Öğr.
Gör. Cuma KARAN
“Asr-ı Saadet” olarak adlandırılan Hz. Peygamber dönemi, sadece
belli bir zaman ve belli bir döneme ait özel bir adlandırma olmuşsa da aslında
temelleri atılmış, esasları belirlenmiş, sınır ve hududu tayin edilmiş bir
yaşam ve bir peygamberî kültürdür. Hz. Peygamber tarafından ümmet için model olarak
teorik ve pratiği bırakılmış bir mirastır.
Kuran-ı Kerim’de Allah,
cahiliye döneminin içeriği ile ilgili değişik ayetlerde dönemin kötü yanlarını
zemmederek dile getirmiştir. Birkaç ayette de bizzat “cahiliyye” kavramını kullanmak suretiyle müminleri
uyarmıştır. Fetih Suresi 26.ayette; “Hani inkâr edenler kalplerine taassubu,
cahiliye taassubunu (حَمِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةِ)
yerleştirmişlerdi. Allah ise, Peygamberine ve inananlara huzur ve güvenini
indirmiş ve onların takva (Allah’a karşı gelmekten sakınma) sözünü tutmalarını
sağlamıştı. Zaten onlar buna lâyık ve ehil idiler. Allah, her şeyi hakkıyla
bilmektedir.” Buyrulmaktadır. Ahzab
Suresi 33. Ayette de; içtimai hayatımıza taalluk eden bir uyarı vesilesi olarak bu kavram kullanılmıştır: “Evlerinizde
oturun!” وَلَا
تَبَرَّجْنَ تَبَرُّجَ الْجَاهِلِيَّةِ الْأُولَى “Önceki cahiliye
dönemi kadınlarının açılıp saçıldığı gibi siz de açılıp saçılmayın!...” Birinci
ayette cahiliye ile ilgili işin kalbî, imanî boyutu dikkat çekerken, ikinci
ayette ise işin sosyal, içtimaî boyutu öne çıkarılmıştır. Hz. Peygamber,
Müslümanlar için bir manifesto olan ve yüzbinlerce sahabenin canlı dinlediği, meşhur
“Veda Hutbesi”nde de “Cahiliyenin bütün adetlerini ayağının altına aldığını”
örnekleriyle dile getirmiştir.
Ayrıca Maide 49 ve 50. Ayetlerde, yine; “Onlara Allah’ın hükmüyle
hükmet... Yoksa istedikleri cahiliye düzeni midir? Kesin inançlılara göre
Allah'ın düzeninden, Allah'ın verdiği hükümden daha iyisi düşünülebilir mi
hiç?” şeklinde vurgular yer alır. Bu ayetlerde de doğrudan أَفَحُكْمَ
الْجَاهِلِيَّةِ يَبْغُونَ “Onların cahiliye hükmünü talep ettiklerinden,
Müslüman birinin ise, asla bu cahiliye hükmüne razı olmaması gerektiğinden”
bahsetmektedir.
Bu ve buna benzer cahiliyeyi/asabiyeti betimleyen Kuran ve
Hadislerdeki ifadelere baktığımızda, cahiliyenin; bir dönemden öte belli bir
yaşamı, kültürü, inancı gösteren, ırkçılığın, ayrımcılığın, zulüm ve
haksızlığın herkesi kuşattığı, güçlünün hâkim, zayıfın mahkûm olduğu, insanî değerlerin
yerine asabiyetin/millî değerlerin hâkim olduğu bir yaşam tarzı olduğu
anlaşılır.
Bu anlamda Asr-ı Saadet ile cahiliye; birbirinin tersi, biri gündüz ise diğerinin
zorunlu olarak gece olduğu, yekdiğerine zıt iki yaşamın, iki farklı âlemin, hak
ile batılın bütün unsurlarını içinde barındıran bir mücadelenin genel
isimleridir. Bu anlamda, biri Rabbani diğeri şeytanîdir. Biri nebevî, diğeri
ırkîdir. Biri evrensel ve insanî, diğeri keyfi ve nefsanidir. Biri ben
merkezli, diğeri biz merkezlidir. Biri kabalığı, bedeviliği, kavmiyetçiliği,
diğeri hilmi, ümmeti ve insanlığı önceler.[1]
Asr-ı Saadet, yaşanmış
ve bir daha asla yaşanmayacak olan değil, tam tersi hep yaşanması gereken zorunlu
bir ibret hâli ve “ma’siyetten ibadete dönüşün simgesi”, model bir dünyadır. Zira
Asr-ı Saadet tarihsel açıdan bundan on dört asır önce yaşanmış bir döneme ait
özel bir isim olmuşsa da tarih boyunca Müslümanların kurmak istedikleri hayat
nizamlarında ideal olanı temsil etmiş ve onların hayallerinde cazibesini
sürekli canlı tutmuştur. Bu yönüyle model olma özelliğini hep devam ettiren bir
dönemdir.
Cahiliye ise sadece;
Hz. Peygamber öncesi yaşamın ve kültürün ismi değil, bilakis Peygamber ve Kuran’ın
hayatın merkezinde yer almadığı tüm zaman ve dönemlerin genel ismidir.
Asr-ı Saadet;
kendisi için istediğini başkasına da isteyen ve bunu imanın gereği[2] olarak
gören bir bakıştır.
Cahiliye ise; “kendim için isterim, ama senin için engellerim”
cümleleriyle özetleyebileceğimiz pragmatist, sadist, menfaatçi bir ruhun
bakışıdır.
Asr-ı Saadet,
bütün mümin coğrafyayı, rengine, diline, ırkına ve coğrafyasına bakmadan
kardeşçe kucaklayıp, kardeşimin ayağına batan dikenin acısını kalbinde hisseden,[3] gözyaşlarıyla
bunu teyit eden, hüzün ve mutluluğuyla ümmetin her efradının asli üyesi olduğu
samimi ve evrensel ailedir.
Cahiliye ise,
sadece kavminin, ırkının ve kabilesinin derdini dert, sevincini sevinç bilen
zalim de olsa onun yanında, mazlumun karşısında yer alan, ümmeti ayrıştıran bir bölücü anlayıştır.
Asr-ı Saadet, Kur’anî
ahkâmın, Muhammedî yaşamın ve tevhidî bakışın bütün alanlara egemen olduğu bir
dönemin ismidir.
Cahiliye ise, Kuran’ın aksine,
beşerî ahkâmın, putlaştırılmış insan hegemonyasının, gayr-ı İslamî her
türlü yaşamın pervasızca yaşadığı ve sinsice dayatıldığı bir dönemdir.
Asr-ı Saadet, Daru’l-Erkam’da
ekilen tevhit tohumlarının Medine İslam devletiyle neşv-ü nema bulduğu,
herkesin ve her kesimin ondan beslendiği bir gülistan bahçesidir.
Cahiliye ise, Mekke Daru’n-Nedve müşrik parlamentosunun keyfî,
küfrî, cebrî ahkâmının hâkimiyeti ve Kâbe gibi kutsalı dahi kullanarak toplumu
sömürdükleri düzenin ismidir.
Asr-ı Saadet, kadının; erkeğin örtüsü, ailenin mürebbiyesi, erkekle
aynı özden yaratılmış, diri diri gömülmekten kurtulmuş, şehvetten azade, iffet
ve namus abidesi, hepsinden önemlisi anne olarak yaşadığı dönemdir.
Cahiliye ise, kadının özgürlüğü adı altında bedeninin ve şefkatinin
şehevi ve kapital baronlar tarafından sömürüldüğü, iffet ve haysiyetinin bir
meta’ olarak ekran ve eğlence pazarlarında erkeklerin zevk ve nazarına
sunulduğu, annelikten uzak, evlerinden çıkarılmış, değer ve onurundan bigâne olmuş bir esaret
dönemidir.
Asr-ı Saadet, Hak
ve Hâkimiyetin Allah’a ait olduğu bir düzenin değişmez ilahî ilkelerin hayata
yansıdığı dönemdir.
Cahiliye ise, Merhum Seyyid Kutub’un ifadesiyle; hâkimiyet ve
haklılığın insan ve insan düşüncesine dayandığı beşerî düzenlerin hüküm sürdüğü
dönemlerin ismidir.
Cahiliye, şeytanın kendi kökenini öne sürerek, “Ben (yaratılış
olarak) ondan daha üstünüm. Çünkü sen beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan
yarattın”[4] demek
suretiyle isyan eden ve dünyada lain ahirette de cehennemlik olan
bir anlayışın, söylemin ve dünyanın ismidir.
Asr-ı Saadette
İman toplumu inşa edilirken zaman zaman cahiliye refleksleri bazen
alışkanlık, bazen de mahalle baskısı
olarak kendini dışa vuruyordu. Nitekim onlar da insandı ve imtihana
muhataplardı. Belki hikmet-i ilahiyenin bir tecellisi olarak kıyamete kadar ümmete
örnek olması açısından o dönemde yaşatılarak
bize ibretlik vaka’lar diye bırakılmış olmaları mümkündür. Onun için Asr-a
Saadet örnekliğinden öte ibretliğe, “ma’siyetten ubudiyete örnek” canlı bir
dönemdir. Bu çerçevede İslam tarihinden birkaç örnek tablo konunun anlaşılması adına
önemli olacaktır:
Birincisi:
Mescid-i Nebi’de Sahabeden bir grup, bir halka yapmış ve oturmuş sohbet
ediyorlardı. İçlerinde Sa’d b. Ebi Vakkas (r.a)’ın Hz. Selman ile bir problemi
vardı. Selman-i Farisi Mescid-i Nebevi'nin kapısından girdiğinde, Selman ile
arasında sorun yaşayan Sa’d, Selman’ın işiteceği şekilde; وما حسبك وما نسبك “ Soyun-sopun
nedir, sülalen nereye dayanıyor, hangi kabiledensin?” şeklinde rencide edici
birkaç soru sordu. Herkes; “ben filan kabiledenim, şu soydanım” deyip kendi soyunu, kabilesini söyledi. Sıra
Selman’a geldi. Sa’d b. Ebi Vakkas Selman’a dönerek; “Ya Selman, “وما حسبك وما نسبك” “Senin soyun-sopun nereye dayanıyor, sen
nerelisin, hangi kabiledensin?” diye sordu. Selman, “أنا سلمان إبن
الإسلام”, “Ben de İslâm oğlu Selman'ım!” dedi. Ve sonra gözleri
dolarak şöyle hitap etti: “كنت ضالا فهداني الله
بمحمد” " “Ben dalalette, sapıtmış bir insandım, Allah beni
Muhammed ile hidayete erdirdi.” “ كنت فقيرا فأغناني
الله بمحمد ” “Ben fakir, yoksul bir insandım, Allah beni Muhammed ile
zenginleştirdi.” “كنت مملوكا فاعتقني الله بمحمد”
“Ben basit bir köle idim, Cenab-ı Hakk beni Muhammed Mustafa ile özgürlüğüme
kavuşturdu.” “أنا سلمنان إبن الإسلام”,
“Benim soyumu-sopumu öğrenmek mi istiyorsunuz? Ben de İslâm oğlu Selman'ım!” dedi.
Hz. Ömer uzaktan bu sözleri duydu, ayağa kalktı, topluluğunun yanına geldi.
Onlara dedi ki, “Benim de soyumu-sopumu öğrenmek istiyor musunuz?” “Ben de
İslâm oğlu Ömer, İslâm oğlu Selman'ın kardeşiyim!” dedi.[5]
İkincisi: Hz. Bilâl-i
Habeşî (r.a) ile münakaşa eden Hz. Ebû Zer (r.a) tartışma sırasında Hz. Bilâl’e,
“ ابن السودا: “ibn sevda, siyah kadının oğlu” demişti.
Olay Hz. Peygamber’e ulaşınca; Hz. Peygamber, bu cahiliye tavrına çok kızmış ve
Hz. Ebû Zer’i: “Ya Eba Zer! Onu annesinin renginden dolayı ayıpladın hâ! Demek
sende hâlâ cahiliye kalıntısı var!” diyerek azarlamış, hatasını anlayan Ebu Zer
de kafasını yere koyarak, "Bilal
ayağı ile basmadıkça yanağımı yerden kaldırmayacağım" deyip
hatasından dönme ve kardeşinden özür dileme erdemliliğini göstermiştir.[6]
Üçüncüsü: Mekke’nin fethinde Hz. Peygamber
Kâbe’nin anahtarlarını Amcası olan Abbas’a vermek ister. Ancak Nisa Suresi 58.
Ayet iner ve “Emaneti ehline ver” diyerek yıllardır Kâbe’nin bu hizmetini
başarıyla yapan ve hâlâ Müslüman olmamış olan Osman b. Talha’ya vermesini
emreder.[7]
İşlerde; akrabalık –günümüz terimleriyle– cemaatçilik, mezhepçilik,
hemşehricilik ve particilik değil, ehliyet ve liyakat esaslı davranmayı Kuran bir
prensip olarak bizlere emrettiği görülmektedir.
Dördüncü: Kuzman, Arapların kendi
aralarındaki savaşanlarından dolayı kahraman olarak biliniyordu. Uhud savaşında
savaşa katılmayanlardandı. Beni Zafer kabilesinin kadınları “Ey Kuzman! Erkekler
çıktı, bir sen kaldın, utanmıyor musun? Yoksa kadın mısın?” dedi. Bunun üzerine
Kuzman evine koştu savaş malzemelerini kuşandı ve Uhud’a koştu, orduya yetişti.
Hz. Peygamber tam o sırada orduyu savaş safına göre diziyordu, o hemen en ön
safa geçti. Savaş başlamış ve savaş meydanında; “Ey Evs oğulları! Ölüm
kaçmaktan daha iyidir, şeref uğruna savaşın ve benim yaptığım gibi yapın!”
diyen Kuzman, müşriklerden tam dokuz
kişiyi öldürmüştü. Onun kadar cesur bir savaşçı olmamıştı. Daha sonra yaralandı
ve yere düştü. Katade b. En-Nu’man ona uğradığında yaralı halini görünce; “Ey Ebu’l-Gaydak,
şehitlik sana mübarek olsun!” Dedi. Bunun üzerine Kuzman, “Vallahi ya Eba Amr!
Ben bir din uğruna savaşmadım, şehri korumak için savaştım, Kureyş’in gelip
hurmalıklarınızı çiğnemelerini istemediğim için savaştım, şerefimiz için savaştım!”
dedi. Onun kahramanlıkları ve yaralandığı haberi Hz. Peygambere ulaşınca,
“Vallahi o cehennemliktir!” buyurdu. Hz. Peygamber’in bu haberi üzerinde çok
zaman geçmeden verdiği mu’cizevî haber gerçekleşti. Zira acılarına dayanamayıp
ok heybesinden bir ok çıkaran Kuzman, onunla kendini vurdu, ölümü gecikince de kılıcını
göğsüne saplayıp sırtından çıkıncaya kadar dayandı. Kendini kılıcıyla öldürdü.[8] Bu olay vesilesiyle Hz. Peygamber bize;
İslam’ın tanımadığı, reddettiği cahiliye değerleri uğruna ölmenin akıbetini
göstermiştir, hem de Uhud Savaşı gibi önemli ve büyük bir savaşta dokuz müşriki
öldüren bir kahraman dahi olsa akıbetinin cehennem olduğunu belirtmesi
açısından önemli bir uyarıdır.
Beşincisi: Benî Mustalik Gazvesi’nde basit bir
tartışma, az daha büyük bir fitneye yol açacaktı. Hz. Ömer’in ücretli seyisi Cahcah
ile Ensar’dan Sinan b. Vebre arasında su kuyusu sırasında kavga çıktı. Sinan b.
Vebre; “Yetişin ey Ensar!” deyince, buna karşın Cahcah da; “Yetişin ey
Muhacirler!” diyerek Ensar’dan ve Muhacirler’den olan kişiler münakaşa
sırasında kendi kavimlerini yardıma çağırınca, Hz. Peygamber, “Şu cahiliye
çığlığını bırakınız! O ne kötü şeydir!”[9] Zira
ümmet içinde kavmini öne çıkarmak, onları başkalarıyla olan bir kavgada haklı
haksız demeden kavgaya/yardıma çağırmak, cahiliyenin en belirgin alameti idi.
Altıncısı: Sık sık okuduğumuz ancak anlamına
çok da dikkat etmediğimiz, “çoklukla övünme” anlamına gelen “Tekâsür” suresi,
cahiliyenin ruh haletini çok net bir şekilde ortaya koymakla beraber günümüze
de işaret eder mahiyettedir. Surenin nüzul sebebi olarak; Benu Harîse ile Benü’l-Hars kabileleri mallarının ve kabile
fertlerinin çokluğu ile birbirlerine karşı övünme yarışında bulunuyorlardı.
Diriler sayılıp eşit çıkınca ölülerin sayımına ümitler bağlandı ve bu sebeple
kabristana giderek ölmüş, gitmiş olan kabile fertlerinin mezar taşlarını
saymaya başlamışlardır. Kur’an, ortaya çıkan bu “cahilane” durumu; “Yazıklar
olsun, veyl olsun!” diyerek kınamıştır. Zihniyet
aynı olunca aradaki zamanın da pek önemi olmuyor. Zira tam 1400 sene sonra,
tarih 1936. “Türk Tarihi Araştırma Kurumu” denetiminde Antropolog Şevket Aziz
Kansu tarafından Mimar Sinan’ın kabri açılır: “Böylesi bir dahi mimar Türk
müdür değil midir? diye pergel ile kafatası ölçülür.” Cahiliye döneminde ölen
Arapların sadece mezar taşları sayılmıştı. Ancak Mimar Sinan bunlar kadar da
şanslı değildi. Zira kabri kazılmış, kafatası ölçülmüş ve ölçülen kafatası da
maalesef ortadan kaybolmuştur.
Yedincisi: Hz. Peygamber’e, hırsızlık yapan soylu bir kadının affedilmesi
yönünde ashaptan yoğun bir talep gelir, seçkin sahabeler aracı olurlar. Ancak
Hz. Peygamber, gelen bu isteğe şiddetle karşı koymuş ve geçmiş ümmetlerin helâk
olmasının başlıca sebeplerinden birinin cezaların sadece fakir ve zayıf
kimselere tatbik edilip zengin, soylu ve güçlülerin affedilmesi olduğunu ifade
ederek, ardından da, “Allah’a yemin ederim ki eğer hırsızlık yapan Muhammed’in
kızı Fâtıma olsaydı onun da elini keserdim!” diyerek had cezasını uygulamış ve
iltimasa izin vermemiştir.[10]
Asr-ı Saadette; hukuk ve adalette iltimas olamazdı ama cahiliyede
ise her türlü iltimas caiz hatta akrabalık bağı açısından zorunlu idi.
Sözü fazla uzatmadan, Kur’an’ın mübelliği, “Üsvetün Hasenetün” her
adapta rehber, her davranışımızda da biricik önderimiz olan Hz. Peygamberin bu
konudaki uyarılarıyla, “Cahiliyye asabiyetini” zihin ve duygu dünyamızdan tekrar
hatırlayalım:
1.Hz. Peygamber; Ümmetimde
cahiliyenin dört özelliği devam edecek;
1.
Kendi soyu ile sopu ile ırkı ile övünmek,
2.
Başkasının soyunu, sopunu, ırkını ta’n etmek, yermek, kötülemek,
3.
Yıldızlardan yağmur beklemek,
4.
Cenazelerde ağıt yakmaktır.[11]
2. (Ölünün ardından) Yüzleri
tokatlayan, yakaları yırtan ve cahiliye çığırtkanlığıyla (ağıt yakan) bizden
değildir.”[12]
3. Hz. Peygamber, Vâsıle İbnü’l-Eskâ’’nın,
“Ey Allah’ın Resulü ırkçılık nedir?” diye sorması üzerine, “(Irkçılık), zulüm
ve haksızlıkta kavmine yardımcı olmandır.” buyurmuşlardır.[13]
4. Irkçılık adına bayrak açıp ırkçılık
davası gütmeyi, cahilce ve körü körüne bir davranış olarak nitelemiş ve
ırkçılık adına hareket edip bu yolda ölenin cahiliye ölümüyle ölmüş olacağını
haber vermiştir.[14]
5. Irkçılık üzerine ölen bizden
değildir.[15]
6. Ey insanlar, dikkat edin! Şüphesiz
ki Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. (Hepiniz Hz. Âdem’in
çocuklarısınız.) Bu yüzden, Arab’ın Arap
olmayana; Arap olmayanın Arap olana; kızıl tenlinin siyaha; siyahın kızıl tenliye
–takva dışında– bir üstünlüğü yoktur.”[16]
7. "Bir kısım insanlar vardır ki,
cehennem kömüründen başka bir şey olmayan adamlarla iftihar ederler, övünürler.
İşte bunlar ya bu övünmeden vazgeçerler, ya da Allah nezdinde, pisliği
burunlarıyla yuvarlayan pislik böceklerinden daha değersiz olurlar."[17]
8. "Kim
hevâsına uyarak bâtıl yolda savaşır, kavmiyetçiliğe (asabiyete) çağrıda bulunur
veya kavmiyetçiliğin sevkiyle öfke ve tehevvüre kapılırsa, cahiliye ölümü üzere
(kâfir olarak) ölür."[18]
“Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden
yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık.
Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır.
Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.”[19]
Necib Fazılvari deyelim;
Müjdecim, Kurtarıcım, Efendim, Peygamberim;
Sana uymayan ölçü, hayat olsa teperim!
İstiklal Şairimiz, M. Akif’in şu tespitine kulak verelim:
“Felâketin başı, hiç şüphe yok, cehâletimiz;
Bu derde çâre bulunmaz –ne olsa– mektepsiz.
Ne Kürd elifbayı sökmüş, ne Türk okur, ne Arap;
Ne Çerkes’in, ne Laz’ın var bakın, elinde kitap!
Hülâsa milletin efrâdı bilgiden mahrum.
Unutmayın şunu lâkin: “Zaman: zaman-ı ulûm”
…………………………………………..
“Hani milliyetin İslâm idi… Kavmiyet ne!
Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyetine.
“Arnavutluk” ne demek? Var mı şeriatte yeri?
Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri!
Arab’ın Türke; Laz’ın Çerkes’e yahut Kürd’e
Acem’in Çinliye rüçhânı mı varmış? Nerde!
Müslümanlıkta “anâsır” mı olurmuş? Ne gezer!
Fikr-i kavmiyeti tel’in ediyor Peygamber
En büyük düşmanıdır Rûh-i Nebî tefrikanın;
Adı batsın onu İslâm’a sokan kaltabanın!”
Cahiliyenin bakışıyla, düşüncesiyle ve duygularıyla; İslam’ın tevhit, ümmet ve kardeşlik ruhu olan
Asr-ı Saadet anlaşılamaz. Anlaşılmayan bu asrı da, tekrar yaşamayı beklemek
hayal olur.
Modern asabiyet olan ırkçılığın İslam tarihindeki tahribatı
ortadadır. Zira İslam tarihinde ilk önce
Emevi gibi büyük bir devleti yıktığı, daha sonra da tarihimizin en yakın halkası
olan, farklı din ve ırktan 51 milleti içinde barındıran altı asırlık Osmanlı Cihan
Devletinin “İttihat ve Terakki” zihniyetinin milliyetçi/ırkçı politikasıyla nasıl
yıkıldığı en ibretlik iki tarihî vakadır. Biri Asr-ı Saadet’ten hemen sonrası,
diğeri de tarihimizin bize en yakın dönemi olan Osmanlı dönemidir.
İlginçtir, ‘İttihat ve Teraki Zihniyyeti’nin hemen sonrasında büyük
bir mücadele ile yeni kurulan Türkiye’mizde, yıllarca beraberce yaşanmış Ermeni
ve Rum gibi en eski Osmanlı tabası olan bu iki milletin içlerinden bazıları
hidayet bulup Müslüman olmalarına rağmen, kendi milliyetini adeta gizlemek
mecburiyeti ile karşı karşıya kaldılar. Hatta daha ötesi hakaret ifadesi olarak
algılanır oldu. Hâlbuki karşısındaki Müslüman kardeşine; “Ben Rum bir
Müslümanım” demekten çekinen bir Müslümanın kitabı olan Kur’an-ı Azimşan’ın 60
ayetlik olan 30. Suresinin ismi RUM suresidir. Yani bir Müslüman “Rum” suresini
inkâr etse kâfir olurken, “Rum Müslümanım veya Rum’um” diyememenin çelişkisi,
ne de fena bir çelişki! Aslında bu
çelişki; “asabiyet-i cahiliyenin”
üzerimizdeki etkisinin geldiği boyutunu gösteren bir durumdur.
İslami bakışla örtüşmeyen sorunlarımızdan biri de, asırlarca dost
ve komşu olduğumuz aynı coğrafyanın toplumlarıyla düşmanlaştırılmak
istenilmesidir. Buna güncel bir örnek Ermenilere olan bakışımızdır. Zira Türklerle ezeli düşmanmış gibi
gösterilen Ermeni milleti, Osmanlı döneminde Sultan Abdulhamid Hanın da ifadesiyle “Teb’a/Millet-i Sadıka” namıyla meşhur olmuş,
Osmanlıya en muti ve en itaatkâr bir milleti idi. Bugün ise Allah’ın; “Renkleriniz/Irklarınız
ve dilleriniz ayetlerimdendir”[20] buyurmasına
rağmen, Arap, Türk, Çerkez gibi bu ayetlerden birisi olan “Ermeni” kelimesinin adeta ayıplanacak,
hakaret edici bir ifadenin, söylemin durumuna düşürülmesi, bir Müslümanın inancıyla örtüşecek bir bakış
ve Kur’an’ın izin verdiği bir söylem olamaz. Zira Allah’ın herhangi bir ayetini
inkâr veya küçüksemek bir Müslümanı küfre götürmeye yeterli bir sebeptir.
Rahmetli ninem; bir Ermeni’nin Müslüman olması için bir “Kelime-i
Şahadetle” Müslüman olamayacağını, bir
sefer söylediğinde Hristiyanlığa ancak gelebileceğini, ikinci seferden sonra
ancak Müslüman olabileceğini, yani transit, bir seferden Kelime-i Şahadetle
Müslüman olamayacağını dini bir nasihat olarak bize hep anlatırdı.
Tarihi açıdan ise, İbn Sa’d’a göre Türkler Hz. Nuh (as)’ın Ham, Sam
ve Yafes olan üç oğlundan Yafes’ın soyundan geliyorlar.[21] Kaderin
cilvesine bakınız ki; Yakut el-Hamevi Ermenilerin soy kütüğünü sıralarken
ilginç bir detay dikkat çeker. O da, Türkler ile Ermenilerin Hz. Nuh’tan sonra
gelen oğlunda birleşmesidir. Zira Ermenilerin soyunu el-Hemavi şöyle sıralar;
Ermeniyyetu b. Lunta b. Umir b. YAFES b. Nuh’dır.[22] Yani
Hz. Nuh (as)’ın oğlu Yafes’te bu iki millet birleşmektedir.
Bu cahili asabiyet bakışı o kadar içimize tesir etti ki
atasözlerimize, deyimlerimize kadar kendine yer buldu. Bundan soyu pak
Peygamberimizin kavmi de nasibini aldı. “Pis Araplar bizi arkadan vurdu,”
yanlış tarih safsatasından tutun, taa “anladımsa Arap olayım”, karışık ve
içinden çıkılmaz bir karışık bir durum söz konusu olduğu zaman da; “Arapsaçına
döndü” tarzı hakaret ve aşağılama içeren cümleler, okumuş-okumamış herkesin
ağzında sakız gibi dolaşır oldu.
Vefat eden eski maliye bakanlarımızdan merhum Kemal Unakıtan İstanbul
Arap İş Formun’da Arap iş adamlarına hitap ederken ağzında kaçırdığı; “İşlerimiz Arapsaçına döndü” cümlesini
düzeltmek için hayli çaba sarf etmişti.[23]
Emperyal güçler sadece maddemize değil aynı zamanda mana ve kültür
dünyamıza da musallat oldular. Ancak bundan daha da kötü olanı, hala bunun farkına
varamayışımızdır.
Düne kadar kardeşçe bir arada yaşayan bu milletlere ne olduysa ekilen
asabiyetin bu topraklarda ırkçılık olarak yeşermesiyle oluverdi. Devlet-i Aliye-i
Osmaniye gül bahçesinin birer farklı renkleri olan bu milletler adeta
birbirlerini yok edecek birer unsurun parçası haline getirildi. Bugün bundan
kim nemalanıyor ve kim zarar görüyor? Sorusunun cevabını, Osmanlı mirasına
konmuş Müslüman bir millet olarak öncelikle bizim düşünmemiz lazımdır.
“Kendi milletini üstün görüp onunla övünmenin, başka bir milleti
küçük görüp aşağılamanın” yukardaki hadiste de geçtiği gibi “Cahiliyye’nin en
belirgin iki özelliği olduğunu tekrar hatırlamakta fayda vardır.
Keşke biz Müslümanlar; Kuran’dan ve Peygamber’den ders ve ibret
alabilseydik! Haydi dini eğitimden uzak, bundan gafil kaldık, bari tarihten
ders alsaydık…
Bugün de milliyetçi ve mezhepçi, asabî yaklaşımın başta Ortadoğu
İslam coğrafyasını nasıl bir facianın eşiğine getirdiği ortadadır. İslam var,
Müslümanlar var ancak “Saadet Asrı” yok. Demek sorun; zamanda, mekânda ve
dönemde değil, bizim bu zaman ve dönemlere MÜSLÜMANCA bakamayışımızdandır.
Allah’ım! Bizi, neslimizi ve bütün âlem-i İslam’ı; cahiliyenin
bütün çeşitlerinden, sefih ve gayr-i insanî yaşantısından, bize tasallut olan
hâkimiyetinden, suret-i haktan görünen münafık duruşundan, çekici-cezb edici
lehviyatından, doyumsuz kapitalist yaşantısından, sömürü düzeninden, menfaat
üzere dönen siyasetinden, din ve imandan arındırılmış eğitiminden, şirke
bulaşmış inancından, uğrunda oluşturulmuş kutsallarından, inanç haline
getirilen milliyetçilik hastalığından, ahirette sorgulanacağımız değerlerinden,
dizilere mahkûm edilmiş aile hayatından, kadını bir meta olarak gören şehvet
baronlarından, Kur’an’a uymayan, Muhammedî yaşantıyla örtüşmeyen her türlü
efal, ahval ve etvardan sana sığınıyoruz, Müslüman olarak bizleri hıfz-u eman
eyle. Bizi Kuran’a mahkûm, Kur’an’ı bize hâkim eyle ALLAH’IM!
[1] Asabiyet ve Cahiliyye
ile ilgili geniş bilgi için bkz: Adem Apak, Erken Dönem İslam Tarihinde
Asabiyet, Ensar Yayınları, İstanbul 2016; Adnan Demircan, Cahiliyye
Arapları, Beyan Yayınları, İstanbul 2015; Mehmet Azimli, Cahiliyye’yi
Farklı Okumak, Ankara Okulu, Ankara 2015.
[2] Buhari,
İman, 71.
[3] Buharî, Edeb, 27;
Müslim, Birr, 66.
[4] A’raf, 12/18.
[5] “أنا عمر ابن الإسلام
أخو سلمنان إبن الإسلام ” Beyhaki, Şuabu’l-İman, IV/286-287
[6] Buhari, İman
,22.
[7] Bu olayın
detayı için bkz: Müslim, Hacc, 390.
[8] Ebu Abdullah
Muhammed b. Ömer el-Vakidi, Kitabu’l-Meğazi, çev: Musa Kazım Yılmaz, İlk Harf Yay.
İstanbul 2014, I/275,276,310,313,314
[9] Vakidi, Kitabu’l Meğazi,
II/77; Buhari, Menâkıb, 8.
[10] Buhârî, Enbiyâ,
54, Hudûd, 12; Müslim, Hudûd, 8-9 ; Ebû Dâvûd, Hudûd, 4
[11] Müslim,
Cenaiz, 29
[12] Buhari,
Cenâiz, 35
[13] Ebû Dâvûd,
Edeb, 112.
[14] Müslim, İmâre,
53.
[15] Ebû Dâvûd, Edeb, 112.
[16] Ahmed b.
Hanbel, Müsned, V/411)
[17] Ahmed b.
Hanbel, 2/524; Ebu Dâvud, Edeb 111.
[18] İbn Mâce, Fiten,
7.
[19] Hucurat 49/13.
[20] Rum Suresi
30/50
[21] İbn Sa’d, Tabakatü’l
Kubra, çev. (Heyet), edi: Adnan Demircan, Siyer Yay. İstanbul 2015, I/27
[22] Yakut
el-Hamevi, Mu’cemü’l-Büldan, I/191
[23] http://t24.com.tr/video/unakitandan-arap-isadamlarina-isler-iyice-arap-sacina-dondu,3369
konu seçiminden ziyade konunun günümüz meselelerine olan bağlantısı doyumsuz.umarım yararlı olur.selametle
YanıtlaSilElinize emeginize sağlık allah bu yolda sizleri sabit kılsın
YanıtlaSil