Doç. Dr. Cahit Külekçi
İlk dönem Müslümanlarının karşılaşmadığı sorunlarla karşılaşan
sonraki dönem Müslümanlarının, karşılaştıkları sorunlara çözüm ararken akıl ile
naklin çatışabileceğini öngörerek, bu durumda aklın esas alınması gerektiğini
takdîr etmiş, geniş sayılabilecek ilmî sahalar için açılım sağlamayı
hedeflemişlerdir.
Aynı yol üzerinde seyreden iki hakîkatın, yani akıl ile naklin,
çatışma/çarpışma ihtimali aklın hakîkat yolundan çıkmasına bağlanarak kısa süre
içerisinde oluşabilecek tutarsızlıklara karşı önlem dahi alabilmişlerdir. Klasik
düşünce yapımızın esaslarından birisinin mezkûr tespit olduğu kabul edilirse,
aklın nakil dışında da sorun çıkarabileceğine dair ihtiyat payı bırakılmış, bu hâlde
ve her şartta aklın ön planda tutulacağını kesin bir dille ikrâr etmişlerdir.
Anlayabildiğimiz kadarıyla ulemâ-i mütekaddimîn nakli, aklın özüne ma’tûf
hakîkat olarak tasavvur etmiştir.
Nakil olarak zikrettiğimiz vahyin Müslüman bireyler ‘indinde ne
derecede önemli bilgi kaynağı olduğu herhalde kabulden uzak değildir. Teorik
olarak bu konuda herhangi bir itirazın gerçekleşmesi beklenmemektedir. Hâkezâ,
Resûlullah’ın (as) teblîğ ve tebyîn ettiği hakîkatlar da bu çerçevede
değerlendirilmelidir. Nitekim sahabenin bilgi kaynaklarını da öncelikle bahse
konu mesbûkayn oluşturmuştur.
Sahabenin tecrübe ettiği, yakînen tanıdığı, sohbetinde bulunduğu,
uygulamaları hakkında doğrudan bilgi sahibi olduğu, neyi- niçin yaptığını
sorarak öğrendiği, bazen zanna kapılarak karar verdiği ancak Resûlullah (as)
tarafından ikazla düzeltildiği dönemin sona ermesinden mütevellid, sahabe son
derece tabiî ancak kısa süreli bir zihin karmaşası yaşamıştır. Söz konusu
karmaşanın, kısmen de olsa rivâyetlere yansımasıyla birlikte sahabe sonrası
dönemde çarpıcı aforizmalar geliştirilmiş, esâsında sahabenin belki de hiç
bilgisinin ya da ilgisinin olmadığı oldukça önemli saptamalar gündeme
taşınarak, rivâyetler büyük bir itinayla bağlamlarından koparılmıştır.
Bu çerçevede tarihî meseleler, gerçekleştikleri dönemden
uzaklaştırılarak, ele alındığı dönemin zihin yapısı, kelime ve kavramlarıyla
nakledilmeye başlanmış, tabiri câizse örneğin Muaviye b. Ebî Süfyân’ın bölgeler
arasındaki koordineyi network ağıyla sağladığı gibi tuhaf senaryolar ilmî
olarak nitelenen te’lîflerde dahi yer almaya başlamıştır. İlgili te’lîfleri
vücûda getirenlerle organik bağı bulunan kimselerin tetkîk ettikleri
senaryoları ‘zarar-yarar’ veya ‘günah-sevap’ denkleminde ele
alması ise meseleyi iyice içinden çıkılmaz bir hâle sürüklemiştir. Zira
herhangi bir tarihî hâdisenin, ifade etmeye çalıştığımız şekilde nitelenmesi
mümkün olmadığı gibi tarih usûlünün de bu ve benzeri değer yargıları
bulunmamaktadır. Şu halde modern dönemlerde gerçekleştirilen aktarmaya
çalıştığımız nâ-hûş faaliyetler bütününün, ilmî düzeye ne sûrette katkı
sağladığı da ayrıca tartışılmalıdır.
Teorik anlatımı tam da burada nihâyetlendirerek, ifade etmeye
çalıştıklarımızı bir ya da birkaç örnekle müşahhaslaştırmak istiyoruz. Şöyle
ki; ‘Efendimiz Bizans İmparatorunun orduları ile harp için (Mute)
denilen yere asker gönderdiğinde, sahabeden üç emirin arka arkaya şehit
olduklarını, kendisi, Medine’de minber üzerinde iken, Allahü teâlânın
göstermesi ile görerek yanındakilere haber verdi.’ rivâyetini konu edinen
bir araştırmacı muhtemelen ilk olarak, Resûlullah’ın (as) neden sahabesini
savaştan önce uyarmadığını düşünecektir. Nitekim rivâyete göre üç komutan şehit
olduktan sonra Resûlullah (as) bunu Medine’de kendisini dinleyenlere aktarmaktadır.
Bir başka ifadeyle sayı bakımından oldukça yoğun olduğu nakledilen Rum
ordusuyla, az sayıda olduğu nakledilen Müslüman ordunun karşılaşmasının önüne
neden geçmediği/ geçilemediği dikkat çekmektedir. Kaldı ki o dönemin hiçbir
kaynağında Bizans kelimesi kullanılmamaktadır. Elbette buradaki amacımız, Allah
ve Resûlü’nün ne zaman, ne şekilde davranması gerektiğini ya da neden bizim
istediğimiz şekilde davranmadığını sorgulamak değildir. Sanki rivâyetin
muhteviyatındaki sıkıntımız, belki de Bizans kelimesini rivâyetten düşürmekle
ortadan kalkacaktır. Bilemiyoruz.
Bir değer örnekte ise şu ifadeler yer almaktadır: ‘Efendimiz bir
gün, zevcesi Hafsa validemize, (Ebu Bekir ile baban, ümmetimin idaresini
ellerine alacaklardır) buyurdu. Bu sözle Hazret-i Ebu Bekir’in ve Hafsa
validemizin babası olan Hazret-i Ömer’in halife olacaklarını müjdeledi.’ Resûlullah’ın
(as) halife kelimesini, devlet başkanı anlamında kullanıp- kullanmadığı bir
tarafa bırakılırsa, söz konusu rivâyete göre başta Hz. Ali’nin ve ensarın, Resûlullah’ın
(as) bu belirlemesinden haberi yoktur. Ya da haberleri olduğu halde,
Resûlullah’ın (as) vefâtını takip eden süreçte, halifelikle ilgili yaşanan
tartışmalara seyirci kalmışlar, bu rivâyeti gizlemişlerdir! Ama bunu yaparken
de şahsî menfaatleri icâbâtından yapmamışlardır. O halde niçin yapmışlardır?
Yapmışlar mıdır?
‘Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?’ [Bakara Sûresi,
44]
‘Kays bin Şemmasa, (Güzel olarak yaşarsın ve şehit olarak
ölürsün) buyurdu. Hazret-i Ebu Bekir halife iken Yemamede Müseylemet-ül-Kezzab
ile yapılan muharebede şehit oldu. Hazret-i Ömer’in ve Hazret-i Osman’ın ve
Hazret-i Ali’nin şehit olacaklarını dahi haber verdi.’ Aktardığımız
rivâyet, İslam tarihi alanına ciddi katkı yapan bir bilgi vermektedir. Rivâyete
göre Hz. Ebû Bekr, Yemâme Savaşı’nda şehit edilmiş, kendisinden sonra gelecek
olan üç halifenin de şehit olacağı haberini vermiştir. Elbette râvînin
sırasıyla halifeleri belirlemiş olması da ilginç bir bilgi olarak
değerlendirilmelidir! [Müseyleme değil de Müseylime olmasın!]
Hikâye bu ya, zamanın beherinde bir ihtiyar, doktora gelerek ‘Aklım
dağınık, düşüncelerim perişan’ şeklinde şikâyette bulunur. Doktor ‘Aklının
dağınıklığı, perişanlığın ihtiyarlıktandır’ diyerek cevap verir. İhtiyar ‘Sırtım
da şiddetli ağrıyor’ der. Doktor ‘İhtiyarlık vücudunu zayıflatmış’
der. İhtiyar ‘Ne yersem yiyeyim dokunuyor, hazmetmekte zorlanıyorum’
der. Doktor ‘Midenin görevini yapmaması da ihtiyarlıktandır’ der.
İhtiyar ‘Nefes alırken zorlanıyorum, nefes darlığı çekiyorum’ der.
Doktor ‘Doğrudur. İnsan ihtiyarlayınca her türlü hastalık başına gelir.
Nefesinin darlığı çekmesi de yaşlılıktandır’ der. İhtiyar ‘Ey ahmak!
Bütün söyleyeceğin bu mu? Derdi veren Allah’ın, dermanı da verdiğini duymadın
mı? Senin aklın gibi, doktorluk bilgin de az. İhtiyarlık deyip tutturdun
gidiyorsun. Doktor olurken, sen sadece bu sözü mü öğrendin?’ diyerek
öfkesini gösterir. Doktor ‘Bu kızgınlığın, öfken de ihtiyarlıktandır’
diyerek konuyu kapatır.
Bir önceki paragrafta aktardığımız rivâyet ile hemen onu ta’kîben naklettiğimiz
hikâye arasında herhangi bir bağlantı olmadığını, hikâyeyi yazıp, tashîh
ederken fark etmemize rağmen kaldırmadık. Bunu neden yaptığımız hakkında da, en
azından şu an için bir bilgimiz bulunmamaktadır. Belki de bu hikâyeyi
aklımızdan geçirirken, yukarıdaki rivâyeti büyük bir marifet gibi aktaranlarla
hikâyedeki ihtiyarı eşitlemişizdir, kim bilir! Allah alayımızı ıslâh etsin,
âmin.
‘Siz hiç düşünmüyor musunuz?’ [Âl-i İmrân Sûresi, 65]
Görüldüğü üzere tarih araştırmalarında akıl unsuru hayli önem arz
etmektedir. Bu kısa yazımızda aktarmaya çalıştığımız rivâyetlerin
değerlendirilmesinde de zaten bu unsuru öncelemeyi hedefledik. Aksi halde
rivâyetin râvîleri kim olursa olsun, rivâyetin metin kısmında ne anlatılırsa
anlatılsın, olası bir epistemik sorun her iki durumda da tezâhür eder, müellifi
de okuyucuyu da zelîl bir duruma düşürür. Herhangi bir tarihî rivâyetin akılla
çatışması durumunda aklın esas alınması da bu yüzden gereklidir. Sair ilim
sahasına ait akıl-nakil çatışmasını inceleme iddiasında değiliz, hiç olmadık
da. Ancak tarihî bir rivâyetten itikadî delile ulaşmak isteyenlere de taaccüb
sîgasında mu’teriz olduğumuzu, mezkûr keyfiyet gereği söylemeden geçemedik.
Netice-i kelâm şudur ki, Hayber’in fethine katılmış bir sahabe, bu fethi bazı çağdaş
literatürden okumak istediğinde karşısına bilmediği pek çok sahne çıkacak,
muhtemelen kendisi dahi taacüb sîgasını otuz beş bâbda çekmek durumunda
kalacaktır.
‘Yeryüzünde dolaşan canlıların Allah katında en kötüsü
anlamayan ve düşünmeyen…’ [Enfâl Sûresi, 22]
Nefis olmuş beden ve AKLINIZA sağlık
YanıtlaSilİyi güzel yazmış siniz hocam. Akil belirli yerlerde çok iyi bir kıstas olarak kullanilmalidir. Nitekim naslarda bunu desteklemektedir. Fakat akli esas almaninda bir ölçüsü olmalı. Kime göre neye göre aklı esas alicaz. Her akli ve nakli delil zitlastiginda aklı esas almak bazen çok mendi noktalara vardirabilir. Nitekim dinimiz akil dini olmakla beraber akil ile aciklanmayip yalnizca iman esasli kaideleri vardır.
YanıtlaSilÇok güzel bir yorum. Allah zihninize bereket versin. Allah razı olsun
YanıtlaSilHocam yüreğinize sağlık...
YanıtlaSilHaybere katılmış sahabenin fethi çağdaş literatürden okuma metaforu meseleye son noktayı koymuş... Harika.