Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma
Başını
pencerenin camına dayamış, öylece uyuyordu… Öyle dalmıştı ki, pencerenin
çerçevesi iz yapmıştı tombul, kırmızı yanağında. Nerede, hangi durakta binmiş,
bilmiyorum. Çünkü ben metroya binip, onun karşısına oturduğumda, o çoktan
uyumuş gitmişti. Çok derin bir uykuda olduğu, her hâlinden belli… Duyulmayacak
kadar sessiz bir horlama, ruhunun çok uzaklarda gezmekte olduğunu gösteriyor.
Pervari’de, kış gecelerinde, babaannemle paylaştığım odanın küçük sobasının
arkasındaki dağ keçisi postunda yatan gri kedim de, aynı sesleri çıkarıyordu
yatarken… Kediler rüya görür mü bilmem. Fakat tıpkı karşımda uyumakta olan
çocuk gibi bazen gülümser, uzun bıyıklarını oynatırdı uyurken… Herhâlde,
sırtında sarı-mavi, kendisinden daha ağır olduğunu zannettiğim çantasının
altında ezilerek kendisini büzmüş, vagonun her sallanışında yeni bir pozisyon
alan, fakat yanağı, yapıştığı pencereden ayrılmayan bu çocuk, büyük bir
ihtimâlle benim kedim gibi rüya görüyor. Kim bilir, hangi harikalar dünyasında
geziyor şimdi… Ya da hayalinde kurduğu gök cisimlerine binmiş cennet
semâlarında uçuyor. Cennetin semâları olur mu canım! Ama bizimki rüya görüyor
ya, rüyâda ne semâlar, ne okyanuslar, ne ucu bucağı olmayan ormanlar, kuş
uçmaz, kervan geçmez çöller, sahralar vardır…
Belki de kendi çocuk cennetinde, kendisi gibi meleklerle oynuyor… Sahi,
o yaştaki çocuklar melek değil de nedirler? O iki yüzlülükten uzak, samimi,
naif, kutsal yaratıklar, neden büyüdüler mi, Firavun’laşıp piramitler altında
binlerce köleyi eziyor, Sezar’laşıp insan ölülerinden dağlar yaparak üzerinde
sadizmini tatmin ediyor, Yezid’leşip siyasi kaprisleri uğruna binlerce günâhsız
insanı kesiyor, Hitler’leşip ırkçılığı inanç hâline getiriyor, Saddam’laşıp
Halepçe’lerde binlerce cana kıyıyor, Şaron’laşıp Filistin’de çocukların kanını
içen bir vampire dönüşüyor, ve nihâyet Bush’laşıp, dünyamızın her tarafını kan
gölüne çeviriyor? Bilmiyorum! Mışıl mışıl uyuyan bu çocuk gibi samimi olarak
tekrar ediyorum: Bilmiyorum! Fakat şunun farkındayım ki, metrodaki bütün
yolcular, burunlarının ucuyla bu güzel çocuğu süzüyor… Duraklar birbirini takip
ederken, çocuğun çehresi de değişiyor. Gülümseyen dudaklar, bazen titrer gibi
oluyor. Yoksa Bush, ya da Şaron rüyasına girdi de kâbus mu görüyor? Belki de,
bazı Müslüman ülkelerde, başları örtülüdür diye üniversite kapılarında polis
tarafından coplanan kız öğrencilerin feryatlarını, onların gestapo kılığındaki
rektörlerini görüyor… Dedim ya
bilmiyorum. Ve yine gülmeye başladı bizim çocuk… Belki cehennem kâbusundan
kurtulup, cennet bahçelerinde buldu kendisini… Ve metro, o iğrenç cızırtıyla
son durağa giriyor. İnmek için herkes ayaklandığı hâlde, bizimki hâlâ uyuyor.
Uyandırıp, uyandırmamakta tereddüt etmiştim ki, yanında oturan yaşlı bayan,
hafifçe dürterek uyandırdı kahramanımızı… Eminim ki çok üzülmüştü uyandığına,
ve tatlı rüyalardan ayrılıp, tekrar bu gürültülü, telaşlı, stresli, kirli
dünyaya döndüğüne…
* Olay Viyana metrosunda (U Bahn, 19
Ocak 2004) geçiyor.