Prof. Dr. Âdem
APAK
Hz.
Peygamber’in (sav) tebliğ ettiği İslâmî öğretinin insanlığa kazandırmaya
çalıştığı dünya görüşünün temeli tevhid esasına dayanır. Buna göre kâinat ve
kâinattaki bütün varlıklar yüce bir kuvvet olan Allah tarafından yaratılmıştır.
Kur’ân’daki bir çok âyet de çeşitli ifade biçimleriyle insanın dikkatini
evrenin eşsiz düzenine çekerek, evrenin yaratıcısının birlenmesinin gereğine
vurgu yapar: “Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri oyun ve eğlence
olsun diye yaratmadık.”[1] “Gerçek şu
ki, göklerde ve yerde her ne varsa O’nundur. Hepsi O’na boyun eğmişlerdir.”[2] “Göklerde
ve yerde bulunan her şey, Rahman’a kul olarak gelecektir.”[3] “O (Allah),
geceyi sizin için istirahat etmenize elverişli, gündüzü de (geçiminizi
sağlamanız için) aydınlık yapmıştır. Şüphesiz bunda işiten bir toplum için
ibretler vardır.”[4]. Zikri geçen
âyetlerde bütün evrende var olan nizam, evrenin yaratıcısı, idare edicisi olan
Allah’ın birliğine apaçık delil olarak sayılmaktadır. Yine bu ilahi hükümler,
insanlardan kâinatta var olan bu mükemmel düzen ve bu düzenin sağlamlığı ve
bütünlüğü üzerine düşünmelerini ve bu yolla Tevhid fikrine
ulaşmalarını istemektedir.
İslâm inancı
bir bütün olarak iki ilke üzerine temellendirilir ki, bunlar Tevhid ve Risâlet,
yani Allah’ın birliği ile Allah’ın Rasûlü (sav) Hz. Muhammed’in ilahi
misyonudur. Peygamberlerin, Allah’ın elçileri olduğu düşünülürse, ikinci ilke
Hıristiyanlık, Budizm ve Hinduizm gibi diğer dinlerin tersine, İslâm’da
bütünüyle birinci ilkeden türemekte ve bütünüyle onun üzerine kurulmuş
bulunmaktadır. Bütün bir yapı, bu iki ilke üzerinde yükselmektedir. Gerçekten
de Allah’ın buyruklarına boyun eğmek düşüncesi, O’nun tek ilah olmasını zorunlu
kılar. O, yaratıcı olmak itibariyle yegâne efendidir, hayatı ve ölümü yaratan
O’dur. O evrenin ışığı ve nurudur. O, kulluğa, boyun eğmeğe değer yegâne
ilahtır. Başka hiçbir şeye, hiç kimseye değil, yalnız ve yalnızca O’na kulluk
edilebilir ve yalnızca O’na boyun eğilebilir. İşte bu esaslar İslâm’ın gerçek
hedefini ortaya koyar; insanı insana kul olmaktan, kavmi kavme kölelikten,
insanlığı beşerî güçlerin boyunduruğundan kurtarmak, bütün bir insanlığı
herhangi bir önyargıya bağlı olmaksızın tek bir Allah’a kul olmak çerçevesinde
özgür bir kardeşliğe dönüştürmek. İslâm’ın özgürlük düşüncesi insanlığın, kendi
yaratıcısı ve efendisi olarak yalnız ve yalnızca Allah’a bağlı olmasını
öngörür. O, yegâne, sahici, adil ve geçerli egemenlik sahibidir. İnsanlığa
hükmedebilecek olan yalnız ve ancak O’dur. Ayrıca hiçbir yaratılmış olan
yaratıcısının buyruklarına baş kaldırma hakkına sahip değildir. Hulasa Kur’ân,
Tevhid ilkesi dışında hiçbir uzlaşmaya yanaşmaz. [5]
Kur’ân-ı Kerîm’in
tevhid ile ilgili âyetlerine bakıldığında tevhid akidesinin sadece fikrî,
zihinsel ve felsefî bir telakkî olmayıp; insan ve kâinat konusunda başlı başına
çok genel bir düşünce, yaşam biçimi, dünya görüşü ve hayat felsefesi olduğu
açıkça anlaşılır. Gerçekten de İslâmî kavramlar arasında, insan hayatını
“tevhid” kavramı kadar çepeçevre kuşatan, çok boyutlu bir başka kavram bulmak
mümkün değildir. İslâm dünya görüşünü günümüzdeki diğer din ve ideolojik
kurumlardan ayıran en büyük özellik işte bu Tevhid ilkesidir. Öyle ki, hiç bir
din ve düşüncede Allah inancı, İslâm'daki kadar sağlam, tutarlı ve evrensel
boyutlarıyla mevcut değildir. Tevhid öğretisinin İslâm’da öylesine temel ve
köklü bir yeri vardır ki, takvası ve ilminden ötürü rasüllerin en değerlisi
olarak kabul edilmesine rağmen Allah’ın son elçisi Hz. Muhammed’in (sav) bile
sadece O’nun bir kulu olduğu gerçeği kesin bir biçimde vurgulanmıştır. İslâm’ın
Allah’la kulu arasına, ruhbanlık, zaman, yer ve benzeri herhangi bir aracı veya
koşul tanımaması da tevhid ilkesine dayanır. Bu durum, bir ruhbanlık rejimine,
meslekten din adamlığına, bir aracının veya arabulucunun varlığına alışmış
kimseler için tuhaf görünürse bile, İslâm bütün bu aracı unsurları tevhid adına
dışlamaktadır. Dolayısıyla herkes eşit olarak ve doğrudan doğruya Allah’a
bağlıdır. O Allah ki, O’nun adına kimsenin, insanların günahlarını bağışlamaya
yetkisi yoktur. Tek kelime ile Allah ile kulu arasında herhangi bir aracı söz
konusu değildir.[6]
İslâm dininin en temel esası olan tevhid, hem inanç açısından
Allah’ı zatında, sıfatlarında ve fiillerinde birlemek, ibadeti de yalnızca
Allah’a mahsus kılmaktır. Dikkat edilirse kelime-i tevhid önce Allah’tan başka
diğer ilâhları reddetmekle başlar. Buna göre Müslüman, önce Allah’tan başka
bütün mabutları reddetmeli, ardından da ilâh/Rabb olarak sadece Allah’ı kabul
etmelidir. İslâmî tevhid öğretisine göre Allah birdir, ortağı yoktur. Eşi ve
benzeri olmaksızın Tek, karşıtı olmaksızın hep Aynı, dengi olmaksızın Biricik,
öncesi olmaksızın İlk, başlangıcı olmaksızın Ezelî, sonu olmaksızın Ebedî,
bitmeksizin Sürekli var olacak olan, aralıksız ve kesintisiz olmak üzere Bâkî
ve Sürekli, zamanların ve çağların geçiciliğiyle kayıtlı olmayan, hem
başlangıç, hem son, hem Zâhir, hem Bâtındır.[7] Allah
mekanla sınırlanmayacak kadar Yüce, zamanla koşullanmayacak kadar Âzîz’dir.
Çünkü O, zamanı ve mekanı yaratmadan önce de vardı. Özünde O’na benzeyen hiçbir
şey yoktur. Yüceliği değişmekten münezzeh kılmıştır O’nu. O ihtimallerden,
rastlantılardan, arazlardan münezzehtir. [8]
Tevhid inancı insanları tek Allah'a
ibadet etmeye, O’na ihlâs ve tevekkül ile bağlanmaya, yalnız O'ndan ummaya ve
korkmaya, hiçbir konuda O'na eş tutmamaya çağırır. Allah'ın birliğinden söz
etmek O'nun zatında, sıfatlarında ve fiillerinde bir olduğunu söylemektir.
Zatının bir olduğunu söylemek, O'nun kısmının, parçasının, bölümünün olmadığını
kabul etmektir. Çünkü birleşik olmaması Allah'ın zorunlu niteliklerindendir.
Sıfatlarının bir olduğunu söylemek, eşinin, benzerinin olmadığına inanmaktır.
Çünkü yaratılmış varlıklara benzememek de, O'nun temel nitelikleri arasındadır.
Allah’ın fiillerinde bir olduğunu söylemek de, ortağı bulunmadığını ikrar
etmektir. Çünkü ortaklık aczi gerektirir.
Burada ortaya konulan tanımlamalardan tevhidi üç kısımda değerlendirmek
mümkündür: Bunlar Zat’ta tevhid, sıfatta tevhid ve fiilde tevhiddir. Zat’ta
tevhid, Allah’ın zatı
yönünden tek olması, bir benzerden, ortaktan (şerikten) münezzeh (uzak) olması
demektir. Kur’ân farklı şekillerde sürekli olarak Allah’ın bir olduğunu, eşinin
ve benzerinin bulunmadığını vurguluyor. Kur’ân, Allah’ın varlığına ait ne kadar
delil getiriyorsa, bir o kadar da ‘bir’ olduğuna da o kadar delil
getirmektedir:
“De ki O Allah bir ‘dir”[9];
“Gerçek, sizin ilâhınız hakikaten bir’dir”[10];
“Allah’tan başka ilâh yoktur”[11]; “Allah ile beraber başka bir ilâh edinmeyin”[12]; “Allah,
O’ndan başka ilâh olmayandır”[13]; “Şüphe
yok ki Ben, Ben Allah’ım… Benden başka ilâh yoktur; şu halde Bana ibâdet et…”[14] ; “Size
gökten ve yerden rızık verecek Allah’tan başka yaratıcı mı var?”[15]; “...Allah
ile başka ilâhlar var mı?!”.[16]
Zat bakımından tek olduğu gibi Allah bunun zorunlu sonucu olarak
sıfatları konusunda da tektir. Yani hiç bir varlık O’na sıfatlarında ortak (şerîk)
veya denk değildir. Allah’ın sıfatları denildiği zaman, Allah’ı bize bildiren
ilâhí özellikleri akla gelir. Allah’ın sıfatları O’na aittir ve kendisi gibi
ezelídir, başlangıcı yoktur. Bazı sıfatlar sırf Allah’a aittir. Bu sıfatlar
O’ndan başka hiç bir yaratıkta olamaz. Örneğin ‘Beka-sonu olmamak’ sıfatı gibi.
Allah’ın sonu yoktur, O ölümsüzdür, varlığı asla sona erici değildir.
Allah, zatı ve sıfatlarında tek olduğu gibi fiillerinde de tektir.
Buna göre yaratma yalnızca Allah’a aittir. Çevrede ve evrende görülen bütün
hadiseler ancak Allah’ın yarattığı sebeplere bağlı olarak meydana gelmektedir.
Kısacası asıl yaratıcı Allah’tır. Âlemi, âlemin içindeki her şeyi, insanı ve
insanla ilgili her şeyi var eden O’dur. O’nun bu yaratmasında bir ortağı, bir
yardımcısı veya bunlara benzer bir şeyi yoktur. Var eden de O’dur, öldüren de
O’dur, varlığın devamını yaratan da O’dur.
Fiilde Tevhid, Allah’ın tek yaratıcı olmasına inanmak; yaratma ve
var etme sıfatını başka ilâhlara vermemektir. O’nun yaratmada bir yardımcısı
olmadığı gibi, yaratmada alete, araca, zamana da ihtiyacı yoktur: “Bir
şeyi dilediği zaman, O’nun emri, ona yalnızca ‘ol’ demesidir; o da hemen
oluverir”.[17]
Kur’ân’da Peygamberlerin görevleriyle ilgili âyetler, tevhidin
temelinin Allah'a ibadet etmek olduğunu açıkça beyan etmektedir. Esasında
Peygamberlerin gönderilişlerindeki temel amaç da insanları Allah'a ibâdet
etmeye çağırmaktır. Dolayısıyla amelde tevhid, kulluğa dair eylemlerin sadece
Allah'a yöneltilmesi ve O’nun rızası adına yapılmasıdır. İnançta tevhidin doğal
olarak amele yansıyacağını, bu sebeple bir tek Allah'a iman eden ve O'na ait
özellikleri başka varlıklara tanımayan insanın kulluğunun da tevhid üzere
olacağı açıktır. Meseleye bu çerçeveden bakıldığında, aslında inançta tevhid
ile amelde tevhidin birbirini takip eden iki ayrı unsur olmayıp, ikisi de aynı
anda gerçekleşen ve birbirini tamamlayan parçalar olduğu açıkça görülür.
Nitekim Kur’ân’ın pek çok yerinde iman edenlerden bahsedilirken hemen peşinden
de salih amel işleyenlere atıf yapılmıştır. Meselâ aşağıdaki âyette inançta
tevhid ile amelde tevhidin birbirinden ayrılmaz unsurlar olduğu açık bir
şekilde vurgulanmıştır:
"De ki: 'Ben, yalnızca sizin gibi bir beşerim. (Şu var ki)
bana, İlâh'ınızın, sadece bir İlâh olduğu vahyolunuyor. Artık her kim Rabbine
kavuşmayı umuyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbine ibâdette hiçbir şeyi şirk/ortak
koşmasın"[18].
Tevhidin inanç ve amel boyutunun ayrılmaz iki unsur oluşu
nedeniyle, Kur’ân'da inanca ve kulluğa yönelik tevhid çağrısının daha çok
birlikte yapıldığı görülür: "İşte Rabbiniz Allah O'dur. O'ndan başka
ilâh/tanrı yoktur. O, her şeyin yaratıcısıdır. Öyle ise O'na kulluk edin, O her
şeye vekîldir"[19];
"Allah'a kulluk edin ve O'na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın...".[20]
Amelde tevhid, en vecîz şekliyle Kâfirûn sûresinde
özetlenmiştir: "De ki: 'Ey
kâfirler! Ben sizin ibadet etmekte olduklarınıza ibâdet etmem. Siz de benim
ibadet ettiğime ibâdet etmiyorsunuz. Ben sizin ibadet ettiklerinize asla ibadet
edecek değilim. Siz de benim ibadet ettiğime ibadet edecek değilsiniz. Sizin
dininiz size, benim dinim de bana!".[21] Yine
Fâtiha sûresinde de kullukta tevhid en belîg biçimiyle kulun kendi ağzından
söylettirilir: "Ancak Sana kulluk ederiz ve yalnız Senden yardım
isteriz".[22] Bu
âyetlerde de açıkça görüldüğü üzere "dini Allah'a hâlis kılarak O'na
kulluk etme" ifadesi içerisinde yer alan "ihlâs" kavramı,
"saflaştırma, arılaştırma" manalarına gelir, Kullukta dinin
saflaştırılması ise, dinin her türlü şirk unsurundan temizlenerek kulluk
eyleminin sadece Allah'a yönelik olarak gerçekleştirilmesi demektir. Buna göre
kişi, dinini (ibadetini ve taatini) bütün batıl tanrı düşüncelerinden
temizleyecek ve kulluğunu sadece Allah'a yöneltecektir. İhlâsın taşıdığı bu
anlamın yanında, müfessirlerin çoğu bu kavramın kapsamına gizli şirk olarak
adlandırılan riya (görsünler diye yapmak), süm'a (duysunlar diye yapmak) gibi,
kullukta yalnızca Allah'a yönelmenin safiyetini bozan kalbî hastalıkların
bulunmamasını da ilave etmişlerdir. Bu sebeple kulluğun en güzel şekli, Allah'a
yalnızca Rab olduğu için yönelmektir.
Bütün bu izahlardan anlaşıldığı üzere amelde tevhid, inançta
tevhidin doğal bir sonucu olarak kulluğun da sadece Allah'a yöneltilmesi
manasına gelmektedir. Allah'ın tek gerçek ilâh kabul edilmesine rağmen, eğer
kullukta başka maksatlar güdülüyorsa, bu durumda tevhidin temeli sarsılmış
demektir.
Tevhid, bir inanç ve ahlak nizamı olarak tanımlanan medeniyetin de
esasını oluşturur. Zira Medeniyet, gerçek anlamıyla, Tevhidin oluşturduğu hayat
ve toplumsal ilişkiden farklı bir şey değildir. İslâm’ın kendisi, mükemmel bir
medeniyettir. Mükemmel bir medeniyet ancak insanî ve toplumsal özellikleri,
insanların kula kulluktan kurtulup sadece Allah’ın hükümlerine rıza
göstermeleri ve O’nun kanunlarını uygulamaları sonucunda gerçekleşir. İslâm’a
girmenin ilk adımı kabul edilen Kelime-i Tevhid, Kur’ân ve Sünnet’le sınırları
çizilen bir kültür ve medeniyet ön görmektedir. Tevhidî inanış, hikmetin
(faydalı ilim ve uygulamanın) Müslümanların yitik malı olduğunu, onu nerede
bulurlarsa almaları gerektiğini öğretmektedir.
[1] Enbiyâ, 21/16.
[2] Bakara,
2/116.
[3] Meryem, 19/93.
[4] Yûnus, 10/67.
[5] Shoops, Hans, The Religion of Mankind,
1967, s. 232.
[6] İzzetî, Ebulfazl, İslâmın Yayılış
Tarihine Giriş, (çev. Cahit Koytak), İstanbul 1984, s. 67.
[7] Morrish, Ivor, Background of Immigrant
Children, 1971, s. 191.
[8] Toynbee, A. An Historian Approach to
Religion, 1955, s. 246.
[9] İhlâs, 112/1.
[10] Sâffât, 37/4.
[11] Âl-i İmrân, 3/62.
[12] Nahl, 16/51.
[13] Bakara, 2/255.
[14] Tâhâ, 20/14.
[15] Fâtır, 35/3.
[16] Neml, 27/60-63.
[17] Yâsîn, 36/82.
[18] Kehf, 18/110.
[19] En'âm, 6/102.
[20] Nisâ, 4/76.
[21] Kâfirûn, 109/1-6.
[22] Fâtiha, 1/5.
0 yorum:
Yorum Gönder