Prof. Dr. Adem APAK
GİRİŞ
Arap-Bizans münasebetlerinin geçmişi, esasında Romalılar
döneminde M.Ö. IV ile M.S. 106 yılları arasında hüküm süren Nabâtî Krallığı’na
kadar ulaşır. İslâmiyet’in zuhurundan sonra Hicazlı Araplar ile Bizans
İmparatorluğu arasındaki resmî ilişkiler ise Hz. Peygamber’in (sav) dine davet
mektuplarıyla başlatılır. Mûte savaşı, Bizans ile Müslümanların ilk önemli
karşılaşması, aynı zamanda Hicaz Araplarının Yarımada dışını hedef alarak gerçekleştirdikleri
ilk askerî faaliyet olmuştur. Hulefâ-i Râşidîn dönemi İslâm dininin Arap
Yarımadası dışına hızla yayılmaya başladığı ve Bizans’ın uzun zamandır
Sâsânîlere karşı korumak için mücadele verdiği toprakların, Müslümanların eline
geçtiği dönemi temsil eder. Bizans bu süreçte meydana gelen fetih hareketlerine
mukavemet gösterememiş ve kısa süre içinde Suriye ve Filistin’den çekilmek
zorunda kalmıştır. Arap Bizans münasebetlerin en yoğun olduğu İslam tarihi
dönemi ise Emevi asrıdır. Bizans ile yapılan savaşlarda Müslümanlar genelde
taarruz eden, Bizanslılar ise savunmaya çekilen taraf konumunda olmuşlardır.
Ancak bununla birlikte her iki devlet için de tam bir üstünlük
gerçekleşmemiştir. Gerek Arapların gerekse Bizans’ın zaman zaman rakibine üstünlük
sağladığı dönemler olmuş, ancak bu üstünlük uzun süre devam etmemiştir. Bunda
her iki tarafın da kendi iç problemleri ve saltanat mücadeleleriyle baş etmek
durumunda kalmalarının etkisi büyüktür. Bununla birlikte gerçekleştirilen
savaşlar bir hâkimiyet mücadelesinden çok prestij sağlama ve kendi asıl
bölgelerini koruma düşüncesiyle cereyan etmiştir. Bizans için öncelikli koruma
alanı İstanbul, Emevîler için ise Şam toprakları olmuştur.
Hişam b. Abdülmelik’ten
sonra Anadolu’da Arap-Bizans mücadelesi duraklama dönemine girmiştir. Zira
Emevîler bu tarihten itibaren sürekli olarak iç problemlerle ilgilenmek zorunda
kalmışlardır. Bu nedenle Arapların Anadolu seferleri gündemden düşmüştür. Bu
devletin yıkılmasından sonra da Anadolu üzerinde nüfuz mücadelesi Bizans ile
Abbâsîler arasında gerçekleşmiştir. Ancak başkentlerini daha doğuya taşımaları
sebebiyle Abbâsîler’in Bizans ile mücadelesi ancak asgarî düzeyde
gerçekleşmiştir. Bunun
sebebi ise iki tarafın da birtakım iç problemlerle meşgul olmalarıdır. Bilindiği
gibi bu dönemde yıllarca devam eden mücadeleler sonunda İslâm devletinde
önemli bir iktidar değişikliği olmuş ve yönetim Emevî ailesinden Abbâsîlerin
eline geçmişti. Bunun bir neticesi olarak İslâm devletinin başkenti,
Dımaşk'tan Bağdat'a nakledilince güç merkezi Suriye'den Irak'a doğru kaymıştır.
ABBASİLER DÖNEMİNDE ARAP-BİZANS İLİŞKİLERİ
Emevilerle mukayese edildiğinde daha
düşük seviyede olsa da İlk Asır Abbasi halifeleri Bizans ile siyasi, askeri ve
diplomatik ilişkilerini devam ettirmişlerdir. Ebu'l-Abbas dönemi, Abbasî
İmparatorluğu’nun kuruluşunun gerçekleştiği bir devirdir. Halife kısa süren
hilâfeti esnasında ancak iç güvenliği sağlamakla meşgul olmuştur. Kanlı bir
ihtilâl ve arkasından birbirini takip eden isyanlar, halifeye komşularına karşı
aktif bir politika takibi fırsatını vermemiştir. Dolayısıyla onun kısa süren
halifeliği döneminde dış politik gelişmelerde dikkate değer bir adım
gerçekleşmemiştir. Bunun sonucu olarak onun zamanında Arapların Bizans
İmparatorluğu’na karşı geleneksel yaz ve kış seferleri durmuş, hatta bu dönemde
Rum orduları Malatya’ya saldırarak şehri yağlamamışlar, pek çok müslümanı
öldürmüşlerdir.[1]
İkinci Abbasî halifesi Ebû Ca'fer
el-Mansur (136-158/754-775) döneminde meydana gelen dahili problemler ve iç
isyanlar sebebiyle dış politik alanda gözle görünür bir faaliyete şahit
olunmaz. Bu sebeple onun halifeliği döneminde komşu devletlere karşı önemli askerî
harekâta rastlanmamaktadır. Taberistan’ın fethi bunun tek istisnası olarak
görülebilir.[2] Bununla birlikte onun
zamanında sınırların emniyet içinde bulunmasına azamî itina gösterilmiştir.
Belâzürî’nin aktardığına göre halife, bilhassa Akdeniz sahilleri boyunca kale
ve şehirleri gözden geçirmiş, tamir edip sağlamlaştırmıştır.[3] Bunu
ardından da sınır ihlallerine fırsat vermemek için küçük akınlar
düzenlenmiştir. Nitekim Abbasi orduları Bizans'a karşı taktik nitelikli yaz ve
kış seferleri yapmışlardır. Salih b. Ali ile Abbas b. Muhammed’in komuta
ettikleri seferlerde herhangi bir şehir veya kale fethi gerçekleşmemiştir.[4]
Hicretin 139. (M. 756) yılında Abbasi
halifesi ile Bizans İmparatoru V. Konstantinos arasından bir fidye anlaşması
imzalandı. Abbasiler döneminde Bizanslılarla gerçekleştirilen bu ilk anlaşmayla
halife, imparatorun daha önce Malatya ve Erzurum gibi İslam topraklarına
saldırısı sırasında almış olduğu esirlerin fidye karşılığında serbest
bırakılmasını sağladı.[5]
Hicretin 140. (M.757-758) yılında halife Mansur, İmam İbrahim’in kardeşi
Abdülvehhâb ile Hasan b. Kahtabe emrindeki bir orduyu daha önce Rumların işgal
etmiş oldukları Malatya’ya gönderdi. Şehrin imarı yeniden gerçekleştirilip
bölgeye yaklaşık 40 bin asker yerleştirildi. Bizans kralı bunun üzerine büyük
bir ordu ile harekete geçip Ceyhan’a kadar geldi. Ancak bölgede büyük bir Arap
ordusunun bulunduğunu haber alınca geriye döndü. Malatya’nın güvenliğinin
sağlanması üzerine daha önce şehri terk etmiş olan halk yeniden şehirlerine
geldiler.[6]
Mansur döneminde iki ülkenin
karşılıklı olarak gerçekleştirdiği askeri seferlerle birlikte elçilerin gidip
gelmesi suretiyle diplomatik ilişkiler canlı tutulmuştur. Nitekim Hicretin 157.
yılında halife Bağdat’a gelen Rum elçilerle görüşmeler yapmış, onları şehri
gezdirmiş, ardından da onlardan Bağdat hakkındaki olumlu ve olumsuz
izlenimlerini almıştır. Gelen elçi heyeti başkanı şehri beğenmiş, ardından da
gördüğü eksiklikleri halifeye bildirmiştir. Mansur’un sorusu üzerine elçi,
şehrin çok güzel olduğunu, ancak çarşının şehrin içinde kurulmuş olmasının sakıncalarının
bulunduğunu ifade ederek, halifeyi ülke aleyhine çalışan casusların tüccar
kimliği altında şehre girip bazı devlet sırlarına vakıf olabilecekleri
hususunda uyarmıştır. Elçi ayrıca şehrin yeşilliğini ve suyunu yetersiz
bulduğunu ifade etmiştir.[7]
Üçüncü Abbasi halifesi Mehdî'nin halifeliği sırasında
Bizans İmparatorluğu ile Mansur zamanına nazaran büyük mücadeleler yaşandı. Halife
öncelikli babasının takip ettiği dış siyaseti benimseyerek hudutlara gereken
ehemmiyeti vermiş, asker ve istihkâm bakımından takviye etti. 159'da (776)
halifenin amcası Abbas b. Muhammed, 160 (777)[8] ve
161 (778) yıllarında Sümâme b. Velîd el-Absî, 162'de[9] (779)
Hasan b. Kahtabe 164'te (781)[10]
Abdülkerîm (Abdülkebîr) b. Abdülhamîd kumandasında Anadolu'ya seferler
düzenlendi.[11] Ayrıca oğlu Harun’u 163
(780)[12] ve
165 (781-82) yıllarında ünlü kumandan ve devlet adamlarının da yer aldığı
orduların başında Bizans'a karşı sefere gönderdi.[13] Bu
seferler neticesinde birçok kale ele geçirilerek İstanbul Boğazı’nın doğu
yakasındaki Khalkedon'a (Kadıköy) kadar ulaşıldı. Henüz küçük yaştaki oğlu VI.
Konstantinos adına Bizans'ı yönetmekte olan İrene, yıllık 70.000 (veya 90000)
dinar vergi karşılığında üç yıl süreli bir barış anlaşması yapmak zorunda
kaldı.[14]
Harun er-Reşîd, halifeliği döneminde
İslâm devletinin en büyük rakibi olan Bizans imparatorluğuna karşı devam
etmekte olan seferlere büyük ehemmiyet gösterdi. Bilhassa bu devletle olan
sınırların yeniden tanzim ve tahkimine gayret gösterdi. Öncelikli adım olarak
Hicretin 170 (786-787) yılında Suğur
eş-Şâmiye'yi Suğur el-Cezîre'den ayırarak burasını Avâsım adıyla yeni bir
askerî valilik haline getirdi.[15]
Avâsım'a dahil olan sınır şehirlerini tahkim ettirerek buralarda devamlı
oturan ve Bizans'a karşı sefer yapan askerî birlikler yerleştirdi. Bu süre
zarfında Bizans ile olan savaşlar gerek kara, gerekse denizde kesintisiz bir
şekilde devam etti.[16]
Hicretin 172. (M.788) yılında İshak b. Süleyman komutasındaki bir ordu Rum
toprakları üzerine sefer gerçekleştirdi.[17] 174
(790) yılında Mısır'dan Kıbrıs üzerine yürümekte olan İslâm donanması, Antalya
açıklarında karşısına çıkan Bizans donanmasını bozguna uğrattı. 176 (792)
yılında Rum topraklarına yürüyen Abdurrahman b. Abdülmelik burada bir kalenin
fethini gerçekleştirdi.[18] 181
(797) yılında Bizzat Harun er-Reşîd’in emrinde hareket eden ordu Orta Anadolu'da
bulunan Safsaf kalesini ele geçirdi.[19]
Diğer taraftan komutanlarından Abdülmelik b. Salih Ankara'ya kadar ilerledi ve
Matmura'yı (Niğde ile Aksaray arasındaki Melendiz dağlık bölgesi) zaptetti.[20]
İmparatoriçe İrene'nin isteği üzerine iki taraf arasında barış antlaşması
imzalandı.[21] Fakat İrene’den sonra
Nikeforos'un imparator olmasından sonra bu antlaşma bozuldu. Yeni imparator
ödenmekte olan vergiyi kestiği gibi, daha önce ödenmiş vergilerin de iadesini
talep etti.[22] İmparatorun bu hareketine
çok sinirlenen Harun er-Reşîd, ona şu kısa mektubu yazdı:
«Bismillâhirrahmanirrahim,
Mü'minlerin emiri Harun'dan bir Rum
köpeği olan Nikeforos'a;Ey kâfir ananın oğlu! Gerçekten senin mektubunu okumuş
bulunuyorum. Cevabına gelince bu, senin kulaklarının işitmesi için değil,
gözlerinin görmesi için olacaktır.[23]
Harun er-Reşîd, Bizans İmparatoru’na yazdığı mektubun hemen
ardından 187 (804) ilkbaharında ikinci Bizans seferini gerçekleştirdi. Kendisi
Heraklea (Ereğli) üzerine yürürken komutanlarını da bölgedeki diğer kaleler
üzerine gönderdi. İmparator Nikeforos, ordusuyla halifenin karşısına çıktı ise
de tutunamadı. Bunun üzerine Harun er-Reşîd'e barış teklif etmek zorunda kaldı.
Kışın yaklaşması sebebiyle halife haraç vermek ve yıkılmış kaleleri yapmaması
şartıyla Nikeforos ile bir anlaşma imzalandı.[24] Ancak
İslâm kuvvetlerinin çekilmesi üzerine Nikeforos kabul ettiği sulh şartlarına
uymadı. Üstelik 188 (805) yılında bazı kaleleri tahkim ederek Tarsus üzerine
bir ordu gönderdi. Neticede Tarsus Bizanslıların eline geçti. Buna mukabil
Masîsa komutanı şehri teslim etmediği gibi onları mağlup ederek çok miktarda
esir aldı.[25]
189
(806)
yılında Harun er-Reşîd, bizzat sefere çıkarak bir aylık bir muhasaradan sonra
Heraklea'yı ve arkasından da Tuvana'yı fethetti. Aynı anda komutanları ise
Orta Anadolu'da yedi kaleyi daha zaptettiler. Bu sırada Balkanlar'da Bulgarlar
tarafından tehdit edilmekte olan imparator Nikeforos, Harun er-Reşîd'e vergi
vermek ve huduttaki kaleleri tahkim etmemek şartlarıyla yeni antlaşma teklif
etti. Halife bu teklifi kabul edince karşılıklı sulh yapıldı.[26] Bu
anlaşmasın gerçekleşmesinin ardından iki taraf arasında iyi niyet ortamını
sağlayan bir gelişme yaşandı: Halife Harun’un Ereğli’yi kuşatması esnasında ele
geçirilen Bizans esirleri arasında İmparator Nikephorus’un oğlunun nişanlısı da
bulunuyordu. Bizans İmparatoru elçi göndermek suretiyle gelin adayının
kendilerine teslim edilmesi ricasında bulundu. Bunun üzerine Harun Reşid, talep
edilen esiri şanına layık bir tören ve kıymetli hediyelerle Bizans başkentine
uğurladı. Bu jeste karşılık olarak Bizans kralı da halifeye çok kıymetli
eşyalar yanında dört adet av köpeği ile üç değerli at göndererek
minnettarlığını arzetmiştir.[27]
Bu dönemde Bizans üzerine deniz
seferleri de gerçekleştirilmiştir. Nitekim İslâm donanması, Humeyd b. Mayûf
komutasında 189 (805) yılında Kıbrıs'ı hedef alan bir akın gerçekleştirdi.
Sefer sonucunda bol miktarda esir ve ganimet ele geçirildi. Müslüman askerler
ada halkı ile antlaşma yaptıktan sonra geri döndüler.[28]
Halife Hicretin 191. (M.806-807)
yılında Yezîd b. Muhalled el-Hübeyrî’yi Bizans topraklarına gönderdi. Ancak
Bizans orduları Tarsus’a iki konaklık bir mesafede başta kendisi onun
birliklerinin büyük bir kısmını ortadan kaldırdılar. Bu yıl içinde Herseme b.
Ayan da Anadolu üzerine bir yaz seferi düzenledi. Benzer şekilde halif Said b.
Selm b. Kuteybe’yi Maraş’a, Muhammed b. Yezîd’i de Tarsus’a gönderdi. Aynı
yılda Herseme, Tarsus şehrinin yeniden imar edilmesi ve yerleşimin yeniden
temin edilmesi görevini üstlendi. Bu doğrultuda Horasan ahalisinden bir
topluluk ile, Massîsa ve Antakya halkından biner kişi Tarsus’a intikal
ettirildiler. Şehrin inşası ise 192 (807) yılında tamamlandı.[29]
Harun Reşid’in halifelik döneminin son yıllarında Bizans ile ilişkiler genelde
esir müdabeleleri şeklinde gerçekleşmiştir.[30]
Abbasiler’de Harun er-Reşîd'in ölümünden sonra halife olan
Emin (193-198/809-813) ile kardeşi Me'mun arasındaki taht mücadeleleri
sırasında Emin'in öldürülmesiyle, Me'mun'un yirmi yıl sürecek halifelik dönemi
(198-218/813-833) başlamıştı. Bu dönemde de savaşların yanı sıra karşılıklı
elçilik heyetleri ve hediyeler gönderildiği, bilimsel amaçlı işbirliğinin
yapıldığı görülmektedir. Halifeliğe geldiği yıllarda Memun ile kendisi iyi
eğitim görmüş ve ilme meraklı olan Bizans İmparatoru Theopilos (829-842)
arasında dikkate değer ilişkiler gerçekleşmiştir. Nitekim tahta çıktıktan sonra
hocası Synkellos Ionnes Grammetikos’u (Yuhanna en-Nahvî) Abbasi sarayına elçi
olarak göndermiştir.[31] Buna
karşılık Halife Memun da Bizans İmparatoru’na bir elçi göndermiştir. Elçi,
beraberindeki mektupları imparatora ilettikten sonra bir süre daha burada
kalmış, bu esnada şehirde bulunan Müslüman esirleri de ziyaret etme imkanı
bulmuştur. Başkente geri dönüşünden sonra da esirlerin durumunu halifeye
arzedip onların salıverilmeleri için girişimlerde bulunulmasını istemiş. Bunun
sonucunda iki ülke arasında esir mübadelesi gerçekleştirilmiştir.[32]
Me'mûn'un hayatının son devresini
Bizans ile yaptığı harpler işgal eder. Bu dönemde her iki devlet de iç problemler
ile uğraşmaktan dolayı yirmi beş yıldan beri birbirleriyle ciddî bir
hesaplaşmaya gidememişlerdi. 215 (830) yılında bütün şiddetiyle yeniden
başlayan bu mücadelenin sebepleri açık olarak kaynaklarda belirtilmemiştir. İlk
akla gelen ise Azerbaycan'da gittikçe kuvvetlenmekte olan Bâbek'i teşvik ve
tahrik eden Bizans'ı katî bir mağlubiyete uğratmak gayesidir. Zira Bizans kaynakları
Bâbek ile imparator Theophilos arasında bir anlaşmanın mevcudiyetini
kaydetmektedirler. Hattâ aynı kaynaklarda Bizans birlikleri arasında Bâbek'in
taraftarlarının bulunduğuna dair malumat da yer alır.[33]
Me'mûn, Anadolu'ya gaza maksadıyle 24
Muharrem 215 (23 Mart 830) tarihinde Bağdat'tan hareket ederek
Musul-Urfa-Antakya ve Tarsus üzerinden Bizans topraklarına girdi. Kapadokya
bölgesinde Mâcide ve Kurra (bugünkü Küre) kasabalarını tahrip etti. Diğer
taraftan Aşnas et-Türkî, Ucayf b. Anbase ve Cafer b. Dinar el-Hayyat adlı komutanlar
Sundus ve Sinan kalelerini fethettiler. Halife bu yılın Eylül ayının başlarında
Tarsus'a ve oradan da kışı geçirmek için Dımaşk'a döndü. Me'mûn, Orta
Anadolu'ya girdiği sırada oğlu Abbas da Malatya taraflarında fetihler
gerçekleştirmiştir.[34]
Ertesi yıl Bizanslılar yeniden hücuma
geçtiler. Bizzat imparator Theophilos Toroslar'ı aşarak Masîsa ve Tarsus
civarına geldi. Karşısına çıkan İslâm kuvvetlerini mağlup ederek yedi bin
esirle geri döndü.[35] Me'mûn, imparatorun İslâm topraklarına olan
bu taarruzunu haber alınca, bizzat harekete geçerek 19 Cemaziyelevvel 216 (4
Temmuz 831)'da Anadolu'ya girdi. Onun bu seferi üç ay kadar devam etti. Bu süre
içinde Külek boğazından geçen halife, doğruca Heraklea (bugünkü Ereğli) üzerine
yürüdü. Harun er-Reşîd tarafından 805'te zaptedilmiş, fakat kısa bir müddet
sonra yeniden Bizanslıların eline düşmüş bulunan bu mühim kale Me'mûn'a teslim
oldu.[36]
Me'mûn bundan sonra oğlu Abbas ile
kardeşi Mutasım’ı ayrı ayrı kuvvetlerin başında, Anadolu’nun muhtelif
bölgelerine sevketti. Diğer bir birliğin başında gönderilen Yahya b. Aksem,
Tuvana (bugünkü Kilise-Hisar)'yi alarak, tahrip etti. Mutasım aynı bölgede
Cardiliya adını taşıyan müstahkem kaleleri ele geçirdi. Bizzat Me'mûn, yeraltı
mahzen ve istihkâmlarını hâvî, Araplar'ın Matamir (Matmura) dedikleri (şimdiki
Aksaray ile Niğde arasında Melendiz dağ bölgesi) mıntıkada başarılı fetihler
gerçekleştirdi. Halifenin oğlu Abbas'ın başarısı ise, daha fazla oldu. Antigu
(bugünkü Niğde), Haşin ve Ahrab kalelerini aldıktan sonra, karşısına çıkan
imparator Theophilos'un ordusununa kesin bir yenilgiye uğrattı.[37]
Me'mûn'un, ertesi yıl Bizans'a gaza
etmeden önce, Mısır isyanını bastırmak üzere, 15 Zilhicce 216 (23 Ocak 832)'da
Şam'dan Mısır'a hareket etmiş, isyancıları bastırdıktan sonra 25 Nisanda Şam'a
dönerek derhal sefer hazırlıklarına başlamıştır. Me'mûn bu seferinde, hedef
olarak Lü'lü'e kalesini seçmiş ve bu kale uzun müddet mukavemet etmiştir. Bu
esnada yaklaşan imparator Theophilos'un kuvvetleri Abbasî ordusu tarafından
mağlup edildiğinden, Bizanslılar canları bağışlanmak şartı ile teslim oldular.
Me'mûn sefer mevsiminin geçmesi üzerine, Lü'lü'e muhasarasının neticesini
beklemeden Şam'a döndü. Bu arada imparator, sulh için bir defa daha halifeye
müracaat edip iki taraf esirlerinin değiştirilmesini teklif etmiş ise de, yine
red cevabı almıştır.[38]
Me'mûn'un 218 (833)'de oğlu Abbas'ı
Tuvana'nın imarına memur etmesi ve oraya müslüman ahaliyi yerleştirilmesi, halifenin
bu seferleri gerçek bir fetih faaliyeti olarak düşündüğünü göstermektedir.
Ya'kûbî'de bulunan bir kayıt da bu hususu doğrulamaktadır. Kardeşi Ebû
İshak'a, oğlu Abbas'a ve Bağdat'ta yerine bırakmış olduğu İshak b. İbrahim'e
bulundukları bölgelerden asker toplamaları hakkında verdiği emirler, onun daha
büyük çapta harekâta girişmek fikrinde olduğunu gösterir. Kendisine sulh için
bir daha müracat edip, ülkesinde mevcut bütün müslüman esirlerin iadesini
teklif eden imparatora, İslâmiyet, cizye veya kılıçtan birini tercih etmesi
şeklindeki cevabı da, Me'mûn'un Bizans'a kesin bir darbe indireceğine emin bulunduğunun
delilidir. Ancak bu hedefi gerçekletirmeye halifenen ömrü vefa etmemiştir.[39]
Me'mûn'un Anadolu şehirlerine
Araplar'ı iskân gayesinin tahakkukuna ölümü mâni oldu. Halife, imparatorun
elçisine red cevabı verdiği Bedendün (Pozantı) suyu kenarındaki ordugâhında
kısa ve ateşli bir hastalıktan sonra vefat etti.[40]
Halife Me'mûn'un ölümüyle nihayete
eren İslâm-Bizans mücadelesi dört yıllık bir fasıladan sonra Halife Mu'tasım döneminde (218-227/833-842) Theophilos'un
(223/M.837) yılında harekete geçmesiyle yeniden başlamış oldu. Bizans
İmparatoru’nun hiç bir sebep yokken İslâm ülkesine karşı sardırı
düzenlemesinde Bâbek'in önemli bir rol oynadığı muhakkaktır. Yukarıda da
belirttiğimiz gibi, Bâbek kendi durumunun kötüye gitmesi üzerine Bizans’a
elçiler göndermek suretiyle imparatoru Abbasî devletine karşı tahrik etmiştir.
Bâbek'in bu şekilde kendi yükünün bir kısmını Bizans imparatoruna yüklemek ve
rahat nefes almak gayesinde olduğu açıktır.[41]
İmparator Theophilos topladığı büyük
bir ordu ile İslâm memleketlerine doğru yürüdü. Oldukça büyük bir kuvetle
İstanbul'dan hareket eden imparator orta Anadolu'ya geldiği sırada
kuvvetlerini iki kısma ayırarak bir kısmını doğuya, Erzurum üzerine gönderdi.
Kendisi de asıl orduğun başında olduğu halde yukarı Fırat havzasına doğru
yürüdü. Bugünkü Sultansu kenarında bulunan Zibatra (Zozopetra, bugünkü
Doğanşehir)'yi yağma ve tahrip etti. Theophilos, Zibatra'nın tahribinden sonra
Malatya üzerine yürüdü. Malatya, Zibatra'nın uğradığı akıbetten kapılarını
açmak ve içerde bulunan esirleri serbest bırakmak suretiyle kurtuldu. Fırat'ın
diğer sahilindeki Şimşat (Arsamosata, Palu ile Harput arasında) ise tamamen
tahrip edildi. Buna mukabil Erzurum, yalnız surları hasara uğramakla bu
felâketi atlatabildi. Karşısına çıkacak hiç bir kuvvetin olmamasına rağmen
Theophilos, muhtemelen Bâbek'in esir edilmesini haber alınca İstanbul'a döndü.
İmparator büyük zafer alaylarıyla karşılandı, hipodromda şenlikler yapıldı.[42]
Zibatra ve diğer şehirlerin tahribi ve halkının katledilmesi İslâm âleminde
büyük infial meydana getirdi. Halife Mu'tasım derhal mukabil sefere çıkmak
istedi ise de Bâbek üzerine gönderilen birlikler henüz merkeze dönmemişlerdi.
Üstelik mevsim de böyle bir seferin yapılmasına elverişli değildi. Bununla
beraber Sugur ahalisini teskin etmek için Uceyf b. Anbase komutasındaki bir
orduyu yardıma gönderdi.[43]
837-838 yıllarını hazırlıklarla
geçiren halife Mu'tasım, 1 Nisan 838 (H.223) tarihinde Samarra'dan hareket
etti. Seferin hedefi Amorion (Ammuriye) idi. Seferin gayesi ise Zibatra'nın
öcünün alınması idi. Abbasî birlikleri iki koldan Anadolu'ya girecekti. Afşîn
idaresindeki otuz bin kişilik kol Malatya taraflarından ilerlerken, bizzat
Mu'tasım'ın başında bulunduğu ana kısım ise Tarsus ve Gülek boğazı yoluyla
Anadolu'ya nüfuz edecekti. Halifenin harekete geçtiğini öğrenen Theophilos,
İstanbul'dan hareket ederek Eskişehir'de karargâh kurdu. Buradan Amorion'un
müdafaasını takviye etmek için yardımcı kuvvetler gönderdikten sonra hareketine
devam etti. İslâm birliklerinin ilk hedefi Ankara idi. Burada Mu'tasım, Afşîn
ile birleşecek ve beraberce Amorion üzerine yürünecekti. 19 Haziran'da
Tarsus'tan hareket eden Mutasım'ın öncü kuvvetleri komutanı Aşnâs, önden
giderek ordunun emniyetini temin etmekte idi. Aşnâs ele geçirdiği esirlerden
Bizans İmparatoru’nun Afşîn tarafından mağlup edilerek İstanbul'a döndüğünü
öğrendi. Mutasım'dan tekrar yardımcı kuvvetleri alan Aşnâs, Ankara'ya gelerek
şehri ele geçirdi. Bir gün sonra Mutasım ve kısa bir zaman sonra da Afşîn
Ankara'ya ulaştılar.
İmparator Theophilos, Kızılırmak
sahiline geldiği zaman, halife kuvvetlerinin bir kısmının Armeniakon tarafından
ülkesine girdiğini öğrendi. Önce bu birlikleri bertaraf ettikten sonra halifeyi
karşılamaya karar vererek doğuya doğru hareket etti. Afşîn ile Theophilos'un
birlikleri Yeşilırmak’ın güney kısmındaki Dazmana (Bugünkü Kazova)'da
karşılaştılar. Temmuz 838 tarihinde başlayan muharebenin ilk anlarında Bizans
kuvvetleri galip durumda idiler. Fakat Afşin'in ordusunda bulunan on bin kadar
Türk askerinin düşman üzerine ok yağdırması muharebenin kaderini Müslümanlar
lehine değiştirdi. İmparator gece karanlığından istifade ederek canını zor
kurtarabildi. Artık halifenin karşısına çıkacak Bizans kuvveti kalmamıştı.
Mu'tasım'a elçiler göndererek sulh talebinde bulundu ise de, halife ancak sulh
görüşmelerine Amorion'un fethinden sonra başlanabileceğini bildirmesi üzerine
çaresiz merkezine döndü.
Arap birlikleri birkaç gün Ankara'da
kaldıktan sonra yeniden tanzim edilerek Amorion'a doğru hareket etti. Sağ kanat
kuvvetlerine Afşîn, sol kanat kuvvetlerine Aşnâs, merkeze ise Mu'tasım komuta
ediyordu. Ankara'dan hareketten bir hafta sonra İslâm birlikleri nihayet
Amorion önüne geldiler. Muhasara 1 Ağustos 838 tarihinde başladı. Şehrin
surları komutanlar arasında, taksim edilerek hücum mahalleri tespit edilmiş
oldu. Her komutan kendisine ayrılan mahalde faaliyet gösteriyordu. Ordunun
yanında mancınık gibi muhasara aletleri de bulunuyordu. Halife kuvvetlerinin
bütün güçleriyle hücum etmelerine rağmen surun kuvvetli olması ve mahsurların
iyi müdafaa etmeleri neticeyi geciktiriyordu. Nihayet surun zayıf noktası
tespit edilerek mancınıklar bu kesimi dövmeye başladılar. 12 Ağustos 838
tarihinde Amorion, Mu'tasım tarafından fethedildi. Bol miktarda esir ve ganimet
ele geçirildi.[44]
Bir müddet Amorion'da kalan Mutasım,
Theophilos'un sulh talep eden ikinci elçi heyetinin isteklerini de reddettikten
sonra Konya-Ereğli ve Tarsus üzerinden Samarra'ya döndü. Amorion seferi
Bizans'a karşı girişilen ve başarı ile neticelenen en büyük seferlerden
birisidir. Fakat bu seferde de bir fetih ve yerleşme politikası takip
edilmediği için binbir zorlukla ele geçirilen şehir yine Bizans’a terk
edilmiştir. Amorion seferinden sonra durumu oldukça sarsılan Theophilos bazı
Avrupa devletlerine ve Endülüs Emevî halifesine elçiler göndererek yardım
talebinde bulundu. Fakat İmparator, elçilerinin iyi kabul görmesine rağmen
fiili yardımı elde edemedi. Halife Mu'tasım'ın Bizans İmparatoru’nun sulh
teklifini reddetmesi onun seferlere devam etmek emelinde olduğunu göstermektedir.
Fakat ordu içinde Abbas b. Me'mûn lehine bir hareketin ortaya çıkarılması
böyle bir seferin yapılmasına mâni olmuştur. Merkeze döndükten sonra da Mazyâr
b. Karin'in isyan etmesi ve Afşîn meselesi yeni bir sefere imkân vermemiştir.
Buna rağmen onun halifeliğinin son yıllarına kadar Sugur'daki birlikler muntazam
akınlarına devam ederek başarılı neticeler almışlardır.[45]
Halife Vâsık devrinde (227-232/842-847)
Bizans'a karşı büyük bir deniz seferinin yapıldığı hakkında Bizans
kaynaklarında geniş bilgilerin bulunmasma rağmen, İslâm kaynakları bu konuda en
ufak bir bilgi vermemektedirler. Zikredilen kaynaklara göre Müslümanlar
Amorion'a karşı kazandıkları kesin zaferi müteakip deniz yoluyla İstanbul
üzerine bir sefer yapma hazırlığına giriştiler. Birkaç yıllık hazırlıklardan
sonra 227/842 yılında dört yüz parçadan müteşekkil donanma Apodinar (Ebû Dinar)
komutasında hareket etti. Fırtınanın yaklaştığının öğrenilmesi üzerine Bizans
başşehrinde müdafaa hazırlıklarına başlandı. Fakat İslâm donanması Kırlangıç
burnu (Selidonia, Selidon burnu) açıklarında korkunç bir fırtınaya tutularak
mahvoldu. Ancak yedi gemi Suriye sahillerine dönebildi.
Müslümanların felâketle neticelenen
bu seferinden sonra Bizans İmparatoru, saray erkânından Theoktistos
komutasındaki donanmayı Girit üzerine gönderdi. 18 Mart 843 tarihinde
İstanbul'dan hareket eden donanma Girit önlerine gelerek demirledi. Girit'teki
Müslümanlar gelen Bizans donanması karşısında tutunamayacaklarını anlayarak
bir harp hilesine başvurdular: Theoktistos'un birlikleri arasında İstanbul'da
karışıklıkların çıktığı ve hattâ imparatorun tahttan indirildiği şayiasını
yaydılar. Theoktistos, ordusunun büyük bir kısmını Girit önlerinde bırakarak
kendisi İstanbul'a döndü. Başsız kalan ordu Müslümanlar tarafından imha
edildi. Girit'teki bu başarısızlığına rağmen Theoktistos, imparatoriçe Theodora
tarafından Anadolu'ya karşı gönderilen ordunun komutanlığına getirildi. Bizans
ordusu, kesin olarak yeri tayin edilemeyen fakat Orta Anadolu'da olduğu tahmin
edilen Mavropotamos yakınında müslümanlar karşısında ağır bir mağlubiyete
uğradı.[46]
Halife Vâsık, Bizans'a karşı
kazanılan bu son başarılara rağmen harbin devamına taraftar değildi. Nitekim
(231/845) yılında Bizans elçisinin Samerra'ya gelerek iki tarafın elinde bulunan
esirlerin değiştirilmesi teklifini memnuniyetle kabul etti. Hattâ kendisi de
Ahmed b. Ebî Kuteybe adlı birisini İstanbul'a göndererek imparatora mukabelede
bulundu. Esirlerin mübadelesi, daha önce de olduğu gibi Silifke ile Tarsus
arasında iki devlet arasında hududu teşkil eden Lamis (Göksu) suyu üzerinde
yapıldı.[47] Esir mübadelesinin hemen
arkasından Ahmed b. Saîd b. Selm b. Kuteybe'nin Anadolu'ya bir akın yaptığını
görülür. Ancak mevsimin kış olması yüzünden başarılı bir netice elde edemediği
gibi epeyce de kayıp vermiştir.[48]
İlk Abbasi asrının son halifesi kabul
edilen Mütevekkil döneminde de iki taraf arasındaki ilişkiler bir fetih
siyasetinden ziyade karşılıklı akınlar şeklinde gerçekleşmiştir. Bunda iki
imparatorluğun iç problemlerinin büyük payı vardır. Mütevekkil’den itibaren
Abbasi halifelerinin Türkler ile mücadeleye girişmeleri ve uzun süre tahtta
kalamamaları, Bizans’a karşı eskiden olduğu gibi geniş askeri harekâta
girişmelerini engellemiştir.
[1] Halîfe b.
Hayyât, Tarih, 331; Belâzürî, Futûhu’l-Buldân, s. 261-262;
Ya‘kûbî, Tarih, II, 362;
İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, VII, 322; Ebu’l-Fidâ, el-Muhtasar,
I, 266.
[2] İbnü’l-Cevzî,
el-Muntazam, VIII, 31; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, IV, 367-368; İbn Kesîr, el-Bidâye,
X, 77.
[3] Belâzürî, Futûhu’l-Buldân,
s. 223.
[4] Halîfe b.
Hayyât, Tarih, s. 337; Belâzürî, Futûhu’l-Buldân, s. 228; Taberî,
Tarih, VII, 497, 500; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, VIII, 23; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, IV, 359-360.
[5] Taberî, Tarih,
VII, 500.
[6] Halîfe b.
Hayyât, Tarih, s. 338; Belâzürî, Futûhu’l-Buldân, s. 264-265;
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, IV, 365;
Ebu’l-Fidâ, el-Muhtasar, II, 7.
[7] Taberî, Tarih,
VII, 653; İbnü’l-Ferrâ, Rusûlü’l-Mülûk, (nşr. Selahuddin el-Müniccid),
Beyrut 1972, s. 76; Bağdâdî, Medînetü’s-Selâm, I, 388-389; İbnü’l-Cevzî,
el-Muntazam, VIII, 194-195; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, V, 21; İbnü’l-İbrî, Tarihu
Muhtasari’d-Düvel, Beyrut 1890, s. 123.
[8] Ya‘kûbî, Tarih,
II, 402; Taberî, Tarih, VIII, 116; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, V, 53.
[9] Ya‘kûbî, Tarih,
II, 402; Taberî, Tarih, VIII, 136, 142; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, VIII, 247; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil,
V, 55, 60
[10] Halîfe b.
Hayyât, Tarih, s. 355; Ya‘kûbî, Tarih, II, 402; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, V, 62. İbnü’l-Cevzî bu seferin
iki yıl önce gerçekleştiğini rivayet ediyor. İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, VIII, 256-257.
[11] Halîfe b.
Hayyât, Tarih, s. 356; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, VIII, 270; İbnü’l-Esîr,
el-Kâmil, V, 64; İbn Kesîr, el-Bidâye,
X, 146.
[12] Halîfe b.
Hayyât, Tarih, s. 355; Ya‘kûbî, Tarih, II, 396; Taberî, Tarih,
VIII, 144-145, 146-148; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, VIII, 263-264; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, V, 63.
[13] Belâzürî, Futûhu’l-Buldân,
s. 230; Ya‘kûbî, Tarih, II, 396.
[14] Halîfe b.
Hayyât, Tarih, s. 356; Ya‘kûbî, Tarih, II, 396; Taberî, Tarih,
VIII, 152-154; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, VIII, 277-278; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, V, 65; İbn Kesîr, el-Bidâye,
X, 147. Bu konuda ayrıca bk. Dûrî, Abdülaziz, el-Asru’l-Abbâsî el-Evvel,
s. 94-95.
[15] Belâzürî, Futûhu’l-Buldân,
s. 223; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, VIII, 328; Ebu’l-Fidâ, el-Muhtasar,
II, 21. Avâsım ve Suğûr hakkında bk. Honingman, E., Bizans Devletinin Doğu
Sınırı, (çev. Fikret Işıltan), İstanbul 1970; Bonner, M., The Emergency
of the Thughur: The Arab-Byzantine Frointer in the Earyl Abbasid Age,
Ph.d., Princeton University, 1989.
[16] İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, VIII, 329-331.
[17] Taberî, Tarih,
VIII, 236; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, VIII, 343.
[18] İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam,
IX, 20.
[19] Ebu’l-Fidâ, el-Muhtasar,
II, 25; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 177.
[20] Halîfe b.
Hayyât, Tarih, s. 367-368; Taberî, Tarih, VIII, 268;
İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, IX, 57; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, V, 105-106.
[21] Taberî, Tarih,
VIII, 269.
[22] Taberî, Tarih,
VIII, 307; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, V,
117-118; İbnü’l-İbrî, Tahiru Muhtasari’d-Düvel, s. 129; İbn Kesîr, el-Bidâye,
X, 193-194.
[23] Taberî, Tarih,
VIII, 307-308; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, IX, 138; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, V, 118; Ebu’l-Fidâ, el-Muhtasar,
II, 28; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 194.
[24] Taberî, Tarih,
VIII, 308, 310; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, IX, 138; İbnü’l-Ferrâ, Rusûl
ve’l-Mülûk, s. 80; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil,
V, 118.
[25] Taberî, Tarih,
VIII, 313; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, IX, 154, 180.
[26] Taberî, Tarih,
VIII, 307-310, 320-322; Ezdî, Tarihu’l-Mevsıl, (nşr. Ali Habîbe), Kahire
1967, s. 309; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, IX, 180-182; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, V, 122-123. Bu konuda bk.Işş,
Yûsf, Târihu Asri’l-Hilâfeti’l-Abbâsiyye, s. 80-82. bk. Dûrî, Abdülaziz,
el-Asru’l-Abbâsî el-Evvel, s. 113-116; Ostrogorsky, Bizans Devleti
Tarihi, (çev. Fikret IşıltanL), Ankara 1991, s. 182.
[27] Taberî, Tarih,
VIII, 321; Ezdî, Tarihu’l-Mevsıl, s. 309; İbn Kesîr, el-Bidâye,
X, 203.
[28] Taberî, Tarih,
VIII, 320, 322; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, IX, 182-183; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, V, 123; İbn Kesîr, el-Bidâye,
X, 203.
[29] İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, V, 127.
[30] Taberî, Tarih,
VIII, 338, 340; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil,
V, 128.
[31] Bury, J.B., A
History of the Eastern Roman Empire from the Fall of Irene the Accession of
Basil (A.D. 802-867), London 1912, s. 256-258, 474-476; Râhilî, es-Sefâratü’l-İslâmiyye,
Riyad 1993, s. 56.
[32] İbnü’l-Ferrâ, Rusûl
ve’l-Mülûk, s. 87-89.
[33] Bu konuda bk.
Işş, Yûsf, Târihu Asri’l-Hilâfeti’l-Abbâsiyye, s. 97; Işltan, Fikret,
“Memun”, İA,
[34] Ya‘kûbî, Tarih, II,
465; Taberî, Tarih, VIII, 623-624; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, X,
265-266; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, V,
219-220; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 269.
[35] Taberî, Tarih,
VIII, 625.
[36] Taberî, Tarih,
VIII, 625; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, V,
220; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 270.
[38] Taberî, Tarih,
VIII, 628-630; Mes‘ûdî, Mürûcü’z-Zeheb,IV, 42-44; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam,
X, 274, XI, 3-4; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 271.
[40] Memun’un
Bizans ile ilişkileri hakkında bk. Dûrî, Abdülaziz, el-Asru’l-Abbâsî
el-Evvel, s. 171-173.
[42] Taberî, Tarih,
IX, 55-56; Mes‘ûdî, Mürûcü’z-Zeheb,IV, 59-60; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam,
XI, 77-78; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, V,
246-247..
[43] İbn Tayfur, Kitâbu’l-Bağdâd,
s. 143-144; Taberî, Tarih, IX, 56-57; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, V, 247.
[44] Halîfe b.
Hayyât, Tarih, s. 392-393; Ya‘kûbî, Tarih, II,
476; Mes‘ûdî, Mürûcü’z-Zeheb,IV, 60; Makdisî, Kitabu’l-Bed’ ve’t-Tarih, VI, 118-119; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam,
XI, 79-83; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, V,
248-251; İbn Tiktaka, el-Fahri, s. 229-230; Ebu’l-Fidâ, el-Muhtasar,
II, 50; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 286-288..
[45] Ya‘kûbî, Tarih,
II, 581;Taberî, Tarih, IX, 57-71; Dûrî, Abdülaziz, el-Asru’l-Abbâsî
el-Evvel, s. 193-197.
[46] Vasiliev,
Byzance et les Arabes, I, la Dynastie a’Amorium, Bruxelles 1935,
s.191-198.
[47] Ya‘kûbî, Tarih, II,
482; Taberî, Tarih, IX, 132, 141-144; İbnü’l-İbrî, Tarihu
Muhtasari’d-Düvel, s. 141; İbn Kesir, el-Bidâye, X, 303-3-7; Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 394.
[48] Taberî, Tarih,
IX, 142; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, XI, 164. İlk Abbasi asrında
Arap-Bizans ilişkileri hakkında bk. Avcı, Casim, İslâm Bizans İlişkileri,
İstanbul 2003, s. 87-102.
0 yorum:
Yorum Gönder