1991’de Doğu Blok’u tamamen dağıldıktan sonra Batı, kesin
zaferini ilan etmiş ve çok hızlı bir şekilde dünyayı, gerek kültürel gerekse de
siyasi olarak etkisi altına almıştır. Bu bağlamda terör, şiddet, din gibi
kavramlarda hızlı bir değişim ve dönüşüm geçirmişlerdir. Hatta geleneksel
anlamdaki savaşlar bile oldukça farklılaşarak yerine gayrı medenî, psikolojik,
enformasyon, siber, terör savaşları gibi oldukça çeşitlenip çoğalmışlardır. Öte yandan globalleşen dünyada terörün tanımı
geçmiş tanımlarından oldukça farklılaşmış ve daha kaypak bir zemine oturmuştur.
Günümüzde birilerinin kurtarıcı olarak gördüğü hareketi bir diğeri terörist
hareket olarak niteleyebilmektedir. Buna göre, terörizm kavramı kendisine yakın
olan kavramlarla ayrımı net bir şekilde ortaya konmamıştır. Bunun yanı sıra
terörizm kavramının bu güne kadar yerine oturmuş net ve ortak bir tanımı
bulunmamaktadır. Durum böyle olunca kavram istenildiği tarafa çekilmiş,
yanlış anlaşılıp öyle tanımlanmış veya yerinde kullanılmadığı
anlaşılmıştır. Bu çerçevede dünya siyasi tarihinde büyük bir değişme diye
kabul edebileceğimiz Doğu Blok’unun dağılmasından sonra ve 11 Eylül 2001
hadiselerinin ardından ABD ve Batı dünyası, yüzünü İslam Dünyasına
çevirmiştir. Bu çerçevede baskın teknoloji ve kültür olan Batı başta olmak
üzere ABD, fundementalizm, İslamofobi ve terör gibi pek çok kavramı tekrar
revize etmiştir. Bu bağlamda İslam dini bazen terör adına bazen de ideoloji
adına istismar edilmekte veya kasıtlı olarak kurban edilmektedir.
Özellikle Irak ve Suriye’de otoritenin kaybolmasıyla ortaya
çıkan ve kendilerine göre İslam Devleti kurduklarını iddia eden IŞİD adındaki
terör örgütü yaptıkları eylemler ve din anlayışlarıyla tüm dünya Müslümanlarını
içinden çıkılmaz sorunlarla karşı karşıya gelmelerine sebep olmaktadırlar.
IŞİD, El-Kaide, Boko Haram, Hızbü’t-Tahrir, El-Şebab gibi dünyanın farklı
bölgelerinde İslam adına terör faaliyetlerinde bulunan gruplar hüdayı nabit
gibi bitmemişlerdir. Tabi ki bu grubların mensupları da referanslarını
kendilerince dine hatta Kur’an’a dayandırarak icra ettiklerini iddia
etmektedirler. Tıpkı tarihin bir döneminde zuhur eden Hariciler gibi...
İslam’ın farklı ve bağnaz bir din olarak anlaşılmasına
sebebiyet veren Hariciler İslam’daki ilk terörist hareket olarak
nitelenebilir. İslâm’ın ana bünyesinden ilk kopuş Hâricîlerle gerçekleşmiştir.
Hariciler, İslâm düşüncesinde tepkisel din söyleminin ya da kabilevî zihniyetin
tipik temsilcileridir.[1]
Haricilik hareketinin doğuşundaki en önemli etken, şüphesiz bedevîlikten
yerleşik hayata geçen Arap toplumunun geçirdiği değişimdir.[2]
Haricilerin en büyük motiflerinden biri; “el-emru bi’l-ma’rûf ve nehyu
ani’l-münker” prensibi, diğeri ise “cihad” anlayışlarıdır.[3]
Hâricîlere göre, devletin en önemli vasfı adalet olduğundan imamın ilk işi, söz
konusu prensibi uygulamaktır.[4]
Hz. Ali döneminde iç karışıklıklar sırasında hakem olayıyla ortaya çıkan
Hariciler, en fazla dinsel bağnazlıklarıyla tanınırlar. Düşüncelerini
taassupla savunmalarının nedeni, Kur’an’ın zahirine göre hükmetmeleri ve düşüncelerinin
yüzeyselliği, bedevi çöl Arapları olmaları, eskiden kalan kabilesel düşmanlık
ve kan davalarıdır. Dinsel taassuplarıyla ün salmış olan bu grup Hz. Ali başta
olmak üzere sahabe ve tabiinden pek çok Müslümanın kanını dökmüş, Müslüman
halkı terörize etmişlerdir. “La hükme illâ lillah” ayetini doğru dürüst
anlamadan slogan haline getiren bu fırka, Kur’an’ın zahiri yorumuna bağlı,
katı ve dışlayıcı izahlarıyla kendilerinden farklı düşünen herkesi tekfir
etmişlerdir. Bu grup İslam’daki ilk dini-siyasal radikal hareket olmasının
ötesinde, İslam dünyasındaki ilk teröristleri (tedhişçiler) olarak da
bilinirler. Kendilerine göre ihlâslı ama bir o kadar saplantılı olan bu hizip, Hz.
Ali’yi bile kâfir diye öldürmüşlerdir. Zamanla kendi aralarında o kadar çok
ayrılıklara düşmüşlerdir ki neredeyse tarihte hiç bir grup kendi arasında bu
kadar fazla parçalanmamıştır. İslam’da terör hareketlerinin başlamasına
tarihsel bir bakış açısı ile yaklaşan Taha Akyol, “şiddet yolu ile siyasi
erki (otorite ve gücü) ele geçirmenin İslam’da çok eski zamanlardan beri var
olduğunu” belirtmektedir. Ona göre, hariciler kendileri dışında kalan
kimseleri kâfir olarak niteliyor ve yok edilmesi gereken mahlûklar olarak
bakıyorlardı. Bu bağlamda İslam tarihinde hiçbir grup ve hiç kimse kan
dökmede hariciler kadar ifrata gitmeyecektir. Esasen bu kadar ifrata
gitmelerinin sebebi, kabile zihniyeti ve cahil bedevi çöl Arapları olmalarının
yanında, Kur’anî mananın derinine inmeden onu ancak günlük konuşma dili kadar
anlayıp yorumlamalarında aranmalıdır.[5]
Her ne kadar kendileri terör grubu olmamalarına karşın
İslam’ın radikal yorumlarına sahip Vehhabilik hareketi de Hariciler gibi
tarihin belli dönemlerinde kendilerine karşı çıkan veya direnen kim varsa
kâfir ilan edip öldürdükleri bilinmektedir. Esasen bu tür gruplar ister
ideolojiden ister dinden besleniyor olsun, ortak noktaları damgalama,
hoşgörüsüzlük, bağnazlık ve dışlayıcılıktır. İslam’ın katı denebilecek
yorumu ve bu yorumu için mücadele eden, insan öldüren, kendilerince yeni bir
düzen kurmaya çalışan gruplar her devirde olduğu gibi yaşadığımız devirde
de türeyecektir. Bütün bunların çıkış noktası benim dediğim doğru ve
tartışılmaz diğerleri ise yanlış yolda hatta kâfirdirler sözünden
çıkmaktadır. Oldukça şaibeli bir örgüt olup kime hizmet ettiği belli olmayan
Türk Hizbullah’ı buna güzel bir örnektir.
Esasen birçok dinsel grup, dine ilişkin en doğru yorumun
kendi yorumları olduğunu ileri sürmektedir. Nitekim 1990’lı yıllarda ortaya
çıkan Hizbullah’ın ve içinde yaşadığımız bu zaman diliminde Haricilerin bir
uzantısı olarak zuhur eden IŞİD, El-Kaide, Boko Haram ve el-Şebab gibi terör
grupları anlayış olarak harici zihniyeti görünümündedir. Nitekim bu gruplar da“...bizden
olmayan bize düşmandır, bizden olmayan ise öldürülmelidir” düşüncesi
hâkimdir. Günümüzde Müslümanlar bu tür grupların gerçekleştirdiği terör
eylemleri sebebiyle pek sıkıntıyla karşı karşıya kalmışlardır. İslam dünyasında
bu başıboşluğu dolduracak ve inananları doğru yola yönlendirecek donanımlı
insanların yetersizliği sebebiyle Vandalizm, terör, sivil halka karşı
düzenlenen canlı bomba eylemleri her geçen gün şiddetini artırarak devam
etmektedir.
Günümüzde bu fırka mensuplarının (özellikle IŞİD ve Boko
Haram’ın) ne derece ikilem içinde bulunduklarını, iyiliği emredip kötülüğü yasaklama
adına İslâm Dünyası’nda nasıl bir terör estirdiklerini görmemek için kör olmak
gerekir. Her ne kadar bazılarına göre bu gruplar Batı tarafından kurulmuştur,
onlar tarafından idare edilmektedir şeklinde görüş beyan etseler de eylemlerini
icra edişleri Haricilerin uygulamalarından farksızdır. Tarihte yaşananların günümüzdeki
hadiselerle ne derece örtüştüğünü anlamak için bir misal vermek yerinde olacaktır.
Hz. Ali döneminde Haricilerin lideri Râsibî, Basra’da
bulunan Haricilere yazdığı mektupta onların kendilerine katılmalarını, iyiliği
emredip kötülükten menetmelerini istemiştir.[6]
Râsibî’nin bu teklifine olumlu cevap veren Basra’daki Hariciler, Nehrevan
Köprüsü’nde toplanmış olan Kûfe Hâricîlerine katılmak üzere Basra’dan çıkıp,
Nehrevan’a yaklaşmışlardı. Bu arada, içlerinde Abdullah b. Habbab b. Erett[7]
ile doğumu yaklaşmış bir derecede hamile bulunan hanımı veya cariyesi olan bir
topluluğa rastladılar. Abdullah b. Habbab’ın boynunda bir Kur’ân asılı idi. Hariciler,
Abdullah’a kim olduğunu sorduktan sonra, ona kendisini güvende hissetmesini ve
sorularını doğru olarak cevaplamasını istediler. İlk olarak, Hz. Ebû Bekir ve
Hz. Ömer hakkındaki görüşlerini sordular. Abdullah, onları hayırla andı. Hz.
Osman’ı sorduklarında ise, onun başlangıçta da sonrasında da haklı olduğunu
ifade etti. Hz. Ali ile ilgili sorularına ise, “O, Allah’ı sizden çok daha iyi
bilir ve sizden daha dindardır, görüşü de sizden daha isabetlidir” cevabını
verdi. Hariciler, İbn Habbab’ın verdiği bu cevaplardan memnun kalmadılar: “Sen
hevâya uyuyor ve kişileri işleri ile değil, adları ile tanıyorsun. Allah’a
yemin ederiz ki, seni görülmedik bir şekilde öldüreceğiz” şeklinde ne derece
öfkelendiklerini dile getirdiler. Bundan sonra, Abdullah’ı hamile olan eşi ile
birlikte alıp, kollarını arkasına bağladılar ve yolda bir hurmalığa vardılar.
Abdullah, onlara; “Ben Müslümanım, öldürülmemi gerektirecek bir harekette
bulunmadım. Ayrıca size ilk rastladığımda bana emniyette olduğumu söylediniz”
dedi. Ancak onlar; “Senin boynunda asılı olan Kitab, bize senin öldürülmeni
emrediyor” diyerek, İslâmiyet’e büyük hizmetler etmiş, birçok gazalarda
bulunmuş bu önemli zatı yere yatırıp koyun keser gibi kestiler; karısının da
hiçbir suçu yokken, feryat ve yalvarmalarına bakmaksızın karnını yararak şehid
ettiler. Ayrıca bu kafilede bulunan diğer dört kadını da aynı şekilde kestiler.[8]
Maalesef, bedevî zihniyeti ile hareket eden, İslâm’ın
ruhundan habersiz, Kur’ân ve Sünnet hakkında bilgileri son derece yetersiz olan
Hariciler veya onların devamı niteliğindeki günümüzdeki radikal gruplar bu
katliamları, gaye edindikleri “iyiliği emredip kötülüğü yasaklamak” adına
yerine getirmektedirler. İşin garibi bu prensibi ifa ederken büyük bir fitne
hareketinin içinde olduklarının da farkında bile değillerdir. Zira, bunların
gerçekleştirdiği eylemler neticesinde İslâm dünyasında veya dünyanın diğer
bölgelerinde Müslümanlara karşı terör ve korkudan başka bir getirisi
olmamaktadır. Acaba Haricilerde ve günümüzün radikal dini gruplarında bulunan,
birbirine zıt bu sıfatların varlığının sebebi nedir? Bir tarafta takva ve
ihlas, diğer yanda sapıklık, çılgınlık, aşırılık, katılık, bağnazlık,
inançlarına davet etmede taşkınlık, insanları baskı ve zorla sapık görüşlerini
kabullenmeye icbar etmektedirler. Bu grubun mensuplarında İslâm’ın hoşgörüsü,
ihlas ve takvanın kalplere doldurduğu şefkat ve merhameti görmek mümkün
değildir. Masum ve suçsuz insanları tüm dünyanın gözü önünde hem de kameraya
kaydederek hunharca ve zalimce nasıl katlettiklerini sloganlar eşliğinde izlettirmektedirler.
Unutulmamalıdır ki İslâm, slogan veya propaganda dini değil,
hakikatin ta kendisidir ve insanlığın içinde bulunduğu sorunların üstesinden
gelebilmesi için gönderilen son ve doğru kaynaktır. İslâm’ı radikal bir şekilde
yorumlayan sapkınlar ise tarihte olduğu gibi günümüzde de insanlığa barış ve
huzur yerine korku ve zulüm getirmektedirler. Zira bu sapkınlar için sorunlar
ve yanlışlara karşı bir tek yöntem vardır. O da her yanlışa sert tepki
göstermektir. Bu tür kimseler İslâm’ın gösterdiği sırat-ı müstakîm yerine kendi
kafalarına göre hareket ettikleri için dalaletten kurtulmaları mümkün değildir.
[1] Sönmez Kutlu, “İslâm Düşüncesinde Tarihsel Din
Söylemleri Olgusu”, İslâmiyât, c. 4,
s. 4, Ankara 2001, s. 20.
[3] İbn Kuteybe ed-Dineverî, el-İmâme ve’s-Siyâse, tah. Mustafa el-Halebî, Kahire 1969, I, s.141;
Nevin Abdülhâlık Mustafa, İslâm
Düşüncesinde Muhalefet, çev. Vecdi Akyüz, İstanbul 2001, s. 249.
[4] Ethem Ruhi Fığlalı, “Hâricîler”, DİA, İstanbul 1997, XVI, s.172.
[5] Taha Akyol, Hariciler
ve Hizbullah; İslam Toplumunda Terörün Kökenleri, İstanbul: Doğan Kitap,
2000. Muhammed Ebu Zehra, İslam’da
Siyasi, İtikadi ve Fıkhi Mezhepler Tarihi, Çev.: Hasan Karakaya &
Kerim Aytekin, İstanbul: Hisar Yayınevi, 1983, ss. 71-95.
[6] Ebû Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Tarihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, tah. Muhammed
Ebu’l-Fadl İbrahim, Beyrut ts., V, ss.72-73; ed-Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıval, nşr. Abdu’l-munim, Kahire 1960, s. 204.
[7] Abdullah b. Habbab b. el-Erett, Hz. Peygamber’i
görmüş ve ondan babası yoluyla rivayette bulunmuştur. Bkz. İbnü’l-Esîr, Usdu’l-Gâbe fî-Ma’rifeti’s-Sahâbe, Mısır
1280, III, s.150.
[8] Bu konuda yapılan rivayetlerde küçük bir kısım
farklılıklar bulunmaktadır. Bkz. İbn Kesîr, el-Bidâye
ve’n-Nihâye, Mektebetü’l-Meârif, Beyrut 1966, V, s.288; Ebû Ömer Ahmed b.
Muhammed el-Endülüsî İbn Abd Rabbihi (328/939), el-Ikdu’l-Ferîd, Kahire 1948, II, ss.390-391.
0 yorum:
Yorum Gönder