Prof. Dr. Adem APAK
GİRİŞ
Temel
insan hakları kavramının ilk olarak Fransız İhtilâli’nin ardından Batı
düşüncesinde ortaya çıktığı görüşü genel bir kabul görmekle birlikte[1], bu
hakların tanınması ve uygulanmasının geçmişi milattan üç bin yıl öncesine kadar
götürülerek Eski Mısır’da Güneş Tanrısı Râ’nın, bütün insanların eşitliğini
ilân etmesi buna örnek gösterilir.[2]
Başlangıcı insanlık tarihinin erken dönemlerine kadar ulaşan temel insan
hakları mevzuu gerek ülkemiz, gerekse milletlerarası kamuoyunda en çok tartışılan
ve gündem oluşturan konuların başında yer almaktadır. Nihayet 1948 yılında
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nca kabul edilmesiyle birlikte insan hakları meselesi
uluslararası resmî bir hüviyet kazanmıştır.
Günümüze
kadar varlığı ve etkinliği devam eden başlıca hukuk sistemleri, felsefî ve dinî
ekoller genel anlamda insanın dokunulmaz, vazgeçilmez hak ve hürriyetlere sahip
olduğu noktasında görüş birliği içerisindedirler.[3] Buna
göre temel insan hakları, insanın sırf insan olduğu için doğuştan kazandığı,
vazgeçilmez, devredilemez, kutsal haklar demektir.[4] Hangi
etnik, dinî, veya meslekî topluluktan olursa olsun her insanın, yalnızca insan
olmak itibariyle sahip olduğu değeri korumaya yönelik faaliyet potansiyelinin
başkaları tarafından tanınmasını ve her türlü müdahaleye karşı korunmasını
gerektiren en üstün ahlakî iddia, onun hak talep etmesidir.[5]
İnsan
haklarının varlığı ve gerekliliği hususunda mutabakat temin edilmiş olmakla
birlikte, mahiyeti konusunda henüz bir fikir birliği sağlanamamıştır. Bununla
birlikte yine de yaklaşımların genelinde “insanın diğer yaratıklardan farklı ve
üstün” olduğu düşüncesinden hareket edildiği tespiti yapılabilir.[6] Buna
göre insan haklarının felsefî temeli, insanın taşıdığı ontolojik değeri ve ona
duyulan saygıdır. İnsan, varlığı bakımından kendisi dışındaki canlılardan
farklı bir yapıya ve yaratılışa sahiptir; dolayısıyla kendisine has hakları
olmalıdır.[7]
İnsan
hakları kavramı, esasında “hak” kavramına bağlı olarak gelişmiştir. Dolayısıyla
insana hakkını vermek, ona yapılan bir iyilik yapmak ve lütufta bulunmak değil,
onun zaten sahip olduğu statüsünün tanımaktır. Bağış veya lütuf kavramında,
bağışlamayı yapan etkin ve egemen statüsündedir. İnsan hakları kavramında ise,
bu hakları tanıyan ve bu haklara saygı duyan kişi egemen kişi değil, sadece
“doğru düşünen kişi” olarak kabul edilir. Dolayısıyla başkalarının haklarının
tanıyanlar sadece doğru olanı yapmaktadır, onlar bunu yapmakla kendilerine ayrıca
bir övünme payı çıkaramazlar.[8]
Temel
insan hakları bir bütün olarak kabul edildiği için, aralarında herhangi bir
ayrım yapmak söz konusu değildir; bu haklardan bir kısmını kabul etmek, bir
kısmını ise reddetmek mümkün olmaz. Benzer şekilde kimi şahıs ve zümrelerin
haklarını kabul ederken, kimileri için reddetmek de tutarsız bir davranıştır.
Çünkü bu tür bir anlayış evrensel insan haklarının tabiatına aykırıdır.[9]
İnsan
hakları kavramı aynı zamanda özgürlük kavramını da çağrıştırır.[10] Hatta evrensel
insan haklarının temelini teşkil eden bu iki kavramı esas olarak birbirinden
ayırmak da mümkün değildir. Çünkü insan hakları, hak veya hürriyet, ya da temel
hak ve özgürlükler gibi tanımlamalar, günlük konuşma ve yazı dilinde çoğu zaman
aynı anlamda kullanılmaktadır; bunlar arasında mahiyet değil, sadece muhteva
farkı vardır. Burada kısaca anlamları açıklamak gerekirse Hürriyet,
herhangi bir kısıtlamaya tabi tutulmaksızın düşünme veya davranma, her türlü
dış tesirlerden bağımsız olarak karar verebilme demektir. Hak ise,
hukukun toplum ve insanlara tanımış olduğu, çerçevesi çizilmiş yetki ve
imtiyazlar bütünü anlamına gelir. Bu iki kavramın doğrudan ilişkisi sebebiyle
hürriyet, bir hak olarak kabul edilir. “Hak ile özgürlük, aslında bir tek gerçeğin
iki yönüdür, bir madalyonun iki yüzü gibidir. Çünkü özgürlük bir hak olduğu
gibi, her hak da özgürlükle gerçekleşir. Hak özgürlüğün konusu, özgürlük ise
hakkın gerçekleşme vasıtasıdır. Hak yoksa özgürlük gereksiz, özgürlük yoksa hak
faydasız hale gelir”.[11] Bun
göre hak, insanın özgürlüklerinin sınırını çizer ve onu gerçekleştirir.[12]
1. Temel İnsan Hak ve Özgürlükleri
İnsanlık
tarihi bir bakıma hak ve hürriyet mücadeleleri tarihidir. Bu mücadeleler
sonucunda insanlar sosyal ve siyasî yapılar teşkil etmişler, bu yapılar içinde
hak ve hürriyetlerini teminat altına almaya çalışmışlardır. Günümüzde ise insan
hakları, siyasî sistemin etiği olarak hukuk devleti ve demokrasi kurumları
açısından meşruiyetin kaynağı olarak görülür. Bu sebepledir ki, devletler genel
olarak insan haklarını korumayı ve gerçekleştirmeyi birinci amaç olarak belirlemişler,
insan haklarını anayasalarının en başına almak suretiyle devletin insan
haklarına saygılı, hatta insan haklarına dayalı olduğunu vurgulama ihtiyacı
duymuşlardır.[13]
10 Aralık 1948 yılında Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel
Bildirgesi’yle bu husus, uluslararası bir boyut kazanmıştır. Bu bildirgeye göre
bütün insanların özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğdukları, akıl ve
vicdan sahibi kabul edildikleri, birbirlerine karşı kardeşlik anlayışıyla
davranmaları gerektiği vurgulanmış (1.madde); herkesin ırk, renk, cinsiyet,
dil, din, siyasal ya da başka herhangi bir düşünce, ulusal ya da toplumsal
köken, servet ve başka herhangi bakımdan bir ayrım gözetilmeden bu bildiride ilân
edilen bütün hak ve özgürlüklerden yararlanmasının esas olduğu ilân edilmiştir.
(2.madde). Belgede öne çıkan diğer haklar ise şöyle sıralanır:
“Yaşamak,
özgürlük ve kişi güvenliği herkesin hakkıdır” (3. madde); “Hiç kimse kölelik
veya kulluk altında tutulamaz” (4. madde); “Herkes nerede olursa olsun hukuk
kişiliğinin tanınması hakkına sahiptir” (6. madde); “Hiç kimse keyfî olarak
tutuklanamaz, alıkonamaz ve sürgün edilemez” (9. madde); “Hiç kimsenin özel
yaşamına, ailesine, konutuna ve haberleşmesine keyfî olarak karışılamaz, onur
ve ününe saldırılamaz. (12. madde); “Herkesin tek başına veya başkalarıyla
ortaklaşa mal ve mülk edinme hakkı vardır, hiç kimse keyfî olarak mal ve
mülkünden yoksun bırakılamaz” (17. madde); “Herkesin düşünce, vicdan ve din
özgürlüğüne hakkı vardır, bu hak din veya inanç değiştirme özgürlüğünü, dinin
ya da inancın tek başına veya topluca, açık veya özel olarak öğretme, uygulama,
ibadet ve törenlerle açığa vurma özgürlüğünü içerir” (18. madde); “Herkesin
fikir ve anlatım özgürlüğüne hakkı vardır, bu hak fikirlerinden ötürü rahatsız
edilmemek, ülke sınırları söz konusu olmaksızın bilgi ve görüşleri her yoldan
aramak, almak ve yaymak özgürlüğünü kapsar” (19. madde); “Herkes, ülkesinin
kamu hizmetlerine eşit olarak girme hakkına sahiptir” (21.madde); “Herkesin,
toplumun bir üyesi olarak sosyal güvenliğe hakkı vardır, ayrıca onuru ve
kişiliğinin serbestçe gelişmesi için gerekli olan ekonomik, sosyal ve kültürel
hakların ulusal çaba ve uluslararası işbirliği yoluyla ve her devletin örgüt ve
kaynaklarıyla orantılı olarak gerçekleştirmesine de hakkı vardır” (22.madde).
“Herkes eğitim görme hakkına sahiptir. Eğitim en azından ilk ve temel
aşamasında ücretsizdir. İlköğretim zorunludur. Teknik ve mesleki eğitimden
herkes yararlanabilmelidir. Yüksek öğretim yeteneğe bağlı olarak herkese tam
bir eşitlikle açık olmalıdır. Eğitim, insan kişiliğinin tam gelişmesi ve insan
haklarıyla temel özgürlüklere saygının güçlendirilmesi amacına yönelik
olmalıdır. Eğitim, bütün uluslar, ırk ve din toplulukları arasında anlayış,
hoşgörü ve dostluğu özendirmeli ve Birleşmiş Milletler’in barışın sürdürülmesi
yolundaki çalışmalarını geliştirmelidir. Ana ve baba, çocuklarına verilecek
eğitim türünü seçmeden öncelikli hak sahibidir” (26. madde).
Birleşmiş
Milletler Bildirgesi, temel hak ve özgürlükler 29 madde halinden sayıldıktan
sonra şu hükümle tamamlanır:
“Bu
bildirinin hiçbir hükmü, herhangi bir devlet, topluluk ya da kişiye Bildiri’de
açıklanan hak ve özgürlükleri yok etmeye yönelik bir davranışa girişme, ya da
eylemde bulunma hakkını verir anlamda yorumlanamaz” (30. madde).[14]
Temel
insan hak ve hürriyetleri insanın vücut bütünlüğüne yönelik olanlar; düşünce ve
inanca yönelik olanlar; ekonomik ve sosyal nitelikli olanlar şeklinde üç ayrı
kategoride ele alınır. Şahıs dokunulmazlığı, yaşama, seyahat ve yerleşme
hakları birinci grup içinde yer alan haklardır. Düşünceyi açma ve yayma, inanç
ve ibadet hakkı, siyasî düşünce ve kanaat hakkı gibi hürriyetler ikinci gruba
girer. Mülkiyet, çalışma, sosyal güvenlik, sağlık, çevre vs. haklar üçüncü
kategoride yer alır.[15] Bu
haklardan hangisinin öncelik taşıdığı hususunda ortak bir fikre ulaşılması zordur.
Bununla birlikte yaşama hakkı, diğer hakların gerçekleşebilmesi için insanın
sahip olduğu ilk hak olarak kabul edilir. Zira insan haklarının tam olarak
tanınmış sayılması için, her şeyden önce yaşama hakkının güvenceye bağlanması
şarttır.[16]
Bu hak gerçekleşmeksizin diğer hakların kendini göstermesi mümkün olamaz.
Ontolojik olarak, yaratılan insanın yaşama hakkı, en temel ve önemli hakkıdır.
Dolayısıyla hayatına kast eden kimseye karşı doğal olarak kendini savunma hakkı
vardır. Bu hakkının yanında, başka çare bulamadığı zaman, hayatı kendisi ile
paylaşmayan başka insana karşı saldırma hakkı da doğar. Hayat hakkı, kendi
varlığını sürdürme hakkının tabiî sonucu olarak üreme ve neslini devam ettirme
hakkını da içinde barındırır.[17]
Siyasî
haklar günümüzde en fazla gündemde olan temel insan hakları arasında yer alır.
Seçme, seçilme ve yönetime katılma gibi haklar bu hususta akla gelen siyasî
haklar cümlesindendir. Bunun yanında ekonomik ve sosyal haklar da temel insan
hakları arasında kabul edilmiştir. Nitekim pek çok ülke uygulamada anayasalarında
ekonomik ve sosyal haklara yer vermektedir.[18] Zira
ekonomik ve sosyal haklar olmadan toplum içinde refah ve mutluluğu gerçek
anlamda sağlamak mümkün değildir. Aynı şekilde insanın yaşaması ve varlığını
sürdürmesi için ekonomik, sosyal ve kültürel ihtiyaçlarını gidermek bir
zorunluluktur. Ekonomik, sosyal ve kültürel haklara klâsik haklar dediğimiz
medenî ve siyasal hak ve özgürlükler bütünleşmeden, insan haklarının sağlanmasının
ve kullanılabilirliğinin mümkün olmadığı kesin bir biçimde ortaya çıkmıştır.[19] Ekonomik
özgürlüklerden, bireylerin serbestçe iktisadî faaliyetlerde bulunabilmelerini
ve bu faaliyetler sonucunda elde ettikleri değerleri dışarıdan herhangi müdahale
olmaksızın özgürce kullanabilmeleri kastedilir. Bu tanım çerçevesinde teşebbüs
özgürlüğü, mübadele özgürlüğü, sözleşme özgürlüğü, mülkiyet özgürlüğü ve tercih
özgürlüğü ekonomik özgürlüklerin başlıcaları olarak sayılabilir.[20]
2. İslâm Dünya Görüşüne Göre Temel İnsan Hak ve Özgürlükleri
Temel
insan hakları Batı kaynaklı bir kavram olarak kabul edilmekle birlikte, aslında
Hıristiyan kaynaklı değildir. Zira insan hakları başta Katoliklik olmak üzere,
Ortodoksluk ve Protestanlık tarafından pek sempatik görülmemiştir.[21] Batı
dünyasının bu konuda sicili çok kötüdür. Zira jenosit, engizisyon, otuz yıl
savaşları, yüz yıl savaşları Batı tarihine ait kavramlar ve hadiselerdir.[22]
Hıristiyanların geçmişiyle karşılaştırıldığında insan hakları bakımından İslâm
tarihinin çok olumlu tecrübelere sahip olduğu ise açık bir gerçektir. Bu
hususta müsteşrik Bernard Lewis’in tespitleri dikkat çekicidir: Ona göre İslâm
dünyası, bileşimiyle çeşitli, karakteriyle çoğulculuğa sahiptir. Müslümanlar,
kendi içlerinde inanç ve ibadet bakımından önemli farlılıklara hoşgörüyle
bakmaya yatkındı; onayladıkları öteki dinlere toplumda belirli bir yer vermeye
de razıydılar. Bu durum modern çağda bazen yanlış bir biçimde eşitlik gibi
sunulmuştur. Elbette eşitlik söz konusu
değildir ve Ortaçağ toplumunda böyle bir eşitlik düşüncesi saçma bir
anakronizmdir. Hıristiyanların hakim oldukları Akdeniz’in her iki yakasında
inananlarla inanmayanlara eşit haklar tanınması herhalde bir meziyet olarak
değil, olsa olsa bir görev ihmali olarak görülürdü. Halbuki, aynı çağlarda İslâm
toplumu gerçekten de hoşgörü bahşetmekte ve öteki dinlerden insanlarla bir
arada yaşamaya rıza göstermekteydi. Hıristiyan âleminde ise Din Savaşları’na
değin bu görüntüye gerçekten denk düşecek bir anlayışa tesadüf etmek mümkün
değildir.[23]
İslâmî
öğretiye göre insan hakları, Yaratıcı’nın hiçbir istisna söz konusu olmaksızın
tam bir eşitlikle insanlık ailesinin her ferdine tanıdığı, insanlık onuruna
(değerine) bağlı olan haklardır. İnsanlık onurunda din, dil, cins, renk, ırk ve
millet farkı gözetilmez. İnsanların haklarını kazanabilmek için insan
olmaktan başka bir şart yoktur. Dolayısıyla insan haklarının temeli bizzat insanın
varlığıdır. Bu fikir Fıkıh’ta “İsmet âdemiyetledir” ilkesiyle açıklanır. Klâsik
fıkıh kitaplarında bu ifade “el-İsmet bi’l-âdemiyye” şeklinde ifade edilir.
İsmetten[24]
kastedilen temel insan haklarının dokunulmazlığı veya yasal ve siyasî
korunması, âdemiyetten kastedilen ise insanlık ve insan olma halidir. Âdemiyeti
ve günümüz ifadesiyle insanlık özelliğini, insan haklarının temeli yapmak
suretiyle İslâm hukukçularının büyük bir kısmı insan hakları konusunda evrensel
bir anlayışı ortaya koymuşlardır. Buna göre âdemiyet, yani insan olmak, hak ve
sorumlulukların esasını teşkil ettiği için, din ve cinsiyet, hak ve
sorumlulukların belirlenmesinde herhangi bir rol oynamaz. Âdemiyetin hukukun
mevzuu olarak kabul edilmesi, ırkçılık, din ayrımı ve cins ayrımı gibi pek çok
problemi de ortadan kaldırır. Çünkü kadın olsun, erkek olsun, Müslüman veya
gayr-i müslim olsun bütün insanlar âdemiyet kategorisinde yer alırlar.[25] Hanefî
fakihlerinden Serahsî bunu şöyle izah eder:
“Allah,
insanı emanetini (insan olma sorumluluğu) taşımak maksadıyla yarattığından
dolayı, kendisine yükleyeceği sorumluluklara ehil hale gelsin diye ona akıl ve
zimmet (kişilik hakkı) bahşetmiştir. Sonra, ona dokunulmazlık, özgürlük ve
mülkiyet hakkı vermiştir ki, hayatını devam ettirebilsin ve üstlendiği
görevleri yerine getirebilsin. Bu özgürlük, dokunulmazlık ve mülkiyet hakkı
herkes için doğuştan vardır. Aynı şekilde hak ve sorumluluk taşımaya uygun
zimmet (kişilik hakkı) sahip olmak da herkes için doğuştan başlar”.[26]
Temel
hakların sebebinin bizzat insanın kendisinin olması ve doğuştan getirilmesi
demek, bu hakların devlet tarafından verilmediği anlamına gelir. Başka bir
ifadeyle doğuştan getirilen haklar, devletle yapılan bir anlaşmaya değil,
doğrudan Allah ile yapılan bir ahde dayanır. Bunun tabiî sonucu olarak da
devlet, vermediği bir hakkı alma yetkisine sahip değildir.[27]
İslâm
hukuku tarafından güvence altına alınan insan hakları bütün insanlığa şamildir.
Dolayısıyla bu haklardan yararlanma konusunda insanlar arasında herhangi bir ayrım
yapılamaz. Bu husus gerek Kur’ân-ı Kerîm’de, gerekse Hz. Peygamber’in (sav)
hadislerinde sarahatle vurgulanmıştır:
وَمَا كَانَ النَّاسُ إِلَّا أُمَّةً
وَاحِدَةً “İnsanlar tek bir ümmettir”, (Yûnus, 10/19);
يَا أَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمُ
الَّذِي خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ, “İnsanlar
tek bir candan yaratılmış ve çoğaltılmışlardır” (Nisâ, 4 /1); “Allah sizden
cahiliye gururunu, büyüklenmeyi ve babalarınız ile övünmeyi kaldırmıştır. Bütün
insanlar Adem’dendir, Adem de topraktandır”.[28]
“Ey insanlar, sizin Rabbiniz birdir, babanız da birdir. Haberiniz olsun ki,
takva dışında hiçbir Arabın Arap olmayana, hiçbir Acemin Araba, hiçbir siyahın
beyaza, hiçbir beyazın siyaya karşı bir üstünlüğü yoktur. Şüphesiz ki ilahi
huzurda en değerliniz en muttakî olanınızdır”.[29]
Allah
Rasûlü’nün (sav) Veda hutbesinde dile getirdiği hususlar da evrensel insan
haklarının ortaya konulması açısından dönüm noktalarından birisini teşkil eder.
Nitekim hutbenin bazı bölümlerinde geçen “Nâs” tabiri bu hutbenin evrensellik
boyutunu açık bir şekilde ortaya koyar. [30]
İslâm’a
göre haklar aslen kazanılır. Kanunlar hakkı kazanmak için değil, korumak için
vardır. Hâlbuki batı hukukunda haklar ancak kanunla kazanılır. Çünkü batıda
haklar mücadele sonucunda elde edilebilmiştir. Buna karşılık İslâm hukukunda
kanunlarla yasaklanmayan her konuda insanların hak ve hürriyetleri vardır.[31]
İslâm
dini, diğer semavî dinlerde olduğu gibi, beş temel hayat unsurunu korumayı
hedeflemiştir. Bunlar hayat (ismetü’n-nefs), akıl (ismetü’l-akl), din
(ismetü’d-din), nesil ve onur (ismetü’n-nesl ve ismetü’l-ırz) ve maldır.
(ismetü’l-mal). Dolayısıyla İslâm’ın sunduğu hak ve özgürlükler, zikredilen
hedeflerle doğrudan ilgilidir. Fukahâ, onurlu bir insanın hayatının olmazsa olmaz,
en temel ve devredilemez haklar olduğunu göstermek için bu haklara zarûriyyât
adını vermiştir.[32]
Her insanın vazgeçilmez nitelikte olan bu haklarını korumaması tabiî hakkı,
hatta görevidir. Nitekim bu uğurda hayatlarını kaybedenler Hz. Peygamber (sav)
tarafından şehit kabul edilmiştir.[33] Ortaya konulan
temel yaklaşımın sonucu olarak Müslümanlar korunmuş olan haklardan herhangi
birine zarar vermediği müddetçe idareleri altında yaşayan başka inanç
mensuplarının kendi adet ve hukukî uygulamalarına izin vermişlerdir. Ancak
onların gelenekleri arasında bulunan ve yukarıda sayılan temel hakları ihlâl
eden uygulamalara ise müsaade etmemişlerdir. Örnek vermek gerekirse Mısır Müslümanlar
fethedildiğinde bölge valisi Amr b. el-Âs yerli Kıptîleri kendi geleneksel yasalarını
uygulama noktasında serbest bırakmış, ancak daha fazla su temennisi için Nil
nehrine genç kız kurban edilmesi adetini yasaklamıştır. Aynı şekilde
Hindistan’ı hakimiyet altına alan Müslüman hanedanlar, ölen kocasının cesediyle
birlikte dul karısının da yakılması adetine engel olmuşlardır. Çünkü bu gelenekler,
insanın esas hakkı olan yaşama hürriyetini ve ismetini doğrudan ihlâl eden
uygulamalardır. Benzer şekilde Müslümanlar İranlı Mecûsîlerin yaygın
adetlerinden kabul edilen ve neslin korunması prensibine açıkça aykırı olan kız
ve erkek kardeşlerin birbiriyle evlenmeleri âdetini de yasaklamışlardır.[34]
İslâm
inancına göre insan hakları kul hakkı kapsamında değerlendirilir. Nitekim Allah
Rasûlü (sav) kul hakkı ile İlahi huzura gelen kişinin akıbetini ve Allah’ın bu durumdaki
kuluna nasıl muamele edeceğini şu şekilde dile getirir: “Bir
kimse, insanları çekiştirir, onlara ileri-geri sözler söyleyip kalplerini kırar,
başkalarının mallarını haksız yerine yer, kendisinden zayıf olanlara zulmeder,
yaralar, ya da cana kıyarsa, kıyamet gününde onun sevapları mağdur ettiği hak
sahiplerine verilir, sevapları bitince de hak sahiplerinin günahları ona
yüklenir”[35].
Hz. Peygamber’in (sav) açıkça işaret ettiği gibi Allah, kendisine karşı işlenen
günahları tevbe neticesinde bağışlamakla birlikte, kullara taalluk eden ve
insanlara karşı işlenen suçları affetmeyecektir. Eğer işlenen günah bir insanın
hakkına zarar vermişse, onu asıl affetmesi gereken mağdur edilen kişidir.
Bundan dolayı bir insan başka bir insana zarar vermişse, Allah’a tevbe etmek
suretiyle bu sorumluluktan kurtulamaz; öncelikli olarak zarar verdiği kulun zararını
tazmin etmek ve ondan helâllik dilemek zorundadır. Meselâ bir hırsız günahından
dolayı af dilemek için Allah’a yönelmeden önce gasbettiği malı sahibine iade
etmeli, ondan sonra ilahi kapıya gitmelidir. Başkasının onurunu inciten kişinin
de Allah’tan bağışlanma talebinden önce mazlumun gönlünü alması gerekir.[36]
İslâm
dininin korumayı taahhüt ettiği hak ve özgürlükler içerisinde diğerlerine de
temel teşkil eden en önemli hak hayat hakkıdır. Bu hak diğer bütün hakların
üstünde yer alır. Zira kişinin hak ve özgürlüklerden yararlanabilmesi, her
şeyden önce yaşama hakkına sahip olmasını gerekli kılar. Haklar konusunda bir
çakışma yaşanırsa öncelik yaşama hakkınındır. Bu sebeple bir kimse hayatını
sürdürebilmek için başkasının malını almak zorunda kalırsa bunu alabilir. Çünkü
yaşama hakkı, mülkiyet hakkından önce gelir. İslâm dini, hiçbir ayrım
gözetmeksizin her insana hayat hakkı tanımış, bu hakka yönelebilecek her türlü
ihlâl ve tecavüzü önleyici tedbirler almıştır. Dolayısıyla yaşama hakkının
gerek insanın kendisi, gerekse başkaları tarafından ortadan kaldırılmasını
kesinlikle yasaklanmıştır. O kadar ki, ana karnındaki bir çocuğun bile geçim sıkıntısı
ve benzeri endişelerle yok edilmesi yasaklanmıştır.
وَلَا تَقْتُلُوا أَوْلَادَكُمْ مِنْ
إِمْلَاقٍ نَحْنُ نَرْزُقُكُمْ وَإِيَّاهُمْ “fakirlik
korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin -sizin de onların da rızkını biz veririz” (En’am,
6/151
وَلَا تَقْتُلُوا أَوْلَادَكُمْ خَشْيَةَ
إِمْلَاقٍ نَحْنُ نَرْزُقُهُمْ وَإِيَّاكُمْ إِنَّ قَتْلَهُمْ كَانَ خِطْئًا كَبِيرًا, “Geçim endişesi ile çocuklarınızın canına kıymayın. Biz, onların da
sizin de rızkınızı veririz. Onları öldürmek gerçekten büyük bir suçtur”. (İsrâ,
17/31).
İslâm’da
yaşama hakkına yönelik tecavüzleri önleyici tedbirler alınmış, cana kıyma
yasaklamış, bir kişinin öldürülmesi bütün insanlığın öldürülmesi olarak kabul
edilmiş, buna karşılık bir canı kurtarmanın da bütün insanları kurtarmak anlamına
geleceği belirtilmiştir.
مِنْ أَجْلِ ذَلِكَ كَتَبْنَا عَلَى
بَنِي إِسْرَائِيلَ أَنَّهُ مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ أَوْ فَسَادٍ فِي
الْأَرْضِ فَكَأَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَمِيعًا وَمَنْ أَحْيَاهَا فَكَأَنَّمَا أَحْيَا
النَّاسَ جَمِيعًا وَلَقَدْ جَاءَتْهُمْ رُسُلُنَا بِالْبَيِّنَاتِ ثُمَّ إِنَّ كَثِيرًا
مِنْهُمْ بَعْدَ ذَلِكَ فِي الْأَرْضِ لَمُسْرِفُونَ, “İşte bu
yüzdendir ki İsrailoğulları'na şöyle yazmıştık: Kim, bir cana veya yeryüzünde
bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa bütün
insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa bütün insanları
kurtarmış gibi olur. Peygamberlerimiz onlara apaçık deliller getirdiler; ama
bundan sonra da onlardan çoğu yine yeryüzünde aşırı gitmektedirler”. (Mâide,
5/32).
Öldürme
suçunu işleyenlere ise en ağır cezalar takdir edilmiştir. Bu konuda devletin
veya siyasî otoritenin herhangi bir af yetkisi yoktur. Dolayısıyla İslâm
hukukuna göre mağdurun yakınları affetmedikçe, haksız yere ve kasten adam
öldürenin cezası idamdır.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُتِبَ
عَلَيْكُمُ الْقِصَاصُ فِي الْقَتْلَى الْحُرُّ بِالْحُرِّ وَالْعَبْدُ بِالْعَبْدِ
وَالْأُنْثَى بِالْأُنْثَى فَمَنْ عُفِيَ لَهُ مِنْ أَخِيهِ شَيْءٌ فَاتِّبَاعٌ بِالْمَعْرُوفِ
وَأَدَاءٌ إِلَيْهِ بِإِحْسَانٍ ذَلِكَ تَخْفِيفٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَرَحْمَةٌ فَمَنِ
اعْتَدَى بَعْدَ ذَلِكَ فَلَهُ عَذَابٌ أَلِيمٌ, “Ey iman
edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hüre hür, köleye köle,
kadına kadın (öldürülür). Ancak her kimin cezası, kardeşi (öldürülenin velisi)
tarafından bir miktar bağışlanırsa artık (taraflar) hakkaniyete uymalı ve
(öldüren) ona (gereken diyeti) güzellikle ödemelidir. Bu söylenenler,
Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir. Her kim bundan sonra haddi aşarsa
muhakkak onun için elem verici bir azap vardır”. (Bakara, 2/178).
Ölenin
yakınlarının da intikam duygusuyla hareket ederek, misilleme şeklinde
karşılıklı cinayet işlemeleri, yani kan davası gütmeleri de yasaklanmıştır. Can
güvenliğini sağlamanın yolu, cana kıyanın canına kıymaktır, yani kısastır.[37]
وَلَكُمْ فِي الْقِصَاصِ حَيَاةٌ
يَا أُولِي الْأَلْبَابِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ, “Ey akıl
sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki suç işlemekten
sakınırsınız” (Bakara, 2/179).
Kısas
mutlaka “zarar” olan suç eylemine “mukabele biz-zararda bulunmak” anlamına
gelmez. Kısas, gerek nefs, gerek uzuvlar bakımından, nefsin nefse, uzvun uzva
eşdeğer olması demektir. Gerçekten de insan haklarında eşitlik ilkesine tamamen
uyulmasında, zenginin gözü ile fakirin gözü arasında bir fark gözetilmemesinde
insanlık için mutlaka hayat vardır. Ancak bu ilke “göz çıkaranın gözü
çıkarılır” tarzında asla anlaşılamaz ve uygulanamaz.[38]
Hz.
Peygamber’in (sav) Veda hutbesinde geçen “Canlarının her türlü tecavüzden
korunmuştur” ifadesi İslâm’ın can güvenliği konusuna atfettiği önemi ve verdiği
teminatı açıkça ortaya koyar. Buna göre insanın yaşama hakkının tabiî bir hak
olduğu ve bu hakkın, dinin koruması altında bulunduğu hususu bir defa daha ifade
edilmiştir. [39]
İslâm
inancında yaşama hakkına dayalı olarak kabul edilen diğer insan haklarına da
ehemmiyet verilmiştir. Bunlar, ifade özgürlüğü, inanma ve inancını yaşama,
mülkiyet, şahsî dokunulmazlık, şahsî özgürlük, sosyal güvenlik, zorbalığa baş
kaldırma, eşit muamele görme, haksızlığı düzeltme, iktisadî güvenlik, seyahat
özgürlüğü, bir ülkeyi terk etme ve ülkeye yerleşme özgürlüğü, emeğin
karşılığını alma, tövbe ve pişmanlık özgürlüğü, şeref ve itibar, ikamet,
evlenme, boşanma, akrabalık, malını dağıtma hakkı olarak sayılabilir.[40]
Yukarıda
zikredilen temel hak ve özgürlükler içinde din ve vicdan hürriyeti, insanın
sahip olduğu en önemli haklardan birisidir. Bu anlamda genel insan hakları için
ifade ettiğimiz değerlendirmelerin tamamı din ve inanç özgürlüğü için de
geçerlidir. Ayrıca unutmamak gerekir ki, insanlar diğer hiç bir alanda
olmadığından daha çok din ve inanç özgürlüğü konusunda duyarlı olmuşlar,
inançları uğruna, yurtlarını terk etmeyi, hatta ölümü dahi göze almışlardır.
Kur’ân’da geçen peygamber kıssaları ve bizzat Hz. Peygamber’in (sav) hayatı
bunun en büyük delili, tarih de bu ve benzeri hadiselerin en büyük şahididir.
Bu sebeple İlahi Mesaj’ın bu hak ve hürriyete verdiği önem üzerinde özellikle durulması
gerekir.
Hukukçulara
göre din ve vicdan hürriyeti kapsamına şu hususlar girer: İman etme, bağlı
bulunulan dinin esaslarına göre ibadet yapma, dini öğrenme, öğretme, neşir ve
tebliğ.[41]
Şüphesiz inanç hürriyetinin en temel unsuru, kişinin kendi hür iradesiyle
tercih ettiği kutsala iman etmesi, başka bir ifadeyle herhangi bir inanç
sistemini (din) kabul etmesidir. Zira din, insanın vicdanıyla ilgili bir
husustur ve hiçbir güç ve zorlama onu etkileyemez. Onu bu bağdan haricî bir
kuvvetin rolüyle koparmak mümkün olmadığı gibi, bu tür bir tavır onun hür
iradesine karşı bir saygısızlık ve haksızlıktır. Ayrıca zorla kabul ettirilen
bir inanç, gerçekte hiç bir anlam da ifade etmez. Zira baskıyla
gerçekleştirilmeye çalışılan inanç, o dine inananların (mümin) değil, şeklen
inananların (münafık) ortaya çıkmasına sebep olur. Esasında bu husus Kur’ân-ı
Kerîm لَا إِكْرَاهَ فِي الدِّينِ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ
الْغَيِّ
“Dinde zorlama yoktur, artık hak ile
batıl iyice ayrılmıştır” (Bakara, 2/256) ilahî hükmüyle açık
bir şekilde ortaya konulmuştur. Zira zorlama ile inancın bir arada bulunması
mümkün değildir. İnsanları yaratan ve onlara her türlü nimeti veren Allah hiç
bir zorlamaya yönelmeksizin, kendi yarattığı insanlara kendisine inanıp
inanmama hürriyeti vermişken إِنَّا هَدَيْنَاهُ
السَّبِيلَ إِمَّا شَاكِرًا وَإِمَّا كَفُورًا
“Biz insana hidayet verdik, sonra o ister şükreder isterse inkar
eder”(İnsan,76/3), kulların kendilerini bu konuda yetkili görmelerinin
anlamsızlığı açıktır. Buna göre İlahî mesaj insanlara açık olarak
iletildiğinde, peygamberin vazifesi tamamlanmış olur ve o, artık tebliği
ulaştırdığı insanların yaptıklarından sorumlu değildir. Hak ile batıl
birbirinden ayrıldıktan sonra, karar tebliğinin muhataplarına bırakılmıştır.
Kur’ân bu gerçeği Hz. Peygamber’e (sav) hitaben şöyle bildirir:
فَذَكِّرْ إِنَّمَا أَنْتَ مُذَكِّرٌ
() لَسْتَ عَلَيْهِمْ بِمُصَيْطِرٍ “Ey Muhammed, sen öğüt ver, çünkü sen ancak öğüt verirsin. Onların
üzerine zorlayıcı değilsin” (Gâşiye,
88/21-22).
فَإِنْ أَعْرَضُوا فَمَا
أَرْسَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ حَفِيظًا إِنْ عَلَيْكَ إِلَّا الْبَلَاغُ “Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki, biz seni onların üzerine bekçi
göndermedik, sana düşen sadece tebliğdir” (Şûra,
42/48).
إِنَّا أَنْزَلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ
لِلنَّاسِ بِالْحَقِّ فَمَنِ اهْتَدَى فَلِنَفْسِهِ وَمَنْ ضَلَّ فَإِنَّمَا يَضِلُّ
عَلَيْهَا وَمَا أَنْتَ عَلَيْهِمْ بِوَكِيلٍ
“Biz bu kitabı insanlar için sana hak ile indirdik. Artık kim doğru yola gelirse, kendi
yararınadır, kim de saparsa kendi zararına sapmış olur. Sen onlar üzerine vekil
değilsin”. (Zümer, 39/ 41).
.“De ki, Hak (bu Kur’ân) Rabb’inizdendir. Artık dileyen inansın, dileyen inkâr etsin” (Kehf, 18/29).
وَقُلِ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكُمْ فَمَنْ
شَاءَ فَلْيُؤْمِنْ وَمَنْ شَاءَ فَلْيَكْفُرْ
“Peygambere düşen sadece açık bir şekilde duyurmaktır” (Nûr, 24/54).
قُلْ يَا أَيُّهَا النَّاسُ قَدْ
جَاءَكُمُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكُمْ فَمَنِ اهْتَدَى فَإِنَّمَا يَهْتَدِي لِنَفْسِهِ
وَمَنْ ضَلَّ فَإِنَّمَا يَضِلُّ عَلَيْهَا وَمَا أَنَا عَلَيْكُمْ بِوَكِيلٍ “De ki, Ey İnsanlar! İşte
Rabbinizden gerçek geldi. Artık yola gelen kendisi için gelir, sapan da kendisi
zararına sapar. Ben sizin üzerinize
vekil değilim” (Yûnus, 10/108)[42].
Bu âyetler,
Nebevî mesajın din ve vicdan hürriyetine bakışını açık bir şekilde ortaya
koymaktadır. Buna göre İslâm’ı kabul veya ret noktasında hiç kimse zorlamaya
tabi tutulamaz. Çünkü dinin özünü hür bir seçimle yapılan iman oluşturur ve bir
dine bağlılığın ön önemli kıstası ise samimiyettir. İnanma gönüllü bir kabul
meselesidir. Zorlama ile gerçekleşen inanç ve ibadetin ise hiçbir anlamı ve
değeri yoktur. Eğer kişi, aklıyla imanın hakikatine ikna olursa onu kabul eder,
değilse reddeder. Herhangi bir baskı veya cezalandırma korkusuyla bir kimse bir
inancı-sırf hayatını kurtarmak için- kabul etmiş görünse bile- o, gerçek bir
inanan olmaz. Üstelik böyle bir kişi zorlama durumundan kurtulduğunda kabul
etmiş göründüğü inancı reddederek eski dinine dönecektir. Ayrıca
unutulmamalıdır ki, İslâm dini zorla kabul ettirilmeye çalışılırsa, o takdirde
insanın sorumluluğunun, seçme hürriyetinin, ilahi adaletin, ceza ve mükâfatın,
dünyanın bir imtihan yeri olmasının da bir anlamı kalmayacak, hesap gününden
söz etmek, âhiretten, cennet ve cehennemden bahsetmek mümkün olmayacaktır.[43]
Din
ve vicdan hürriyetinin inançtan sonraki ikinci basamağını amel etme (serbest
dini ibadeti îfâ) hürriyeti teşkil eder. Zira her din, bağlılarına bir takım
ibadet ve ayinler yapma görevi yükler. Buna göre bir dine inananlar, gerek
evlerinde, gerek ibadet mekânlarında, gerekse kamuya açık alanlarda bu
ibadetlerini rahatlıkla ifade edebilmelidirler.
Dinini
öğrenme, öğretme, yayma ve yayın yapma da din ve vicdan hürriyetinin olmazsa
olmaz şartlarındandır. Zira kişinin inandığı dini öğrenmesi ve kendisinden
sonraki nesillere öğretmesi en tabiî haklarındandır. Dinini yayma faaliyeti de
bu hakkının devamı mahiyetindedir. Son olarak örgütlenme hakkından bahsetmek
gerekir. Bu hak da inanç hürriyetinin temel esasları içinde yer alır.
Tabiatıyla aynı dine inanan kişilerin bir araya gelmeleri, dinî gayelerle
çeşitli örgütler kurabilmeleri, toplumsal faaliyetlerde bulunmaları doğaldır.[44]
Unutmamak gerekir ki, din hürriyeti hem şahıs hem de grup seviyesinde düşünülen
bir haktır. Bunun sebebi dinin ancak bir cemaatle var olduğu gerçeğidir.
Dolayısıyla İslâm hukukunda dini gruplara “millet” adı verilmiştir.[45]
Hz.
Peygamber’in (sav) din ve vicdan hürriyetiyle ilgili uygulamaları, yukarıda
sunulan teorik esaslar çerçevesinde gerçekleşmiştir. Allah Rasûlü (sav) İslâm’ı
insanlara tebliğ ettikten sonra onları vicdanlarıyla baş başa bırakmış, iman
edenleri din kardeşi olarak kabul etmiş, İslâm’a razı olmayıp eski inançları
üzerinde kalmak isteyenlere karşı herhangi bir menfî tavır takınmayarak onların
inançlarına saygı göstermiştir. Onun uygulamalarının esası tabiatıyla Kur‘ân’a
dayanmaktadır. Zira yüce kitapta Müslümanların gayr-i müslimlere karşı nazik ve
hoşgörülü olmaları öğütlenir:
وَلَا تُجَادِلُوا أَهْلَ الْكِتَابِ
إِلَّا بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ إِلَّا الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْهُمْ وَقُولُوا آمَنَّا
بِالَّذِي أُنْزِلَ إِلَيْنَا وَأُنْزِلَ إِلَيْكُمْ وَإِلَهُنَا وَإِلَهُكُمْ وَاحِدٌ
وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ
“İçlerinden zulmedenler hariç, Kitap ehliyle ancak en güzel tarzda
mücadele edin ve deyin ki: Bize indirilene de, size indirilene de inandık. Tanrımız ve tanrınız birdir ve biz O’na
teslim olanlardanız” (Ankebût, 29/46). Bu esaslar muvacehesinde
Nebevî mesaja muhatap olmalarına rağmen eski dinlerinde kalmak isteyenlere
karşı toleranslı bir şekilde muamele yapılmış ve onların inanç hakları teminat
altına alınmıştır. Bir Müslüman devletin başka dinden olanlara karşı takip
edeceği siyaset şu âyetle açıkça belirtilmiştir:
لَا يَنْهَاكُمُ اللَّهُ عَنِ الَّذِينَ
لَمْ يُقَاتِلُوكُمْ فِي الدِّينِ وَلَمْ يُخْرِجُوكُمْ مِنْ دِيَارِكُمْ أَنْ تَبَرُّوهُمْ
وَتُقْسِطُوا إِلَيْهِمْ إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُقْسِطِينَ (8) إِنَّمَا يَنْهَاكُمُ
اللَّهُ عَنِ الَّذِينَ قَاتَلُوكُمْ فِي الدِّينِ وَأَخْرَجُوكُمْ مِنْ دِيَارِكُمْ
وَظَاهَرُوا عَلَى إِخْرَاجِكُمْ أَنْ تَوَلَّوْهُمْ وَمَنْ يَتَوَلَّهُمْ فَأُولَئِكَ
هُمُ الظَّالِمُونَ
“Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan
çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan menetmez.
Çünkü Allah adalet üzere olanları sever. Allah sizi, ancak sizinle din hakkında
savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için yardın eden
kimselerle dost olmaktan meneder. Kim onlarla dost olursa işte zalimler
onlardır”. (Mümtehine, 60/8-9).
İslâm
toplumlarında başka dinlerden olanlara geniş din ve vicdan özgürlüğü imkânı
tanınmıştır. Gayr-i müslimlere gösterilen din ve vicdan hürriyeti; inanç
hürriyeti, dinî ayin, ibadet ve öğrenim hürriyeti gibi alanlarda kendini
gösterir. İslâm dini her şeyden önce gayr-i müslimlere kendi inançlarını koruma
izni vermiştir. Hz. Peygamber’in (sav), Mekke’den Medine’ye hicretinden sonra
tanzim ettiği Medine Sözleşmesi’nin 25. maddesi özellikle bu konuya
hasredilmiştir:
“Benû Avf Yahudileri, müminlerle birlikte olarak
bir ümmet (camia) teşkil ederler.
Yahudilerin dinleri kendilerine, müminlerin dinleri kendilerinedir. Buna
gerek bizzat kendileri, gerekse mevlâları dahildir”[46].
Allah
Rasûlü’nün (sav) gayr-i müslimlere tanıdığı din ve vicdan hürriyeti konusunda
en bariz örnekleri onun Necran Hıristiyanlarıyla ilgili uygulamalarında görmek
mümkündür. Hz. Peygamber (sav), Medine’ye gelen Necran heyetini İslâm’a davet
etmiş, ancak onlar cizye ve harac mukabilinde kendi dinlerinde kalma şartıyla
bir barış anlaşması yapmak istemişlerdir. Anlaşmanın konumuzla ilgili kısmında
şöyle denilmektedir:
“Onların mallarına, canlarına, dinî hayat ve
tatbikatlarına, hazır bulunanlarına, bulunmayanlarına, ailelerine, mabetlerine
ve az olsun çok olsun onların mülkiyetinde bulunan her şeye şamil olmak üzere,
Allah’ın himayesi ve Rasûllüllah Muhammed’in zimmeti Necranlılar ve onların
tabileri üzerine haktır. Hiç bir
piskopos kendi dinî vazife mahalli dışına, hiç bir papaz kendi vazifesini
gördüğü kilisenin dışına çıkarılmayacak, hiç bir rahip içinde yaşadığı
manastırın dışında başka bir yere alınıp gönderilmeyecektir...”.[47]
Hz.
Peygamber (sav) Necranlılara benzer şekilde dinleri üzerinde kalmak isteyen bir
kısım Yemenliye de geniş din serbestliği tanımıştır. Nitekim bölge idarecisi
Muaz b. Cebel’e gönderilen talimatnamede Yemenlilere şu şekilde hitap edilmiştir:
“Ben Muaz b. Cebel’i, sizi hikmet ve iyi söz ile
Rabb’inin yoluna davet etmesi için gönderdim. O, Allah’ın razı olduğu şeyi
kabul edecek, olmadığı şeyi reddedecektir. İçinizden her kim Allah’ın birliğini
ve Muhammed’in (sav) onun kulu ve peygamberi olduğunu kabul eder ve tam bir teslimiyetle
İslâm’a girerse, o kişi Müslümanların tüm haklarını elde etmiş ve onların
sorumluluklarını yüklenmiş olur. Kim de cizye vermek suretiyle eski dini
üzerinde kalmak isterse, o kendi dini üzerine bırakılır. Bu halde o kimse
Allah’ın, onun peygamberinin ve müminlerin koruması altındadır; öldürülmez,
esir edilmez, kendisine gücünü aşan sorumluluk yüklenmez ve dinini terk etmesi
için kendisine herhangi bir baskı uygulanmaz”.[48]
Hz.
Peygamber’in (sav) gayr-i müslimlere tanıdığı dinî ayin ve ibadetlerini icra
etme hürriyeti bunun tabii sonucu olarak kilise, havra vb. gibi mabetlerin
korunmasını da içine almaktadır.[49] Nitekim
Hz. Peygamber’in (sav) Necran Hıristiyanlarıyla yapmış olduğu zimmet
anlaşmasında onların mabetlerine dokunulmayacağı yukarıdaki metinde açıkça
belirtilmiştir. Ayrıca gayr-i müslimlere dinlerinin esaslarını öğrenme,
çocuklarına öğretme hürriyetinin tanınmış olduğunu aynı metinlerden çıkarmak mümkündür.
Zira din ve vicdan hürriyeti; ibadet hürriyeti, dini yaşama, yayma ve öğretme
hürriyeti bir bütün olarak değerlendirilmektedir. Bu hürriyetlerden herhangi
birinin ortadan kaldırılması veya kısıtlanması doğrudan inanç hürriyetinin
zedelenmesi anlamına gelecektir. Bu nedenle bir piskopos, papaz veya rahibin
görev yerinin dahi değiştirilmeyeceği garantisi veren Hz. Peygamber’in (sav),
onların inançlarını yayma ve öğretme hürriyetlerini tanımamış veya kısıtlamış
olması düşünülemez.
Gayr-i
müslimler, din ve vicdan özgürlüğünün tabiî sonucu olarak aile, borçlar, miras
gibi özel hukuk alanlarında ve şahsî hakların gerektirdiği diğer hukukî
konularda tam bir serbestlik içinde olmuşlardır. Onlara, hukukî ihtilaflarını
kuracakları cemaat mahkemelerinde kendi mevzuatlarına göre çözme imkânı
tanınmıştır.[50]
Allah Rasûlü (sav), Hendek savaşı esnasında Mekke müşrikleriyle anlaşmak
suretiyle Müslümanlara ihanet eden Kureyza Yahudilerini İslâm hükümlerine göre
değil, Yahudi şeriatına göre yargılamış ve cezalandırmıştır.[51]
Zimmîlere tanınan hukukî ve kazaî muhtariyet, Hz. Peygamber’den (sav) sonraki
İslâm tarihi sürecinde düzenli bir şekilde uygulanmıştır.[52]
Burada
ortaya konulan esaslar sadece Hz. Peygamber (sav) zamanında değil, daha sonraki
İslâm tarihi sürecinde de devlet idarecilerinin aslî görevleri ve dinen
uymaları gereken talimat niteliğinde olmuştur. Gayr-i müslimlere tanınan dinî
ve sosyal haklar aynen korunmaya devam edilmiştir. Dinîi eğitim ve öğretim,
ayin ve ibadetler ve mabedler hukukun himayesi altına alınmıştır. Yapılan anlaşmalara
dayanarak onlar gerek ibadet yerlerinde, gerekse açtıkları okullarda dini
eğitim ve öğretimi tam bir serbestlik içinde verme imkânına kavuşmuşlardır. Bu
haklarından başka bazı sınırlamalar dışında İslâm ülkelerinde kural olarak
Müslümanlarla eşit bir ikamet ve seyahat hürriyetine sahip olmuşlar, çalışma
hürriyeti bakımından herhangi bir engellemeye tabi tutulmamışlardır. Gayr-i
müslimlerin ticaret hayatının her alanında faaliyet göstermelerine izin
verilmiştir. Sosyal yönü yanında temelde bir ibadet olan zekât gelirlerinden
müellefe-i kulûb dışındaki gayr-i müslimlere harcama yapılamayacağı konusunda
birliği bulunmasına karşılık, fukahânın büyük bir kısmı onlara sadaka
verilebileceğine hükmetmiştir. İslâm hukukçuları gayr-i müslimlerin devlet
başkanı seçme ve bu göreve seçilme hakkına sahip olmadıkları, ordu
kumandanlığı, valilik ve hâkimlik gibi görevlere getirilemeyecekleri konusunda
görüş birliği içindedir. Hukukçuların genel eğilimine rağmen Muaviye’nin
halifeliği döneminden itibaren gayr-i müslimlerin devlet kademelerinde
çalıştırıldıkları, çeşitli divanların yönetimi yanında valilik ve vezirlik
makamına kadar yükseldikleri görülmektedir.[53]
Gayr-i
müslimler iktisadî alanda da önemli haklara sahip olmuşlardır. Ekonomik hayatın
dinî topluluklara göre bölünmemesi, çarşı ve pazarların müşterek olması
sebebiyle ekonomik alanda gayr-i müslimler büyük etkinlik göstermişlerdir. Müslümanlarla
diğer inanç sahipleri arasında her türlü ticarî faaliyetin mubah sayılması,
onların hem iç, hem de dış ticarette etkili bir konuma gelmelerine imkân sağlamıştır.
İlk fetihlerin ardından çok defa topraklar ganimet olarak dağıtılmayıp yerli
halka bırakıldığı için, ziraat hayatı büyük ölçüde onların elinde kalmıştır. [54]
İslâm dini sadece barış zamanında değil, savaş şartlarında dahi
başka milletlerden olan ve hukukî anlamda düşman sayılan toplulukların
haklarını korumuştur. Buna göre savaş esnasında da olsa soykırım ve katliam
yapmak yasaklanmış, savaştan kaçan yaralıların öldürülmesi engellenmiş,
kadınlara, çocuklara ve din adamlarına dokunulmaması hükmü getirilmiştir.[55] Bu
hususta Hz. Ebû Bekir’in Şam bölgesine gönderdiği ordunun komutanı Üsâme b. Zeyd’e verdiği
talimatlar Nebevî mesajın evrensel
esaslarını ortaya koyar mahiyettedir:
“Size on şey tavsiye ediyorum ki,
bunlara uyunuz: Hainlik yapmayınız. Vefasızlık etmeyiniz. Haddi aşmayınız. Kimsenin
uzuvlarını kesmeyiniz.
Çocukları, kadınları ve ihtiyarları öldürmeyiniz.
Hurma ağaçlarını kesip yakmayınız. Koyun,
inek ve deve gibi hayvanları ihtiyaçtan başka bir maksat için kesmeyiniz. Yolda manastırlara çekilmiş adamlara rastlayacaksınız, onları kendi hallerine bırakınız”.[56]
SONUÇ
Netice olarak insana sırf insan olduğu için değer
veren, insanlar arasında dil, din, ırk ayrımı yapmayarak hoşgörü ve toleransın
en ideal ilkelerini ortaya koyan Kur'ân, insanlığı tatmin edecek bir hayat
anlayışını ortaya koymuştur. Buna göre, ırkı ve dini ne olursa
olsun bütün insanlara din, dil, inanç, ve fikir hürriyyeti verilmiş; herkese yaşama, neslini
devam ettirme, mal-mülk edinme ve hukuk önünde eşitlik haklarını tanımıştır. Hz. Peygamber (sav) gerek sözleri gerekse
uygulamalarıyla insanın onuru ve değeriyle alakalı olarak Kur’ân’ın ortaya
koyduğu temel prensipleri uygulamaya koymuş ve bunun en güzel örneklerini
sunmuştur.
İslam
dünya görüşüne göre herkesin ırzının, namusunun, şeref
ve haysiyet ve onurunun ve meskeninin dokunulmaz olduğu hususu tartışmasızdır. Gerek Kur’an’da dile getirilen,
gerekse Hz. Peygamber’in (sav) örnekliğiyle vücut bulan bu ilkelerden beslenmiş
olan Müslümanların
yaşadığı geniş coğrafyada halk ve devlet, -genel
olarak- kendisi gibi inanmayanlara saygılı olmuş ve onların her türlü insani
haklarını tanıyarak, onlara dinlerinde, dillerinde ve eğitimlerinde, ticaretlerinde
geniş
serbestiyetler tanımıştır. Netice olarak Müslümanlarla gayrimüslim unsurlar
asırlarca huzur
içerisinde bir arada yaşama imkanı bulmuşlardır.
[1]
Batı ve Hıristiyan dünyasında insan
hakları tarihi hakkında geniş bilgi için bk. Özdağ, Ümit, Batı’da İnsan
Haklarının Doğuşu, Doğuda ve Batı’da İnsan Hakları, (Kutlu Doğum Haftası
1993-1994), Ankara 1996, s. 17-81.
[2]
Bolay, Süleyman. Hayri, İnsan Haklarının Felsefî Temelleri, Yeni
Türkiye, sy. 21, Ankara 1998, s. 121
[3]
Karatepe, Şükrü, İnsan Haklarının İlâhî Temelleri, Doğu’da ve Batı’da İnsan Hakları,
Ankara 1996, s. 109
[4] Şener, Sami,
İnsani Haklara Bakış’ta İNSO, Yeni Türkiye, sy. 21, Ankara 1998, s.
100-101; Yılmaz, Aytekin, Günümüzde İnsan Hakları ve Türkiye, Yeni Türkiye,
sy. 21, Ankara 1998, s. 152. Ayrıca bk. Akın, İlhan, Temel Hak ve
Hürriyetler, Ankara 1968, s. 3.
[5]
Erdoğan, Mustafa, Anayasal Demokrasi, Ankara 1996, s. 133.
[6]
Karatepe, Şükrü, İnsan Haklarının
İlahi Temelleri, s. 109.
[7]
Bolay, S. Hayri, İnsan Haklarının Felsefî Temelleri,
s. 121.
[8]
Hatemi, Hüseyin, İnsan Hakları, Yeni
Türkiye, İnsan Hakları Özel Sayısı, Yıl. 4, sy. 21, Mayıs-Haziran 1998, s.
166.
[9]
Ersoy, Hamit, İnsan Hakkı Olarak Din Özgürlüğü; Engeller ve Çıkış Yolu, Yeni
Türkiye, sy. 22, Ankara 1998, s. 742.
[10]
Köktaş, M. Emin, İnsan Hakları Bildirgelerinde Din Sorunu, Türkiye
Günlüğü, sy. 54 Ocak-Şubat, Ankara 1999, s. 45.
[11]
Kocaoğlu, A. Mehmet, Ekonomik ve Sosyal Haklar, Yeni Türkiye,
sy. 22, Ankara 1998, s. 1065-1066.
[12]
Özdağ, Ümit, Batı’da İnsan Haklarının
Doğuşu, s. 17.
[13]
Çoban, Ali Rıza, İnsan Haklarının
Felsefi Temelleri-Tartışmalar, Yeni Türkiye, İnsan Hakları Özel Sayısı,
Yıl. 4, sy. 21, Mayıs-Haziran 1998, s. 187.
[14]
Haklar ve Özgürlükler Antolojisi,
(ed. Coşkun Can Aktan), Ankara 2000, s.157-162.
[15]
Karatepe, Şükrü, İnsan Haklarının İlahi
Temelleri, s. 109.
[16]
Hatemi, Hüseyin, İslâm’da İnsan Hakları
ve Adalet Kavramı, Doğuda ve Batı’da İnsan Hakları, (Kutlu Doğum Haftası
1993-1994), Ankara 1996, s. 5.
[17]
Bolay, S. Hayri, İnsan Haklarının Felsefî Temelleri,
s. 121.
[18]
Yılmaz, Aytekin, Günümüzde İnsan
Hakları ve Türkiye, s. 152.
[19]
Kocaoğlu, A. Mehmet, Ekonomik ve Sosyal Haklar,s. 1066-1067.
[20]
Aktan, Coşkun Can, Özgürlüklerin İki
Boyutu: Siyasal Özgürlükler ve Ekonomik Özgürlükler, Yeni Türkiye, 22,
1998, s. 1078.
[21]
Öztürk, Levent, İslâm Toplumunda
Birarada Yaşama Tecrübesi, İstanbul 1995, s. 49.
[22]
Bolay S. Hayri, İnsan Haklarının Felsefî Temelleri, s. 124.
[23]
Lewis, Bernard, Çatışan Kültürler,
(çev. Nusreddin el-Hüseyni), İstanbul 1996, s. 58.
[24]
Hukukta geçen ismet kavramının İlm-i
kelamda “yanılmazlık” anlamında kullanılan ve peygamberlerin sıfatları arasında
yer alan ismetten farklı olduğu unutulmamalıdır.
[25]
İslâm hukukunda insan hakları
kavramıyla ilgili olarak Hukûku’l-Âdemiyyîn, Hukûku’n-Nâs, ismet, hurmet, men’,
el-usûl el-hamse, külliyât, zarûriyyât, kerâmet gibi kavramlar da
kullanılmıştır. bk.Şentürk, Recep, İnsan Hakları ve İslâm, İstanbul
2007, s. 21-25, 35. Bu hususta modern hukuk teriminde insan hakları kavramının
karşılığı ise “hukûku’l-insan”dır. (Şentürk, s. 42).
[26]
Serahsî, Usûl, (ed. Ebu’l-Vefâ
el-Afgâni), İstanbul 1984, II, 333.
[27]
Şentürk, Recep, İslâm’da İnsan Hakları
ve Dokunulmazlık, Diyanet Aylık Dergi, sy. 206, Şubat 2008, s. 7.
[28] İbn İshak, Sîre, (thk.
Muhammed Hamidullah), Konya, 1981, s. 94. Hz. Peygamber (sav), “İbadetlerinizi tamamladığınızda atalarınızı
hatırladığınız gibi, daha güçlü bir şekilde Allah’ın hatırlamaya devam edin…”
âyetinin (Bakara, 2/200) nazil olmasının ardından, Allah’ın, kibir ve azameti,
ayrıca babalar ile övünmeyi yasakladığını beyan etmiştir. İbn İshak, Sîre, s.
77.
[29]
Ahmed b. Hanbel, Müsned, I-V,
Beyrut ts., VI, 11; İbn Abdirabbih, Kitabu
Ikdi’l-Ferîd, I-VII, Kâhire 1965, IV,
57. Bu konuda ayrıca bk. Ateş, Süleyman, “Kur’an’da İnsan Hakları”, I.
Kur’an Sempozyumu, Ankara 1994, s. 345-354.
[30]
Bilgi ve değerlendirmeler için bk.
Şener, Mehmet, Veda Hutbesi’nin İnsan Hakları Yönünden Kısaca Tahlili, Doğuda
ve Batı’da İnsan Hakları, (Kutlu Doğum Haftası 1993-1994), Ankara 1996, s.
125-130.
[31]
Karatepe, Şükrü, İnsan Haklarının İlahi
Temelleri, s. 113.
[32]
Gazâlî, el-Mustasfâ, Beyrut
1994, I, 633-637.
[33]
bk. Buhârî, Mezâlim 33, Müslim, İmân
226; Ebû Dâvud, Sünne 29; Tirmizî, Diyât 22; Nesaî, Tahrîm
22-24; İbn Mâce, Hudûd 21.
[34]
Şentürk, Recep, İnsan Hakları ve
İslâm, s.178-179.
[35]
Buhârî, Mezâlim ve’l-Gasb 10;
Tirmizî, Kıyamet 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 303, 334, 372.
[36]
Şentürk, Recep, İnsan Hakları ve
İslâm, s. 202-203, 267-268.
[37]
Karaman, Hayrettin, İslâm’a Göre İnsan
Hakları ve Ödevleri, Yeni Türkiye, İnsan Hakları Özel Sayısı, Yıl. 4,
sy. 21, Mayıs-Haziran 1998, s. 236.
[38]
Hatemi, Hüseyin, İslâm’da İnsan
Hakları ve Adalet Kavramı, s. 11.
[39] Buhârî, Hacc
132; Vâkıdî, Kitabü’l-Meğâzî, (thk. Marsden Jones), I-III, Beyrut 1984, III,
1103; İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebevîyye, es-Sîretü’n-Nebevîyye,
(thk. Mustafa es-Sakkâ-İbrahim el-Ebyârî-Abdülhâfız Şelebî), I-IV, Beyrut ts.,
IV, 250-252; İbn Sa‘d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ,
I-VIII, Beyrut ts. (Dâru Sâdır)., II, 184-186.
[40]
Bolay, Süleyman H., İnsan Haklarının Felsefî Temelleri,
s. 122-123. Bu konuda ayrıca bk. Karaman, Hayrettin, İslâm’a Göre İnsan Hakları
ve Ödevleri, s. 236-244. Temel insan hakları konusunda Kur’an’ın ortaya koyduğu
hükümler ve değerlendirmeleri için bk. Hatemi, Hüseyin, İnsan Hakları
Öğretisi, İstanbul 1988, s. 309-316.
[41]
Armağan, Servet, İslâm Hukukunda
Temel Hak ve Hürriyetler, Ankara 1992, s. 105.
[42]
Ayrıca bk. En’âm 6/107, Nahl 16/88,125,
Yûnus 10/99, Ahzâb, 33/45-46, Şûrâ 42/48.
[43]
Canikli, İlyas, Kur’an’da ve Hz. Peygamber’in Öğretilerinde İnanç ve İnandığını Yaşama
Hürriyeti, Yeni Türkiye
sy. 22, Ankara 1998, s.769
[44]
Din ve Vicdan Hürriyetinin kapsamı
hakkında bk. Dursun, Davut, Din ve Vicdan Hürriyetinin Siyasal Sistem Açısından
Anlamı ve Uygulaması, Doğuda ve Batı’da İnsan Hakları, (Kutlu Doğum
Haftası 1993-1994), Ankara 1996, s. 95-97. Ayrıca bk. Köse, Saffet, İslâm
Hukuku Açısından Din ve Vicdan Hürriyeti, İstanbul 2003, s. 16-18.
[45]
Şentürk, Recep, İnsan Hakları ve
İslâm, s. 26.
[46]
Hamidullah, Muhammed, el-Vesâiku’s-Siyasîyye, Beyrut 1985, s.
61; İslâm Peygamberi, I-II (çev.
Salih Tuğ), İstanbul 1990, I, 196, 208
[47]
Hamidullah, Muhammed, el-Vesâik, s. 176-179.
[48]
Hamidullah, Muhammed, el-Vesâik, s. 213.
[49]
Özel, Ahmet, “Gayr-i Müslim”, DİA, XIII, 421.
[50]
Köse, Saffet, İslâm Hukuku Açısından
Din ve Vicdan Hürriyeti, s. 34-39.
[51]
İbn Hişam, es-Sîretü’n-Nebevîyye, III, 188-189; İbn Sa‘d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ,
II, 75.
[52]
Aydın, M. Akif, “Din”, DİA, IX, 327.
[53]
Özel, Ahmet, “Gayr-i Müslim”, DİA,
XIII, 421-422.
[54]
Özel, Ahmet, “Gayr-i Müslim”, DİA,
XIII, 424.
[55]
Buhârî, Cihad 147, 148; Müslim Cihad
1.
[56] Vâkıdî, Kitabu’r-Ridde, (thk. Yahya
el-Cebûrî), Beyrut 1990, s. 70-71; Taberî, Tarihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, (thk. Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim), I-XI, Beyrut
ts. (Dâru’s-Süveydân)., III, 226-227; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Tarih, I-IX, Beyrut 1986., II, 227.
0 yorum:
Yorum Gönder