30 Ağustos 2020 Pazar

Askerî Vesayetten Darbeye Ya Da Bir Halîfeyi Katletmek: Abbâsî Halîfesi Mütevekkil’in Öldürülmesi

 

                                                                                         Prof. Dr. Âdem APAK

GİRİŞ

Mîlâdî 750-1258 yılları arasında hüküm süren Abbâsîler İslâm tarihinde Osmanlılardan sonra en uzun ömürlü hanedandır. Abbasî hilâfetinin İslâm tarihinde olduğu kadar, dünya tarihinde de mühim bir yerinin olduğu kuşkusuzdur. Zira bu hanedan devleti, uzun bir müddet Müslümanların siyasî hayatının hâkimi olmuş, bir iki fasıla hariç olmak üzere, son anına kadar İslâm dünyasının manevî liderliğini sürdürmüştür.

29 Ağustos 2020 Cumartesi

Okuduğumuz Metin Bize Ne Söylemeli?

 

Ebû Ömer b. Dâvud

Geçmişte meydana gelen bir olayı bir edebiyatçıdan okursanız duygularını ve hayallerini kattığı bir metinle karşılaşmanız büyük bir olasılık… Edebiyatçı kuru, duygusuz ve ruhsuz bir metinle edebiyatçı olamaz zaten… Aynı olayı bir film olarak izlerseniz, yönetmenin hayal gücünü görürsünüz. Onun etkisinde kalır, onun penceresinden dünyayı okursunuz.


Ömerli'de Ölümle İlgili Bazı Adetler

 

Prof. Dr. Adnan Demircan

Daha önce Ömerli’de ölünün defni ve taziyeyi yazmıştım. Bu kısa yazıda ölümle ilgili bazı âdetler üzerinde kısaca durmaya çalışacağım.


26 Ağustos 2020 Çarşamba

Ömerli’de Taziye

 

Prof. Dr. Adnan Demircan

Ölünün yakınlarının acısını paylaşmak, sosyal ilişkilerimizi geliştiren, önemli geleneklerimizdendir. Ülkemizin diğer yerlerinde olduğu gibi Ömerli’de de taziye geleneği çok önemlidir. Taziye dilekleri ölü evine gidenlerce günlerce iletilir. Eskiden vefat edenin genç ve yaşlı olması durumuna bağlı olarak taziye daha uzun sürerdi. Şimdilerde taziyenin üç gün yapılması ve ardından mevlit okutulması gelenek haline gelmiş. Ama mevlit okutma geleneği öteden beri var. Ömerli’de İbn Hacer el-Heytemî’ye ait olduğu söylenen Arapça bir Mevlid okunur.

24 Ağustos 2020 Pazartesi

Seyahatname-i Cibuti

 


Prof. Dr. Adnan Demircan

 

27-29 Nisan 2018 tarihleri arasında Cibuti’de bulundum. Daha önce Afrika’ya gitmeyen biri olarak benim için oldukça öğretici bir deneyim oldu. Cibuti, Afrika'nın Doğu Sahillerinde küçük bir ülkedir. Kızıldeniz’in bittiği, Aden Körfezi’nin başladığı yerde, Yemen’in karşısında… Küçük ama oldukça stratejik bir ülke… Doğusu Aden Körfezi olan Cibuti’nin kuzeyinde Eritre, güneydoğusunda Somali, batı ve güneyinde ise Etiyopya ülkeleri komşu…

Cibuti
(https://www.africa-confidential.com/browse-by-country/id/15/Djibouti)

23 Ağustos 2020 Pazar

Bizimkilerden Birileri O Ülkelere/O Güzel, Fakat Görünmez Ülkelere Uçup Gittiler…

 

Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma

1980’li yıllardı… General Kenan Evren ve arkadaşlarının ülkeye getirmiş oldukları sıkıyönetim terörü olanca hızıyla sürüyor; Kur’an ve Sünnet’e göre yaşamak isteyen Müslümanlara kan kusturuyordu. Evler tarassut altında, fakülte amfileri kışlaya dönmüştü âdeta… Fakülte dekanları, ilmi bir tarafa bırakmış, inzibat subaylığı görevini yürütüyorlardı. Dünyanın hiçbir coğrafyasında görülmeyen bir “başörtüsü zulmü”, “gestapo hocalar” sayesinde Müslüman kızlara uygulanıyor; “iknâ odaları”nda “şahsiyetsizleştirme programları” olanca hızıyla devam ediyordu. Vatikan papalarına ziyareti ihmâl etmeyen/hatta bu işi kendilerine kutsal bir görev sayan “hoca/hocaefendi kılıklı” deccallar da, bu zulmü icra edenlere durmadan “cevaz fetvaları”nı yetiştiriyorlardı… Hocalara, konferans verme veya herhangi bir vakıfta/teşkilatta dinî içerikli sohbetler yapmak kesinlikle yasaktı. Buna rağmen, çoluk çocuklarına yedirdikleri ekmeği helâl etmek için, oraya-buraya çağrıldıklarında/davet edildiklerinde, her şeye rağmen/alacakları cezaları bile bile davetlere icabet edenler de yok değildi.

22 Ağustos 2020 Cumartesi

Ömerli’de Ölüm

 

Prof. Dr. Adnan Demircan

Doğum ve ölüm ritüelleri bütün kültürlerde önemlidir. Hem dünyaya geliş, hem de dünyadan ayrılış sürecinde icra edilen ritüellerin yanı sıra doğuma ve ölüme yüklediğimiz anlam da önemli… Özellikle ölüm, birçok bilinmeziyle dine sığınarak atlatmaya çalışılan, daha çok merak edilen ve açıklama istenen bir gerçeklik…

17 Ağustos 2020 Pazartesi

Bir Koruyucu Tıp Yöntemi: Ḳadḳadiçké

 

Prof. Dr. Adnan Demircan

Bu yazımın konusu olan Ḳadḳadiçké kelimesinin etimolojisi hakkında bir değerlendirme yapamayacağım. Bildiğim bir şey varsa çocukluğumuzda hoşumuza giden bir şey olduğuydu. Belki yemeğin sunulma şekliyle ilgili bir anlamı vardır. Arapça bir kelimenin yerel telaffuzu olması muhtemel olduğu gibi Kürtçe ya da Süryancadan gelmiş olması da ihtimal dâhilinde… Bilenlerin katkısına müteşekkir olacağız.

Kaynak: www.omerlim.com

İhlâs Sûresi -Çoklu Meal Denemesi-

 

Prof. Dr. Cağfer Karadaş

أعوذ بلله، بسم الله...

قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌۚ(1). اَللّٰهُ الصَّمَدُۚ(2). لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْۙ(3). وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُواً اَحَدٌ. (4)

 

GENEL BİLGİ

Mushaf’ın 112. Sûresi. Kuvvetli görüş, Mekke’de nazil olduğu. 22. Sûre olarak indiği tahmin edilmekte. Dört ayetten müteşekkil. Sûrede Yüce Allah tanıtılır, insandan ve diğer varlıklardan farkı dile getirilir, tehzihî sıfatlarına işaret olunur. Müşrikler başta olmak üzere bütün kâfirlerin Yüce Allah hakkındaki iddialarına cevap verilir.

15 Ağustos 2020 Cumartesi

On Üç Numara

 

 Ömerli’nin sosyal tarihiyle ilgili yazılarımdan birisinde bir Ömerli evini anlatacağımı söylemiştim. Doğal olarak bu ev, en iyi bildiğim ev olacak. Doğup Ortaokulu bitirinceye kadar yaşadığım, lise yıllarında yaz tatillerinde ailemle kaldığım, annem-babam ve kardeşlerimin yaşadığı, bu sebeple gönül bağımın devam ettiği evi anlatacağım. İsa Baba Sokak 13 numarayı...

Babam Dehud Yusuf Amed ıl-Hacci, bu evde doğmuş. Onun babası da… Bu sebeple evin aile için geçmişi önemli…

On Üç Numara'nın ömrü uzasın diye restore ediliyor.

14 Ağustos 2020 Cuma

A Glimpse of ‘Turkey’ From the World’s Columbian Exposition, 1893

 Dr. Celal EMANET

When Columbus landed in the Americas in 1492, he could never have anticipated the spectacle which the city of Chicago would orchestrate in his honor four hundred years later. The World’s Columbian Exposition was designed as both a celebration of the “discovery of America” by Christopher Columbus, and an enormous exposé on the latest technological, artistic, and architectural advances. The exposition officially began with a dedication ceremony on October 21, 1892. Even though, most of the buildings were partially constructed at that time. It opened to the public on May 1, 1893.[1] The fairgrounds were constructed on 664 acres of land south of downtown Chicago and boasted a mile-long frontage on Lake Michigan.[2]

12 Ağustos 2020 Çarşamba

Adaletin Batsın Corona!

 

Dr. Öğr. Üyesi İbrahim Barca

Kalbimize düşen her acının, sebebi sensin artık. Her tutarsızlığı ortaya çıkardın. Önceki sahte tutarsızlıkları ise gerçek ve sahici kıldın. Aldıkların verdiklerin insanı insana boşuna tanıttı yine. Bilmeden,  merhameti hatırlattın zalimliklerinle. Modern dönemin, bilim tanrısının yerine postmodern ümitsiz tanrısızlıklar tarlasına sürmek ve onlara inandırmak istedin bizi. İçimizdeki ölü sevicileri sevindirdin ve ölü ölücüleri öldürdün. Her şeyi anlamsızlaştırmaya çalışırken kurban edilen iyilik oğlakının gözyaşını ruhlarımıza akıttın. Ruhlarımız, senin sayende bir kere daha titredi. O gözyaşını alıp, sana tükürdü. Bu arada daha iyisini buluncaya kadar, senin karşında durmayı öğrettin ve dayattın bize. Çirkinliklerin çirkinliklerini açığa çıkarıp adillerin adaletini yerle yeksan etmeye çalıştın. Vurdumduymaz ve çakırkeyif zamane insanın, aklını başından alıp kaygılara, akabinde cinayetlere sürükledin.  Tüm pisliklerin ve pislerin kaynağının bir olduğunu gösterdin bize. Areş gibisin ama ırkçılık okları sapladın yüreklerimize. Tevrat’ı, Kur’an’a kattın da recm ettin bulanık taşlarınla içimizdeki masum kadını. Zaloğlu Rüstem’i oğlu Sührab ile yeniden kavuşturdun da bu defa ikisini de katil kıldın. Turan prensesi Tehmine’yi ise hem ersiz hem de balasız kıldın. Artık ölülerimiz için Fatihalar okumak yerine senin için euzu çekmek istiyoruz.  Artık seninle kimse, kimseyi affetmez oldu. Zira herkesi herkesten afaroz ettin. Cesaret ve şecaat göstermek için illaki seninle savaşıp ölmek ya da ölüyor gibi görünmek gerekiyor. Kimseye kendini göstermiyorsun, yoksun. Ama tüm var olanları ve kendini öyle hissedenleri allak bullak ettin, hallaç pamuğu gibi oraya buraya savurdun. Enaniyet ile nahnuniyatı birbiri ile yaşayamaz hale getirdin. Öyle ki diğergamlık ve yardımlaşma artık idamlık sehpasında her an öldürülmeyi beklemektedir. İyileri, hayalleri ve iyilikleri ile aldın aramızdan. Kötüleri de daha kötü hale koydun var veya yok ederek. Adil Enüşirvan ve Adil Ömer ne yapsın senin karşında, silindire kazınan insan haklarının ne anlamı var ki? Kara kıtadan alınan köleler ve onları köleleştirenler her yerde artık. İyi ve kötülerin düalizminde yerin neresidir senin Ey Corona? Görevin nedir? Gerçi sen iyiliği de kötülüğü de bulandırdın değil mi? Eskiden doğru birdi veya taaddüt ederdi ama son kertede vardı. Ya şimdi? Sen ve senin sahte hakikatın var artık. Ya şimdi bağrından insanları çıkartan hayvanlar ne olacak? Hayvanlara kim çobanlık edecek ve onların aralarını kim bulacak Ey Corona? Kaybettiğimiz Simurg, Kafdağı ve ab-ı hayatı yeniden mi arayacağız. Ne yapacağız bundan sonra? Bıraksan, yeniden aksakallı dervişler ve seçkin şahitler toplansa ve yeniden buluşup insanlığın eline ilahiler tutuştursalar olmaz mı? Karasaban gibi çöktün üzerimize. Gerçi biliyorum, seni içimizdeki kötüler davet etti. Ama içimizdeki iyilerin hatırına geldiğin yere dönsen olmaz mı? Zaten bu gidişle heralde iyi bırakmayacaksın aramızda. Zira hep yaralılarımızı ve zayıflarımızı alıp götürüyorsun. Gerçi onlar daha iyiye varıyorlar böylece. Ama biz iyilerimizden oluyoruz erken ve çok erkenden. Tabipler ne yapsın ki senin elinden. Sülaleniz çok geniştir. Her bir davete başka başka isimlerle icabet ediyorsunuz. Demek ki siz de tabiatın bir parçasısınız. Sizi kovamayacağız biliyorum. Ama ellerinizi bağlayabiliriz ve sizi hapsedebiliriz. Bunun için de yine biliyorum ki, sizinle değil kendi nefsimizle savaşmamız lazım değil mi Corona? Dante’nin ilahi Komedyası yerine biri Mevlana’nın Mesnevisini yeniden farklı bir dille yazmalı ve okumalı belki de. Velhasıl benim bu yazımın mefhumu muhalifi gibisin Corona!

Not: Corona’dan dolayı vefat eden tüm iyi kardeşlerime ithafen.

 

Zap Suyu’nda Zor Okunan Bir Yazı

 

Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma

Tanıyanları tarafından kendisine layık olduğundan daha fazla itibar edilen Tarihçi’nin delilikleri de yok değildi. Öylesine ki, bu delilikleri yüzünden, konferanslar vesilesiyle gittiği yerlerde, sıkıntılara da sebep oluyordu. Zira yapmaması gerektiği hâlde, bazen gittiği şehir, kasaba veya köylerde, kendisini davet edenlere haber vermeden sabah namazında kaldığı yerden ayrılıyor ve âdeta kayboluyordu.

Yine böyle bir vesileyle gittiği Hakkâri’de, kendisine tevdi edilen görevini yerine getirdikten sonra kayıplara karışmıştı. Onu davet etmiş olan yetkililer telaşa düşmüş, “bu adam nereye kayboldu?” diye telaşlanıp dururken, onu daha yakından tanıyan birisi, “telaşlanmayın, ben onu iyi tanırım. Şimdi ya bir dağın uçurumlarında kitabeler, ya da Zap Suyu’nun mağaralarında tarihî kalıntılar arıyor. Merak etmeyin bir yerden çıkar elbette!

Gerçekten de, Tarihçi o çılgınca akan Zap’ın mağaralarının birinden çıkarken, Zap’a nazır bir küçük düzlüğün yamacında kulübeye benzeyen bir harabeyi görmüş ve merakını gidermek için o harabenin yanına gitmişti. Burası bir avcı kulübesi miydi? Yoksa Tarihçi gibi meczup birinin “çığırından çıkmış olan toplum”dan kaçmak/uzaklaşmak için inzivaya çekildiği bir “mahlas” ya da bir “melce” miydi? Kulübe o kadar eskimişti ki, barınılacak bir yer olmaktan çoktan çıkmıştı. Ama bir türlü merakını gideremediği için, duvar taşlarının bir kısmının rutubetten ıslak gibi durduğunu; hatta Zap’ın suyunun rutubetinden dolayı yer yer kaçak otların da o duvarda yeşerdiğini fark etti.

Merakı gittikçe artıyordu. Etrafı kolaçan etmekten yorulunca, yanına azık olarak aldığı cevizlerden birkaç tane kırarak, artık doktorların taşımasına izin vermedikleri sırt çantasından çıkardığı köy ekmeğiyle yemeğe başladı. Birkaç karınca da, yere düşen ekmek ve ceviz kırıntılarından aşırarak Tarihçinin kahvaltısına iştirak ediyorlardı. Bu mükellef kahvaltıdan sonra, yıkık kulübenin birkaç metre ötesinde, iki elini birleştirerek, dağdan akan nefis kar sularından doya doya içti.

Artık dönme zamanıydı. Çünkü macerasından hiçbir meyve elde edememiş; ne bir kitabe, ne de bir heykel kırıntısına rastlamıştı!  

Çantasını hazırlayıp sırtladıktan sonra, her nasılsa kulübe kalıntısına bir daha bakmak geldi içinden. Çok azı kalmış olan duvar harabelerinin taşları arasında örümceklerin yaptığı ağlara takılmamak için başını çevirdiğinde bir niş ilişti gözlerine. Kulübelerde yapılan bu nişler, korunmaya alınan eşyalar içindi. Oraya her şey konulurdu. Kulübe sakininin azığından arta kalanlar, kibrit, çıra vs. gibi şeylerin tamamı bu raflarda muhafaza edilirdi.

Tarihçi, ısırdıklarında baya insanın canını yaktıklarından korka korka örümcek ağlarıyla örülmüş rafın içine elini uzatarak, bir şey var mı diye bakmaya çalıştı. Kulübenin içi fevkalade karanlık olduğundan, Tarihçi rafı ve örümcek ağlarını zor fark ediyordu. Her şeyi tarumar olmuş kulübe duvarlarından topraklar dökülüp duruyordu. Bir ara Tarihçi dökülen ıvır-zıvıra bakınca, rulo yapılıp bir iple bağlanmış ve senelerin küfüyle sararmış bir kâğıt parçası gördü.

Tarihçi, kulübenin üzerine yıkılacağından korkmuş olacak ki, kulübeden çıkınca, “nihâyet bir şey buldum!” sevinciyle kendini kulübeden dışarı attı.

Kâğıttaki yazıların çoğu, senelerin küfünden, rutubetinden, havasından neredeyse okunamaz bir hâldeydi.

Ve tarihçi, üzerinde Arapça yazılmış olan satırları zorlana zorlana okumaya başladı:

بسم الله الرحمن الرحيم

         “Benim adım Asiye… “Baharistan” denen bir köyde yaşıyorduk. Köyümüzün ilkokulunu birincilikle bitirmiş, köyde okumamı devam ettirecek bir okul olmadığından, çok sevdiğim ilmi yapmaktan uzak kaldığım için üzülüp duruyordum. Ebeveynim de benim için üzülüyor, bir şey yapamıyorlardı. Üstelik onların ben ve benden bir yaş büyük olan erkek kardeşimden başka çocukları yoktu. Onun için onları çok seviyordum.

         “Derken,

“Bir gün yeni uyanmış; gördüğüm rüyanın tesirinde kan-ter içinde kalmıştım. Yatağımdan çıkmadan çenemi iki elimin arasına koyup ağlamaya başladım. Annemin benim bu hâlimi görmemesi için de elimden geldiğince gayret ediyordum. Fırsat buldukça da küçük penceremizden dışarıya, köyümüzün önünde uzanan korkunç vadiye ve içindeki kayalara çarpa çarpa çağlayanlar oluşturduktan sonra, Ümit Dağı’nın eteklerinden kıvrıla kıvrıla ve içine doğru uzanmış söğüt dallarını öpe öpe akan Vuslat nehrine bakıyordum.

“Gördüğüm rüya o kadar ilginçti ki, anneme bile anlatmaya çekinmiştim. Ama aradan seneler geçtiği için, bu sırrımı paylaşmak üzere elimdeki kurşun kalemle kâğıda anlatıyorum/yazıyorum… Rüya dedim ya, bir el beni kolumdan tutup, bir diyarlara götürmüştü. Beni götüren elin sahibi, bizim köyden daha büyük, evleri de bizim köyün evlerinden daha güzel olan köyün girişinde durarak şöyle dedi: Şu karşıda, açık mavi badanalı evi görüyor musun; o bir medrese. Oraya git ve orada oku, insanlara yardımcı ol!..” dedikten sonra kan-ter içinde uyandım.

“Bu rüyayı kendime bir işaret kabul edip, köyümden kaçmaya ve içinde duvarları maviye boyanmış camisi olan köyü aramaya karar verdim. Artık kendi kendime plânlar yapıyor, kimseye görünmeden kaçmanın yollarını arıyordum.

“Rahmetli babam fakir sayılmazdı. Hatta zengin bile denebilirdi. Yani para açısından bir sıkıntım yoktu. Tek sıkıntım, hiç kimseye görünmeden kaçabilmekti. Gündüz kaçmamın imkânı yoktu; çünkü herkes beni görecek ve nereye gideceğimi soracaktı. Onun için tek çare, gece kalmıştı. Plânlarımı yaptım ve bir gece evdekilerin hepsi uyuduktan sonra, “kaçacağım!” diye kendi kendimi iknâya çalıştım. Benden bir yaş büyük olan kardeşimin elbisesini alabilirdim. Paramı da hazırlayıp görünmeyecek şekilde sakladım. Bir tek problemim kalmıştı: Saçlarım! İki örgülüydü saçlarım. Banyoya girerek, dolabın içerisinden çıkardığım makasla iki saç örgümü kökünden kestim ve ağabeyimin elbisesini giydikten sonra şapkasını da başıma geçirdim. Herkesin uyuduğuna iyice kanaat getirdikten sonra da, sessizce kapıyı açıp yola koyuldum. Koşmuyordum. Çünkü yorulur, tıkanır ve öksürmeye başlarsam birileri duyar ve beni görebilirdi. Böylece birkaç saat yürüdüm. Saatim olmadığı için, ne kadar yol aldığımı bilmiyorum. Derken, Allah’ın bana bir lütfu oldu; uzaktan bir arabanın farlarını gördüm. Çok şükür benim yanımdan geçerken durdu ve beni, içi çoluk-çocuk,  kadın erkek dolu olan arabaya aldılar. Ve tabi minibüsün şoförü bana nereye gideceğimi sordu. Ben de dilsiz numarası yaparak, cebimdeki bozuk parayı uzattım ve “paranı al!” işareti yaptım. Fakat benim o halime bakarak, parayı almadı. İçimden de, “inşaallah bu araba çok uzaklara gider” diye de dua ediyordum. Ne kadar gittiğimizi bilmiyorum amma, yanımda oturan çocuk, “kalk! Kalk! Son durak!” deyince irkildim… Meğer arabada uyuya kalmışım. Herkes gibi ben de indim ve ilk defa başına koyduğu sepetimsi tepsi içerisinde gördüğüm pastadan bir tane satın aldım. Fakat tepsiyi kafasında taşıyan delikanlı, “kardeş bu pasta değil, simittir!” dedi. Böylece köyümde görmediğim bir şeyi yiyorum ve kaçışımdan sonra öğrendiğim ilk kelime, “simit” oldu. Fazla uzatmamak için birçok şeyi yazmıyorum. Benim maksadım, mümkün mertebe köyümüzden uzaklara gitmek… İlkokulda bir masalda okuduğum gibi, köyden köye, az gittim, uz kittim; dere tepe düz gittim…

“Artık günlerin ve geçtiğim köylerin, kazaların sayısını da unuttum… Son köyün sokaklarında “duvarları mavi badanalı” evi ararken, birden bire duruverdim. Zaten içine düştüğüm maceradan dolayı duracağından korktuğum kalbim, birden bire “küt! Küt!” atmaya başladı… Ve kendime hâkim olamadan, bağırmaya başladım:

-       Mavi badanalı ev! Mavi badanalı ev!..

 

 

“Üstümü başımı toparladım ve “Mavi badanalı” binanın kapısını çaldım. Evet, aradığım menzile varmıştım… Kapıyı çaldım ve ben yaşlarda bir çocuk kapıyı açıp ne için geldiğimi sordu. Ben de, mümkün mertebe ses tonumu erkeklerinkine benzeterek okumaya geldiğimi söyledim.

“Beni içeride, altmış yaşlarında tahmin ettiğim Hoca Efendi’ye götürüp, “bu çocuk okumaya gelmiş!” dediler. Hoca Efendi bana bakarak,

-       Evladım kimsen yok mu? diye sordu. Ben de sesimden anlaşılmayayım diye, baş işaretimle “hayır!” dedim.

“Duvarları mavi badanalı medresede okumaya başladım ve Allah’ın yardımıyla az bir zamanda birçok şey öğrendim. Böylece seneler geçti. Neredeyse Hoca/Hoca Hanım olmuştum… Şer’i meselelerde cevap verecek dereceye geldiğim hâlde bunu hiç kimseye sezdirmiyordum. Sırrımın ortaya çıkmaması için de sadece sorulunca konuşuyordum ve konuşunca da, zamanla bulduğum bir hileyle sesimi erkeklerinkine benzetmek için dilimin altına bir iki buğday tanesi koyuyordum. Geceleri herkes uyurken, evimden kaçtığımda çıkınıma koyduğum küçük makasla saçlarımı kesiyor, anlaşılmayayım diye gündüz başıma büyük bir takke geçiriyordum.

“Derken, öyle bir gün geldi ki, artık bu medresede daha fazla kalmamın riskli olduğunu anladım. Çünkü fiziğim, sırrımı açığa çıkarabilecek hâle gelmişti; hatta öğrencilerden birinin, halimden şüphelenip sürekli beni gözetlemeye başlamış olmasından tedirgin olmuştum. Üstelik bu medresede almam gerekenleri de zaten almıştım. Yıllarca büyük bir özenle sakladığım sırrımım bilinmesini istemiyordum. Sonuçta medresede kalmamın artık imkânsız olduğunu anladım ve “Duvarları mavi badanalı medresem”den kaçmaya karar verdim.

“Bir akşam; herkes uyuduktan sonra, küçük bir kâğıda, Hocama olan teşekkür ve minnettarlığımı ve benim, onlar gibi bir erkek olmadığımı bilmeyen medrese arkadaşlarıma selamlarımı yazdıktan sonra, kimseye görünmeden o çok sevdiğim medresemden kaçtım…

“Köy yoluna çıkarak, epey yürüdüm. Oldukça yorulmuştum ki, eski bir minibüs geldi. Elimi kaldırıp, durdurdum ve bana, “nereye gidiyorsun?” sorusunu soran muavine, “sizin gittiğiniz yere” deyiverdim. Bu cevabım üzerine, beni “meczub” konumunda gören muavin, parasını alınca sakinleşti. Derken, araba bir vadiye girdi. İki tarafında göğe yükselen dağlarla, küçük-büyük çağlayanlar yaparak vadide akan güzel bir su ve envaiçeşit ağaçlar ve yeşilliklerle sanki bir Cennet Vadisinden geçiliyordu. “Duvarları mavi badanalı medrese”den kaçmış olan ben, sormadan edemedim:

-       Burası neresi?

Arabanın muavini cevap verdi:

-   Zap Suyu Vadisi; o akan su da Zap Nehri! Birazdan da burada bir mola vereceğiz…

“Mola verilen mevki o kadar güzel kokuyordu ki, sanki Cennetin bütün çiçekleri oraya toplanmış, güzel koku yarışı yapıyorlardı… Yolcular çaylarını ve sularını içtikten sonra arabaya binince, meczup konumuna sokulduğum hâlde, yine de sordum:

-       Şu kulübemsi bina neyin nesidir?

Yine arabanın muavini cevap verdi:

-       Adamın birisi orayı kendisi için yapmış; zaman zaman da gelip kalıyormuş. Sonradan da terk ettiği için bu hâle gelmiş; senin anlayacağın oranın sahibi falan yok! Hadi arabaya bin de gidelim!

Bunun üzerine “Duvarları mavi badanalı medrese”den kaçmış olan ben:

-       Hadi size uğurlar olsun. Ben burada kalacağım! Dedim.

Yolcuların hepsi birden;

-       Arkadaş burası tekin bir yer değil! Ayılar var, kurtlar var! Deli misin sen? Bu karanlık vadide kalınır mı? Hadi arabaya bin! dedilerse de, arabaya binmedim ve yolculara el sallayıp, neyin nesi olduğunu sorduğum kulübeye doğru gittim.

Kulübede, tozlanmış, rutubetlenmiş, böceklenmiş bile olsa bir yatak vardı. Abdest aldıktan sonra cemettiğim namazlarımı kılıp uzanıverdim. O kadar yorgundum ki, sabahleyin güzel güzel öten kuşların sesiyle uyanabildim. Namazdan sonra, Zap sularının kenarında buram buram kokan naneleri ve başka otları toplayarak, çıkınımda getirdiğim ekmeğimle yemeye başladım. Sanki burası, aradığım yerin ta kendisiydi… Kulübenin eski sahibinden kalma bir tahta parçasına “bu kulübede kızlara bedava olarak Kur’an ve edep eğitimi verilir” yazısını yazdıktan sonra, arabaların mola verdiği yerin bir kenarına monte ettim. Oradan geçen yolcular merak edip, artık başımdaki şapkayı atmış, onun yerine bir eşarp takmış olan “Duvarları mavi badanalı medrese”den gelmiş Hoca Hanım’a, yani bana sorular soruyor; kadınlardan isteyenler de günlerce yanımda kalıyorlardı…”

         Sararmış ve çoğu yeri yırtık olan o kâğıtta, başka hiçbir şey okunmuyordu. Dolayısıyla, “Duvarları mavi badanalı medrese”den gelmiş Hoca Hanım’a ait başka hiçbir şey yoktu.

         Dünya hayatının cilvelerinden bir tanesine daha şahit olmuş olan Tarihçi, kulübeden ayrılıp Hakkâri’ye dönerken, kafasını sağa sola çevirip “Süphanallah! Süphanallah!” diye kendi kendine söylenirken, kendisini aramaya çıkmış olanların sesiyle uyandı:

-       Hocam! Nerelerdesin? Bizi meraktan öldürdün! Diye söylenirlerken, Tarihçiyi daha önceden tanıyanın sesi duyuldu:

-       Ben size merak etmemenizi söylemedim mi? Bakın işte Hocamız geri döndü. Kim bilir ne maceralar yaşamıştır!

 

 

Mohammed Alexander Russell Webb and His Religious Journey

 

Dr. Celal Emanet

Alexander Russell Webb, the earliest prominent Anglo-American convert to Islam, was an American journalist, newspaper owner, and for a while, a Consul-General of the USA in Manila, Philippines who embraced Islam in 1887 and started an Islamic missionary movement in the USA around 1890s.

Alexander Russell Webb was born in Hudson, New York on November 9, 1846. His father, Alexander Nelson Webb, was a leading journalist at the time. Webb received his early education at the public school of his hometown in Glendale, Massachusetts, and completed his higher education at the Claverack College near Hudson. He made considerable progress in his college studies, and after finishing his education, followed in the wake of his worthy father and began life as a journalist, purchasing and publishing a weekly paper at Unionville, Missouri.

In late 19th century America, journalism was beginning to take off as an effective and influential medium for influencing the public. One of the men who helped spur this journalistic wave was Alexander Russell Webb. His great abilities and mental capacity made him very successful in his profession. His fame as a journalist spread far and wide. He was offered the city editorship of the St. Joseph (Missouri) Daily Gazette. He was then promoted to be the associate editor of St. Louis (Missouri) Morning Journal. He was afterwards made one of the editors of the Missouri Republican, at St. Louis. This paper is the second oldest and one of the largest daily newspapers in the United States. In September, 1887, he was appointed by President Cleveland as Consular Representative of the United States, at Manila, Philippine Islands.

Webb’s boyhood and youth were tinctured with the old orthodox Presbyterian training. By the time he had reached manhood, he had learned to look upon the prevailing forms of religion as irksome, erroneous and absurd; devoid of everything calculated to commend them to a thoughtful, intelligent, matter-of-fact person as means of salvation-granting that salvation was possible-whose principal virtue was their effectiveness in securing for their followers social standing and respectability.[1] As soon as Webb reached maturity he began the study of the various religions, and of the mysteries of life and death. The possession of some knowledge created a thirst for more, but he found nothing in orthodox Christianity that could win him over; and in later years he encountered convincing evidence of its grave errors and insufficiency as a means of securing salvation or of elevating and purifying the human character.[2]

In 1872, Webb gave up Christianity, as he found the religion not in harmony with reason and justice. He was devoted to the world and its pleasures, and managed to get no small degree of physical comfort out of it. For some years, he had no religion at all, but this state of mind could not last long. After he had fully satisfied himself of the immortality of the soul, and that the conditions of the life beyond the grave were regulated by the thoughts, deeds and acts of the earth life; that man was, in a sense, his own savior and redeemer, and that the intercession of anyone between him and his God could be of no benefit to him.[3] Webb began to compare the various religions, to ascertain which was the best and most efficacious as a means of securing happiness in the hereafter. To do this, it was necessary to apply each system, not only the tests of reason, but certain truths which he had learned during his long course of study and experiment outside the lines of Orthodoxy, and in fields which priest and preacher usually avoid.

Unconvinced about his Christian religion, and being a well-read journalist, he began to read extensively about other religions. A thought entered his mind that he should try to study the Oriental religions. He had access to a most excellent library of about 13,000 volumes. He had then at his disposal time to spend from four to seven hours a day in this new field lie began with Buddhism. He then encountered Theosophy, a spiritual movement in the 19th century devoted to the universal brotherhood of humanity and the underlying universal message of all world religions. Webb was ultimately attracted to Islam in part because of the same message of brotherhood and equality among all mankind. He converted to Islam after studying the creed and finding its simplicity and lack of self-contradiction very compelling, but he never cut his ties with the Theosophists.[4] He remained active in the Theosophical Society even after his conversion to Islam, and never saw a contradiction between the Theosophical creed and Islam. At the time when Webb embraced Islam, he had never seen a Muslim.

He became satisfied that Islam was the only true religion: “Islam,” to use his own words, “is founded upon that eternal truth which has been handed down to man from age to age by the chosen Prophets of God, from Moses to Mohammed. Because it is that eternal truth. Because it is the only system that will satisfy the longings of the soul for a higher existence. Because it is the only system known to man which is strictly in harmony with reason and science. Because it is free from degrading superstitions, and appeals directly to human rationality and intelligence. Because it makes every man individually responsible for every act he commits and every thought he thinks, and does not encourage him to sin by teaching him a vicarious atonement. Because it is elevating and refining in its tendencies, and develops the higher, nobler elements of humanity when it is faithfully, wisely and intelligently followed.”[5]

Alexander R. Webb is not a dry rationalistic Muslim. His heart is full of love for God and His Prophet. God has been pleased to open his heart to the secret philosophy of Islam. He knows the spirit of Islam. To him has been opened the sacred treasure of our religion—the treasure which was possessed by Imam Al-Ghazzali and Mawlana Rumi. One significant influence on Webb was Theosophy, and it was through this influence he went searching for a new religion. He was appointed Consular Representative to the Philippines at the U.S. office at Manila and while in the Philippines in 1888, he converted to Sunni Islam. From that time forward, he became an outspoken proponent for the tradition, establishing the American Muslim Propagation Movement in New York and an English based newspaper called Moslem World.

Webb’s writings about Islam challenged the stereotypical views of Muslims that were so much a part of American popular culture at the time. His defense of Islam as a rational, scientific, and progressive religion reflected the influence of his Asian mentors, who had fashioned a modern interpretation of Islam meant to combat the claims of Christian missionaries in British India and other colonized lands. Mohammed Webb’s Islam in America thus rejected images of Islam as the religion of the sword, defended the status of women in Islam, and sought to clarify the significance of polygamy to the average Muslim. In fact, Webb presents Islam as perfectly compatible, not only with the ethical principles that he views as common to all Abrahamic religions, but also with Victorian norms of propriety and cleanliness as well. Webb’s introduction to “Orthodox Islam,” as he called it, features an explanation of the five pillars of practice, including the profession of faith, prayer, alms, fasting, and pilgrimage, including a summary of Muslim beliefs in God, angels, revelation, the prophets, the Day of Judgment, and God’s Omni-science. But Webb also indicates that these “exoteric” aspects of Islam are only part of the religion, suggesting that for him, the “esoteric” or philosophic aspects of Islam are equally important.

Webb’s religious journey represents an important counter-establishment response to the social changes and increased religious diversity of his time.[6] He wanted, through his mission, to educate intelligent, middle-class, white Americans about Islam, and dispel prejudices against this religion. He promoted Islam as a religion that expressed some of America’s most deeply held values, especially those of rationality, human equality, broadmindedness, and an acceptance of religious diversity.[7] Webb opens his speech pointing out the bias against Islam present in the West, especially America. He states, “There are several reasons why Islam and the character of its followers are so little understood in Europe and America, and one of these is that when a man adopts, or says he adopts, Islam, he becomes known as a Mussulman [i.e. Muslim] and his nationality becomes merged in his religion.” Webb continues, “If a Mohammedan, Turk, Egyptian, Syrian or African commits a crime the newspaper reports do not tell us that it was committed by a Turk, an Egyptian, a Syrian or an African, but by a Mohammedan. If an Irishman, an Italian, a Spaniard or a German commits a crime in the United States, we do not say that it was committed by a Catholic, a Methodist or a Baptist, nor even a Christian; we designate the man by his nationality. … But, just as soon as a membership of the East is arrested for a crime or misdemeanor, he is registered as a representative of the religion his parents followed or he adopted.”[8]

This brief summary of the life of a truly extraordinary man is full of lessons for today’s American Muslim community. Alexander Webb was an enthusiastic Muslim and made his best and sincere efforts to promote Islam in his homeland. When his best efforts failed, he could return to “ordinary life”, but he remained an active, useful, and popular member of his community until the end of his life. He never saw a contradiction between his deeply Victorian American identity and his religion, and he constantly sought ways to show Americans how Islam could beautify and perfect American society. His personality was friendly and optimistic. He used all his assets in the service of his religion and his country simultaneously. When he could not achieve what he had aimed to in his mission, he simply became an amiable, exemplary member of his community, a man his neighbors were happy to have around. He endeavored to correct the prevailing misperceptions of Islam in the United States during period in which American intolerance towards Islam was at peak levels due to anti-Islamic propaganda published by Christian missionaries. The predominantly Orientalist conviction was that the intellectual and moral caliber of the Christian West far surpassed that of Islamic East. The importance of such small things in the hearts and minds of our neighbors and acquaintances, as we make efforts to be engaged in dawah in our communities, cannot be overestimated.

 

 

 

 




[1] Alexander Russell Webb, “Two Remarkable Phenomena,” The New Californian, vol. I, no. 8, January 1892, p. 249.

[2] Howard MacQueary, (Saginaw, Michigan), “American Mohammedanism”, The Unitarian (A Monthly Magazine of Liberal Christianity), Ed. J.T. Sunderland, vol. VIII, no. 3, Boston, March 1893, p. 106.

[3] Alexander Russell Webb, Islam in America: A Brief Statement of Mohammedanism and an Outline of the American Islamic Propaganda, New York: Oriental Publishing Co., 1893, p. 14.

[4] The Theosophists believed that the core truths of all religions were the same. Webb most likely saw the parallel between this and the Islamic belief that all prophets were sent with the same message, but that many messages became distorted over long periods of time. Webb was comfortable writing for Theosophical publications and mentioning the commonalities between Islam and other religions, and encouraging others to moral behavior regardless of their religious convictions. The Theosophists likewise took great and benevolent interest in Webb’s newfound faith and work, and were supportive of his publications.

[5] Alexander Russell Webb, The Three Lectures, Madras: Lawrence Asylum Press, 1892, pp. 9-10.

[6] Kambiz GhaneaBassiri, A History of Islam in America, Cambridge University Press, 2010, p. 115.

[7] Edward E. Curtis IV, Muslims in America: A Short History, Oxford University Press, 2009, p. 28.

[8] Houghton, Walter Raleigh (Ed.), Neely’s History of the Parliament of Religions and Religious Congress at the World’s Columbian Exposition: Compiled from Original Manuscripts and Stenographic Reports, Vol. 2. in one, Chicago: Frank Tennyson Neely, 1893, p. 544.

11 Ağustos 2020 Salı

Hadramaut Vadisi’nin Suları Tarihine Ağlıyordu…

 


Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma

Yemen’in tarihî şehri olan San’a’daki konferansını bitir bitirmez, daha önce biletini aldığı uçağa binmek üzere hemen bir taksiye atladı ve havaalanının yolunu tuttu. Önce Aden’e, oradan da Hadramaut Vadisi’nin bir bakıma başlangıcı olan Sey’ûn şehrine indi. Ayak bastığı bu topraklar, öylesine tarihî bir coğrafyayı içeriyordu ki, heyecanından nereden başlayacağına bir türlü karar veremiyordu… Kısaca burada tarih ile coğrafya değer açısından birbirleriyle yarışıp duruyorlardı âdeta... Oysaki bu topraklar üzerinde yürüyenlerin, araba sürenlerin, deve yarıştıranların, bağ-bahçe yapanların, dilenenlerin ve nihâyet ağızlarındaki “gat” yapraklarını çiğneye çiğneye yanaklarını deforme etmiş olan bu insanların, işbirlikçi menfaatçıların süfli siyasetlerinin sonucu olarak içine düştükleri fakirlik ve sefaletten dolayı ne tarihten, ne de coğrafyadan haberleri vardı… 


         Bindiği 1930’lardan kalma minibüsün orta koltukları arasında sıkışmış olan Tarihçi, yanındakileri rahatsız etme pahasına da olsa, sağa sola bakıyor; sonra da kendini affettirmek için yabancı olduğunu, onun için merakından sağa-sola baktığını; maksadının kimseyi rahatsız etmek olmadığını söylüyordu. Meğer bunlar fakir, fakat gönülleri Hadramaut Vadisi’ni çevreleyen dağlardan daha âlȋ, daha temiz, daha berrak, daha asȋl olan “Hûd yolcuları”ymışlar… Bu güzel yolcular, zamanın birinde, bu vadide yaşayan medeniyetlerin sâkinlerine, Yaratıcının emirlerini tebliğ eden Hz. Hûd’un coğrafyasına, rivayetlerin aktardığı kabrini ziyarete gidiyorlarmış… Tarihçi bunu öğrenince, Sey’ûn’da kalacağına, içinden, “Kapıldım gidiyorum, bahtımın rüzgârına…” deyip, minibüs içindeki yolcularla yoluna devam etmeye karar verdi: “Mevlâm görelim neyler, neylerse güzel eyler…


         Minibüsün zaman zaman, kâh Hadramaut dağlarının kavurucu sıcağından dolayı buharlaşıp neredeyse yok olacak olan vadi sularının üzerindeki iptidai köprülerden, kâh envaiçeşit otlar, bodur ağaçlar ve çalılarla kaplı;  suları çekile çekile küçük bir çaya, hatta dereye dönüşmüş olan vadinin çamur ve kumlarla dolmuş olan sularından geçerek yol alırken; Tarihçi hangi tarafa bakacağını şaşırıyor, hiçbirini kaçırmamak için bir o yana, bir bu yana dönüp duruyordu ki, arabadakiler, muhtemelen onun Arapça bilmediğini zannederek birbirlerine bakıp bu yabancının tuhaf hâllerini birbirlerine gülerek anlatıyorlardı… Tarihçi, yolcuların kendisi hakkında konuştuklarına aldırmıyor, vadinin kenarında yükselen yüksek dağların eteğinde otlayan develere, Yemen’in o anlatılması güç olan süslü keçilerine, suyun kenarına dizilmiş yüzlerce arı kovanına, birbirlerine caka satan, maniler, türküler gönderen rengârenk kuşlar Hadramaut Vadisine öylesine bir hava veriyordu ki, Tarihçi dünyanın birçok yerini gezmiş olmasına rağmen böyle bir güzellik görmemişti…


         Tarihçinin bindiği minibüs, Yemen’in güneyinde, uzunluğu takriben 700 km. olan ve dağlar arasındaki kıvrım kıvrım güzelliği ancak uçaktan görülebilen Hadramaut vadisi’nin sağ tarafındaki yola saparak, Hûd(a.s)’ın mezarının orada olduğu varsayılan yokuşa tırmanmaya başlayınca, birdenbire Tarihçi irkilmeye başladı. Neydi bu irkilmenin sebebi? Evet o, bir zamanlar buraların Hâkimesi olan Belkıs’ı hatırlamıştı. Saba Melikesi/Kraliçesi ve Hz. Süleyman’la olan macerası Kur’an’da anlatılan meşhur Melike Belkıs… Tarihçi öylesine heyecanlıydı ki, sağa mı sola mı bakacağına karar veremiyordu, âdeta cezbe hâline girmiş bir derviş gibiydi. Coğrafyanın tarihi ve Allah’ın fedakâr Peygamberi Hûd(a.s.), gözünün önüne geliyor ve o zamana dek yaşamış olduğu saadet anlarının en güzellerinden birini yaşıyordu. Sanki büyülenmişti…

Tarihçiyi büyüleyen şeylerden birisi de Hadramaut Vadisi’ni oluşturan nehirdi. İrili ufaklı pek çok sayıda derenin birleşmesiyle oluşan bu nehir, yaşlı tarihçiye yaşadığı coğrafyadaki nehirleri hatırlatıyordu. Çünkü o bildiği pek çok dilin yanında Nehirlerin Dili’ni de biliyordu. Bu nehir ona, Melike Belkıs’ın ve Hud aleyhisselamın başından geçenleri anlatıyor ve Müslümanların bugün yaşadıkları zilletten dolayı gözyaşı döküyordu. Bu nehir ona ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’de “Seylü’l-arim” diye zikredilen (Sebe’ 34/16) sel baskını sırasında Sebe diyarının yaşadıklarıyla bugün yaşananlar arasında bir benzerlik olduğunu da söylüyordu.  Yüzyıllar önce, Sebe Devleti’nin eski merkezi olan Ma’rib şehrini sular altında bırakan sel baskını gibi bugün de tüm dünya Müslümanlarının, Batı dünyasının oluşturduğu ahlakȋ ve sosyal sele maruz kaldıklarını anlatıyor, yaşlı tarihçi de bu durumu, içi parçalanarak onaylıyordu.

  

Minibüs, sadece birkaç evin/misafirhanenin bulunduğu yamaçta durunca, ne yapacağını, nereye gideceğini bilemeyen Tarihçi, kalabalığa uyarak oradaki camiye doğru ilerledi. Abdestli olduğu hâlde, o da herkes gibi yeniden abdest aldı. Kim bilir; belki de, fizik olarak oradakilerden farklı olduğundan herhangi bir şüpheye mahal bırakmamak için, o da abdestini tazelemek için şadırvanın oturaklarından birine oturmuştu ki öğlen ezanı okunmaya başladı. 

Öğlen namazını kıldıktan sonra, Tarihçi de oraya giden herkes gibi, misafirhanemsi ve her odada en fazla yirmi kişinin sığabileceği bir odaya gitti; daha doğrusu götürüldü. Hiç kimse, gelenlerin kim olduklarını sormadığı için, isteyen istediği yatağa uzanabiliyordu. Meğer yoldan geldikleri için herkes yorgun addedilerek, öğlen uykusuna/gaylule/la siesta için böyle odalara alınıyormuş. Tarihçi ise, uyumak yerine, yazmayı tercih ediyordu. Fakat henüz bir kaç kelime yazmıştı ki, o da herkes gibi yorgun olduğundan Hadramaut’un o nefis havasında uykuya daldı. Her nedense Tarihçi pek rüya görmezdi. Daha doğrusu görür, fakat uyanır uyanmaz gördüklerini unuturdu… “İnsan bu, su misâli….”

Neden sonradır ki Tarihçi de, uyananların sesleriyle uyandı. Kaç dakika uyuduğunu bilmiyor, saate bile bakmıyordu. Çünkü oradaki hayat, zaten ona rüya gibi geliyordu. Türkiye’den gittiğini de hiç kimseye söylemiyordu. Zira bundan önceki seyahatlerinde edindiği tecrübeden biliyordu ki, birine cevap verse, soruların ardı kesilmez ve kendisi de bu seyahatten bir şey anlamaz. 

İkindi namazı, Akşam Namazı ve nihâyet Yatsı namazı gelmişti ki, cami hıncahınç dolmuştu. Yorgun Tarihçi de bir köşeye sıkışmış, namazdan sonra güzel sesli hafızların, qârȋlerin, mevlithanların okudukları Kur’an tilâvetlerini dinliyordu. Sanki okudukları âyetleri özellikle seçiyorlardı ki Müslümanların günümüzdeki perişanlığını dile getiriyordu bu âyetler… 

Hûd(a.s)’ın huzurunda

Sabah olur olmaz, Hûd(a.s)’a izafe edilen makama gitti ve uzun uzun Hûd kavminin onun başına getirdiklerini düşündü. Bir taraftan Hûd(a.s)’ı düşünüyor, diğer taraftan Müslümanların günümüzde içerisine düştükleri hâlleri gözünün önünden geçiriyordu.

Nuh Tufanı’ndan sonra putlar yapıp onlara tapan ilk kavim, Yemen’in Hadramaut Vadisi’nin sahil kesimine yakın olan bölgesinde yaşayan ‘Add kavmiydi. Bu kavim, evlerini kumları üst üste yığarak yaptıkları için, o bölgeye, “kum yığınları” anlamına gelen “ahkâf[1]” deniyordu.

Adı el-Halecan[2] olan kralları, halkı köleleştirmiş, kendi iktidarını onaylayan ve şirke dayalı olan bir inanç sistemi kurmuş; ve bunları ilkeleştirerek böylece sömürüyordu ‘Add kavmini... İlâhȋ yazgıya aykırı düşen bu durumun düzeltilmesi için Allahu Te’âlâ onlara Hûd(a.s)’ı Peygamber olarak gönderdi.

Halkın şuursuzca put heykellerine tapıp, onların ilkelerine kayıtsız ve şartsız olarak bağlanmış olmaları, onu sömürmekte olan çıkar çevrelerinin hoşuna gidiyordu. Ve bu put heykelleri, aslında saf halkı kandırmak için bile bile yöneticiler tarafından teşvik edilip yaptırılıyor, kendi menfaatlerini korumak için paravan olarak kullanılıyorlardı. Onun içindir ki, putlara değil, Allah’a tapmayı tebliğ eden peygamberlere ilk karşı çıkanlar bu çıkar çevreleri müstekbirler oluyordu. Tıpkı günümüzde Müslüman ülkelerde, yaptıkları kocaman heykellerle Müslümanları sömürmekte olan müstekbirlergibi…

Hûd(a.s)’ın kavmine gelen felâketin bir başka sebebi de, Allah’ın hiç sevmediği kibirleriydi. ‘Ad kavminin ileri gelenleri, yâni iktidarı ellerinde bulundurup, halkı soymakta olan, onu sömüren müteğallibe sınıf, kendilerini, Allah’ın emirleri karşısında büyük görüyor, Peygamberini yalanlayarak alay ediyor; halkı, “uyduruk kurtarıcılar”a kul olmaya, secde etmeye çağırıyorlardı. 

İşte bu kibirlerinden dolayı inanmadılar ve Hûd(a.s)’ın haber verdiği ve fakat kendilerinin inanmadıkları felâketi istediler. Kur’an ayetleri[3] bu konuyu şöyle anlatır:

’Âd kavmine gelince, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve: Bizden daha kuvvetli kim var? dediler. Onlar kendilerini yaratan Allah’ın, onlardan daha kuvvetli olduğunu görmediler mi? Onlar bizim âyetlerimizi inkâr ediyorlardı. Bundan dolayı biz de onlara dünya hayatında zillet azabını tattırmak için o uğursuz günlerde soğuk bir rüzgâr/kasırga gönderdik. Âhiret azabı elbette daha çok rüsva edicidir. Onlara yardım da edilmez!”


 

Tarihçi, Hz. Hûd’u ziyaret edip vedâ ediyor

Gördüklerinden ve şahit olduklarından etkilenmiş olan Tarihçi, Hz Hûd(a.s)’ın makamını terk etmeden önce bir kayanın üzerinde oturdu ve kendi kendine söylenmeye başladı:

“Ey bu kâinatı yaratmış olan Yüce Allah! Yoksa Kıyamet’e mi yaklaşıyoruz? Son Peygamberin Hz. Muhammed(s.a.s)’i gönderdiğinden beri yüzyıllar geçti. Ondan sonra peygamber göndermeyeceğini bildiriyorsun. İnandık, âmenna! Fakat yaşadığımız şu anlaşılmaz dünyada, kendilerine Müslüman diyenler bile Seni ve Senin kanunlarını unutup, nefislerini ilâh edindiler! Kur’an’ı değil, Senin âyetlerine karşı çıkan kâfirlerin kanunlarını/ilkelerini nefislerine tatbik eder oldular… Senin ahkâmını değiştirip, Senin ahkâmına tamamen zıt olan kanunları aldılar. “Müslümanlar kardeştir” diye emrettin; fakat yeryüzündeki Müslümanların tamamı birbirine düşman; kâfirlere kul-köle oldular… “Müslüman” adı öylesine sömürülür oldu ki, herhangi bir Müslüman’a, “kardeşim senin bu dediğin, senin bu yaptığın, senin bu yaşadığın, Kur’an’a aykırıdır! Hz. Peygamber böyle bir din tebliğ etmedi” deyince, “biz istediğimiz ve anladığımız gibi yaşarız; kimse bize karışamaz!” diye cevap veriyorlar. Peygamberin Hz. Hûd’un buralarda tebliğ ettiği, son Peygamber’in Hz. Muhammed(s.a.s)’in de tebliğ ettiği dine inandıklarını söyleyen Müslümanlar, kâfirlerin ve nefislerinin emrine girmiş, katletmekle meşguller birbirlerini. Şu fakir Yemen’i kâfirler değil, kuzey ve batıdaki Müslümanlar(!) öylesine bir harabeye çevirdiler ki, kendileri kâşanelerde İlâhȋ ahkâma aykırı ve kâfirlerin emrinde olarak yaşarlarken Yemen’de çocuklar açlıktan ölüyorlar… Müslümanlar “milliyetçilik belâsı/vebası”na tutulmuş, birbirlerini yiyip duruyorlar… 

“Ya Rabbi bu uğursuz gecenin yok mu sabahı?

Tarihçi hâlâ kendi kendine söyleniyordu ki, minibüs şoförü bağırmaya başladı:

-Yallah أخي!

Tarihçi, üzerinde oturup ağladığı kayadan inip minibüse binerken hâlâ söylenip ağlıyordu kendi kendine. Tıpkı tarihine ağlayan Hadramaut Vadisi’nin suları gibi…

 

 

 

 

 

 

 

 



[1]          Bk. K.K. Ahkâf sûresi, 21.

[2]          Bk. Taberi, Tarih, I,215 vd.

[3]          Fussilet sûresi, 15-16.

 

Yazarlar