12 Nisan 2017 Çarşamba

İslam’ın Temel Prensibi Tevhid

Prof. Dr. Âdem APAK
Hz. Peygamber’in (sav) tebliğ ettiği İslâmî öğretinin insanlığa kazandırmaya çalıştığı dünya görüşünün temeli tevhid esasına dayanır. Buna göre kâinat ve kâinattaki bütün varlıklar yüce bir kuvvet olan Allah tarafından yaratılmıştır. Kur’ân’daki bir çok âyet de çeşitli ifade biçimleriyle insanın dikkatini evrenin eşsiz düzenine çekerek, evrenin yaratıcısının birlenmesinin gereğine vurgu yapar: “Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık.”[1] “Gerçek şu ki, göklerde ve yerde her ne varsa O’nundur. Hepsi O’na boyun eğmişlerdir.”[2] “Göklerde ve yerde bulunan her şey, Rahman’a kul olarak gelecektir.”[3] “O (Allah), geceyi sizin için istirahat etmenize elverişli, gündüzü de (geçiminizi sağlamanız için) aydınlık yapmıştır. Şüphesiz bunda işiten bir toplum için ibretler vardır.”[4]. Zikri geçen âyetlerde bütün evrende var olan nizam, evrenin yaratıcısı, idare edicisi olan Allah’ın birliğine apaçık delil olarak sayılmaktadır. Yine bu ilahi hükümler, insanlardan kâinatta var olan bu mükemmel düzen ve bu düzenin sağlamlığı ve bütünlüğü  üzerine düşünmelerini ve bu  yolla Tevhid fikrine ulaşmalarını istemektedir.    
İslâm inancı bir bütün olarak iki ilke üzerine temellendirilir ki, bunlar Tevhid ve Risâlet, yani Allah’ın birliği ile Allah’ın Rasûlü (sav) Hz. Muhammed’in ilahi misyonudur. Peygamberlerin, Allah’ın elçileri olduğu düşünülürse, ikinci ilke Hıristiyanlık, Budizm ve Hinduizm gibi diğer dinlerin tersine, İslâm’da bütünüyle birinci ilkeden türemekte ve bütünüyle onun üzerine kurulmuş bulunmaktadır. Bütün bir yapı, bu iki ilke üzerinde yükselmektedir. Gerçekten de Allah’ın buyruklarına boyun eğmek düşüncesi, O’nun tek ilah olmasını zorunlu kılar. O, yaratıcı olmak itibariyle yegâne efendidir, hayatı ve ölümü yaratan O’dur. O evrenin ışığı ve nurudur. O, kulluğa, boyun eğmeğe değer yegâne ilahtır. Başka hiçbir şeye, hiç kimseye değil, yalnız ve yalnızca O’na kulluk edilebilir ve yalnızca O’na boyun eğilebilir. İşte bu esaslar İslâm’ın gerçek hedefini ortaya koyar; insanı insana kul olmaktan, kavmi kavme kölelikten, insanlığı beşerî güçlerin boyunduruğundan kurtarmak, bütün bir insanlığı herhangi bir önyargıya bağlı olmaksızın tek bir Allah’a kul olmak çerçevesinde özgür bir kardeşliğe dönüştürmek. İslâm’ın özgürlük düşüncesi insanlığın, kendi yaratıcısı ve efendisi olarak yalnız ve yalnızca Allah’a bağlı olmasını öngörür. O, yegâne, sahici, adil ve geçerli egemenlik sahibidir. İnsanlığa hükmedebilecek olan yalnız ve ancak O’dur. Ayrıca hiçbir yaratılmış olan yaratıcısının buyruklarına baş kaldırma hakkına sahip değildir. Hulasa Kur’ân, Tevhid ilkesi dışında hiçbir uzlaşmaya yanaşmaz. [5]
Kur’ân-ı Kerîm’in tevhid ile ilgili âyetlerine bakıldığında tevhid akidesinin sadece fikrî, zihinsel ve felsefî bir telakkî olmayıp; insan ve kâinat konusunda başlı başına çok genel bir düşünce, yaşam biçimi, dünya görüşü ve hayat felsefesi olduğu açıkça anlaşılır. Gerçekten de İslâmî kavramlar arasında, insan hayatını “tevhid” kavramı kadar çepeçevre kuşatan, çok boyutlu bir başka kavram bulmak mümkün değildir. İslâm dünya görüşünü günümüzdeki diğer din ve ideolojik kurumlardan ayıran en bü­yük özellik işte bu Tevhid ilkesidir. Öyle ki, hiç bir din ve düşüncede Allah inancı, İslâm'daki kadar sağlam, tutarlı ve evrensel boyutlarıyla mev­cut değildir. Tevhid öğretisinin İslâm’da öylesine temel ve köklü bir yeri vardır ki, takvası ve ilminden ötürü rasüllerin en değerlisi olarak kabul edilmesine rağmen Allah’ın son elçisi Hz. Muhammed’in (sav) bile sadece O’nun bir kulu olduğu gerçeği kesin bir biçimde vurgulanmıştır. İslâm’ın Allah’la kulu arasına, ruhbanlık, zaman, yer ve benzeri herhangi bir aracı veya koşul tanımaması da tevhid ilkesine dayanır. Bu durum, bir ruhbanlık rejimine, meslekten din adamlığına, bir aracının veya arabulucunun varlığına alışmış kimseler için tuhaf görünürse bile, İslâm bütün bu aracı unsurları tevhid adına dışlamaktadır. Dolayısıyla herkes eşit olarak ve doğrudan doğruya Allah’a bağlıdır. O Allah ki, O’nun adına kimsenin, insanların günahlarını bağışlamaya yetkisi yoktur. Tek kelime ile Allah ile kulu arasında herhangi bir aracı söz konusu değildir.[6] 
 İslâm dininin en temel esası olan tevhid, hem inanç açısından Allah’ı zatında, sıfatlarında ve fiillerinde birlemek, ibadeti de yalnızca Allah’a mahsus kılmaktır. Dikkat edilirse kelime-i tevhid önce Allah’tan başka diğer ilâhları reddetmekle başlar. Buna göre Müslüman, önce Allah’tan başka bütün mabutları reddetmeli, ardından da ilâh/Rabb olarak sadece Allah’ı kabul etmelidir. İslâmî tevhid öğretisine göre Allah birdir, ortağı yoktur. Eşi ve benzeri olmaksızın Tek, karşıtı olmaksızın hep Aynı, dengi olmaksızın Biricik, öncesi olmaksızın İlk, başlangıcı olmaksızın Ezelî, sonu olmaksızın Ebedî, bitmeksizin Sürekli var olacak olan, aralıksız ve kesintisiz olmak üzere Bâkî ve Sürekli, zamanların ve çağların geçiciliğiyle kayıtlı olmayan, hem başlangıç, hem son, hem Zâhir, hem Bâtındır.[7] Allah mekanla sınırlanmayacak kadar Yüce, zamanla koşullanmayacak kadar Âzîz’dir. Çünkü O, zamanı ve mekanı yaratmadan önce de vardı. Özünde O’na benzeyen hiçbir şey yoktur. Yüceliği değişmekten münezzeh kılmıştır O’nu. O ihtimallerden, rastlantılardan, arazlardan münezzehtir. [8]     
Tevhid inancı insanları tek Allah'a ibadet etmeye, O’na ihlâs ve tevekkül ile bağlanmaya, yalnız O'ndan ummaya ve korkmaya, hiçbir konuda O'na eş tutmamaya çağırır. Allah'ın birliğinden söz etmek O'nun zatında, sıfatlarında ve fiillerinde bir olduğunu söylemektir. Zatının bir olduğunu söylemek, O'nun kısmının, parçasının, bölümünün olmadığını kabul etmektir. Çünkü birleşik olmaması Allah'ın zorunlu niteliklerindendir. Sıfatlarının bir olduğunu söylemek, eşinin, benzerinin olmadığına inanmaktır. Çünkü yaratılmış varlıklara benzememek de, O'nun temel nitelikleri arasındadır. Allah’ın fiillerinde bir olduğunu söylemek de, ortağı bulunmadığını ikrar etmektir. Çünkü ortaklık aczi gerektirir.
Burada ortaya konulan tanımlamalardan tevhidi üç kısımda değerlendirmek mümkündür: Bunlar Zat’ta tevhid, sıfatta tevhid ve fiilde tevhiddir. Zat’ta tevhid, Allah’ın zatı yönünden tek olması, bir benzerden, ortaktan (şerikten) münezzeh (uzak) olması demektir. Kur’ân farklı şekillerde sürekli olarak Allah’ın bir olduğunu, eşinin ve benzerinin bulunmadığını vurguluyor. Kur’ân, Allah’ın varlığına ait ne kadar delil  getiriyorsa,  bir o kadar da ‘bir’ olduğuna da o kadar delil getirmektedir:
“De ki O Allah bir ‘dir”[9]; “Gerçek, sizin ilâhınız hakikaten bir’dir”[10]; “Allah’tan başka ilâh yoktur”[11]; “Allah ile beraber başka bir ilâh edinmeyin”[12]; “Allah, O’ndan başka ilâh olmayandır”[13]; “Şüphe yok ki Ben, Ben Allah’ım… Benden başka ilâh yoktur; şu halde Bana ibâdet et…”[14] ; “Size gökten ve yerden rızık verecek Allah’tan başka yaratıcı mı var?”[15]; “...Allah ile başka ilâhlar var mı?!”.[16] 
Zat bakımından tek olduğu gibi Allah bunun zorunlu sonucu olarak sıfatları konusunda da tektir. Yani hiç bir varlık O’na sıfatlarında ortak (şerîk) veya denk değildir. Allah’ın sıfatları denildiği zaman, Allah’ı bize bildiren ilâhí özellikleri akla gelir. Allah’ın sıfatları O’na aittir ve kendisi gibi ezelídir, başlangıcı yoktur. Bazı sıfatlar sırf Allah’a aittir. Bu sıfatlar O’ndan başka hiç bir yaratıkta olamaz. Örneğin ‘Beka-sonu olmamak’ sıfatı gibi. Allah’ın sonu yoktur, O ölümsüzdür, varlığı asla sona erici değildir.
Allah, zatı ve sıfatlarında tek olduğu gibi fiillerinde de tektir. Buna göre yaratma yalnızca Allah’a aittir. Çevrede ve evrende görülen bütün hadiseler ancak Allah’ın yarattığı sebeplere bağlı olarak meydana gelmektedir. Kısacası asıl yaratıcı Allah’tır. Âlemi, âlemin içindeki her şeyi, insanı ve insanla ilgili her şeyi var eden O’dur. O’nun bu yaratmasında bir ortağı, bir yardımcısı veya bunlara benzer bir şeyi yoktur. Var eden de O’dur, öldüren de O’dur, varlığın devamını yaratan da O’dur.
Fiilde Tevhid, Allah’ın tek yaratıcı olmasına inanmak; yaratma ve var etme sıfatını başka ilâhlara vermemektir. O’nun yaratmada bir yardımcısı olmadığı  gibi, yaratmada alete, araca, zamana da ihtiyacı yoktur: “Bir şeyi dilediği zaman, O’nun emri, ona yalnızca ‘ol’ demesidir; o da hemen oluverir”.[17]
Kur’ân’da Peygamberlerin görevleriyle ilgili âyetler, tevhidin temelinin Allah'a ibadet etmek olduğunu açıkça beyan etmektedir. Esasında Peygamberlerin gönderilişlerindeki temel amaç da insanları Allah'a ibâdet etmeye çağırmaktır. Dolayısıyla amelde tevhid, kulluğa dair eylemlerin sadece Allah'a yöneltilmesi ve O’nun rızası adına yapılmasıdır. İnançta tevhidin doğal olarak amele yansıyacağını, bu sebeple bir tek Allah'a iman eden ve O'na ait özellikleri başka varlıklara tanımayan insanın kulluğunun da tevhid üzere olacağı açıktır. Meseleye bu çerçeveden bakıldığında, aslında inançta tevhid ile amelde tevhidin birbirini takip eden iki ayrı unsur olmayıp, ikisi de aynı anda gerçekleşen ve birbirini tamamlayan parçalar olduğu açıkça görülür. Nitekim Kur’ân’ın pek çok yerinde iman edenlerden bahsedilirken hemen peşinden de salih amel işleyenlere atıf yapılmıştır. Meselâ aşağıdaki âyette inançta tevhid ile amelde tevhidin birbirinden ayrılmaz unsurlar olduğu açık bir şekilde vurgulanmıştır:
"De ki: 'Ben, yalnızca sizin gibi bir beşerim. (Şu var ki) bana, İlâh'ınızın, sadece bir İlâh olduğu vahyolunuyor. Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbine ibâdette hiçbir şeyi şirk/ortak koşmasın"[18].
Tevhidin inanç ve amel boyutunun ayrılmaz iki unsur oluşu nedeniyle, Kur’ân'da inanca ve kulluğa yönelik tevhid çağrısının daha çok birlikte yapıldığı görülür: "İşte Rabbiniz Allah O'dur. O'ndan başka ilâh/tanrı yoktur. O, her şeyin yaratıcısıdır. Öyle ise O'na kulluk edin, O her şeye vekîldir"[19]; "Allah'a kulluk edin ve O'na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın...".[20]
Amelde tevhid, en vecîz şekliyle Kâfirûn sûresinde özetlenmiştir:  "De ki: 'Ey kâfirler! Ben sizin ibadet etmekte olduklarınıza ibâdet etmem. Siz de benim ibadet ettiğime ibâdet etmiyorsunuz. Ben sizin ibadet ettiklerinize asla ibadet edecek değilim. Siz de benim ibadet ettiğime ibadet edecek değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim de bana!".[21] Yine Fâtiha sûresinde de kullukta tevhid en belîg biçimiyle kulun kendi ağzından söylettirilir: "Ancak Sana kulluk ederiz ve yalnız Senden yardım isteriz".[22] Bu âyetlerde de açıkça görüldüğü üzere "dini Allah'a hâlis kılarak O'na kulluk etme" ifadesi içerisinde yer alan "ihlâs" kavramı, "saflaştırma, arılaştırma" manalarına gelir, Kullukta dinin saflaştırılması ise, dinin her türlü şirk unsurundan temizlenerek kulluk eyleminin sadece Allah'a yönelik olarak gerçekleştirilmesi demektir. Buna göre kişi, dinini (ibadetini ve taatini) bütün batıl tanrı düşüncelerinden temizleyecek ve kulluğunu sadece Allah'a yöneltecektir. İhlâsın taşıdığı bu anlamın yanında, müfessirlerin çoğu bu kavramın kapsamına gizli şirk olarak adlandırılan riya (görsünler diye yapmak), süm'a (duysunlar diye yapmak) gibi, kullukta yalnızca Allah'a yönelmenin safiyetini bozan kalbî hastalıkların bulunmamasını da ilave etmişlerdir. Bu sebeple kulluğun en güzel şekli, Allah'a yalnızca Rab olduğu için yönelmektir.
Bütün bu izahlardan anlaşıldığı üzere amelde tevhid, inançta tevhidin doğal bir sonucu olarak kulluğun da sadece Allah'a yöneltilmesi manasına gelmektedir. Allah'ın tek gerçek ilâh kabul edilmesine rağmen, eğer kullukta başka maksatlar güdülüyorsa, bu durumda tevhidin temeli sarsılmış demektir. 
Tevhid, bir inanç ve ahlak nizamı olarak tanımlanan medeniyetin de esasını oluşturur. Zira Medeniyet, gerçek anlamıyla, Tevhidin oluşturduğu hayat ve toplumsal ilişkiden farklı bir şey değildir. İslâm’ın kendisi, mükemmel bir medeniyettir. Mükemmel bir medeniyet ancak insanî ve toplumsal özellikleri, insanların kula kulluktan kurtulup sadece Allah’ın hükümlerine rıza göstermeleri ve O’nun kanunlarını uygulamaları sonucunda gerçekleşir.  İslâm’a girmenin ilk adımı kabul edilen Kelime-i Tevhid, Kur’ân ve Sünnet’le sınırları çizilen bir kültür ve medeniyet ön görmektedir. Tevhidî inanış, hikmetin (faydalı ilim ve uygulamanın) Müslümanların yitik malı olduğunu, onu nerede bulurlarsa almaları gerektiğini öğretmektedir.








[1]     Enbiyâ, 21/16.
[2]     Bakara,  2/116.
[3]     Meryem, 19/93.
[4]     Yûnus, 10/67.
[5]     Shoops, Hans, The Religion of Mankind, 1967, s. 232.
[6]     İzzetî, Ebulfazl, İslâmın Yayılış Tarihine Giriş, (çev. Cahit Koytak), İstanbul 1984, s. 67.
[7]     Morrish, Ivor, Background of Immigrant Children, 1971, s. 191.
[8]     Toynbee, A. An Historian Approach to Religion, 1955, s. 246.
[9]     İhlâs, 112/1.
[10]   Sâffât, 37/4.
[11]   Âl-i İmrân, 3/62.
[12]   Nahl, 16/51.
[13]   Bakara, 2/255.
[14]   Tâhâ, 20/14.
[15]   Fâtır, 35/3.
[16]   Neml, 27/60-63.
[17]   Yâsîn, 36/82.
[18]   Kehf, 18/110.
[19]   En'âm, 6/102.
[20]   Nisâ, 4/76.
[21]   Kâfirûn, 109/1-6.
[22]   Fâtiha, 1/5.

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar