Ebu’l-Beşer el-Ebyazi
Emanet
kelimesi çok geniş anlamlı bir kavramdır. İnsanın en önemli görevi olan Allah’a
kulluk görevinden, insanların korunması için bize bıraktıkları en küçük eşyaya
varıncaya kadar her şey emanet kavramıya açıklanabilmektedir. Bu durumda
Allah’ın bize bahşettiği hayat nimeti ve hayatımız boyunca faydalandığımız,
koruma sorumluluğunu üstlendiğimiz her şey bizim için emanet
statüsündedir.
Emanet
peygamberlerde bulunması gereken sıfatlardan birisidir. Yani peygamberler
güvenilir (emin) kabul edilen, kendilerine tebliğ görevi, dini yayma emaneti
verilen insanlardır. Nitekim Hz. Muhammed (sav) daha peygamber olmadan önce,
insanların güvenini kazanması sebebiyle Muhammedü’l-Emin lakabıyla tanınmıştır.
Hz. Peygamber’e düşmanlık yapan, hatta onu öldürme girişiminde bulunan Mekke
müşrikleri dahi ticaret amacıyla şehir dışına çıktıklarında ellerindeki nakit
para ve malları birbirlerine emanet edemezler, Hz. Peygamber’e verirlerdi.
Allah Rasûlü’nün Mekke’den Medine’ye hicreti esnasında evinde Hz. Ali’ye emanet
ettiği malların neredeyse tamamı Mekke müşriklerine aitti. Zira o dönemde
tamamı Medine’ye hicret ettiği için Mekke’de müslüman kalmamıştı. Dolayısıyla
bizler düşmanlarının bile emin olarak kabul ettiği bir peygamberin ümmetleri
olma şerefini taşımaktayız.
Emaneti
yüklenmek bir sorumluluktur, bu emaneti yerinde kullanmak, gereğini yerine
getirmek ise bir üst derecede sorumluluktur. Buna göre herkes kendi canından
başlamak üzere himayesi altında olanlardan, kendisine bahşedilen her türlü can
mal ve servetten hesap vermek durumundadır.
Bu hususu Allah Rasûlü şu meşhur hadisiyle açıklar:
“Hepiniz çobansınız ve hepiniz
çobanlığınızdan sorumlusunuz. Devlet reisi halkıyle ilgilenmekten sorumludur.
Kişi ailesinin koruyucusu ve eli altında olanlardan sorumludur. Kadın, eşinin evinin koruyucusu ve eli
altında bulunanlardan sorumludur. Hizmetçi, efendisinin malının koruyucusu ve
eli altında bulunanlardan sorumludur”[1]. Hz.
Peygamber’in saymaya çalıştığı bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Buna göre
görev büyüdükçe, görevi yerine getirenin sorumluluğu da artmaktadır. O nedenle
insanları idare gibi önemli bir göreve getirilecek, yani idare emanetini
yüklenecek insanların iyi seçilmesi, hem işin iyi yürümesi hem de idare
edilenlerin hak ve menfaatlerinin korunması açısından önem kazanmaktadır. Bu da
“görevin ehline verilmesi” prensibini ortaya koyar.
Görevin
ehline verilmesi, emanete riâyet prensibinin en temel şubelerinden birisidir.
Çünkü emanete riâyet edilmesini beklemeden önce, o emanete riâyet edebilecek
yönetme yükümlülüğünü yerine getirebilecek kişinin seçilesi gerekir. Bu hususun
önemini Kur’ân-ı Kerim şöyle vurgular:
“Allah, size emanetleri ehline
vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz vakit adaletle hükmetmenini
emrediyor. Allah size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah her şeyi bilen ve
görendir”[2]. Hz.
Peygamber de kıyametin ne zaman kopacağını soran bir ashabına emanetler zayi
olduğunda kıyametin kopacağını söylemiş, emanetin zayi olmasının ne anlama
geldiği sorulduğunda da “İşler ehil
olmayan kimselere verildiği zaman kıyameti bekle”[3]
buyurmuşlardır.
Allah
Rasûlü’nün (sav) birçok askerî ve siyasî uygulamasında devlet idaresinde
emaneti ehline verme siyasetini takip ettiğini görmemiz mümkündür. Hz. Muhammed
(sav), kendisini vali tayin etmesini isteyen Ebu Zerr’e şu cevabı vermiştir:
“Ey Eba Zerr, sen zayıfsın, bu
valilik bir emanettir, gerçekten kıyamet gününde o perişanlıktır. Yalnız onu
hakkıyla alan, o hususta üzerine düşeni yapan müstesna”[4]. İlk
Müslümanlardan olan ve ashab arasında mümtaz bir yere sahip olan Ebu Zerr’e
valilik görevi verilmezken, çok geç dönemde İslâm’a giren ancak askerî ve
siyasî alanda üstün kabiliyete sahip olan ehil kişiler Allah Rasûlü (sav)
tarafından önemli görevlere getirilmişlerdir.
Mesela Bedir savaşına sebep olan, Uhud ve Hendek savaşlarında müşrik
ordusuna komutanlık yapan Mekke reisi Ebû Süfyan idareciliğindeki tecrübesi
sebebiyle Mekke fethinden sonra Hz. Peygamber tarafında Taif’e elçi, ayrıca
başka bölgelere zekât memuru olarak görevlendirilmiş,[5]
bazı tarihi kaynaklara göre de Necran’a vali tayin edilmiştir[6].
Yine Hz. Peygamber (sav) Mekke fethinde önce Medine’ye gelip müslümanlığını
ilân eden Arap dahisi Amr b. el-Âs’ı, siyasî ve askerî alandaki ehliyeti
sebebiyle Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer gibi ashab önderlerinin bulunduğu bir orduya
komutan olarak tayin etmiştir[7].
Hz. Peygamber’in bu uygulamasının daha sonraki dönemdeki örneklerini, uzun süre
halifelik görevinde bulunmuş Hz. Ömer’in idaresinde de görmek mümkündür. II.
Halife, birçok sahabe dururken, İslâmî geçmişi yeni olan fakat siyasette dahi
sayılan Muaviye b. Ebi Süfyan, Amr b. el-Âs, Muğire b. Şu’be gibi kişileri en
önemli eyaletlerin sorumluluğuna getirmiştir[8].
Sonuç
olarak ifade etmek gerekirse, gerek ferdi gerekse toplumsal sorumlulukların
bilincinde olarak bizlere emanet bırakılan her şey üzerinde titizlik göstermek
hem bizim hem de toplumumuzun menfaatine olacaktır. Ayrıca Hz. Peygamber’in
(sav) emanete hiyanette bulunmanın münafıklığın alametlerinden olduğu
şeklindeki uyarısını[9]
unutmamamız gerekir. Emanetleri ehline
vermek de diğer önemli görevimiz olmalıdır.
0 yorum:
Yorum Gönder