26 Nisan 2017 Çarşamba

Tasavvuf ve Cihad’a Dair

Dr. Celal EMANET
İslâm’ın derunî bir boyutu olan tasavvuf, tarih boyunca takvaya ve zühde önem verenlerin gönüllerinde farklı bir kıymete sahip olmuştur. Zaman içerisinde bazı ayrıntılar konusunda farklılıklar arz etmiş olsa bile tasavvuf hayatı, Allah’ın yaktığı bir kandil gibidir ve bu kandil kıyamet kadar ona gönül veren muttaki mü’minlerin gönüllerini aydınlatmaya devam edecektir.
Günümüzde İslâm Dünyası, evrensel bakış açısını yeniden ortaya koyma ve tasavvuf geleneğini özümseme konusunda şiddetli bir ihtiyaç içindedir. Zira tasavvuf, bir yoga kültürü veya pozitivist yani inanca dayanmayan, sadece akla hitap eden bir yol değildir. Aksine tasavvuf, Allah’a imana ve onun göndermiş olduğu şeriatın yaşanmasına dayalıdır. Kur’an ve Sünnet’in yaşanmadığı bir hayatta tasavvufun manevi güzelliklerinin görüleceği iddiası da cehaletten başka bir şey değildir. Mü’minin hayatında nefsin boş arzularına ve şeytanın hilelerine karşı mücadele ruhunu yani onlara karşı eylemi ön plana çıkarmayan bir tasavvuf anlayışı sadece sözlerden ibaret kalacaktır. Sûfîlik yoluna gönül verenler Efendimiz (a.s.)’ın öğrettiği gibi nefsiyle olan mücadeleyi büyük cihad olarak kabul etmeli ve ona karşı sürekli uyanık olmalı. Dış dünyada vereceği mücadeleler için de kendisini her zaman hazır hissedebilmelidir.
Cihad denilince özellikle günümüz Müslümanının aklına gelen tek düşünce, birilerine karşı silahla mücadele vermedir. Hâlbuki cihad öncelikle zikrin en efdali olan ‘Lâ ilâhe illallah’ kelime-i tevhidini hayatımızda ikame ettirmek olmalıdır. Bizler bu zikri her söylediğimizde hangi ilahlara karşı çıkmakta olduğumuzu hiç düşündük mü? Şayet zihnimizde canlananlar Efendimiz (a.s.) zamanındaki Hübel, Lât veya Menât gibi putlarsa onlar o zamanda kalmıştır. Bizler tevhidi her söylediğimizde nefs-i emmârenin kötülüklerinden uzaklaşmalıyız ki, Allah yolunda mal ve can ile cihad edecek ruha sahip olabilelim. Aslında tasavvufun özü de bu olsa gerek!
Allah ona rahmet etsin, Attâr, bir müridine, "Oğlum, git çarşıdan ara kendine bir dert bul. Eğer bulamazsan gel, benden ödünç al!" der. Dikkat edecek olursak o, müridine ‘sana vereyim’ demiyor. Çünkü onun da ihtiyacı var.
Çevremize baktığımız vakit göreceğiz ki, bugün pek çok Müslümanın böyle bir derdi yok, herkes rahatına düşkünlük peşinde ve nefsinin arzularını tatmin ederek Cennet’e gidebilme –dünyanın rahatlığı aranmaktayken Cennet nasıl akla gelecekse- hesabı yapılmakta. İşte cihad bu gibileri tabi ki rahatsız edecektir. Müslümanlar mücadele alanından soyutlanarak öyle pasif bir hale getirildiler ki, onların felsefesi "Vurana elsiz gerek, dövene dilsiz gerek, koyundan yavaş gerek" diye ifade edilse yanlış olmayacaktır kanısındayım. Bunun İslâm'la alâkası var mı? Vurana ne gerek? Kısas gerek!
Bir Müslüman bize bir şey yaptıysa; tamam, biz onu hoş görürüz. Ancak bir gayr-i müslimin yaptığını da aynı şekilde değerlendiremeyiz. Maalesef bugün tam ters bir anlayış mevcut İslâm âleminde. Dünyanın dört bir yanında İslâm düşmanları Müslümanlara yeryüzünü zindan haline getirmekteler, ama Müslümanlar birbirlerinin hatalarını araştırmakla meşgul.
Geçmişte olduğu gibi; Hülâgu, Bağdat’ı kılıçtan geçirdiği esnada Müslüman âlimlerin “hünsa-i müşkil” meselesini; yani ana rahmindeki bir çocuğun dişiliği ve erkekliği belli olmayan hünsa olarak dünyaya gelmesi durumunda -ki bu milyonda bir ihtimaldir- böyle bir çocuğun miras durumunun ne olacağının tartışıldığı rivayet edilir. Yine, Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettiği esnada kiliselerdeki papazların melekler erkek mi dişi mi, diye tartıştıkları söylenir.
Tarihin bu diliminde, bu coğrafyada yaşayan Müslümanlar olarak Rabbimiz şu anda bizlerden ne bekliyor? Biraz iddialı bir soru, fakat cevabının o kadar da zor ve imkânsız olduğunu düşünmeyelim. Bu sorunun cevabını vermeden önce yukardan dünyayı kuş bakışı bir seyredelim, her yerini aynı anda iyice gördükten sonra cevap vermeye çalışalım. İstanbul’u, Ankara’yı, Marmaris’i, Bodrum’u, Alanya’yı Karadeniz’i, Doğu ve Güneydoğu’yu, oradan da Bağdat’ı, Şam’ı, Filistin’i, Afganistan’ı, Mekke ve Medine’yi seyredelim. Bu coğrafya insanının en azından yirmi dört saatini izleyelim.
Havaların ısınmaya başladığı şu günlerde sahil kıyılarını da unutmayalım.
Yirmi milyona yakın genç ve çocuğun günlerini nasıl internet cafelerde, televizyon karşısında ve daha nice boş heva ve heveslerinin peşinde harcadıklarını da zihnimizde canlandıralım.
Politikacıların ve ekonomistlerin gündemlerini görelim.
Ve şimdi az önceki soruyu bir daha soralım: Bütün bu seyrettiklerinizi gözünüzün önüne getirerek söyleyin; bizden, nasıl bir kulluk ve Efendimiz (a.s.)’a nasıl bir ümmet olmamız beklenmekte!
Dünyanın en azılı firavunlarının her taraftan bu ümmete saldırıya geçtiği, bu mübarek coğrafyayı kana buladığı, çocuklarının üzerine ölüm yağdırdığı, kendi vatanlarını kendilerine hapishane yaptığı bir günde, Müslümanlar olarak kendilerine gündem olarak şunları seçenlere ne demelidir Allah aşkına?
“Tahiyyata oturunca şehadet parmağı kaldırılmalı mıdır, yoksa kaldırılmamalı mıdır?”
“Rükûya giderken eller kaldırılmalı mıdır, yoksa kaldırılmamalı mıdır?”
“Farzdan sonra müezzin tesbih dualarını açıktan yapmalı mıdır, yok herkes kendisi gizli mi yapmalıdır?”
“Kabirleri ziyaret yoktur, hayır, vardır.”
“Mezar taşlarının boyu en fazla ne kadar olmalıdır?”
“İkindinin ve yatsının farzından önce dört rekat sünnet kılmak gerekli midir, yoksa farzdan mı başlanmalıdır?”
“Kabir azabı var mıdır, yok mudur?”
“Türbelerden, ölmüşlerden medet beklemek, bir şey istemek şirktir. Hayır, biz onlardan bir şey istemiyoruz, onların yüzü suyu hürmetine Allah’tan istiyoruz.”
Tabi bu gibi polemik haline gelmiş soruların sayısını artırmak mümkün. Ancak söyleyin Allah aşkına, böyle bir günde Müslümanların gündemi bunlar mı olmalıdır? Ülkeleri ellerinden gitmekte olduğu bir demde meleklerin erkekliğini dişiliğini tartışanlardan farkımız kalır mı? Moğolların katliamına uğradıkları bir zamanda hünsa-i müşkil konusunu tartışanlardan farkımız kalır mı?
Allah için kendi hayatımızın ve Müslümanların gündemlerini böylesine ölü meselelerle işgal etmeyelim. Dünya müstekbirlerinin kırbaçları zavallı Müslüman kardeşlerimizin üzerinde şaklayıp dururken, etrafımızı saran dikenli tellerin alüminyum mu, demir mi, bakır mı olduğunu tartışmayalım. Bunları yapmakla hem İslâm düşmanlarını kendimize güldürmüş, hem de Cenâb-ı Hakk’ın gazabını üzerimize çekmiş oluruz.
Bilindiği gibi İran, Hz. Ömer (r.a.) zamanında fethedildi. Sa'd b. Ebî Vakkas (r.a.) İran cephesinin komutanıydı. Hz. Ömer (r.a.), ona bir parola gönderiyor ve diyor ki: "Siz savaşa katılan bütün askerlere emredeceksiniz, savaşırken 'Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah' diyecekler. Hem kılıç sallayacak hem de 'Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah' diyecekler." Biliyorsunuz bu bir zikirdir. Yani ‘güç, kuvvet her şey Allah'tandır’.
Siz buna inanacaksınız. Allah bu dediğinizi sizin bileklerinizde oynayan kılıçta tahakkuk ettirecek. İşte cihad budur. Bir başka tabirle fiilî cihadla, zikrî cihad paralel gider. Bu iki unsur birbirinin tamamlayıcısıdır. Cihad, fiilen İslâm davasının mücadelesini ve Müslümanların dertlerini paylaşmakla olur. Fiîlî olarak üzerimize düşeni yaptıktan sonra Allah'a tevekkül eder, tesbihlerimizle ve dualarımızla zikir ve duaya devam ederiz. İşte anlayışımız bu şekilde olmalıdır.

Allah Teâlâ nasıl ki Bedir Ashâbı’na gökteki ordularıyla yardım etti ve Müslümanlar müşrikler karşısında zafere ulaştılar, bizler de o Bedir Savaşı’na katılanlardaki ruh ve gönle sahip olduğumuz zaman Allah’ın izniyle, o görünmeyen ordular yine yardıma gelecektir.

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar