26 Nisan 2017 Çarşamba

İslam’da İnsanın Değeri ve Hakları Üzerine

Prof. Dr. Adem APAK

GİRİŞ

Temel insan hakları kavramının ilk olarak Fransız İhtilâli’nin ardından Batı düşüncesinde ortaya çıktığı görüşü genel bir kabul görmekle birlikte[1], bu hakların tanınması ve uygulanmasının geçmişi milattan üç bin yıl öncesine kadar götürülerek Eski Mısır’da Güneş Tanrısı Râ’nın, bütün insanların eşitliğini ilân etmesi buna örnek gösterilir.[2] Başlangıcı insanlık tarihinin erken dönemlerine kadar ulaşan temel insan hakları mevzuu gerek ülkemiz, gerekse milletlerarası kamuoyunda en çok tartışılan ve gündem oluşturan konuların başında yer almaktadır. Nihayet 1948 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nca kabul edilmesiyle birlikte insan hakları meselesi uluslararası resmî bir hüviyet kazanmıştır.
Günümüze kadar varlığı ve etkinliği devam eden başlıca hukuk sistemleri, felsefî ve dinî ekoller genel anlamda insanın dokunulmaz, vazgeçilmez hak ve hürriyetlere sahip olduğu noktasında görüş birliği içerisindedirler.[3] Buna göre temel insan hakları, insanın sırf insan olduğu için doğuştan kazandığı, vazgeçilmez, devredilemez, kutsal haklar demektir.[4] Hangi etnik, dinî, veya meslekî topluluktan olursa olsun her insanın, yalnızca insan olmak itibariyle sahip olduğu değeri korumaya yönelik faaliyet potansiyelinin başkaları tarafından tanınmasını ve her türlü müdahaleye karşı korunmasını gerektiren en üstün ahlakî iddia, onun hak talep etmesidir.[5]
İnsan haklarının varlığı ve gerekliliği hususunda mutabakat temin edilmiş olmakla birlikte, mahiyeti konusunda henüz bir fikir birliği sağlanamamıştır. Bununla birlikte yine de yaklaşımların genelinde “insanın diğer yaratıklardan farklı ve üstün” olduğu düşüncesinden hareket edildiği tespiti yapılabilir.[6] Buna göre insan haklarının felsefî temeli, insanın taşıdığı ontolojik değeri ve ona duyulan saygıdır. İnsan, varlığı bakımından kendisi dışındaki canlılardan farklı bir yapıya ve yaratılışa sahiptir; dolayısıyla kendisine has hakları olmalıdır.[7]
İnsan hakları kavramı, esasında “hak” kavramına bağlı olarak gelişmiştir. Dolayısıyla insana hakkını vermek, ona yapılan bir iyilik yapmak ve lütufta bulunmak değil, onun zaten sahip olduğu statüsünün tanımaktır. Bağış veya lütuf kavramında, bağışlamayı yapan etkin ve egemen statüsündedir. İnsan hakları kavramında ise, bu hakları tanıyan ve bu haklara saygı duyan kişi egemen kişi değil, sadece “doğru düşünen kişi” olarak kabul edilir. Dolayısıyla başkalarının haklarının tanıyanlar sadece doğru olanı yapmaktadır, onlar bunu yapmakla kendilerine ayrıca bir övünme payı çıkaramazlar.[8] 
Temel insan hakları bir bütün olarak kabul edildiği için, aralarında herhangi bir ayrım yapmak söz konusu değildir; bu haklardan bir kısmını kabul etmek, bir kısmını ise reddetmek mümkün olmaz. Benzer şekilde kimi şahıs ve zümrelerin haklarını kabul ederken, kimileri için reddetmek de tutarsız bir davranıştır. Çünkü bu tür bir anlayış evrensel insan haklarının tabiatına aykırıdır.[9]
İnsan hakları kavramı aynı zamanda özgürlük kavramını da çağrıştırır.[10] Hatta evrensel insan haklarının temelini teşkil eden bu iki kavramı esas olarak birbirinden ayırmak da mümkün değildir. Çünkü insan hakları, hak veya hürriyet, ya da temel hak ve özgürlükler gibi tanımlamalar, günlük konuşma ve yazı dilinde çoğu zaman aynı anlamda kullanılmaktadır; bunlar arasında mahiyet değil, sadece muhteva farkı vardır. Burada kısaca anlamları açıklamak gerekirse Hürriyet, herhangi bir kısıtlamaya tabi tutulmaksızın düşünme veya davranma, her türlü dış tesirlerden bağımsız olarak karar verebilme demektir. Hak ise, hukukun toplum ve insanlara tanımış olduğu, çerçevesi çizilmiş yetki ve imtiyazlar bütünü anlamına gelir. Bu iki kavramın doğrudan ilişkisi sebebiyle hürriyet, bir hak olarak kabul edilir. “Hak ile özgürlük, aslında bir tek gerçeğin iki yönüdür, bir madalyonun iki yüzü gibidir. Çünkü özgürlük bir hak olduğu gibi, her hak da özgürlükle gerçekleşir. Hak özgürlüğün konusu, özgürlük ise hakkın gerçekleşme vasıtasıdır. Hak yoksa özgürlük gereksiz, özgürlük yoksa hak faydasız hale gelir”.[11] Bun göre hak, insanın özgürlüklerinin sınırını çizer ve onu gerçekleştirir.[12]

1. Temel İnsan Hak ve Özgürlükleri

İnsanlık tarihi bir bakıma hak ve hürriyet mücadeleleri tarihidir. Bu mücadeleler sonucunda insanlar sosyal ve siyasî yapılar teşkil etmişler, bu yapılar içinde hak ve hürriyetlerini teminat altına almaya çalışmışlardır. Günümüzde ise insan hakları, siyasî sistemin etiği olarak hukuk devleti ve demokrasi kurumları açısından meşruiyetin kaynağı olarak görülür. Bu sebepledir ki, devletler genel olarak insan haklarını korumayı ve gerçekleştirmeyi birinci amaç olarak belirlemişler, insan haklarını anayasalarının en başına almak suretiyle devletin insan haklarına saygılı, hatta insan haklarına dayalı olduğunu vurgulama ihtiyacı duymuşlardır.[13] 10 Aralık 1948 yılında Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’yle bu husus, uluslararası bir boyut kazanmıştır. Bu bildirgeye göre bütün insanların özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğdukları, akıl ve vicdan sahibi kabul edildikleri, birbirlerine karşı kardeşlik anlayışıyla davranmaları gerektiği vurgulanmış (1.madde); herkesin ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal ya da başka herhangi bir düşünce, ulusal ya da toplumsal köken, servet ve başka herhangi bakımdan bir ayrım gözetilmeden bu bildiride ilân edilen bütün hak ve özgürlüklerden yararlanmasının esas olduğu ilân edilmiştir. (2.madde). Belgede öne çıkan diğer haklar ise şöyle sıralanır:
“Yaşamak, özgürlük ve kişi güvenliği herkesin hakkıdır” (3. madde); “Hiç kimse kölelik veya kulluk altında tutulamaz” (4. madde); “Herkes nerede olursa olsun hukuk kişiliğinin tanınması hakkına sahiptir” (6. madde); “Hiç kimse keyfî olarak tutuklanamaz, alıkonamaz ve sürgün edilemez” (9. madde); “Hiç kimsenin özel yaşamına, ailesine, konutuna ve haberleşmesine keyfî olarak karışılamaz, onur ve ününe saldırılamaz. (12. madde); “Herkesin tek başına veya başkalarıyla ortaklaşa mal ve mülk edinme hakkı vardır, hiç kimse keyfî olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılamaz” (17. madde); “Herkesin düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne hakkı vardır, bu hak din veya inanç değiştirme özgürlüğünü, dinin ya da inancın tek başına veya topluca, açık veya özel olarak öğretme, uygulama, ibadet ve törenlerle açığa vurma özgürlüğünü içerir” (18. madde); “Herkesin fikir ve anlatım özgürlüğüne hakkı vardır, bu hak fikirlerinden ötürü rahatsız edilmemek, ülke sınırları söz konusu olmaksızın bilgi ve görüşleri her yoldan aramak, almak ve yaymak özgürlüğünü kapsar” (19. madde); “Herkes, ülkesinin kamu hizmetlerine eşit olarak girme hakkına sahiptir” (21.madde); “Herkesin, toplumun bir üyesi olarak sosyal güvenliğe hakkı vardır, ayrıca onuru ve kişiliğinin serbestçe gelişmesi için gerekli olan ekonomik, sosyal ve kültürel hakların ulusal çaba ve uluslararası işbirliği yoluyla ve her devletin örgüt ve kaynaklarıyla orantılı olarak gerçekleştirmesine de hakkı vardır” (22.madde). “Herkes eğitim görme hakkına sahiptir. Eğitim en azından ilk ve temel aşamasında ücretsizdir. İlköğretim zorunludur. Teknik ve mesleki eğitimden herkes yararlanabilmelidir. Yüksek öğretim yeteneğe bağlı olarak herkese tam bir eşitlikle açık olmalıdır. Eğitim, insan kişiliğinin tam gelişmesi ve insan haklarıyla temel özgürlüklere saygının güçlendirilmesi amacına yönelik olmalıdır. Eğitim, bütün uluslar, ırk ve din toplulukları arasında anlayış, hoşgörü ve dostluğu özendirmeli ve Birleşmiş Milletler’in barışın sürdürülmesi yolundaki çalışmalarını geliştirmelidir. Ana ve baba, çocuklarına verilecek eğitim türünü seçmeden öncelikli hak sahibidir” (26. madde).
Birleşmiş Milletler Bildirgesi, temel hak ve özgürlükler 29 madde halinden sayıldıktan sonra şu hükümle tamamlanır:
“Bu bildirinin hiçbir hükmü, herhangi bir devlet, topluluk ya da kişiye Bildiri’de açıklanan hak ve özgürlükleri yok etmeye yönelik bir davranışa girişme, ya da eylemde bulunma hakkını verir anlamda yorumlanamaz” (30. madde).[14]      
Temel insan hak ve hürriyetleri insanın vücut bütünlüğüne yönelik olanlar; düşünce ve inanca yönelik olanlar; ekonomik ve sosyal nitelikli olanlar şeklinde üç ayrı kategoride ele alınır. Şahıs dokunulmazlığı, yaşama, seyahat ve yerleşme hakları birinci grup içinde yer alan haklardır. Düşünceyi açma ve yayma, inanç ve ibadet hakkı, siyasî düşünce ve kanaat hakkı gibi hürriyetler ikinci gruba girer. Mülkiyet, çalışma, sosyal güvenlik, sağlık, çevre vs. haklar üçüncü kategoride yer alır.[15] Bu haklardan hangisinin öncelik taşıdığı hususunda ortak bir fikre ulaşılması zordur. Bununla birlikte yaşama hakkı, diğer hakların gerçekleşebilmesi için insanın sahip olduğu ilk hak olarak kabul edilir. Zira insan haklarının tam olarak tanınmış sayılması için, her şeyden önce yaşama hakkının güvenceye bağlanması şarttır.[16] Bu hak gerçekleşmeksizin diğer hakların kendini göstermesi mümkün olamaz. Ontolojik olarak, yaratılan insanın yaşama hakkı, en temel ve önemli hakkıdır. Dolayısıyla hayatına kast eden kimseye karşı doğal olarak kendini savunma hakkı vardır. Bu hakkının yanında, başka çare bulamadığı zaman, hayatı kendisi ile paylaşmayan başka insana karşı saldırma hakkı da doğar. Hayat hakkı, kendi varlığını sürdürme hakkının tabiî sonucu olarak üreme ve neslini devam ettirme hakkını da içinde barındırır.[17]
Siyasî haklar günümüzde en fazla gündemde olan temel insan hakları arasında yer alır. Seçme, seçilme ve yönetime katılma gibi haklar bu hususta akla gelen siyasî haklar cümlesindendir. Bunun yanında ekonomik ve sosyal haklar da temel insan hakları arasında kabul edilmiştir. Nitekim pek çok ülke uygulamada anayasalarında ekonomik ve sosyal haklara yer vermektedir.[18] Zira ekonomik ve sosyal haklar olmadan toplum içinde refah ve mutluluğu gerçek anlamda sağlamak mümkün değildir. Aynı şekilde insanın yaşaması ve varlığını sürdürmesi için ekonomik, sosyal ve kültürel ihtiyaçlarını gidermek bir zorunluluktur. Ekonomik, sosyal ve kültürel haklara klâsik haklar dediğimiz medenî ve siyasal hak ve özgürlükler bütünleşmeden, insan haklarının sağlanmasının ve kullanılabilirliğinin mümkün olmadığı kesin bir biçimde ortaya çıkmıştır.[19] Ekonomik özgürlüklerden, bireylerin serbestçe iktisadî faaliyetlerde bulunabilmelerini ve bu faaliyetler sonucunda elde ettikleri değerleri dışarıdan herhangi müdahale olmaksızın özgürce kullanabilmeleri kastedilir. Bu tanım çerçevesinde teşebbüs özgürlüğü, mübadele özgürlüğü, sözleşme özgürlüğü, mülkiyet özgürlüğü ve tercih özgürlüğü ekonomik özgürlüklerin başlıcaları olarak sayılabilir.[20]

2. İslâm Dünya Görüşüne Göre Temel İnsan Hak ve Özgürlükleri

Temel insan hakları Batı kaynaklı bir kavram olarak kabul edilmekle birlikte, aslında Hıristiyan kaynaklı değildir. Zira insan hakları başta Katoliklik olmak üzere, Ortodoksluk ve Protestanlık tarafından pek sempatik görülmemiştir.[21] Batı dünyasının bu konuda sicili çok kötüdür. Zira jenosit, engizisyon, otuz yıl savaşları, yüz yıl savaşları Batı tarihine ait kavramlar ve hadiselerdir.[22] Hıristiyanların geçmişiyle karşılaştırıldığında insan hakları bakımından İslâm tarihinin çok olumlu tecrübelere sahip olduğu ise açık bir gerçektir. Bu hususta müsteşrik Bernard Lewis’in tespitleri dikkat çekicidir: Ona göre İslâm dünyası, bileşimiyle çeşitli, karakteriyle çoğulculuğa sahiptir. Müslümanlar, kendi içlerinde inanç ve ibadet bakımından önemli farlılıklara hoşgörüyle bakmaya yatkındı; onayladıkları öteki dinlere toplumda belirli bir yer vermeye de razıydılar. Bu durum modern çağda bazen yanlış bir biçimde eşitlik gibi sunulmuştur.  Elbette eşitlik söz konusu değildir ve Ortaçağ toplumunda böyle bir eşitlik düşüncesi saçma bir anakronizmdir. Hıristiyanların hakim oldukları Akdeniz’in her iki yakasında inananlarla inanmayanlara eşit haklar tanınması herhalde bir meziyet olarak değil, olsa olsa bir görev ihmali olarak görülürdü. Halbuki, aynı çağlarda İslâm toplumu gerçekten de hoşgörü bahşetmekte ve öteki dinlerden insanlarla bir arada yaşamaya rıza göstermekteydi. Hıristiyan âleminde ise Din Savaşları’na değin bu görüntüye gerçekten denk düşecek bir anlayışa tesadüf etmek mümkün değildir.[23]
İslâmî öğretiye göre insan hakları, Yaratıcı’nın hiçbir istisna söz konusu olmaksızın tam bir eşitlikle insanlık ailesinin her ferdine tanıdığı, insanlık onuruna (değerine) bağlı olan haklardır. İnsanlık onurunda din, dil, cins, renk, ırk ve millet farkı gözetilmez. İnsanların haklarını kazanabilmek için insan olmaktan başka bir şart yoktur. Dolayısıyla insan haklarının temeli bizzat insanın varlığıdır. Bu fikir Fıkıh’ta “İsmet âdemiyetledir” ilkesiyle açıklanır. Klâsik fıkıh kitaplarında bu ifade “el-İsmet bi’l-âdemiyye” şeklinde ifade edilir. İsmetten[24] kastedilen temel insan haklarının dokunulmazlığı veya yasal ve siyasî korunması, âdemiyetten kastedilen ise insanlık ve insan olma halidir. Âdemiyeti ve günümüz ifadesiyle insanlık özelliğini, insan haklarının temeli yapmak suretiyle İslâm hukukçularının büyük bir kısmı insan hakları konusunda evrensel bir anlayışı ortaya koymuşlardır. Buna göre âdemiyet, yani insan olmak, hak ve sorumlulukların esasını teşkil ettiği için, din ve cinsiyet, hak ve sorumlulukların belirlenmesinde herhangi bir rol oynamaz. Âdemiyetin hukukun mevzuu olarak kabul edilmesi, ırkçılık, din ayrımı ve cins ayrımı gibi pek çok problemi de ortadan kaldırır. Çünkü kadın olsun, erkek olsun, Müslüman veya gayr-i müslim olsun bütün insanlar âdemiyet kategorisinde yer alırlar.[25] Hanefî fakihlerinden Serahsî bunu şöyle izah eder:
“Allah, insanı emanetini (insan olma sorumluluğu) taşımak maksadıyla yarattığından dolayı, kendisine yükleyeceği sorumluluklara ehil hale gelsin diye ona akıl ve zimmet (kişilik hakkı) bahşetmiştir. Sonra, ona dokunulmazlık, özgürlük ve mülkiyet hakkı vermiştir ki, hayatını devam ettirebilsin ve üstlendiği görevleri yerine getirebilsin. Bu özgürlük, dokunulmazlık ve mülkiyet hakkı herkes için doğuştan vardır. Aynı şekilde hak ve sorumluluk taşımaya uygun zimmet (kişilik hakkı) sahip olmak da herkes için doğuştan başlar”.[26]
Temel hakların sebebinin bizzat insanın kendisinin olması ve doğuştan getirilmesi demek, bu hakların devlet tarafından verilmediği anlamına gelir. Başka bir ifadeyle doğuştan getirilen haklar, devletle yapılan bir anlaşmaya değil, doğrudan Allah ile yapılan bir ahde dayanır. Bunun tabiî sonucu olarak da devlet, vermediği bir hakkı alma yetkisine sahip değildir.[27]
İslâm hukuku tarafından güvence altına alınan insan hakları bütün insanlığa şamildir. Dolayısıyla bu haklardan yararlanma konusunda insanlar arasında herhangi bir ayrım yapılamaz. Bu husus gerek Kur’ân-ı Kerîm’de, gerekse Hz. Peygamber’in (sav) hadislerinde sarahatle vurgulanmıştır:
وَمَا كَانَ النَّاسُ إِلَّا أُمَّةً وَاحِدَةً “İnsanlar tek bir ümmettir”, (Yûnus, 10/19);
يَا أَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمُ الَّذِي خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ, “İnsanlar tek bir candan yaratılmış ve çoğaltılmışlardır” (Nisâ, 4 /1); Allah sizden cahiliye gururunu, büyüklenmeyi ve babalarınız ile övünmeyi kaldırmıştır. Bütün insanlar Adem’dendir, Adem de topraktandır”.[28] “Ey insanlar, sizin Rabbiniz birdir, babanız da birdir. Haberiniz olsun ki, takva dışında hiçbir Arabın Arap olmayana, hiçbir Acemin Araba, hiçbir siyahın beyaza, hiçbir beyazın siyaya karşı bir üstünlüğü yoktur. Şüphesiz ki ilahi huzurda en değerliniz en muttakî olanınızdır”.[29]
Allah Rasûlü’nün (sav) Veda hutbesinde dile getirdiği hususlar da evrensel insan haklarının ortaya konulması açısından dönüm noktalarından birisini teşkil eder. Nitekim hutbenin bazı bölümlerinde geçen “Nâs” tabiri bu hutbenin evrensellik boyutunu açık bir şekilde ortaya koyar. [30]
İslâm’a göre haklar aslen kazanılır. Kanunlar hakkı kazanmak için değil, korumak için vardır. Hâlbuki batı hukukunda haklar ancak kanunla kazanılır. Çünkü batıda haklar mücadele sonucunda elde edilebilmiştir. Buna karşılık İslâm hukukunda kanunlarla yasaklanmayan her konuda insanların hak ve hürriyetleri vardır.[31]
İslâm dini, diğer semavî dinlerde olduğu gibi, beş temel hayat unsurunu korumayı hedeflemiştir. Bunlar hayat (ismetü’n-nefs), akıl (ismetü’l-akl), din (ismetü’d-din), nesil ve onur (ismetü’n-nesl ve ismetü’l-ırz) ve maldır. (ismetü’l-mal). Dolayısıyla İslâm’ın sunduğu hak ve özgürlükler, zikredilen hedeflerle doğrudan ilgilidir. Fukahâ, onurlu bir insanın hayatının olmazsa olmaz, en temel ve devredilemez haklar olduğunu göstermek için bu haklara zarûriyyât adını vermiştir.[32] Her insanın vazgeçilmez nitelikte olan bu haklarını korumaması tabiî hakkı, hatta görevidir. Nitekim bu uğurda hayatlarını kaybedenler Hz. Peygamber (sav) tarafından şehit kabul edilmiştir.[33] Ortaya konulan temel yaklaşımın sonucu olarak Müslümanlar korunmuş olan haklardan herhangi birine zarar vermediği müddetçe idareleri altında yaşayan başka inanç mensuplarının kendi adet ve hukukî uygulamalarına izin vermişlerdir. Ancak onların gelenekleri arasında bulunan ve yukarıda sayılan temel hakları ihlâl eden uygulamalara ise müsaade etmemişlerdir. Örnek vermek gerekirse Mısır Müslümanlar fethedildiğinde bölge valisi Amr b. el-Âs yerli Kıptîleri kendi geleneksel yasalarını uygulama noktasında serbest bırakmış, ancak daha fazla su temennisi için Nil nehrine genç kız kurban edilmesi adetini yasaklamıştır. Aynı şekilde Hindistan’ı hakimiyet altına alan Müslüman hanedanlar, ölen kocasının cesediyle birlikte dul karısının da yakılması adetine engel olmuşlardır. Çünkü bu gelenekler, insanın esas hakkı olan yaşama hürriyetini ve ismetini doğrudan ihlâl eden uygulamalardır. Benzer şekilde Müslümanlar İranlı Mecûsîlerin yaygın adetlerinden kabul edilen ve neslin korunması prensibine açıkça aykırı olan kız ve erkek kardeşlerin birbiriyle evlenmeleri âdetini de yasaklamışlardır.[34] 
İslâm inancına göre insan hakları kul hakkı kapsamında değerlendirilir. Nitekim Allah Rasûlü (sav) kul hakkı ile İlahi huzura gelen kişinin akıbetini ve Allah’ın bu durumdaki kuluna nasıl muamele edeceğini şu şekilde dile getirir:  “Bir kimse, insanları çekiştirir, onlara ileri-geri sözler söyleyip kalplerini kırar, başkalarının mallarını haksız yerine yer, kendisinden zayıf olanlara zulmeder, yaralar, ya da cana kıyarsa, kıyamet gününde onun sevapları mağdur ettiği hak sahiplerine verilir, sevapları bitince de hak sahiplerinin günahları ona yüklenir”[35]. Hz. Peygamber’in (sav) açıkça işaret ettiği gibi Allah, kendisine karşı işlenen günahları tevbe neticesinde bağışlamakla birlikte, kullara taalluk eden ve insanlara karşı işlenen suçları affetmeyecektir. Eğer işlenen günah bir insanın hakkına zarar vermişse, onu asıl affetmesi gereken mağdur edilen kişidir. Bundan dolayı bir insan başka bir insana zarar vermişse, Allah’a tevbe etmek suretiyle bu sorumluluktan kurtulamaz; öncelikli olarak zarar verdiği kulun zararını tazmin etmek ve ondan helâllik dilemek zorundadır. Meselâ bir hırsız günahından dolayı af dilemek için Allah’a yönelmeden önce gasbettiği malı sahibine iade etmeli, ondan sonra ilahi kapıya gitmelidir. Başkasının onurunu inciten kişinin de Allah’tan bağışlanma talebinden önce mazlumun gönlünü alması gerekir.[36] 
İslâm dininin korumayı taahhüt ettiği hak ve özgürlükler içerisinde diğerlerine de temel teşkil eden en önemli hak hayat hakkıdır. Bu hak diğer bütün hakların üstünde yer alır. Zira kişinin hak ve özgürlüklerden yararlanabilmesi, her şeyden önce yaşama hakkına sahip olmasını gerekli kılar. Haklar konusunda bir çakışma yaşanırsa öncelik yaşama hakkınındır. Bu sebeple bir kimse hayatını sürdürebilmek için başkasının malını almak zorunda kalırsa bunu alabilir. Çünkü yaşama hakkı, mülkiyet hakkından önce gelir. İslâm dini, hiçbir ayrım gözetmeksizin her insana hayat hakkı tanımış, bu hakka yönelebilecek her türlü ihlâl ve tecavüzü önleyici tedbirler almıştır. Dolayısıyla yaşama hakkının gerek insanın kendisi, gerekse başkaları tarafından ortadan kaldırılmasını kesinlikle yasaklanmıştır. O kadar ki, ana karnındaki bir çocuğun bile geçim sıkıntısı ve benzeri endişelerle yok edilmesi yasaklanmıştır.
وَلَا تَقْتُلُوا أَوْلَادَكُمْ مِنْ إِمْلَاقٍ نَحْنُ نَرْزُقُكُمْ وَإِيَّاهُمْ fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin -sizin de onların da rızkını biz veririz” (En’am, 6/151
وَلَا تَقْتُلُوا أَوْلَادَكُمْ خَشْيَةَ إِمْلَاقٍ نَحْنُ نَرْزُقُهُمْ وَإِيَّاكُمْ إِنَّ قَتْلَهُمْ كَانَ خِطْئًا كَبِيرًا, “Geçim endişesi ile çocuklarınızın canına kıymayın. Biz, onların da sizin de rızkınızı veririz. Onları öldürmek gerçekten büyük bir suçtur”. (İsrâ, 17/31).
İslâm’da yaşama hakkına yönelik tecavüzleri önleyici tedbirler alınmış, cana kıyma yasaklamış, bir kişinin öldürülmesi bütün insanlığın öldürülmesi olarak kabul edilmiş, buna karşılık bir canı kurtarmanın da bütün insanları kurtarmak anlamına geleceği belirtilmiştir.
مِنْ أَجْلِ ذَلِكَ كَتَبْنَا عَلَى بَنِي إِسْرَائِيلَ أَنَّهُ مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ أَوْ فَسَادٍ فِي الْأَرْضِ فَكَأَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَمِيعًا وَمَنْ أَحْيَاهَا فَكَأَنَّمَا أَحْيَا النَّاسَ جَمِيعًا وَلَقَدْ جَاءَتْهُمْ رُسُلُنَا بِالْبَيِّنَاتِ ثُمَّ إِنَّ كَثِيرًا مِنْهُمْ بَعْدَ ذَلِكَ فِي الْأَرْضِ لَمُسْرِفُونَ, “İşte bu yüzdendir ki İsrailoğulları'na şöyle yazmıştık: Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur. Peygamberlerimiz onlara apaçık deliller getirdiler; ama bundan sonra da onlardan çoğu yine yeryüzünde aşırı gitmektedirler”. (Mâide, 5/32).
Öldürme suçunu işleyenlere ise en ağır cezalar takdir edilmiştir. Bu konuda devletin veya siyasî otoritenin herhangi bir af yetkisi yoktur. Dolayısıyla İslâm hukukuna göre mağdurun yakınları affetmedikçe, haksız yere ve kasten adam öldürenin cezası idamdır.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِصَاصُ فِي الْقَتْلَى الْحُرُّ بِالْحُرِّ وَالْعَبْدُ بِالْعَبْدِ وَالْأُنْثَى بِالْأُنْثَى فَمَنْ عُفِيَ لَهُ مِنْ أَخِيهِ شَيْءٌ فَاتِّبَاعٌ بِالْمَعْرُوفِ وَأَدَاءٌ إِلَيْهِ بِإِحْسَانٍ ذَلِكَ تَخْفِيفٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَرَحْمَةٌ فَمَنِ اعْتَدَى بَعْدَ ذَلِكَ فَلَهُ عَذَابٌ أَلِيمٌ, “Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın (öldürülür). Ancak her kimin cezası, kardeşi (öldürülenin velisi) tarafından bir miktar bağışlanırsa artık (taraflar) hakkaniyete uymalı ve (öldüren) ona (gereken diyeti) güzellikle ödemelidir. Bu söylenenler, Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir. Her kim bundan sonra haddi aşarsa muhakkak onun için elem verici bir azap vardır”. (Bakara, 2/178).
Ölenin yakınlarının da intikam duygusuyla hareket ederek, misilleme şeklinde karşılıklı cinayet işlemeleri, yani kan davası gütmeleri de yasaklanmıştır. Can güvenliğini sağlamanın yolu, cana kıyanın canına kıymaktır, yani kısastır.[37]
وَلَكُمْ فِي الْقِصَاصِ حَيَاةٌ يَا أُولِي الْأَلْبَابِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ, Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki suç işlemekten sakınırsınız” (Bakara, 2/179).
Kısas mutlaka “zarar” olan suç eylemine “mukabele biz-zararda bulunmak” anlamına gelmez. Kısas, gerek nefs, gerek uzuvlar bakımından, nefsin nefse, uzvun uzva eşdeğer olması demektir. Gerçekten de insan haklarında eşitlik ilkesine tamamen uyulmasında, zenginin gözü ile fakirin gözü arasında bir fark gözetilmemesinde insanlık için mutlaka hayat vardır. Ancak bu ilke “göz çıkaranın gözü çıkarılır” tarzında asla anlaşılamaz ve uygulanamaz.[38]   
Hz. Peygamber’in (sav) Veda hutbesinde geçen “Canlarının her türlü tecavüzden korunmuştur” ifadesi İslâm’ın can güvenliği konusuna atfettiği önemi ve verdiği teminatı açıkça ortaya koyar. Buna göre insanın yaşama hakkının tabiî bir hak olduğu ve bu hakkın, dinin koruması altında bulunduğu hususu bir defa daha ifade edilmiştir. [39]
İslâm inancında yaşama hakkına dayalı olarak kabul edilen diğer insan haklarına da ehemmiyet verilmiştir. Bunlar, ifade özgürlüğü, inanma ve inancını yaşama, mülkiyet, şahsî dokunulmazlık, şahsî özgürlük, sosyal güvenlik, zorbalığa baş kaldırma, eşit muamele görme, haksızlığı düzeltme, iktisadî güvenlik, seyahat özgürlüğü, bir ülkeyi terk etme ve ülkeye yerleşme özgürlüğü, emeğin karşılığını alma, tövbe ve pişmanlık özgürlüğü, şeref ve itibar, ikamet, evlenme, boşanma, akrabalık, malını dağıtma hakkı olarak sayılabilir.[40]
Yukarıda zikredilen temel hak ve özgürlükler içinde din ve vicdan hürriyeti, insanın sahip olduğu en önemli haklardan birisidir. Bu anlamda genel insan hakları için ifade ettiğimiz değerlendirmelerin tamamı din ve inanç özgürlüğü için de geçerlidir. Ayrıca unutmamak gerekir ki, insanlar diğer hiç bir alanda olmadığından daha çok din ve inanç özgürlüğü konusunda duyarlı olmuşlar, inançları uğruna, yurtlarını terk etmeyi, hatta ölümü dahi göze almışlardır. Kur’ân’da geçen peygamber kıssaları ve bizzat Hz. Peygamber’in (sav) hayatı bunun en büyük delili, tarih de bu ve benzeri hadiselerin en büyük şahididir. Bu sebeple İlahi Mesaj’ın bu hak ve hürriyete verdiği önem üzerinde özellikle durulması gerekir.   
Hukukçulara göre din ve vicdan hürriyeti kapsamına şu hususlar girer: İman etme, bağlı bulunulan dinin esaslarına göre ibadet yapma, dini öğrenme, öğretme, neşir ve tebliğ.[41] Şüphesiz inanç hürriyetinin en temel unsuru, kişinin kendi hür iradesiyle tercih ettiği kutsala iman etmesi, başka bir ifadeyle herhangi bir inanç sistemini (din) kabul etmesidir. Zira din, insanın vicdanıyla ilgili bir husustur ve hiçbir güç ve zorlama onu etkileyemez. Onu bu bağdan haricî bir kuvvetin rolüyle koparmak mümkün olmadığı gibi, bu tür bir tavır onun hür iradesine karşı bir saygısızlık ve haksızlıktır. Ayrıca zorla kabul ettirilen bir inanç, gerçekte hiç bir anlam da ifade etmez. Zira baskıyla gerçekleştirilmeye çalışılan inanç, o dine inananların (mümin) değil, şeklen inananların (münafık) ortaya çıkmasına sebep olur. Esasında bu husus Kur’ân-ı Kerîm لَا إِكْرَاهَ فِي الدِّينِ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّ “Dinde zorlama yoktur, artık hak ile batıl iyice ayrılmıştır” (Bakara, 2/256) ilahî hükmüyle açık bir şekilde ortaya konulmuştur. Zira zorlama ile inancın bir arada bulunması mümkün değildir. İnsanları yaratan ve onlara her türlü nimeti veren Allah hiç bir zorlamaya yönelmeksizin, kendi yarattığı insanlara kendisine inanıp inanmama hürriyeti vermişken  إِنَّا هَدَيْنَاهُ السَّبِيلَ إِمَّا شَاكِرًا وَإِمَّا كَفُورًا “Biz insana hidayet verdik, sonra o ister şükreder isterse inkar eder”(İnsan,76/3), kulların kendilerini bu konuda yetkili görmelerinin anlamsızlığı açıktır. Buna göre İlahî mesaj insanlara açık olarak iletildiğinde, peygamberin vazifesi tamamlanmış olur ve o, artık tebliği ulaştırdığı insanların yaptıklarından sorumlu değildir. Hak ile batıl birbirinden ayrıldıktan sonra, karar tebliğinin muhataplarına bırakılmıştır. Kur’ân bu gerçeği Hz. Peygamber’e (sav) hitaben şöyle bildirir:
فَذَكِّرْ إِنَّمَا أَنْتَ مُذَكِّرٌ () لَسْتَ عَلَيْهِمْ بِمُصَيْطِرٍ “Ey Muhammed, sen öğüt ver, çünkü sen ancak öğüt verirsin. Onların üzerine zorlayıcı değilsin” (Gâşiye, 88/21-22).
 فَإِنْ أَعْرَضُوا فَمَا أَرْسَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ حَفِيظًا إِنْ عَلَيْكَ إِلَّا الْبَلَاغُ  “Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki, biz seni onların üzerine bekçi göndermedik, sana düşen sadece tebliğdir” (Şûra, 42/48).
إِنَّا أَنْزَلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ لِلنَّاسِ بِالْحَقِّ فَمَنِ اهْتَدَى فَلِنَفْسِهِ وَمَنْ ضَلَّ فَإِنَّمَا يَضِلُّ عَلَيْهَا وَمَا أَنْتَ عَلَيْهِمْ بِوَكِيلٍ “Biz bu kitabı insanlar için sana hak ile indirdik.  Artık kim doğru yola gelirse, kendi yararınadır, kim de saparsa kendi zararına sapmış olur. Sen onlar üzerine vekil değilsin”. (Zümer, 39/ 41).
.“De ki, Hak (bu Kur’ân) Rabb’inizdendir.  Artık dileyen inansın, dileyen inkâr etsin” (Kehf, 18/29).
وَقُلِ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكُمْ فَمَنْ شَاءَ فَلْيُؤْمِنْ وَمَنْ شَاءَ فَلْيَكْفُرْ “Peygambere düşen sadece açık bir şekilde duyurmaktır” (Nûr, 24/54).
قُلْ يَا أَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءَكُمُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكُمْ فَمَنِ اهْتَدَى فَإِنَّمَا يَهْتَدِي لِنَفْسِهِ وَمَنْ ضَلَّ فَإِنَّمَا يَضِلُّ عَلَيْهَا وَمَا أَنَا عَلَيْكُمْ بِوَكِيلٍ “De ki, Ey İnsanlar! İşte Rabbinizden gerçek geldi. Artık yola gelen kendisi için gelir, sapan da kendisi zararına sapar.  Ben sizin üzerinize vekil değilim” (Yûnus, 10/108)[42].
Bu âyetler, Nebevî mesajın din ve vicdan hürriyetine bakışını açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Buna göre İslâm’ı kabul veya ret noktasında hiç kimse zorlamaya tabi tutulamaz. Çünkü dinin özünü hür bir seçimle yapılan iman oluşturur ve bir dine bağlılığın ön önemli kıstası ise samimiyettir. İnanma gönüllü bir kabul meselesidir. Zorlama ile gerçekleşen inanç ve ibadetin ise hiçbir anlamı ve değeri yoktur. Eğer kişi, aklıyla imanın hakikatine ikna olursa onu kabul eder, değilse reddeder. Herhangi bir baskı veya cezalandırma korkusuyla bir kimse bir inancı-sırf hayatını kurtarmak için- kabul etmiş görünse bile- o, gerçek bir inanan olmaz. Üstelik böyle bir kişi zorlama durumundan kurtulduğunda kabul etmiş göründüğü inancı reddederek eski dinine dönecektir. Ayrıca unutulmamalıdır ki, İslâm dini zorla kabul ettirilmeye çalışılırsa, o takdirde insanın sorumluluğunun, seçme hürriyetinin, ilahi adaletin, ceza ve mükâfatın, dünyanın bir imtihan yeri olmasının da bir anlamı kalmayacak, hesap gününden söz etmek, âhiretten, cennet ve cehennemden bahsetmek mümkün olmayacaktır.[43]
Din ve vicdan hürriyetinin inançtan sonraki ikinci basamağını amel etme (serbest dini ibadeti îfâ) hürriyeti teşkil eder. Zira her din, bağlılarına bir takım ibadet ve ayinler yapma görevi yükler. Buna göre bir dine inananlar, gerek evlerinde, gerek ibadet mekânlarında, gerekse kamuya açık alanlarda bu ibadetlerini rahatlıkla ifade edebilmelidirler.
Dinini öğrenme, öğretme, yayma ve yayın yapma da din ve vicdan hürriyetinin olmazsa olmaz şartlarındandır. Zira kişinin inandığı dini öğrenmesi ve kendisinden sonraki nesillere öğretmesi en tabiî haklarındandır. Dinini yayma faaliyeti de bu hakkının devamı mahiyetindedir. Son olarak örgütlenme hakkından bahsetmek gerekir. Bu hak da inanç hürriyetinin temel esasları içinde yer alır. Tabiatıyla aynı dine inanan kişilerin bir araya gelmeleri, dinî gayelerle çeşitli örgütler kurabilmeleri, toplumsal faaliyetlerde bulunmaları doğaldır.[44] Unutmamak gerekir ki, din hürriyeti hem şahıs hem de grup seviyesinde düşünülen bir haktır. Bunun sebebi dinin ancak bir cemaatle var olduğu gerçeğidir. Dolayısıyla İslâm hukukunda dini gruplara “millet” adı verilmiştir.[45]
Hz. Peygamber’in (sav) din ve vicdan hürriyetiyle ilgili uygulamaları, yukarıda sunulan teorik esaslar çerçevesinde gerçekleşmiştir. Allah Rasûlü (sav) İslâm’ı insanlara tebliğ ettikten sonra onları vicdanlarıyla baş başa bırakmış, iman edenleri din kardeşi olarak kabul etmiş, İslâm’a razı olmayıp eski inançları üzerinde kalmak isteyenlere karşı herhangi bir menfî tavır takınmayarak onların inançlarına saygı göstermiştir. Onun uygulamalarının esası tabiatıyla Kur‘ân’a dayanmaktadır. Zira yüce kitapta Müslümanların gayr-i müslimlere karşı nazik ve hoşgörülü olmaları öğütlenir:
وَلَا تُجَادِلُوا أَهْلَ الْكِتَابِ إِلَّا بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ إِلَّا الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْهُمْ وَقُولُوا آمَنَّا بِالَّذِي أُنْزِلَ إِلَيْنَا وَأُنْزِلَ إِلَيْكُمْ وَإِلَهُنَا وَإِلَهُكُمْ وَاحِدٌ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ
“İçlerinden zulmedenler hariç, Kitap ehliyle ancak en güzel tarzda mücadele edin ve deyin ki: Bize indirilene de, size indirilene de inandık.  Tanrımız ve tanrınız birdir ve biz O’na teslim olanlardanız” (Ankebût, 29/46). Bu esaslar muvacehesinde Nebevî mesaja muhatap olmalarına rağmen eski dinlerinde kalmak isteyenlere karşı toleranslı bir şekilde muamele yapılmış ve onların inanç hakları teminat altına alınmıştır. Bir Müslüman devletin başka dinden olanlara karşı takip edeceği siyaset şu âyetle açıkça belirtilmiştir:
لَا يَنْهَاكُمُ اللَّهُ عَنِ الَّذِينَ لَمْ يُقَاتِلُوكُمْ فِي الدِّينِ وَلَمْ يُخْرِجُوكُمْ مِنْ دِيَارِكُمْ أَنْ تَبَرُّوهُمْ وَتُقْسِطُوا إِلَيْهِمْ إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُقْسِطِينَ (8) إِنَّمَا يَنْهَاكُمُ اللَّهُ عَنِ الَّذِينَ قَاتَلُوكُمْ فِي الدِّينِ وَأَخْرَجُوكُمْ مِنْ دِيَارِكُمْ وَظَاهَرُوا عَلَى إِخْرَاجِكُمْ أَنْ تَوَلَّوْهُمْ وَمَنْ يَتَوَلَّهُمْ فَأُولَئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ
“Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan menetmez. Çünkü Allah adalet üzere olanları sever. Allah sizi, ancak sizinle din hakkında savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için yardın eden kimselerle dost olmaktan meneder. Kim onlarla dost olursa işte zalimler onlardır”. (Mümtehine, 60/8-9).
İslâm toplumlarında başka dinlerden olanlara geniş din ve vicdan özgürlüğü imkânı tanınmıştır. Gayr-i müslimlere gösterilen din ve vicdan hürriyeti; inanç hürriyeti, dinî ayin, ibadet ve öğrenim hürriyeti gibi alanlarda kendini gösterir. İslâm dini her şeyden önce gayr-i müslimlere kendi inançlarını koruma izni vermiştir. Hz. Peygamber’in (sav), Mekke’den Medine’ye hicretinden sonra tanzim ettiği Medine Sözleşmesi’nin 25. maddesi özellikle bu konuya hasredilmiştir:  
“Benû Avf Yahudileri, müminlerle birlikte olarak bir ümmet (camia) teşkil ederler.  Yahudilerin dinleri kendilerine, müminlerin dinleri kendilerinedir. Buna gerek bizzat kendileri, gerekse mevlâları dahildir”[46].
Allah Rasûlü’nün (sav) gayr-i müslimlere tanıdığı din ve vicdan hürriyeti konusunda en bariz örnekleri onun Necran Hıristiyanlarıyla ilgili uygulamalarında görmek mümkündür. Hz. Peygamber (sav), Medine’ye gelen Necran heyetini İslâm’a davet etmiş, ancak onlar cizye ve harac mukabilinde kendi dinlerinde kalma şartıyla bir barış anlaşması yapmak istemişlerdir. Anlaşmanın konumuzla ilgili kısmında şöyle denilmektedir:
“Onların mallarına, canlarına, dinî hayat ve tatbikatlarına, hazır bulunanlarına, bulunmayanlarına, ailelerine, mabetlerine ve az olsun çok olsun onların mülkiyetinde bulunan her şeye şamil olmak üzere, Allah’ın himayesi ve Rasûllüllah Muhammed’in zimmeti Necranlılar ve onların tabileri üzerine haktır.  Hiç bir piskopos kendi dinî vazife mahalli dışına, hiç bir papaz kendi vazifesini gördüğü kilisenin dışına çıkarılmayacak, hiç bir rahip içinde yaşadığı manastırın dışında başka bir yere alınıp gönderilmeyecektir...”.[47]           
Hz. Peygamber (sav) Necranlılara benzer şekilde dinleri üzerinde kalmak isteyen bir kısım Yemenliye de geniş din serbestliği tanımıştır. Nitekim bölge idarecisi Muaz b. Cebel’e gönderilen talimatnamede Yemenlilere şu şekilde hitap edilmiştir:
“Ben Muaz b. Cebel’i, sizi hikmet ve iyi söz ile Rabb’inin yoluna davet etmesi için gönderdim. O, Allah’ın razı olduğu şeyi kabul edecek, olmadığı şeyi reddedecektir. İçinizden her kim Allah’ın birliğini ve Muhammed’in (sav) onun kulu ve peygamberi olduğunu kabul eder ve tam bir teslimiyetle İslâm’a girerse, o kişi Müslümanların tüm haklarını elde etmiş ve onların sorumluluklarını yüklenmiş olur. Kim de cizye vermek suretiyle eski dini üzerinde kalmak isterse, o kendi dini üzerine bırakılır. Bu halde o kimse Allah’ın, onun peygamberinin ve müminlerin koruması altındadır; öldürülmez, esir edilmez, kendisine gücünü aşan sorumluluk yüklenmez ve dinini terk etmesi için kendisine herhangi bir baskı uygulanmaz”.[48]
Hz. Peygamber’in (sav) gayr-i müslimlere tanıdığı dinî ayin ve ibadetlerini icra etme hürriyeti bunun tabii sonucu olarak kilise, havra vb. gibi mabetlerin korunmasını da içine almaktadır.[49] Nitekim Hz. Peygamber’in (sav) Necran Hıristiyanlarıyla yapmış olduğu zimmet anlaşmasında onların mabetlerine dokunulmayacağı yukarıdaki metinde açıkça belirtilmiştir. Ayrıca gayr-i müslimlere dinlerinin esaslarını öğrenme, çocuklarına öğretme hürriyetinin tanınmış olduğunu aynı metinlerden çıkarmak mümkündür. Zira din ve vicdan hürriyeti; ibadet hürriyeti, dini yaşama, yayma ve öğretme hürriyeti bir bütün olarak değerlendirilmektedir. Bu hürriyetlerden herhangi birinin ortadan kaldırılması veya kısıtlanması doğrudan inanç hürriyetinin zedelenmesi anlamına gelecektir. Bu nedenle bir piskopos, papaz veya rahibin görev yerinin dahi değiştirilmeyeceği garantisi veren Hz. Peygamber’in (sav), onların inançlarını yayma ve öğretme hürriyetlerini tanımamış veya kısıtlamış olması düşünülemez.
Gayr-i müslimler, din ve vicdan özgürlüğünün tabiî sonucu olarak aile, borçlar, miras gibi özel hukuk alanlarında ve şahsî hakların gerektirdiği diğer hukukî konularda tam bir serbestlik içinde olmuşlardır. Onlara, hukukî ihtilaflarını kuracakları cemaat mahkemelerinde kendi mevzuatlarına göre çözme imkânı tanınmıştır.[50] Allah Rasûlü (sav), Hendek savaşı esnasında Mekke müşrikleriyle anlaşmak suretiyle Müslümanlara ihanet eden Kureyza Yahudilerini İslâm hükümlerine göre değil, Yahudi şeriatına göre yargılamış ve cezalandırmıştır.[51] Zimmîlere tanınan hukukî ve kazaî muhtariyet, Hz. Peygamber’den (sav) sonraki İslâm tarihi sürecinde düzenli bir şekilde uygulanmıştır.[52]
Burada ortaya konulan esaslar sadece Hz. Peygamber (sav) zamanında değil, daha sonraki İslâm tarihi sürecinde de devlet idarecilerinin aslî görevleri ve dinen uymaları gereken talimat niteliğinde olmuştur. Gayr-i müslimlere tanınan dinî ve sosyal haklar aynen korunmaya devam edilmiştir. Dinîi eğitim ve öğretim, ayin ve ibadetler ve mabedler hukukun himayesi altına alınmıştır. Yapılan anlaşmalara dayanarak onlar gerek ibadet yerlerinde, gerekse açtıkları okullarda dini eğitim ve öğretimi tam bir serbestlik içinde verme imkânına kavuşmuşlardır. Bu haklarından başka bazı sınırlamalar dışında İslâm ülkelerinde kural olarak Müslümanlarla eşit bir ikamet ve seyahat hürriyetine sahip olmuşlar, çalışma hürriyeti bakımından herhangi bir engellemeye tabi tutulmamışlardır. Gayr-i müslimlerin ticaret hayatının her alanında faaliyet göstermelerine izin verilmiştir. Sosyal yönü yanında temelde bir ibadet olan zekât gelirlerinden müellefe-i kulûb dışındaki gayr-i müslimlere harcama yapılamayacağı konusunda birliği bulunmasına karşılık, fukahânın büyük bir kısmı onlara sadaka verilebileceğine hükmetmiştir. İslâm hukukçuları gayr-i müslimlerin devlet başkanı seçme ve bu göreve seçilme hakkına sahip olmadıkları, ordu kumandanlığı, valilik ve hâkimlik gibi görevlere getirilemeyecekleri konusunda görüş birliği içindedir. Hukukçuların genel eğilimine rağmen Muaviye’nin halifeliği döneminden itibaren gayr-i müslimlerin devlet kademelerinde çalıştırıldıkları, çeşitli divanların yönetimi yanında valilik ve vezirlik makamına kadar yükseldikleri görülmektedir.[53] 
Gayr-i müslimler iktisadî alanda da önemli haklara sahip olmuşlardır. Ekonomik hayatın dinî topluluklara göre bölünmemesi, çarşı ve pazarların müşterek olması sebebiyle ekonomik alanda gayr-i müslimler büyük etkinlik göstermişlerdir. Müslümanlarla diğer inanç sahipleri arasında her türlü ticarî faaliyetin mubah sayılması, onların hem iç, hem de dış ticarette etkili bir konuma gelmelerine imkân sağlamıştır. İlk fetihlerin ardından çok defa topraklar ganimet olarak dağıtılmayıp yerli halka bırakıldığı için, ziraat hayatı büyük ölçüde onların elinde kalmıştır. [54]
İslâm dini sadece barış zamanında değil, savaş şartlarında dahi başka milletlerden olan ve hukukî anlamda düşman sayılan toplulukların haklarını korumuştur. Buna göre savaş esnasında da olsa soykırım ve katliam yapmak yasaklanmış, savaştan kaçan yaralıların öldürülmesi engellenmiş, kadınlara, çocuklara ve din adamlarına dokunulmaması hükmü getirilmiştir.[55] Bu hususta Hz. Ebû Bekir’in Şam bölgesine gönderdiği ordunun komutanı Üsâme b. Zeyd’e verdiği talimatlar Nebevî mesajın evrensel esaslarını ortaya koyar mahiyettedir:
“Size on şey tavsiye ediyorum ki, bunlara uyunuz: Hainlik yapmayınız. Vefasızlık etmeyiniz. Haddi aşmayınız. Kimsenin uzuvlarını kes­meyiniz. Çocukları, kadınları ve ihtiyarları öl­dürmeyiniz. Hurma ağaçlarını kesip yakmayı­nız. Koyun, inek ve deve gibi hayvanları ihtiyaçtan başka bir maksat için kesmeyiniz. Yolda manastırlara çekilmiş adamlara rastlaya­caksınız, onları kendi hallerine bırakınız”.[56]

SONUÇ

Netice olarak insana sırf insan olduğu için değer veren, insanlar arasında dil, din, ırk ayrımı yapmayarak hoşgörü ve toleransın en ideal ilkelerini ortaya koyan Kur'ân, insanlığı tatmin edecek bir hayat anlayışını ortaya koymuştur. Buna göre, ırkı ve dini ne olursa ol­sun bütün insanlara din, dil, inanç, ve fikir hürriyyeti verilmiş; herkese yaşama, nes­lini devam ettirme, mal-mülk edinme ve hukuk önünde eşitlik haklarını tanımıştır. Hz. Peygamber (sav) gerek sözleri gerekse uygulamalarıyla insanın onuru ve değeriyle alakalı olarak Kur’ân’ın ortaya koyduğu temel prensipleri uygulamaya koymuş ve bunun en güzel örneklerini sunmuştur.
İslam dünya görüşüne göre herkesin ırzının, namusunun, şeref ve haysiyet ve onurunun ve meskeninin dokunulmaz olduğu hususu tartışmasızdır. Gerek Kur’an’da dile getirilen, gerekse Hz. Peygamber’in (sav) örnekliğiyle vücut bulan bu ilkelerden beslenmiş olan Müslümanların yaşadığı geniş coğrafyada halk ve devlet, -genel olarak- kendisi gibi inanmayanlara saygılı olmuş ve onların her türlü insani haklarını tanıyarak, onlara dinlerinde, dillerinde ve eğitimlerinde, ti­caretlerinde geniş serbestiyetler tanımıştır. Netice olarak Müslümanlarla gayrimüslim unsurlar asır­larca huzur içerisinde bir arada yaşama imkanı bulmuşlardır.





[1]      Batı ve Hıristiyan dünyasında insan hakları tarihi hakkında geniş bilgi için bk. Özdağ, Ümit, Batı’da İnsan Haklarının Doğuşu, Doğuda ve Batı’da İnsan Hakları, (Kutlu Doğum Haftası 1993-1994), Ankara 1996, s. 17-81.
[2]      Bolay, Süleyman. Hayri, İnsan Haklarının Felsefî Temelleri, Yeni Türkiye, sy. 21, Ankara 1998, s. 121
[3]      Karatepe, Şükrü, İnsan Haklarının İlâhî Temelleri, Doğu’da ve Batı’da İnsan Hakları, Ankara 1996, s. 109
[4]      Şener, Sami, İnsani Haklara Bakış’ta İNSO, Yeni Türkiye, sy. 21, Ankara 1998, s. 100-101; Yılmaz, Aytekin, Günümüzde İnsan Hakları ve Türkiye, Yeni Türkiye, sy. 21, Ankara 1998, s. 152. Ayrıca bk. Akın, İlhan, Temel Hak ve Hürriyetler, Ankara 1968, s. 3.
[5]      Erdoğan, Mustafa, Anayasal Demokrasi, Ankara 1996, s. 133.
[6]      Karatepe, Şükrü, İnsan Haklarının İlahi Temelleri, s. 109.
[7]      Bolay, S. Hayri, İnsan Haklarının Felsefî Temelleri, s. 121.
[8]      Hatemi, Hüseyin, İnsan Hakları, Yeni Türkiye, İnsan Hakları Özel Sayısı, Yıl. 4, sy. 21, Mayıs-Haziran 1998, s. 166.
[9]      Ersoy, Hamit, İnsan Hakkı Olarak Din Özgürlüğü; Engeller ve Çıkış Yolu, Yeni Türkiye, sy. 22, Ankara 1998, s. 742.
[10]    Köktaş, M. Emin, İnsan Hakları Bildirgelerinde Din Sorunu, Türkiye Günlüğü, sy. 54 Ocak-Şubat, Ankara 1999, s. 45.
[11]    Kocaoğlu, A. Mehmet, Ekonomik ve Sosyal Haklar, Yeni Türkiye, sy. 22, Ankara 1998, s. 1065-1066.
[12]    Özdağ, Ümit, Batı’da İnsan Haklarının Doğuşu, s. 17.
[13]    Çoban, Ali Rıza, İnsan Haklarının Felsefi Temelleri-Tartışmalar, Yeni Türkiye, İnsan Hakları Özel Sayısı, Yıl. 4, sy. 21, Mayıs-Haziran 1998, s. 187.
[14]    Haklar ve Özgürlükler Antolojisi, (ed. Coşkun Can Aktan), Ankara 2000, s.157-162.
[15]    Karatepe, Şükrü, İnsan Haklarının İlahi Temelleri, s. 109.
[16]    Hatemi, Hüseyin, İslâm’da İnsan Hakları ve Adalet Kavramı, Doğuda ve Batı’da İnsan Hakları, (Kutlu Doğum Haftası 1993-1994), Ankara 1996, s. 5.
[17]    Bolay, S. Hayri, İnsan Haklarının Felsefî Temelleri, s. 121.
[18]    Yılmaz, Aytekin, Günümüzde İnsan Hakları ve Türkiye, s. 152.
[19]    Kocaoğlu, A. Mehmet, Ekonomik ve Sosyal Haklar,s. 1066-1067.
[20]    Aktan, Coşkun Can, Özgürlüklerin İki Boyutu: Siyasal Özgürlükler ve Ekonomik Özgürlükler, Yeni Türkiye, 22, 1998, s. 1078.
[21]    Öztürk, Levent, İslâm Toplumunda Birarada Yaşama Tecrübesi, İstanbul 1995, s. 49.
[22]    Bolay S. Hayri, İnsan Haklarının Felsefî Temelleri, s. 124.
[23]    Lewis, Bernard, Çatışan Kültürler, (çev. Nusreddin el-Hüseyni), İstanbul 1996, s. 58.
[24]    Hukukta geçen ismet kavramının İlm-i kelamda “yanılmazlık” anlamında kullanılan ve peygamberlerin sıfatları arasında yer alan ismetten farklı olduğu unutulmamalıdır.
[25]    İslâm hukukunda insan hakları kavramıyla ilgili olarak Hukûku’l-Âdemiyyîn, Hukûku’n-Nâs, ismet, hurmet, men’, el-usûl el-hamse, külliyât, zarûriyyât, kerâmet gibi kavramlar da kullanılmıştır. bk.Şentürk, Recep, İnsan Hakları ve İslâm, İstanbul 2007, s. 21-25, 35. Bu hususta modern hukuk teriminde insan hakları kavramının karşılığı ise “hukûku’l-insan”dır. (Şentürk, s. 42).
[26]    Serahsî, Usûl, (ed. Ebu’l-Vefâ el-Afgâni), İstanbul 1984, II, 333.
[27]    Şentürk, Recep, İslâm’da İnsan Hakları ve Dokunulmazlık, Diyanet Aylık Dergi, sy. 206, Şubat 2008, s. 7.
[28]    İbn İshak, Sîre, (thk. Muhammed Hamidullah), Konya, 1981, s. 94. Hz. Peygamber (sav), “İbadetlerinizi tamamladığınızda atalarınızı hatırladığınız gibi, daha güçlü bir şekilde Allah’ın hatırlamaya devam edin…” âyetinin (Bakara, 2/200) nazil olmasının ardından, Allah’ın, kibir ve azameti, ayrıca babalar ile övünmeyi yasakladığını beyan etmiştir. İbn İshak, Sîre, s. 77.
[29]    Ahmed b. Hanbel, Müsned, I-V, Beyrut ts., VI, 11; İbn Abdirabbih, Kitabu Ikdi’l-Ferîd, I-VII, Kâhire 1965, IV, 57. Bu konuda ayrıca bk. Ateş, Süleyman, “Kur’an’da İnsan Hakları”, I. Kur’an Sempozyumu, Ankara 1994, s. 345-354.
[30]    Bilgi ve değerlendirmeler için bk. Şener, Mehmet, Veda Hutbesi’nin İnsan Hakları Yönünden Kısaca Tahlili, Doğuda ve Batı’da İnsan Hakları, (Kutlu Doğum Haftası 1993-1994), Ankara 1996, s. 125-130.
[31]    Karatepe, Şükrü, İnsan Haklarının İlahi Temelleri, s. 113.
[32]    Gazâlî, el-Mustasfâ, Beyrut 1994, I, 633-637.
[33]    bk. Buhârî, Mezâlim 33, Müslim, İmân 226; Ebû Dâvud, Sünne 29; Tirmizî, Diyât 22; Nesaî, Tahrîm 22-24; İbn Mâce, Hudûd 21.
[34]    Şentürk, Recep, İnsan Hakları ve İslâm, s.178-179.
[35]    Buhârî, Mezâlim ve’l-Gasb 10; Tirmizî, Kıyamet 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 303, 334, 372.
[36]    Şentürk, Recep, İnsan Hakları ve İslâm, s. 202-203, 267-268.
[37]    Karaman, Hayrettin, İslâm’a Göre İnsan Hakları ve Ödevleri, Yeni Türkiye, İnsan Hakları Özel Sayısı, Yıl. 4, sy. 21, Mayıs-Haziran 1998, s. 236.
[38]    Hatemi, Hüseyin, İslâm’da İnsan Hakları ve Adalet Kavramı, s. 11.
[39]    Buhârî, Hacc 132; Vâkıdî, Kitabü’l-Meğâzî, (thk. Marsden Jones), I-III, Beyrut 1984, III, 1103; İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebevîyye, es-Sîretü’n-Nebevîyye, (thk. Mustafa es-Sakkâ-İbrahim el-Ebyârî-Abdülhâfız Şelebî), I-IV, Beyrut ts., IV, 250-252; İbn Sa‘d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, I-VIII, Beyrut ts. (Dâru Sâdır)., II, 184-186.
[40]    Bolay, Süleyman H., İnsan Haklarının Felsefî Temelleri, s. 122-123. Bu konuda ayrıca bk. Karaman, Hayrettin, İslâm’a Göre İnsan Hakları ve Ödevleri, s. 236-244. Temel insan hakları konusunda Kur’an’ın ortaya koyduğu hükümler ve değerlendirmeleri için bk. Hatemi, Hüseyin, İnsan Hakları Öğretisi, İstanbul 1988, s. 309-316.
[41]    Armağan, Servet, İslâm Hukukunda Temel Hak ve Hürriyetler, Ankara 1992, s. 105.
[42]    Ayrıca bk. En’âm 6/107, Nahl 16/88,125, Yûnus 10/99, Ahzâb, 33/45-46, Şûrâ 42/48.
[43]    Canikli, İlyas, Kur’an’da ve Hz. Peygamber’in Öğretilerinde İnanç ve İnandığını Yaşama Hürriyeti, Yeni Türkiye sy. 22, Ankara 1998, s.769
[44]    Din ve Vicdan Hürriyetinin kapsamı hakkında bk. Dursun, Davut, Din ve Vicdan Hürriyetinin Siyasal Sistem Açısından Anlamı ve Uygulaması, Doğuda ve Batı’da İnsan Hakları, (Kutlu Doğum Haftası 1993-1994), Ankara 1996, s. 95-97. Ayrıca bk. Köse, Saffet, İslâm Hukuku Açısından Din ve Vicdan Hürriyeti, İstanbul 2003, s. 16-18.
[45]    Şentürk, Recep, İnsan Hakları ve İslâm, s. 26.
[46]    Hamidullah, Muhammed, el-Vesâiku’s-Siyasîyye, Beyrut 1985, s. 61; İslâm Peygamberi, I-II (çev. Salih Tuğ), İstanbul 1990, I, 196, 208
[47]    Hamidullah, Muhammed, el-Vesâik, s. 176-179.
[48]    Hamidullah, Muhammed, el-Vesâik, s. 213.
[49]    Özel, Ahmet, “Gayr-i Müslim”, DİA, XIII, 421.
[50]    Köse, Saffet, İslâm Hukuku Açısından Din ve Vicdan Hürriyeti, s. 34-39.
[51]    İbn Hişam, es-Sîretü’n-Nebevîyye, III, 188-189; İbn Sa‘d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, II, 75.
[52]    Aydın, M. Akif, “Din”, DİA, IX, 327.
[53]    Özel, Ahmet, “Gayr-i Müslim”, DİA, XIII, 421-422.
[54]    Özel, Ahmet, “Gayr-i Müslim”, DİA, XIII, 424.
[55]    Buhârî, Cihad 147, 148; Müslim Cihad 1.
[56]    Vâkıdî, Kitabu’r-Ridde, (thk. Yahya el-Cebûrî), Beyrut 1990,  s. 70-71; Taberî, Tarihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, (thk. Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim), I-XI, Beyrut ts. (Dâru’s-Süveydân)., III, 226-227; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Tarih, I-IX, Beyrut 1986., II, 227.

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar