İslâm’ın derunî bir boyutu olan tasavvuf, tarih boyunca
takvaya ve zühde önem verenlerin gönüllerinde farklı bir kıymete sahip
olmuştur. Zaman içerisinde bazı ayrıntılar konusunda farklılıklar arz etmiş
olsa bile tasavvuf hayatı, Allah’ın yaktığı bir kandil gibidir ve bu kandil
kıyamet kadar ona gönül veren muttaki mü’minlerin gönüllerini aydınlatmaya
devam edecektir.
Günümüzde İslâm Dünyası, evrensel bakış açısını yeniden
ortaya koyma ve tasavvuf geleneğini özümseme konusunda şiddetli bir ihtiyaç
içindedir. Zira tasavvuf, bir yoga kültürü veya pozitivist yani inanca
dayanmayan, sadece akla hitap eden bir yol değildir. Aksine tasavvuf, Allah’a
imana ve onun göndermiş olduğu şeriatın yaşanmasına dayalıdır. Kur’an ve
Sünnet’in yaşanmadığı bir hayatta tasavvufun manevi güzelliklerinin görüleceği
iddiası da cehaletten başka bir şey değildir. Mü’minin hayatında nefsin boş
arzularına ve şeytanın hilelerine karşı mücadele ruhunu yani onlara karşı
eylemi ön plana çıkarmayan bir tasavvuf anlayışı sadece sözlerden ibaret
kalacaktır. Sûfîlik yoluna gönül verenler Efendimiz (a.s.)’ın öğrettiği gibi
nefsiyle olan mücadeleyi büyük cihad olarak kabul etmeli ve ona karşı sürekli
uyanık olmalı. Dış dünyada vereceği mücadeleler için de kendisini her zaman
hazır hissedebilmelidir.
Cihad denilince özellikle günümüz Müslümanının aklına
gelen tek düşünce, birilerine karşı silahla mücadele vermedir. Hâlbuki cihad
öncelikle zikrin en efdali olan ‘Lâ ilâhe illallah’ kelime-i tevhidini
hayatımızda ikame ettirmek olmalıdır. Bizler bu zikri her söylediğimizde hangi
ilahlara karşı çıkmakta olduğumuzu hiç düşündük mü? Şayet zihnimizde
canlananlar Efendimiz (a.s.) zamanındaki Hübel, Lât veya Menât gibi putlarsa
onlar o zamanda kalmıştır. Bizler tevhidi her söylediğimizde nefs-i emmârenin
kötülüklerinden uzaklaşmalıyız ki, Allah yolunda mal ve can ile cihad edecek
ruha sahip olabilelim. Aslında tasavvufun özü de bu olsa gerek!
Allah ona rahmet etsin, Attâr, bir müridine, "Oğlum,
git çarşıdan ara kendine bir dert bul. Eğer bulamazsan gel, benden ödünç
al!" der. Dikkat edecek olursak o, müridine ‘sana vereyim’ demiyor. Çünkü
onun da ihtiyacı var.
Çevremize baktığımız vakit göreceğiz ki, bugün pek çok
Müslümanın böyle bir derdi yok, herkes rahatına düşkünlük peşinde ve nefsinin
arzularını tatmin ederek Cennet’e gidebilme –dünyanın rahatlığı aranmaktayken
Cennet nasıl akla gelecekse- hesabı yapılmakta. İşte cihad bu gibileri tabi ki
rahatsız edecektir. Müslümanlar mücadele alanından soyutlanarak öyle pasif bir
hale getirildiler ki, onların felsefesi "Vurana elsiz gerek, dövene dilsiz
gerek, koyundan yavaş gerek" diye ifade edilse yanlış olmayacaktır
kanısındayım. Bunun İslâm'la alâkası var mı? Vurana ne gerek? Kısas gerek!
Bir Müslüman bize bir şey yaptıysa; tamam, biz onu hoş
görürüz. Ancak bir gayr-i müslimin yaptığını da aynı şekilde değerlendiremeyiz.
Maalesef bugün tam ters bir anlayış mevcut İslâm âleminde. Dünyanın dört bir
yanında İslâm düşmanları Müslümanlara yeryüzünü zindan haline getirmekteler,
ama Müslümanlar birbirlerinin hatalarını araştırmakla meşgul.
Geçmişte olduğu gibi; Hülâgu, Bağdat’ı kılıçtan geçirdiği
esnada Müslüman âlimlerin “hünsa-i müşkil” meselesini; yani ana rahmindeki bir
çocuğun dişiliği ve erkekliği belli olmayan hünsa olarak dünyaya gelmesi
durumunda -ki bu milyonda bir ihtimaldir- böyle bir çocuğun miras durumunun ne
olacağının tartışıldığı rivayet edilir. Yine, Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u
fethettiği esnada kiliselerdeki papazların melekler erkek mi dişi mi, diye
tartıştıkları söylenir.
Tarihin bu diliminde, bu coğrafyada yaşayan Müslümanlar
olarak Rabbimiz şu anda bizlerden ne bekliyor? Biraz iddialı bir soru, fakat
cevabının o kadar da zor ve imkânsız olduğunu düşünmeyelim. Bu sorunun cevabını
vermeden önce yukardan dünyayı kuş bakışı bir seyredelim, her yerini aynı anda
iyice gördükten sonra cevap vermeye çalışalım. İstanbul’u, Ankara’yı,
Marmaris’i, Bodrum’u, Alanya’yı Karadeniz’i, Doğu ve Güneydoğu’yu, oradan da
Bağdat’ı, Şam’ı, Filistin’i, Afganistan’ı, Mekke ve Medine’yi seyredelim. Bu
coğrafya insanının en azından yirmi dört saatini izleyelim.
Havaların ısınmaya başladığı şu günlerde sahil kıyılarını
da unutmayalım.
Yirmi milyona yakın genç ve çocuğun günlerini nasıl
internet cafelerde, televizyon karşısında ve daha nice boş heva ve heveslerinin
peşinde harcadıklarını da zihnimizde canlandıralım.
Politikacıların ve ekonomistlerin gündemlerini görelim.
Ve şimdi az önceki soruyu bir daha soralım: Bütün bu
seyrettiklerinizi gözünüzün önüne getirerek söyleyin; bizden, nasıl bir kulluk
ve Efendimiz (a.s.)’a nasıl bir ümmet olmamız beklenmekte!
Dünyanın en azılı firavunlarının her taraftan bu ümmete
saldırıya geçtiği, bu mübarek coğrafyayı kana buladığı, çocuklarının üzerine
ölüm yağdırdığı, kendi vatanlarını kendilerine hapishane yaptığı bir günde,
Müslümanlar olarak kendilerine gündem olarak şunları seçenlere ne demelidir
Allah aşkına?
“Tahiyyata oturunca
şehadet parmağı kaldırılmalı mıdır, yoksa kaldırılmamalı mıdır?”
“Rükûya giderken
eller kaldırılmalı mıdır, yoksa kaldırılmamalı mıdır?”
“Farzdan sonra
müezzin tesbih dualarını açıktan yapmalı mıdır, yok herkes kendisi gizli mi
yapmalıdır?”
“Kabirleri ziyaret
yoktur, hayır, vardır.”
“Mezar taşlarının
boyu en fazla ne kadar olmalıdır?”
“İkindinin ve yatsının farzından önce dört rekat sünnet
kılmak gerekli midir, yoksa farzdan mı başlanmalıdır?”
“Kabir azabı var
mıdır, yok mudur?”
“Türbelerden, ölmüşlerden medet beklemek, bir şey istemek
şirktir. Hayır, biz onlardan bir şey istemiyoruz, onların yüzü suyu hürmetine
Allah’tan istiyoruz.”
Tabi bu gibi polemik haline gelmiş soruların sayısını
artırmak mümkün. Ancak söyleyin Allah aşkına, böyle bir günde Müslümanların
gündemi bunlar mı olmalıdır? Ülkeleri ellerinden gitmekte olduğu bir demde
meleklerin erkekliğini dişiliğini tartışanlardan farkımız kalır mı? Moğolların
katliamına uğradıkları bir zamanda hünsa-i müşkil konusunu tartışanlardan
farkımız kalır mı?
Allah için kendi hayatımızın ve Müslümanların
gündemlerini böylesine ölü meselelerle işgal etmeyelim. Dünya müstekbirlerinin
kırbaçları zavallı Müslüman kardeşlerimizin üzerinde şaklayıp dururken,
etrafımızı saran dikenli tellerin alüminyum mu, demir mi, bakır mı olduğunu
tartışmayalım. Bunları yapmakla hem İslâm düşmanlarını kendimize güldürmüş, hem
de Cenâb-ı Hakk’ın gazabını üzerimize çekmiş oluruz.
Bilindiği gibi İran, Hz. Ömer (r.a.) zamanında
fethedildi. Sa'd b. Ebî Vakkas (r.a.) İran cephesinin komutanıydı. Hz. Ömer
(r.a.), ona bir parola gönderiyor ve diyor ki: "Siz savaşa katılan bütün
askerlere emredeceksiniz, savaşırken 'Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah'
diyecekler. Hem kılıç sallayacak hem de 'Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah'
diyecekler." Biliyorsunuz bu bir zikirdir. Yani ‘güç, kuvvet her şey
Allah'tandır’.
Siz buna inanacaksınız. Allah bu dediğinizi sizin
bileklerinizde oynayan kılıçta tahakkuk ettirecek. İşte cihad budur. Bir başka
tabirle fiilî cihadla, zikrî cihad paralel gider. Bu iki unsur birbirinin
tamamlayıcısıdır. Cihad, fiilen İslâm davasının mücadelesini ve Müslümanların
dertlerini paylaşmakla olur. Fiîlî olarak üzerimize düşeni yaptıktan sonra
Allah'a tevekkül eder, tesbihlerimizle ve dualarımızla zikir ve duaya devam
ederiz. İşte anlayışımız bu şekilde olmalıdır.
Allah Teâlâ nasıl ki Bedir Ashâbı’na gökteki ordularıyla
yardım etti ve Müslümanlar müşrikler karşısında zafere ulaştılar, bizler de o
Bedir Savaşı’na katılanlardaki ruh ve gönle sahip olduğumuz zaman Allah’ın
izniyle, o görünmeyen ordular yine yardıma gelecektir.
0 yorum:
Yorum Gönder