayakta tutmak gibi birbirine tamamen zıt fonksiyonları içinde barındırdığı söylenebilir. Bu durumda asabiyet, hem güvenliğin esası, hem de sıkıntı kaynağı olan; onunla birlikte olununca zaman zaman problem çıkaran, ancak onsuz da yapılamayan iki yüzü de keskin bir bıçak etkisi göstermektedir. Câbirî asabiyetin bu zıt fonksiyonlarını şöyle ifade eder:  Asabiyet bir taraftan toplayıcı ve birleştiricidir, aynı zamanda da ayırıcı ve parçalayıcıdır. Asabiyet sebebiyle kabile, birlik içinde çokluk, yarış ve rekabet dairesinde dayanışma üzerine kurulmuş bir cemaat olur.[24] O zaman asabiyeti müspet veya menfî yöne sevk etmek, ondan fayda elde etmek ve bu sayede toplumun güvenliğini sağlamak, yahut onun sebebiyle felâkete sürüklenmek gerek fertlerin, gerekse toplumların niyet ve davranışlarına bağlıdır.

 




[1]     İbn Manzur, Lisânü’l-Arab, 1: 605-506; Zebidî, Tâcu’l-Arûs, 1:, 384.
[2]     Zebidî, Tâcu’l-Arûs, 1: 384.
[3]     Ateş, Ahmed, “Asabiyet”, İA, 1:663; Çağrıcı, Mustafa, “Asabiyet”, DİA, 3:453.
[4]     İbn Haldun , Mukaddime, thk. Ali Abdülvâhid el-Vâfî), I-III, (Mısır: 1957), 2: 484.
[5]     Wellhausen, Julius, Arap Devleti ve Sukutu, çev. Fikret Işıltan, (Ankara, Ankara Okulu Yayınları, 1963), 2.
[6]     Nasrî, Hâni Yahya, Asabiyye Lâ Tâifiyye, (Beyrut: 1983), 11-12, 154-155.
[7]     Gedikli, Ahmet Ercüment, İslâm Asabiyye Milliyetçilik, (Ankara: 1990),. 64.
[8]     Uludağ, Mukaddime Giriş, 1: 121-122; Gabrieli, F. “Asabiyya”, EI², 1:681.
[9]     Gedikli, İslâm Asabiyye Milliyetçilik, 64.
[10]   Hanî Yahya Nasrî, asabiyet kavramıyla taife kavramını karşılaştırmış, asabiyeti soya dayalı ferdî ve ictimaî dayanışma ruhu olarak nitelerken, taifeyi ise asabiyetle çatışan manevî birliktelik olarak tanımlamıştır. Ona göre taife, nesep temelli asabiyete karşı ideolojik cemaat demektir. (Nasrî, Asabiyye, s. 146). krş. Kabbânî, Abdülaziz, el-Asabiyye Bünyetü’l-Müctema‘i’l-Arabiyye, (Beyrut: 1997), 91, 148-149, 204, 212.
[11]   Kılıçlı, Mustafa, Mustafa, Arap Edebiyatında Şuûbiyye, (İstanbul: 1992),  79.
[12]   Şuubiyye başlangıçta fetihler neticesinde Araplar’ın idaresine giren Arap asıllı olmayanlarla Araplar arasındaki eşitlik meselesini dile getiren, ancak daha sonra zamanla Araplar’a karşı -onların mevâlîye gösterdikleri tavırlara tepki olarak- mutaassıp davranarak Arap soyuna düşman olan ve Arap olmayan kavimleri Araplar’dan üstün tutan siyasî fırka, düşünce ve edebiyat akımıdır. (bk. Kılıçlı, Şuubiyye, 71-75). Ayrıca bk. Zâhiye Karrûra, eş-Şuubiyye, (Beyrut: 1988), 65-172.
[13]   Câbirî, Fikru İbn Haldun el-Asabiyye ve’d-Devle, (?: 1984, (Dârü’l-Beyzâ), 258.
[14]   Cevad Ali, el-Mufassal, I, 467; Câbirî, Fikru İbn Haldun, 260, 268, 335, 358.
[15]   Nass, el-Asabiyyetü’l-Kabeliyye ve Eseruhâ fi’ş-Şi‘ri’l-Emeviyye, (Beyrut: 1964), 108.
[16]   Câbirî, Fikru İbn Haldun, s. 294; Çağrıcı, “Asabiyet”, DİA, 3: 453; Uludağ, Mukaddime Giriş,  1: 11.
[17]   Kabbânî, el-Asabiyye, 15, 69.
[18]   Câbirî, Fikru İbn Haldun, 254.
[19]   Ateş, Ahmed, “Asabiyet”, İA, 1:663.
[20]   Câbirî, Fikru İbn Haldun, 257.
[21]   Nass, el-Asabiyye, 105, 139; Kabbânî, el-Asabiyye, 11.     
[22]   İbn Haldun, Mudaddime, 2: 484, Çağrıcı, “Asabiyet”,  DİA, 3:454.
[23]   Derveze, İzzet, Kur’ân’a Göre Hz. Muhammed’in Hayatı, (çev. Mehmet Yolcu), I-III, (İstanbul: 1989), 1:146.
[24]   Câbirî, Fikru İbn Haldun, 170, 262.

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar