20 Nisan 2017 Perşembe

İslâm ve Şehir VI: Şehirlerin Yapısı

Prof. Dr. Adnan Demircan
Ortaçağda şehirlerin imarıyla ilgili bir kurumun mevcut olmadığı anlaşılmaktadır. Muhtesibin ek bir görev olarak şehrin imarı ile alakalı işlere baktığı söylenmişse de bu işlerle fazla ilgilenilmediği söylenebilir. Bunun için şehrin imarı ile ilgili işler siyasi ve dini otoriteleri de pek ilgilendirmemiş, şehrin planını şehri kuran ve o şehirde yaşayan insanların sosyal ve kültürel anlayışları belirlemiştir.[1]
Araplar, medeni hayata geçtikten sonra da uzun süre kendilerinin klan ve kabile hayatlarını korudular. Aynı kabileye mensup olanlar arasındaki ilişki aynı şehirde olanlar arasındaki ilişkiye nazaran daha sıkıydı. Bir şehir fethedildiğinde ya da yeni bir şehir inşasında her kabile için ayrı mahaller inşa ediliyordu. Birçok şehirde, şehrin dış surundan başka ayrı mahalleler, hatta caddeler arasında kapalı duvarların bulunuşu, Arapların bu hayat anlayışlarından kaynaklanan bir durumdur.[2]
Hz. Ömer’in şehirler kurulurken Medine ile ulaşımı kolay olan yerleri seçmeye özen gösterdiğini biliyoruz. Dahası ilk şehirlerin kuruluşunda Arapların eski yaşantılarına uygun olabilecek yerleri tercih ettiklerini görüyoruz. Burada İbn Haldun’un şehir kurulurken dikkat edilmesi gereken hususlarla ilgili görüşlerini maddeler halinde özetlemek istiyoruz:
a) Şehrin etrafı sur ve duvarlarla çevrilmeli, şehir aşılması ve çıkılması güç bir dağın tepesinde kurulmalı ya da şehir kurulacak yerin etrafı deniz ve ırmakla çevrilerek şehre ancak köprüden yahut kemerli köprüden geçilerek girilmelidir.
b) Dikkat edilmesi gereken hususlardan biri şehrin kuracağı yerin sağlığa elverişli olup olmadığıdır. Şehrin havasının hoşluğu ve sağlığa tesiri göz önünde tutulmalıdır. Şehrin kurulduğu yer sağlığa elverişli değilse orada yaşayan insanlar çabuk hastalanırlar.
c) Şehir içmeye elverişli suyun bulunduğu bir yerde kurulmalıdır. Bunun için şehir ya bir ırmak kenarında kurulmalı ya da yakınında suları tatlı kaynaklar ve çeşmeler çokça bulunmalıdır.
d) Şehirde oturacak kişilerin hayvanlarını otlatabilecekleri güzel ve yeterli otlakların bulunmasına dikkat edilmelidir.
e) Şehirler kurulurken etrafında verimli tarımsal alanların bulunmasına dikkat edilmelidir.
f) Yapı ve yakıt için gerekli kereste ve odunun temin edilebileceği yerlerde kurulmalıdır.
g) Şehrin deniz ve gemiler işleyen ırmaklara yakın olmasına dikkat edilmelidir. Ancak bu kural öncelikli derecede önemli değildir.[3]
İbn Haldun’a göre Araplar, İslamiyet’in ilk dönemlerinde Irak ve kuzey Afrika’da kurdukları şehirlerde bu şartlara riayet etmemişler, ancak kendi yaşayışları bakımından kurdukları şehirlerin yakınında develerini otlatmaya yarayan otlaklar ve develerini besleyen ot ve ağaçlar ile tuzlu sular bulunmasına önem vermişler, şehirlerin yakınında ırmak, deniz, odun ve ağaç temin edebilecekleri yerleri göz önünde bulundurmamışlardı.[4] İbn Haldun’un bu sözleri Arapların kurdukları bütün şehirler için değil, bazıları için geçerlidir. Zira Fustat şehrinin kuruluşunda tabii ve siyasi şartlara dikkat edilmiştir.[5] Bağdat şehri de bazı siyasi mülahazalarla kurulmuştur.
Müslümanlar, kurdukları şehirlerde cami ve çarşıyı ihmal etmezlerdi.[6] Cami İslam şehirlerinin en önemli fiziki unsurudur. Cami, istisnasız bir şekilde her zaman şehir merkezinde yer almıştır.[7] Şehirde ticari faaliyetin büyük bir kısmı camiin etrafında toplanmıştır. Bununla birlikte fethi takip eden ilk yıllarda, çarşıların şehir merkezindeki camiden biraz uzak kaldığı, fakat sonraki yıllarda yavaş yavaş cami etrafında toplanmaya başladığı görülür.[8] Bundan başka İslam şehir hayatının en önemli görünümlerinden biri olan hamamları zikretmek gerekir.[9] İlk asırlarda İslam dünyasında iki çeşit hamam bulunur. Bunlardan birincisi idarecilere ait olup, sarayların yanında bulunmaktadır. Diğeri ise halka açık hamamlardır. Bunlar da genellikle şehrin merkezi yerinde yahut çoğu kez camiin yanında bulunurdu.[10] Eğer kurulacak şehir bölge ya da devlet merkezi ise idarecinin oturacağı saray da yapılırdı. Ortaçağda şehirlerin müstahkem kaleleri ve surları bulunurdu.[11] Ancak İslam’ın ilk yıllarında şehirlerin önemli bir kısmı surlardan mahrumdu ve şehirlerin savunmasını ise şehrin etrafını kuşatan hendek, kanal veya dikenli çalı gibi ilkel savunma vasıtalarıyla sağlanmaktaydı. Şehirlerin etrafına sur yapma işinin Abbasiler döneminden itibaren başladığı görülür.[12]
İslam şehirlerinin çoğunda düzensiz, dar ve çok sayıda çıkmaz sokakla donatılmış, labirenti hatırlatan bir yol sistemi mevcuttur.[13] Bağdat gibi birkaç şehirde başta planlı bir yerleşim mevcutken, zamanla bu planda bozulmalar olmuştur. Bazı araştırmacılar İslam şehirlerinin sahip olduğu bu yol sisteminin Müslümanların sosyal yapısında aramaktadırlar. Buna göre, toplumun yapısında mevcut kabileci, grupçu duygular, aile ve aile gruplarının hayatını güvenli, gizli ve özel kılan bir yol sistemi meydana getirmiştir.[14] İslam şehirlerinde görülen bu yol sisteminin iklimden kaynaklanan sebeplerinin olduğu da belirtilmiştir. Yolların dar oluşu, gölgelik alanlar sağlar ve tozları havaya kaldıran rüzgârları keser.[15]
Resulullah devrinde yeşil alanların korunması için bazı tedbirler alındığından bahsetmiştik. Ancak daha sonraki dönemlerde şehirlerde yeşil alanların pek bulunmadığı, bulunan yeşil alanların da sarayların etrafında yer aldığı görülür. Öte yandan Abbasiler döneminde bazı askeri ve sportif faaliyetler için meydan ve alanlar düzenlenmiştir. Samarra’da ise büyük bir hayvanat bahçesinin bulunduğundan söz edilmektedir.[16]
Bir yerleşim biriminin şehir statüsünde olabilmesi için orada minber bulunması, yani cuma namazı kılınabilmesi gerekiyordu. Cuma namazının kılınmadığı yerler şehir kabul edilmiyordu. Bununla birlikte çok kalabalık olması halinde bile şehirlerde namazın bir yerde kılınmasına özen gösteriliyordu. Bağdat’ta h. III. asırda 27000 mescid bulunmasına rağmen cuma namazı iki yakada sadece birer yerde kılınıyordu.[17] Ancak zamanla fırkaların çoğalması üzerine cuma namazının kılındığı camilerin sayısı da arttı. H. VII. asırda Bağdat’ta altı camide cuma namazı kılınmaktaydı.[18]
A. Metz’in tespitine göre h. IV. asırda yerleşim birimlerinin sadece bir tasnifi bilinmekte olup o da siyasi esasa dayanır:
a) Emsar. Halifelerin oturdukları yerler.
b) Kasalabar. Valilerin oturdukları yerler.
c) Medineler. Kasabadan küçük olup askerlerin ikamet ettikleri yerlerdir.
d) Nahiyeler. Nihavend ve Ceziretu İbn Ömer gibi yerler.
e) Köyler.[19]
H. İ. Hasan, İslam toplumunun adet olarak havas ve avam olmak üzere ikiye ayrıldığını söylemektedir. Ona göre havas tabakası, halifenin yakınları, şerifler, vezirler, komutanlar, kâtipler, kadılar, âlimler ve edipler gibi yüksek devlet ricalinden meydana geliyordu. Avam tabakası ise, halkın ekseriyetini teşkil ediyor ve sanatkârlar, ustalar, tacirler, çiftçiler, askerler ve kölelerden teşekkül ediyordu.[20] Yazarın bu tasnifine katılmamakla birlikte saraya yakın insanların imtiyazlı bir hayat yaşadıklarını söylemek mümkündür.
Şehirlerde yaşayan, devlet gelirlerinden istifade ederlerdi. Şüphesiz bu istifade o seneki varidatın çokluğuna veya azlığına bağlıydı.[21]
Harun Reşid zamanında halktan bin adama ve karısına yılda 300 dirhem yeterdi.[22] III. asırda sofra ve bazı sofra aletleri tahtadan yapılırdı. Aynı dönemde eşekler orta tabakanın kullandığı nakliye hayvanlarıydı. Bağdat’ta eşek sahiplerinin eşekleriyle bekledikleri en büyük yer Kerh kapısının yanındaydı. Şehrin iki yakası arasındaki ulaşım kayıklarla yapılıyordu.[23]
II. asırda şehir kapılarından giren yabancıların isimleri yazılmazdı. Azududdevle IV. asırda kapıların murakabe edilmesini ilk defa başlattı.[24] Asayişten sorumlu polisler silah olarak uzun bir bıçak taşırlar, onu bellerine asarlardı. Bekçiler ise fecre kadar beklerlerdi.[25]
Devlet ricalinin ve zenginlerin hanımlarından bazı kadınlar, bayram ve evlilik törenleri münasebetiyle, öğleden sonrası için hamam kiralayıp kadın arkadaşlarıyla ve kadın akrabalarıyla birlikte hamam sefası yapmaya düşkünlerdi. Erkekler da, bilhassa düğün merasimlerinde hamamı birkaç saatliğine kiralarlar ve o saatte sadece tanıdıklarının gelmesine izin verilirdi. Zenginler evlerine de özel hamamlar yaptırıyorlardı.[26]





[1] Can, s. 113.
[2] Barthold, s. 22-23.
[3] İbn Haldun, Mukaddime, Çev.:Z. Kadiri Ugan, İstanbul 1986, II, 234-238.
[4] İbn Haldun, II, 238.
[5] H. İ. Hasan, II, 240-241.
[6] İ. Kayaoğlu, İslam Kurumları Tarihi, Ankara 1980, s. 117.
[7] Can, s. 114.
[8] Can, s. 117.
[9] H. İ. Hasan, IV, 311.
[10] Can, s. 120.
[11] İ. Kayaoğlu, s. 117.
[12] Can, s. 120.
[13] Can, s. 115.
[14] Can, s. 116.
[15] Can, s. 116.
[16] Can, s. 120.
[17] A. Metz, el-Hadaratu’l-İslamiyye fi’l-Karni’r-Rabi’i’l-Hicri, Çev.: Abdülhadi Ebu Ride, Beyrut (t.y.), II, 268-269.
[18] A. Metz, II, 271.
[19] A. Metz, II, 268.
[20] H. İ. Hasan, VI, 337.
[21] C. Zeydan, II, 291.
[22] A. Metz, II, 209.
[23] A. Metz, II, 209.
[24] A. Metz, II, 281.
[25] A. Metz, II, 281.
[26] H. İ. Hasan, VI, 312.

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar