Hz. Peygamber’in vefatıyla İslâm
tarihinde yeni ve önemli bir dönem başlamıştır. Müslümanlar Peygamber’den sonra
ilk sınavlarını siyasî alanda vermek durumunda kalmışlardı. Müslümanların
Peygamberi, Devlet başkanları ve Ordu komutanlığını şahsında toplamış olan Hz.
Muhammed (s.a.s.) vefat etmiş, müslümanlar lidersiz kalmıştı. O peygamberlerin sonuncusu
olduğundan yeniden bir peygamber gelmeyecekti. Ne var ki geride bıraktığı İslam
toplumu, lidersiz devleti daha ileri götüremeyeceği gibi, başsız bir devletin
devamı da imkânsızdı. Bunun önemini kavrayan müslümanlar Saide oğulları
çardağında toplanarak yeni liderlerini seçtiler ki bundan böyle “Müslümanların devlet
başkanı” anlamına gelen hilafet gündeme geldi. Hz. Ebubekir İslam devletinin
başına halife, yani devlet başkanı seçildi.
Saide oğulları gölgeliğinde
toplanan sahabîler, delillere dayalı bir tartışma ve karşı tarafı ikna etmek suretiyle
yeni devlet başkanlarına (halifeye) biat ettiler. Hz. Peygamber’den sonra
Müslümanlar arasında ilk tartışmanın hilafet konusunda çıkmış olması
yadırganacak bir husus değildir. Zira insan olan her yerde değişik görüşler
olmaktadır. Bu keyfiyet insan olmanın neticesidir.
İnsanlık tarihi bize gösteriyor ki,
insanlar, umumi olarak hükümet şekli üzerinde müttefik değildirler. Bazıları
bir kral, bazıları bir Reisicumhur, bazıları da cemiyeti idare etmek için bir
grup seçiyorlardı. İnsanlık tarihinde, bu mevzuda birlik yoktur.
İslamiyet’ten önceki dönemlerden
söz eden Kur’an-ı Kerim sadece Peygamberlerden değil, aynı zamanda krallardan
da bahsetmektedir. Enteresandır, Kur’an-ı Kerim’de monarşiden başka yönetim
biçiminden söz edilmemektedir. Cumhuriyet veya başka hükümet şeklinden,
Kur’an-ı Kerim bahsetmemektedir. Kur’an-ı Kerim hem Davud (a.s.) ve Süleyman
(a.s.) gibi iyi krallardan hem de Firavun ve Nemrud gibi kötü krallardan
bahsetmektedir. Sahabenin seçmeye karar verdikleri halife bir kral mıydı? Bir
cumhurbaşkanı mıydı? Veya başka bir şey miydi? Meselesi üzerinde durmak
gerekir.
Peygamberin halifesi, kişinin ve
toplumun hayatı için Kur’an ve Sünnet’in kurallarının uygulamasında bir
gözetmendir. Halife, tüm ırk ve toplumsal endişelerin dışında güçlü bir
şahsiyet sahibi, kamil mü’minler arasından, hatta “zenci bir köle bile olsa” seçilir.
Sade bir sözleşme biçiminde (mübaya‘a) oybirliği (icma) ile teyit edilen halife
temsil ettiği ilkelerin gereklerine kesinlikle bağlı özel ve kamuya ait
işlemlerde bu ilkelerden sapma halinde eleştirilebilen bir kişidir.
Halifelerin kendileri ile
istişarede bulunduğu Ehl-i Şura, görüş ve düşüncelerini tam bir serbesti içinde
beyan ederlerdi. Hilafetin bu husustaki siyasetini anlamak için Hz. Ömer b.
el-Hattab’ın şu nutku kafidir: “Ey İnsanlar! Size anlatmak istediğim şudur:
Emanet olarak uhdeme tevdi ettiğiniz devlet işlerini yürütebilmem için benimle
iş ortaklığı yapacaksınız ben de sizin gibi bir insanım. Bugün, sizin haklarınızın
aynına sahip bulunduğumu, sizinle eşit olduğumu söylemek isterim. İsterseniz
benimle aynı fikirde olabileceğiniz gibi ayrı düşüncede de bulunabilirsiniz.
Ben size, ille de benim arzularıma uyacak ve benim dediğimi yapacaksınız, demek
istemiyorum.”
Hz. Ömer bu düşünceyle hareket
ettiği için tarih boyunca hem Müslüman hem de gayri müslimleri adalet anlayışı
ile etkilemiştir. Hz. Ömer’den etkilenen biri de Gandi idi. Hindistan’ın
bağımsızlığından evvel, Hindistan’da Hindistan’ın bağımsızlığı için İngilizlere
karşı bir hareketin lideri olan Gandi’yi. Gandi’yi başlattığı sivil eylemler
nedeniyle hemen herkes tanımaktadır. Başlangıçta Müslüman- Hindu ayırımı
yapmadan, bu hareketin başkanı idi. Bu hareketin sonuna doğru, Müslümanların
büyük bir çoğunluğu ondan ayrıldılar. Gandi Hindistan’ın istiklal mücadelesinde
başkandı. Bir gün Gandi, istiklâlden sonra memleketin siyasetinin ne olacağı
hakkında büyük bir nutuk verir ve der ki: “Bizim müstakbel hükümetimiz
Müslümanların Hulefa-yı Raşidîn’i gibi hareket etmelidir” ve bilhassa Hz.
Ömer’in hükümetini örnek olarak gösterir.
Mukavkıs’ın elçileri de müslüman
savaşçıları ve onların liderlerini şöyle tavsif etmişler: “Biz öyle bir
topluluk gördük ki, ölüm onlara hayattan, yaşamaktan daha sevimlidir. Tevazu ve
alçak gönüllülüğü, şan ve şöhretten daha çok severler. Onlardan hiçbirinin
dünyaya rağbeti ve düşkünlüğü yoktur. Toprak üzerine otururlar, idarecileri
içlerinden herhangi biri gibidir, diğerlerinden bir farkı görülmez. Onların
içinde köleler, efendilerden mevki ve üstünlük sahipleri, diğerlerinden ayırt
edilemez. Namaz vakti girince, hiç biri namazı terk etmez. Her kes el, yüz ve
ayaklarını su ile yıkayarak (abdest alarak) huşu ile namazlarını kılarlar.”
İmamet müşavere ile gerçekleşen bir
iştir. Saltanat ise kılıç zoru ile ele geçirilen makamdır. Saltanatta zorbalık
ve veraset söz konusudur. Hilafette böyle bir durumdan söz edilemez. Hz. Ömer
bir defasında şöyle söylemiştir: “Allah’a yemin ederim ki ben halife miyim,
yoksa sultan mıyım bilemiyorum. Eğer sultansam vay halime!” Ayrıca bu durumu
sahabilere de soruyordu. Bir defasında Selman-ı Farisi’ye sorunca Selman şu
cevabı vermiş: “Eğer haksız yere ümmetin tek kuruşunu dahi yersen sen meliksin,
eğer yemezsen halifesin.”
Raşid halifelerin evleri, halkın
her zaman girip çıkabileceği mahallerdi. Kapıcıları yoktu. Ne muhafız alayı, ne
de yaverleri vardı. Kapıları herkese açıktı. Çarşı ve pazarlarda polisin
refakatine lüzum kalmadan, merasimsiz gezer dolaşırlardı. Her hangi bir
vatandaş bu halifelerden hesap sorabilir kendisine “niçin böyle yaptın?”
diyebilirdi. Onlarla konuşmak veya icraatlarını tenkit etmek için izin
talebinde bulunmaya ihtiyaç yoktu.
Onlara göre, hükümetin idaresini
elinde tutanların, Beytülmali kendi kişisel maksat ve masrafları için sarf etmeleri
haramdı. İşte saltanat ile hilafeti birbirinden ayıran farklardan bir kaç
tanesi...
Hz. Ebû Bekir halife olduğunda ilk
hutbesinde Müslümanlara şöyle seslenmişti: "Ey insanlar! Sizin en
hayırlınız olmadığım halde sizi idare etmek üzere seçildim. Ne var ki Kur'an
indirildi Resulullah da (takip edilecek ) bir yol ortaya koydu. Biz de
Resulullah'ın bize öğrettiği sünneti öğrendik. Biliniz ki en akıllı iş
Allah'tan korkup sakınmaktır ve en büyük ahmaklık ise Allah'a karşı gelmektir.
İyilik yaparsam bana yardım ediniz; kötülük yaparsam beni doğrultunuz. Doğruluk
emanet; yalancılık ise hıyanettir. Sizin aranızdaki güçsüz bir kimse onun
başkasındaki hakkını alıp kendisine verinceye kadar benim yanımda güçlüdür.
Güçlü olan bir kimse ise ondan başkasının hakkını alıncaya kadar benim yanımda
güçsüzdür. Sizden hiç biri cihadı terketmesin. Zira hangi toplum cihadı terk
ederse Allah o toplumu zelil eder. Hangi toplum arasında fuhuş yayılırsa Allah
onlara vereceği belayı genelleştirir. Allah ve O'nun Resulü'ne itaat ettiğim
müddetçe siz de bana itaat ediniz. Şayet Allah'a ve Resulüne isyan edersem
artık bana itaat yoktur. Haydi, namaza kalkınız Allah'ın rahmeti üzerinize
olsun..."
Hz. Ebû Bekir’in ilk icraatı, Üsâme
b. Zeyd komutasındaki orduyu cihada göndermek oldu. Kendisine itirazda
bulunanlara şu cevabı verdi: “Rasûlullah’ın verdiği bir hükmü ben asla geri
çeviremem. Yırtıcı hayvanların beni parçalayacaklarını bilsem, onu yine
gönderirim. Çünkü Rasûlullah’ın emri böyledir.”
Üsâme’ye şu tavsiyede bulundu:
“Hiyanet etmeyin, aşırılık yapmayın. Ahdınızı bozmayın. Öldürülmüş olan
insanların organlarını kesmeyin. Çocukları, yaşlıları ve kadınları öldürmeyin.
Hurma ağaçlarını kesip yakmayın. Meyve veren hiçbir ağacı kesmeyin. Koyun,
sığır veya develeri yemek ihtiyacı dışında bir amaçla boğazlamayın. Yolda
manastırlara kapanmış bazı kişilere rastlarsanız, onlara dokunmayın....” İşte
Rasûlullah’ın halifesi Ebû Bekir (r.a.) Müslümanlara savaş adabını bu şekilde
vazetti. Onlara zayıflara iyi davranmalarını tavsiye etti, insanlara mal ve can
emniyeti vermelerini, dinî inançlarına taarruz etmemelerini teşvik etti.
Hz. Ebû Bekir vefat ettiğinde ise
şöyle bir ahidname yazdırdı: “Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla Ebu
Kuhafe'nin oğlu Ebu Bekir'in dünya hayatının son deminde ahiret hayatının
başında, kâfirin inandığı, günahlının tevbeye geldiği, yalancının doğruyu
söylediği bir dönemde yazdırdığı ahid ve vasiyetidir. Ömer b. Hattab'ı kendi
yerime halife tayin ediyorum. Onu dinleyiniz ve ona itaat ediniz" İyi olur
ve adil davranırsa, beni tasdik etmiş olur ki, onun hakkındaki bilgim ve
görüşüm budur. Eğer zulmeder ve durumumu değiştirirse ben gaybı bilici değilim
(mazurum) Ben sadece hayır murad ettim. Herkese ancak kazandığı vardır.
“Zulmedenler, yakında nasıl bir inkılaba uğrayıp devrileceklerini
bileceklerdir.”[1]
Bu dönemde cihada giden
Müslümanların amaçları Rebi‘ b. Amir’in İranlı komutan Rüstem’e karşı söylediği
şu sözlerde iyi anlaşılmaktadır: Rüstem, Rebi‘ b. Amir’e “Sizi buralara getiren
şey nedir?” diye sorduğunda, Rebi‘: “Allah bizi, insanları insanlara kul
olmaktan kurtarıp, onları Allah’a kul yapmak için gönderdi. İnsanları dünyanın
darlığından, genişliğine, dinlerin sömürüsünden İslâm’ın adaletine davet etmek
için Allah bizleri kullarına gönderdi. Kim bunu kabul ederse, biz de onu kabul
eder, ondan vazgeçeriz. Kim de bu davetimize karşı çıkarsa, Allah’ın
vadettiğine kavuşuncaya kadar onunla savaşırız.”
Hz. Ömer ilk hutbesinde şunları
söylemiştir: “Arapların durumu, boynuna yular takılmış sürücüsünün arkasından
giden deveye benzer. Onu çeken nereye götürdüğüne dikkat etsin. Bana gelince,
Ka‘be’nin Rabbine and olsun ki ben onları dosdoğru yolda götüreceğim.”
Hulefa-yı Raşidîn döneminin
başlangıcına muhteşem bir silüet hakimdir. II. Raşid Halife Hz. Ömer (r.a.)
İslâm’ın büyük faaliyetlerinin olağanüstü simgesi ve eşsiz sembolüdür. Bir
bakıma her şey Hz. Ömer’den geçer. Divan teşkilatının kurulması, fetihlerin ciddi
bir şekilde başlatılması, başlıca arazi gelirleri, yeni şehirler ve düzenli bir
ordunun kurulması, kendini kabul ettirmiş bir yönetim, adalet müessesesinin
tesisi, hac işlerinin düzene sokulması, hicretin müslüman takvimi başlangıcı
seçilmesi, Müslüman olmayan tebaanın statüsü, yüksek dereceli memur atamaları,
merkezi bir otoritenin hakim kılınması, halifelik görevine paralel olarak
Emirü’l-Mü’minîn sıfatını taşıması. Ayrıca Hz. Ömer yönetim tecrübesi de olan
dirayetli bir zattı. Müslüman olmadan önce Mekke site devletinin diş
ilişkilerini yürütmüştü.
Hz. Ömer’in, Ubeyde b. Cerrah’a
gönderdiği mektupta onun takvası ve savaş siyaseti ana hatlarıyla göze
çarpmaktadır Hz. Ömer mektubunda şöyle diyordu: “Ben sana, tek kalıcı şey olan
Allah’ın takvasını tavsiye ediyorum ki, ondan başka hiç bir şeyin değeri
yoktur. O Allah ki bizi dalaletten hidayete, karanlıklardan aydınlığa çıkardı.
Seni Halid b. Velid’in ordusuna komutan tayin ettim. Onların hakkı ne ise ona
göre davran! “Ganimet alacağım” düşüncesiyle, Müslümanları helaka götürme!
Araziyi iyice keşfetmeden onları oraya sevketme! Muhafızsız birlikler gönderme!
Müslümanları felaketlere götürmemen için seni uyarıyorum. Allah seni benimle,
beni de seninle imtihan edecek. Gözünü ve kalbini dünyadan çevir, dünyaya
dalma! Dikkat et ki bu dünya, senden evvelkileri olduğu gibi, seni de helak
etmesin.”
Hz. Ömer hak nerede ise onu kabul
eder ve hatadan dönmeyi bir erdem olarak görürdü. Bir cuma hutbesinde Hz. Ömer
ortaya bir fikir atmak istedi: “Bundan böyle evlenmelerde dört yüz dirhemden
fazla mehir istenmesin” hutbeyi dinleyen bir kadın derhal ayağa kalktı ve:
“Senin böyle bir şey için hüküm vermeğe hakkın yok. Kur’an kantarla mehir tayin
etmeğe izin vermiştir. Sen bunu değiştiremezsin. Nasıl sen burada muayyen bir
had tayin edersin?” tarzında Hz. Ömer’e itirazda bulundu. Hz. Ömer kadını haklı
buldu ve kendi fikrinden vazgeçti.
İlk iki halife Hz. Ebû Bekir ve Hz.
Ömer karşılaştıkları problemleri şu şekilde çözerlerdi: Bir muamele ile
karşılaştıkları zaman, derhal Kur’an’da bu gibi mesele hakkında bir hükmün
bulunup bulunmadığını araştırırlardı. Kur’an-ı Kerim’de bu hususta herhangi bir
hüküm bulamazlarsa, o zaman da Rasûlullah’ın böyle bir muamele ile karşılaşıp
karşılaşmadığına bakarlardı. Karşılaşmış ise Hz. Peygamber’in bu hususta
verdiği hükmü ve meseleyi nasıl karara bağladığını tetkik ederlerdi. Eğer
Sünnet’te de her hangi bir hüküm bulamazlarsa, o zaman ümmetin ileri
gelenlerini ve bilgili zevatı toplar, kendileriyle istişarede bulunur, ona göre
meseleyi halleder ve karar verirlerdi.
Hz. Osman şura kararı ile halife
seçildi. Şûra üyelerinin halife seçimi konusunda vekil olarak seçtikleri
Abdurrahman b. Avf, bir kamuoyu yoklamasından sonra Müslümanları Mescid’de
topladı. Önce Hz. Ali’ye: “Şayet seni halife tayin edersem, sen her zaman,
Kur’an-ı Kerim’e, Hz. Peygamber’in sünnetine ve Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer’in
tatbikatına uymaya söz verir misin?” Hz. Ali şu cevabı verdi: “Kur’an-ı Kerim
ve Hz. Peygamber’in sünnetine evet, fakat ilk iki halifenin tatbikatına uymaya
mecbur değilim. Ben de ictihad yapabilirim, müctehidim, onlara her şeyde uymaya
mecbur değilim.” Aynı soruya Hz. Osman şu cevabı verdi: “Evet Kur’an-ı Kerim,
Hadis ve ilk iki halifenin tatbikatına uyacağıma söz veriyorum.” Bu sırada
Abdurrahman b. Avf ellerini havaya kaldırarak: “Ya Rabbi sen şahid ol ki, İslâm
menfaati için ben Osman’ı halife seçtim.” dedi.
Hz. Osman halife seçildiğinde ilk
hutbesinde şunları söyledi: “Siz geçici bir yurttasınız. Son günlerinizi
yaşıyorsunuz. Yapabildiğinizin en hayırlısını yaparak ahiret için hazırlanınız.
Bilesiniz ki, dünyaya geldiniz, sabahladınız ve akşamladınız, ömrünüz gelip
geçti. Dikkat ediniz dünya aldanma üzerine dürülmüştür. Dünya hayatı sizi
aldatmasın. Geçenlerden ibret alınız, sonra da gayret gösteriniz. Sakın ha
gaflete düşmeyiniz. Çünkü Allah yaptıklarınızdan gafil değildir. Dünyaya rağbet
edip onu tercih ederek imar eden ve ondan uzun boylu faydalanan dünya halkı
nerede? Dünya onları atmadı mı? Dünyayı Allah’ın attığı yere atınız ve ahireti
isteyiniz.”
Çünkü Allah, ahiret (en hayırlı
olan şey) için darb-ı mesel getirerek şöyle buyurdu: “Dünya hayatı gökten indirdiğimiz bir su gibidir, yerin bitkisi onunla
karıştı ve sonunda bitkiler, rüzgarların savurduğu çöp kırıntıları haline
geliverdi. Allah her şeye kadirdir”[2]
Bilindiği gibi Hz. Peygamber kendi
döneminde Hz. Ali hariç Benî Haşim’den hiç kimseye devlet müesseselerinde görev
vermemiş önemli mevkilere getirmemişlerdi. Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer de kabile
ve akrabalarına herhangi bir görev tevcihinde bulunmamışlardı.
Hz. Ömer kendisinden sonra halife
olabilecek kişilere, “Benden sonra halife olursanız, sakın kabilenizi veya
aşiretinizin fertlerini Müslümanların başına musallat etmeyiniz” biçiminde
vasiyetler ediyordu.
Hz. Osman’ın hilafetiyle olaylar
farklı bir gelişme çizgisi gösterdi. Hz. Osman yakın akrabalarını önemli
görevlere getirirken ilk iki halifenin şahsı tutumunu ve kendi davranışının
gerekçesini şöyle açıklıyordu: “Ebû Bekir ve Ömer Beytülmal konusunda, hem
kendilerini hem de akrabalarını sıkıntıya soktular. Fakat ben sıla-ı rahmı
tercih ediyorum.” Sıla-ı rahm konusunda oldukça titiz davranan Hz. Osman halife
olunca yakınlarını ilk iki halifenin siyasetinin aksine görüp gözetti. Örneğin
Mervan b. Hakem’e Afrika’daki ganimet mallarının humusu olan beş yüz bin dinarı
bağışladı. Hz. Osman’ın ondan önce de Afrika’dan gelen ilk humusu İbn Ebî
Sarh’a verdiği Taberî nakletmektedir.
Hz. Osman sırf bunlardan dolayı
sahabenin tepkisini çekmişti. Yakınlarını devletin yüksek kademelerine ataması
da sahabe arasında itirazlara neden olmuştu. Sa’d b. Ebî Vakkas’ı Kufe
valiliğinden azl ederek yerine anne bir kardeşi olan Velid b. Ukbe’yi, daha
sonra da başka bir akrabası olan Sa’d b. As’ı getirmişti. Amr b. As yerine
Mısır valiliğine Abdullah b. Sa’d b. Ebî Sarh’ı, Ebû Musa el-Eş‘arî yerine
Basra’ya Abdullah b. Amir’i tayin etmişti. Kısaca hilafeti döneminde Ümeyye
oğulları büyük memuriyetleri ellerine geçirme imkânını buldular.
Hz. Ömer, insanların mal sebebiyle
fitneye düşebileceklerinden korktuğu için, ihtiyaçlarını giderecek miktarda mal
sahibi olmalarını isterdi. Hz. Osman ise, halkına refah ve bolluk içinde
yaşamasını sağlamak için onların mal ve mülk edinmesine mani olmadı. Sahabenin
ileri gelenlerini serbest bıraktı ve onların taşra vilayetlere giderek oralarda
yerleşmelerine engel olmadı.
Hilafet makamında iken İslâm
devletinin sınırlarını Çin’den, İspanya’ya kadar üç kıtaya yayan Hz. Osman
hilafeti boyunca devletten bir tek kuruş almadı. Onun döneminde Müslümanlar
deniz yolu ile fetih hareketlerine giriştiler ve çöl insanları denizci filo
şefi olarak ortaya çıktılar.
Muhasara altında bulunduğu sırada
Zeyd b. Sabit dilerseniz Muhacir ve Ensâr’dan oluşan bir grubu getireceğini
söyleyince Hz. Osman “savaşa hayır” diye cevap vermişti. O bir sultan gibi
davransaydı Peygamber şehri yakılıp yıkılacakmış, ashabın canı, malı, ırzı,
heder edilecekmiş; bunları düşünmez, gözü iktidardan başka bir şeyi görmezdi.
Ama o böyle yapmadı. Canı pahasına nebevî hilafetin ak alnına saltanat lekesini
sürmedi. Hz. Osman hiç bir zaman öldürülmeyi hak etmemişti. Zaten isyancıların
gayesi hak ve adaleti yerleştirmek değildi.
Hz. Peygamber’e akrabalığı
nedeniyle hilafetin Hz. Ali’nin meşru hakkı olduğuna dair düşünceler sürekli
güç kazanmıştır. Hz. Ali tüm bu kışkırtmalara rağmen ümmetin seçimine ve
kabulüne saygı gösterdi. Sürekli ümmetin birliği ve beraberliğini göz önünde
tutmaya çalıştı.
Nevevî, Hz. Ali’nin şöyle dediğini
rivâyet eder: “Rasûlullah (s.a.s.) halka namaz kıldırmak için Ebû Bekir’i tayin
etti. Ben de o sırada orada idim, hasta değil sıhhatteydim. İmamlığa beni
geçirmek isteseydi, elbette bunu yapardı. Şu halde Allah ve Rasûlünün, dinimiz
için razı olduğu kimseye biz de dünyamız için razı oluruz.” Hz. Ali ile Hz.
Ömer çok barışık bir biçimde yaşıyorlardı. Hz. Ömer onu defalarca yerine
Medine’de vekil bırakarak İslâmî fetihlere katılmıştır.
İslâm tarihinde Hz. Osman’ın şehid
edilmesiyle fitne kapısının açıldığı kabul edilmektedir. Bazıları Câhiliyeden
kalan kan davalarını sürdürebilmek için Hz. Osman’ın katledilmesini bulunmaz bir
bahane saydılar. Hz. Ali böyle netameli bir dönemde halife seçildi. Kendinden
önceki üç halife gibi meşru bir usulle (şura) iş başına gelen Hz. Ali’ye sayısı
çok da fazla olmayan bir grup biat etmedi. Böylesi istisnalar diğer bazı halifeler
için de geçerli idi. Hatta Hz. Ebû Bekir gibi bir halife bile bunun dışında
değildi. Ne var ki bu kez durum farklıydı. Biat etmeyenler bizzat ümmetin Raşid
Halifesine karşı fiili bir mücadeleye girişiyorlardı.
Hz. Osman’ın şehadetinden sonra
kendisini halife yapmak isteyenlere Hz. Ali şöyle der: “Bu iş böyle olmaz,
sizin yetkinizde de değildir. Halifenin seçimi, şura ehline ve Bedir ehline
aittir. Onlar kimi halife yapmak isterse o olur. Biat, mescidde, halkın
huzurunda, Müslümanların rızası ile olur. Asla gizli olmaz.”
Hz. Ali mümtaz bir kişiliğe
sahipti. Rasûlullah onu defalarca övmüştü ve Hayber gazvesinde Hz. Ali’yi kast
ederek şöyle demişti: “Yarın bu sancağı, Allah ve Rasûlünü seven, Allah ve
Rasûlünün de kendisini sevdiği birine vereceğim. Allah fethi ona nasib
edecektir.” Kur’an-ı Kerim’i, tefsiri, hadis rivâyeti, mirasla ilgili
problemler ve müşkil davaların çoğunda Hz. Ali’ye müracaat edilirdi.
Hz. Ali kendisine karşı savaşan
Müslümanlara iyi muamele etti. Cemel savaşı sırasında taraftarlarına şöyle
dedi: “Dikkat ediniz! Savaşa önce siz girmeyiniz. Onlar saldırmadıkça hücum
etmeyiniz. Eğer onları yenerseniz kaçanların peşine takılmayınız. Kaçanları ve
muharebeden çekilenleri öldürmeyiniz. Yaralılara saldırmayınız. Kimsenin
elbisesini soymayınız. Ölülerin burun ve kulaklarını kesmeyiniz. Kimsenin
hanesine tecavüz etmeyiniz, malını yağmalamayınız. Size küfretseler dahi
kadınlara dokunmayınız.” Savaştan sonra ise: “Her iki tarafın ölülerine cenaze
namazı kılınız ve şehitlerine hürmet gösteriniz.” dedi. Hz. Ali ömrünün son
deminde ise bütün ısrarlara rağmen, “Ben de Müslümanları Rasûlullah’ın
bıraktığı gibi bırakıyorum” diyerek yerine kimseyi aday göstermedi.
Hulefa-yı Raşidîn döneminin sona
ermesiyle saltanat dönemi başlamıştır. Ama bu dönem hep hayırla yad edilmiştir.
Muaviye b. Ebî Süfyan ilk üç halife ile ilgili olarak şunları söylemiştir:
“Allah Ebû Bekir’e rahmet etsin. Ne o dünyayı istedi, ne de dünya onu. Ömer’e
gelince, dünya onu istedi fakat o dünyayı istemedi. Osman ise; dünya ona isabet
etti, o da dünyaya nail oldu. Ama biz dünya içinde kirlendik, onun tozuna
toprağına bulandık.” Daha sonra pişman bir eda ile şöyle demiştir: “Vallahi, bu
Allah’ın bize verdiği bir saltanattır.”
Hulefa-yı Raşidîn dönemi
Müslümanlar tarafından “aydınlık bir meşale” olarak kabul edilmektedir.
Müslümanların birçok referansı bu döneme aittir. Bahsedilen Raşid Halifeler
dünyevî çıkara değil Allah’a meylettiler. Canları pahasına hilafeti saltanata
dönüştürmemeye gayret ettiler. Hiç bir zaman zorbalıkla, veraset yoluyla ümmeti
yönetmeye kalkışmadılar. Sonuçta ise şehadet şerbetini içerek Rabblerine
kavuştular.
KAYNAKLAR
HAMİDULLAH, Muhammed, İslâm Müesseselerine Giriş, (çev. İhsan
Süreyya Sırma), İstanbul 1981.
HASAN, Hasan İbrahim, Siyasî-Dinî-Sosyal-Kültürel İslâm Tarihi,
(çev. İsmail Yiğit v.dğr.) I-VII İstanbul 1987.
İBN HİŞAM, Ebu Muhammed Abdulmelik
(218/833), es-Siretü'n-Nebeviyye,
(thk. Mustafa es-Saka v.dğr.), I-IV, Kahire 1355/1936.
İBN KESİR, Ebu'l-Fida İsmail
(774/1372), el-Bidâye-ve'n-Nihâye,
I-XIV, Beyrut 1988.
İBN KUTEYBE, Ebu Muhammed Abdullah
b. Müslim, Uyunu'l -Ahbar, I-II,
Beyrut 1985.
İBN SA'D, Muhammed (230/844), et-Tabakatü'l-Kübra, I-IX, Beyrut t.y.
İBNÜ'L-ESİR, Ebu'l-Hasan İzzuddin
Ali b. Muhammed el-Cezerî (630/1232), el-Kâmil
fi't-Tarih, (thk. C.J. Tornberg), I-XII, Beyrut 1982.
MEVDUDÎ, Ebu’l-A‘la, Hilâfet ve Saltanat, (trc. Ali Genceli),
İstanbul 1966.
SIRMA, İhsan Süreyya, İslâmî Tebliğin Örnek Halifeler Dönemi,
İstanbul 1989.
TABERÎ, Ebu Cafer Muhammed b. Cerir
(310/922), Tarihu'l-Umem ve'l-Mulûk,
I-XIII, Beyrut 1987.
Kaleminize sağlık hocam. Hilafet ancak bu kadar güzel özetlenebilir. H. Gideroğlu /Almanya
YanıtlaSiltamam iyi guzel hoca ciddi ve önemli bir konuya değinmiş. ancak sadece 2 dip not / kaynak göstermiş. akademik ve ciddi bir çalışma da daha fazla kaynak göstermek gerekirdi. örneğin Hz Abdurrahman b Avf'ın Hz. Ali ve Hz Osmanı mülakat yapası ve onların verdiği cevaplara kaynak göstermesi şart ike göstermemiş. bu bilgiyi nereden aldın. çünkü bu konuda farklı versiyorlar var. siz bu farklı versiyonu NEREDEN ALDINIZ sorusunun cevabı makale de mevcut değil.
YanıtlaSil