25 Nisan 2017 Salı

Tarih Araştırmalarında ‘Akıl’ Problemi


Doç. Dr. Cahit Külekçi

İlk dönem Müslümanlarının karşılaşmadığı sorunlarla karşılaşan sonraki dönem Müslümanlarının, karşılaştıkları sorunlara çözüm ararken akıl ile naklin çatışabileceğini öngörerek, bu durumda aklın esas alınması gerektiğini takdîr etmiş, geniş sayılabilecek ilmî sahalar için açılım sağlamayı hedeflemişlerdir.

Aynı yol üzerinde seyreden iki hakîkatın, yani akıl ile naklin, çatışma/çarpışma ihtimali aklın hakîkat yolundan çıkmasına bağlanarak kısa süre içerisinde oluşabilecek tutarsızlıklara karşı önlem dahi alabilmişlerdir. Klasik düşünce yapımızın esaslarından birisinin mezkûr tespit olduğu kabul edilirse, aklın nakil dışında da sorun çıkarabileceğine dair ihtiyat payı bırakılmış, bu hâlde ve her şartta aklın ön planda tutulacağını kesin bir dille ikrâr etmişlerdir. Anlayabildiğimiz kadarıyla ulemâ-i mütekaddimîn nakli, aklın özüne ma’tûf hakîkat olarak tasavvur etmiştir.

Nakil olarak zikrettiğimiz vahyin Müslüman bireyler ‘indinde ne derecede önemli bilgi kaynağı olduğu herhalde kabulden uzak değildir. Teorik olarak bu konuda herhangi bir itirazın gerçekleşmesi beklenmemektedir. Hâkezâ, Resûlullah’ın (as) teblîğ ve tebyîn ettiği hakîkatlar da bu çerçevede değerlendirilmelidir. Nitekim sahabenin bilgi kaynaklarını da öncelikle bahse konu mesbûkayn oluşturmuştur.

Sahabenin tecrübe ettiği, yakînen tanıdığı, sohbetinde bulunduğu, uygulamaları hakkında doğrudan bilgi sahibi olduğu, neyi- niçin yaptığını sorarak öğrendiği, bazen zanna kapılarak karar verdiği ancak Resûlullah (as) tarafından ikazla düzeltildiği dönemin sona ermesinden mütevellid, sahabe son derece tabiî ancak kısa süreli bir zihin karmaşası yaşamıştır. Söz konusu karmaşanın, kısmen de olsa rivâyetlere yansımasıyla birlikte sahabe sonrası dönemde çarpıcı aforizmalar geliştirilmiş, esâsında sahabenin belki de hiç bilgisinin ya da ilgisinin olmadığı oldukça önemli saptamalar gündeme taşınarak, rivâyetler büyük bir itinayla bağlamlarından koparılmıştır.

Bu çerçevede tarihî meseleler, gerçekleştikleri dönemden uzaklaştırılarak, ele alındığı dönemin zihin yapısı, kelime ve kavramlarıyla nakledilmeye başlanmış, tabiri câizse örneğin Muaviye b. Ebî Süfyân’ın bölgeler arasındaki koordineyi network ağıyla sağladığı gibi tuhaf senaryolar ilmî olarak nitelenen te’lîflerde dahi yer almaya başlamıştır. İlgili te’lîfleri vücûda getirenlerle organik bağı bulunan kimselerin tetkîk ettikleri senaryoları ‘zarar-yarar’ veya ‘günah-sevap’ denkleminde ele alması ise meseleyi iyice içinden çıkılmaz bir hâle sürüklemiştir. Zira herhangi bir tarihî hâdisenin, ifade etmeye çalıştığımız şekilde nitelenmesi mümkün olmadığı gibi tarih usûlünün de bu ve benzeri değer yargıları bulunmamaktadır. Şu halde modern dönemlerde gerçekleştirilen aktarmaya çalıştığımız nâ-hûş faaliyetler bütününün, ilmî düzeye ne sûrette katkı sağladığı da ayrıca tartışılmalıdır.

Teorik anlatımı tam da burada nihâyetlendirerek, ifade etmeye çalıştıklarımızı bir ya da birkaç örnekle müşahhaslaştırmak istiyoruz. Şöyle ki; ‘Efendimiz Bizans İmparatorunun orduları ile harp için (Mute) denilen yere asker gönderdiğinde, sahabeden üç emirin arka arkaya şehit olduklarını, kendisi, Medine’de minber üzerinde iken, Allahü teâlânın göstermesi ile görerek yanındakilere haber verdi.’ rivâyetini konu edinen bir araştırmacı muhtemelen ilk olarak, Resûlullah’ın (as) neden sahabesini savaştan önce uyarmadığını düşünecektir. Nitekim rivâyete göre üç komutan şehit olduktan sonra Resûlullah (as) bunu Medine’de kendisini dinleyenlere aktarmaktadır. Bir başka ifadeyle sayı bakımından oldukça yoğun olduğu nakledilen Rum ordusuyla, az sayıda olduğu nakledilen Müslüman ordunun karşılaşmasının önüne neden geçmediği/ geçilemediği dikkat çekmektedir. Kaldı ki o dönemin hiçbir kaynağında Bizans kelimesi kullanılmamaktadır. Elbette buradaki amacımız, Allah ve Resûlü’nün ne zaman, ne şekilde davranması gerektiğini ya da neden bizim istediğimiz şekilde davranmadığını sorgulamak değildir. Sanki rivâyetin muhteviyatındaki sıkıntımız, belki de Bizans kelimesini rivâyetten düşürmekle ortadan kalkacaktır. Bilemiyoruz.

Bir değer örnekte ise şu ifadeler yer almaktadır: ‘Efendimiz bir gün, zevcesi Hafsa validemize, (Ebu Bekir ile baban, ümmetimin idaresini ellerine alacaklardır) buyurdu. Bu sözle Hazret-i Ebu Bekir’in ve Hafsa validemizin babası olan Hazret-i Ömer’in halife olacaklarını müjdeledi.’ Resûlullah’ın (as) halife kelimesini, devlet başkanı anlamında kullanıp- kullanmadığı bir tarafa bırakılırsa, söz konusu rivâyete göre başta Hz. Ali’nin ve ensarın, Resûlullah’ın (as) bu belirlemesinden haberi yoktur. Ya da haberleri olduğu halde, Resûlullah’ın (as) vefâtını takip eden süreçte, halifelikle ilgili yaşanan tartışmalara seyirci kalmışlar, bu rivâyeti gizlemişlerdir! Ama bunu yaparken de şahsî menfaatleri icâbâtından yapmamışlardır. O halde niçin yapmışlardır? Yapmışlar mıdır?

Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?’ [Bakara Sûresi, 44]

Kays bin Şemmasa, (Güzel olarak yaşarsın ve şehit olarak ölürsün) buyurdu. Hazret-i Ebu Bekir halife iken Yemamede Müseylemet-ül-Kezzab ile yapılan muharebede şehit oldu. Hazret-i Ömer’in ve Hazret-i Osman’ın ve Hazret-i Ali’nin şehit olacaklarını dahi haber verdi.’ Aktardığımız rivâyet, İslam tarihi alanına ciddi katkı yapan bir bilgi vermektedir. Rivâyete göre Hz. Ebû Bekr, Yemâme Savaşı’nda şehit edilmiş, kendisinden sonra gelecek olan üç halifenin de şehit olacağı haberini vermiştir. Elbette râvînin sırasıyla halifeleri belirlemiş olması da ilginç bir bilgi olarak değerlendirilmelidir! [Müseyleme değil de Müseylime olmasın!]

Hikâye bu ya, zamanın beherinde bir ihtiyar, doktora gelerek ‘Aklım dağınık, düşüncelerim perişan’ şeklinde şikâyette bulunur. Doktor ‘Aklının dağınıklığı, perişanlığın ihtiyarlıktandır’ diyerek cevap verir. İhtiyar ‘Sırtım da şiddetli ağrıyor’ der. Doktor ‘İhtiyarlık vücudunu zayıflatmış’ der. İhtiyar ‘Ne yersem yiyeyim dokunuyor, hazmetmekte zorlanıyorum’ der. Doktor ‘Midenin görevini yapmaması da ihtiyarlıktandır’ der. İhtiyar ‘Nefes alırken zorlanıyorum, nefes darlığı çekiyorum’ der. Doktor ‘Doğrudur. İnsan ihtiyarlayınca her türlü hastalık başına gelir. Nefesinin darlığı çekmesi de yaşlılıktandır’ der. İhtiyar ‘Ey ahmak! Bütün söyleyeceğin bu mu? Derdi veren Allah’ın, dermanı da verdiğini duymadın mı? Senin aklın gibi, doktorluk bilgin de az. İhtiyarlık deyip tutturdun gidiyorsun. Doktor olurken, sen sadece bu sözü mü öğrendin?’ diyerek öfkesini gösterir. Doktor ‘Bu kızgınlığın, öfken de ihtiyarlıktandır’ diyerek konuyu kapatır.

Bir önceki paragrafta aktardığımız rivâyet ile hemen onu ta’kîben naklettiğimiz hikâye arasında herhangi bir bağlantı olmadığını, hikâyeyi yazıp, tashîh ederken fark etmemize rağmen kaldırmadık. Bunu neden yaptığımız hakkında da, en azından şu an için bir bilgimiz bulunmamaktadır. Belki de bu hikâyeyi aklımızdan geçirirken, yukarıdaki rivâyeti büyük bir marifet gibi aktaranlarla hikâyedeki ihtiyarı eşitlemişizdir, kim bilir! Allah alayımızı ıslâh etsin, âmin.

Siz hiç düşünmüyor musunuz?’ [Âl-i İmrân Sûresi, 65]

Görüldüğü üzere tarih araştırmalarında akıl unsuru hayli önem arz etmektedir. Bu kısa yazımızda aktarmaya çalıştığımız rivâyetlerin değerlendirilmesinde de zaten bu unsuru öncelemeyi hedefledik. Aksi halde rivâyetin râvîleri kim olursa olsun, rivâyetin metin kısmında ne anlatılırsa anlatılsın, olası bir epistemik sorun her iki durumda da tezâhür eder, müellifi de okuyucuyu da zelîl bir duruma düşürür. Herhangi bir tarihî rivâyetin akılla çatışması durumunda aklın esas alınması da bu yüzden gereklidir. Sair ilim sahasına ait akıl-nakil çatışmasını inceleme iddiasında değiliz, hiç olmadık da. Ancak tarihî bir rivâyetten itikadî delile ulaşmak isteyenlere de taaccüb sîgasında mu’teriz olduğumuzu, mezkûr keyfiyet gereği söylemeden geçemedik. Netice-i kelâm şudur ki, Hayber’in fethine katılmış bir sahabe, bu fethi bazı çağdaş literatürden okumak istediğinde karşısına bilmediği pek çok sahne çıkacak, muhtemelen kendisi dahi taacüb sîgasını otuz beş bâbda çekmek durumunda kalacaktır.

Yeryüzünde dolaşan canlıların Allah katında en kötüsü anlamayan ve düşünmeyen…’ [Enfâl Sûresi, 22]

4 yorum:

  1. Nefis olmuş beden ve AKLINIZA sağlık

    YanıtlaSil
  2. İyi güzel yazmış siniz hocam. Akil belirli yerlerde çok iyi bir kıstas olarak kullanilmalidir. Nitekim naslarda bunu desteklemektedir. Fakat akli esas almaninda bir ölçüsü olmalı. Kime göre neye göre aklı esas alicaz. Her akli ve nakli delil zitlastiginda aklı esas almak bazen çok mendi noktalara vardirabilir. Nitekim dinimiz akil dini olmakla beraber akil ile aciklanmayip yalnizca iman esasli kaideleri vardır.

    YanıtlaSil
  3. Çok güzel bir yorum. Allah zihninize bereket versin. Allah razı olsun

    YanıtlaSil
  4. Hocam yüreğinize sağlık...
    Haybere katılmış sahabenin fethi çağdaş literatürden okuma metaforu meseleye son noktayı koymuş... Harika.

    YanıtlaSil

Yazarlar